Prof. Dr. Mehmet ÖZ

 Hacettepe Üniversitesi

EDEBİYAT FAKÜLTESİ

 TARİH BÖLÜMÜ, Beytepe

ANKARA / TÜRKİYE

 mehoz@hacettepe.edu.tr

 

 
 

 

 


Bu site 26.12.2003 tarihinden bugüne

defa ziyaret edildi.

 

 

________________________________________________

ONYEDİNCİ YÜZYILDA OSMANLI DEVLETİ: BUHRAN, YENİ ŞARTLAR

 VE ISLAHAT ÇABALARI HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Mehmet Öz*

"...dokuz yüz seksen iki [M.  ] tarihine gelince vüzera-i izamda istiklâl-i tâm olub vezaret-i uzma sadrında olanların umuruna bir ferd müdaheleye kadir değil idi(...) Tarih-i mezbureden beri nüdema ve sair mukarreban huzur-u hümayun-u padişahîde hayyiz ve rütbeler bulub umur-u saltanata müdahele eder oldular.

"...vech-i arzda fitne ve fesad ve şerr ü şurun şuyu u intişarına ve eşkıya ve eşirranın galebe ve iştiharına bir bâis-i azîm budur ki, erbab-ı zeamet ve timar-ki inde't-tahkik asker-i din anlar idi- hâlâ anlar[ın] dirlikleri kat' olunub ve kendüleri bî-nâm ü nişan olub fitne ve fesad âlemi tutdu." Koçi Bey

 Kökleri daha eskiye götürülebilecek olsa da esas itibariyle 1970'lerin ikinci yarısından itibaren, Osmanlı tarihinin temel dönemleri ve bu dönemlerin özellikleri bağlamında, dozunu ve etkisini giderek arttıran yeni bir yaklaşım veya bu yaklaşımın sorguladığı geleneksel paradigmaya karşı geliştirilmeye çalışılan yeni açıklama biçimleri ışığında Osmanlıların onaltıncı yüzyıldan onyedinci yüzyıla geçiş sürecinde karşılaştıkları temel problem veya problemlerin ve bunlara karşı geliştirilen cevapların niteliğini ele almaya çalışacağız. XVI. yüzyılın sonlarında "en geniş" sınırlarına ulaşan Osmanlılar bu tarihlerden itibaren bir "duraklama" ve sonra da "gerileme" sürecine mi girmişti, yoksa iç ve dış dinamiklerin beraberce etkilediği bir değişim döneminin meseleleri ile mi uğraşmak zorunda kalmışlardı?

Koçi Bey'den yaptığımız alıntıya ve ondan yaklaşık elli yıl kadar önce yazan Gelibolulu Mustafa Âlî ve hatta XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Lütfi Paşa vb.nin eserlerine baktığımızda Osmanlıların bir buhran dönemine girdikleri ve bu buhranın da devletin kudretinin zirvesinde bulunduğu sıradaki mükemmel nizamının bozulmasıyla ortaya çıktığı sonucuna varırız.[1] Osmanlı nasihat yazarlarının bu hükmü en azından esası bakımından modern tarihçilerce de paylaşılmış, ancak onların çöküş sebebi olarak zikrettiği unsurlar tarihçiler tarafından çöküşün tezahür ve sonuçları sayılmıştır; modern tarihçiler Osmanlıların çöküşünü temelde sürekli genişlemeye göre örgütlenmiş bir askerî yapıya sahip Osmanlı devletinin fiyat devrimi, Amerika'nın keşfi, coğrafî keşifler, askerî teknolojideki değişiklikler vb. gelişmelerin niteliğini iyi kavrayamamasına ve sonuç olarak da gerekli tedbirleri alacak zihnî ve maddî donanıma sahip olmamasına bağlamak eğilimindedirler. Dahilî faktör olarak da 'klasik' dönemin bir takım temel kurum ve uygulamalarının terk edilmesi önemli gözükür: Sultanların işlerden ellerini çekmesi, kul ve timar sistemlerinin değişmesi vb.[2] Bu açıklama biçiminde zımnen veya bazen açıkça Osmanlı toplum yapısının 'durağan' karakteri de öne çıkar. İçeriden yenileşemeyen Osmanlı'nın dış dinamiklerin etkisi olmaksızın kendisini dönüştürmesi mümkün olamazdı. Bir anlamda Osmanlılar, yükselen Batı medeniyetinin karşısındaki "öteki"ni temsil eden bir konuma yerleştirildiler.

Osmanlıların klasik-sonrası dönemi ile ilgili ikincil literatürde, büyük ölçüde üç yüz yıllık bir “inhitat”(çözülme) nosyonu ile karşılaşıldığını belirten Faroqhi bu dönemde her hangi bir bölgede belirli dönemlerde bir düzelme veya iyiye gidiş görülüp görülmediği sorusunun sorulması gerektiğini vurgular. Ankara ve Kayseri’deki ev sahipliği ile ilgili araştırmasında bu iki kentin 17. yüzyıl boyunca bariz bir çöküş yaşamadığını ortaya koyar.[3] Yine Faroqhi’nin belirttiği gibi, Osmanlı tarihçileri artık Osmanlı devletinin sonunda iç tutarlılığını kaybedip siyasî arenadan kaybolması ile değil, Osmanlı devlet ve toplumunun ilk büyük buhranı atlatıp üç yüz yıl kadar bir süre daha devam etmesini sağlayan mekanizmalarla ilgilenmektedirler.[4] Öte yandan, "'Osmanlı Gerilemesi' Masalından Uyanmak" başlıklı makalesinde[5] Mustafa Armağan, tarihe kısır bir 'ilerleme-gerileme' diyalektiğinden bakmanın bir tarihçinin yapacağı son iş olduğunu vurgular.

Esasen çöküş/bozulma/çözülme paradigmasının teleolojik mahiyeti açıktır: Darling’in vurguladığı gibi, “Osmanlılar neticede zayıfladılar ve ortadan kalktılar; bunu bildiğimizden onların daha önceden tecrübe ettikleri her zorluk bir ‘çözülme tohumu’ haline gelir ve Osmanlıların başarıları ve güç kaynakları kayıttan kaybolur.”[6] Osmanlı tarihi ile ilgili, modernleşme, adem-i merkeziyetçilik, dünya sistemi, ATÜT, erken modern devletlerle Osmanlı’nın mukayesesi vb. bir takım modeller de,  çözülme paradigmasının en büyük çatlağı olan “Osmanlı İmparatorluğunda yanlış giden neydi?” sorusuyla sınırlı tutulmaları yüzünden uzman çevreler dışında bir etki yapmamıştır. Teleolojinin tuzağından ancak 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarındaki olayları daha sonradan meydana gelenlerin alâmetleri olarak değil kendi başlarına incelemekle mümkündür.[7] Osmanlı tarihinin  “ihmal edilmiş” iki yüz yılını, klasik dönem ile 19. yüzyılın reformları arasında bir parantez olarak görme eğilimi ve çöküş paradigması H. İslamoğlu-Ç. Keyder’in tartışmalı makalesinde haklı olarak tenkit edilmişti.[8]

Edhem Eldem de, "18. Yüzyıl ve Değişim" başlıklı makalesinde[9] bu dönem için düşünülen kurguların dönemin içinden çok dışından mana kazandığına, bu dönemler ilgili yorumların, bu dönemin, ya daha öncesindeki 'klasik' dönemle ve/veya sonrasındaki Tanzimat dönemiyle ilişkilendirilerek ele alındığına dikkat çekerek tarihî anlatımın kurgulanmasında rastlanan bu tür sapmaların, tarihin düzenli ve mantıklı bir süreç olarak algılanmasıyla yakından ilgili olduğuna işaret ediyor. Bu çerçevede 18. Yüzyılın adem-i merkeziyetçi bir dönem olarak varsayılmasının gerisinde, daha önceki dönemin merkeziyetçi olduğu varsayımı yatar. Oysa ki, Osmanlı sisteminin asıl gücü esnekliğinde yatmaktadır" ve nominal bir merkeziyetçiliğin, merkezden uzaklaştıkça belirginleşen fiilî bir adem-i merkeziyetçiliği dışlamadığını iddia etmek mümkündür."[10]

Klasik dönemde Osmanlı merkeziyetçiliğinin sınırları ve niteliği meselesi üzerinde de bir takım şüpheler izhar edilmemiş değildir. Osmanlı devletinin 17. yüzyıldan başlayarak çözülmeye başladığı görüşüne karşı ciddi eleştiriler serdedilmeye başlanmıştı. İslâm’ın Serüveni adlı abidevî eserinde Hodgson, çözülenin veya çökenin “mutlakiyetçilik” olduğunu belirterek mutlakiyetçiliğin çöküşünü bütün devlet ve topluma teşmil etmenin yanlışlığına dikkat çekmişti.[11] Mamafih Osmanlı devletinin klasik dönemde mutlakiyetçi bir karakter taşıdığı ve 17. yüzyıldan itibaren ise adem-i merkeziyetçiliğin arttığı yönündeki yorumlar da öteden beri bazı kısmî eleştirilere maruz kalmıştır. Lybyer ve Gibb-Bowen’ın Osmanlı yönetim yapısının temel niteliği hakkındaki teorilerine, yani klasik dönemde Hıristiyan-devşirme kökenli yönetici sınıf ile Müslüman-Türk kökenli ulema sınıfına dayanan sistemin daha sonra yozlaşması ve 18. Yüzyılda yönetici sınıfın Müslüman Türklerin tekeline girmesi(bunun da sistemi yozlaştırması) karşı Itzkowitz ampirik bir şekilde cevap vermiş ve Osmanlı gerçekliğinin bu denli basit olmadığını ortaya koymuştu.[12] Metin Kunt ise II: Mehmed’in merkezî otoriteyi arttırma çabası içinde önemli devlet görevlerini tamamen kullara bıraktığı görüşünü yanıltıcı bulmakta ve merkezde kullar-taşrada Türk aristokrasisi şeklindeki şablonun geçersizliğini belirtmekteydi. Onyedinci yüzyılda kulların taşra yönetiminde ağırlık kazanması, teorik olarak Sultanın da güç kazanması demek olacaktı; ama gerçek bunun tersiydi, bu ise düzende sistemlilikten kişiselliğe geçişin bir sonucuydu.[13] Aslında Fatih devrinde bile mutlakiyetçilik ve merkeziyetçiliğin sınırları vardı[14] ve 17. yüzyılda mutlakiyetçiliğin çöküşünden söz etmek yerine bürokrasinin nispeten güçlü bir konuma gelmesi sürecinden bahsetmek daha uygun olurdu.[15]

 Rifat Ebu’l-Hac, Osmanlı tarihi ile ilgili araştırmalarda devlet kavramının bütün yüzyıllar için aynı anlamda kullanılmasına dikkat çekerek modern-öncesi veya erken modern dönemi değerlendirirken modern ulus-devlet  için tasarlanan kıstasların esas alınmasındaki garabeti öne çıkarıyor; bu yanlış anlamanın en önemli sonuçlarından birisi de Osmanlı devletinin 17. yüzyıl öncesinde merkezileşmiş, etkin ve rasyonel bir kamusal varlık olduğu halde daha sonra kendine özgü niteliklerini kaybetmesiyle dağılmaya başlamış varsayılmasıdır. [16]

Osmanlıların askerî teknolojideki değişmeleri benimsemede, daha önceki dönemlere göre 17. yüzyılda bir isteksizlik veya beceriksizlik sergilediğini iddia etmek imkânsız görünmektedir.[17]  Osmanlıların askerî teknolojisi ve Avrupa ile mukayesesi konusundaki bir araştırmada Avrupalıların giderek daha hafif ve taşınması kolay tüfeklere sahip olmalarında karşılık Osmanlıların eski ve ağır silahları kullanmaya devam ettikleri yönündeki görüşler ampirik olarak çürütülmekte  ve yine Osmanlıların en azından 17. Yüzyıl sonlarına kadar kitlevi üretim yapma ve mamul maddeleri depolamada güçlük içinde bulunduğu görüşünün doğru olmadığına işaret edilmektedir.[18] Onbeşinci yüzyıldan onsekizinci yüzyıla Osmanlı İmparatorluğunda askerî teknolojinin yayılışı meselesini ele alan Jonathan Grant'ın araştırmasında da "çöküş" paradigmasına tenkidî bir bakışla konu ele alınmaktadır. Osmanlıların o dönemdeki askerî yetenekleri, kendi geçmişleri ve Avrupalılar ile karşılaştırılmakta ve askerî teknolojinin yayılmasına ilişkin bir teori çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu teoriye göre askerî teknoloji üretimi, benimsenmesi ve kullanımı açısından Osmanlılar 15. Yüzyıldan itibaren varolan teknolojiyi taklit edip yeniden üreten ama bunun altında yatan icat ve uyarlama sürecini yakalamamış bulunan üçüncü katman üreticiler kategorisinde idiler. Neticede Osmanlıların 1571 veya 1683'ten sonra amansız bir çöküşü tecrübe etmedikleri, teknolojik açıdan başlıca düşmanları olan Rusya ve Venedik ile eşit düzeyde kaldıkları, Osmanlı askerî malzeme üretimi 18. Yüzyılda Avrupa'nın gerisinde kalmakla birlikte  yüzyılın sonunda yenilik dalgasının yakalandığını ve Osmanlıların üçüncü katman üreticilik yeteneklerinin bütün bu dönem boyunca devam ettiğini belirten Grant, Osmanlıların ancak 1850'den sonraki yeni dalgayı kaçırdıklarını ve dolayısıyla tamamen yabancı silah ithalatına bağımlı hale geldiklerini ekler. Bu ise çöküş tezinin ironik bir şekilde tersine dönüşüdür: Osmanlıların Batıdan kurumsal ödünç almalara en çok açık oldukları bu dönem, gerçek ithalat bağımlılığına düşüşün başladığı zaman olmuştur.[19]

Osmanlı İmparatorluğu’nu başka örneklerle karşılaştırılamaz ve kendine özgü bir oluşum olarak görme alışkanlığına karşı geliştirilen, onu Marksist toplum yapısı şemaları çerçevesinde evrensel bir bağlama oturtma çabaları başarısızlıkla sonuçlanınca bu defa karşılaştırmalı tarih perspektifi bir alternatif olarak ortaya atıldı. Hiç şüphesiz bu yaklaşım Osmanlı’yı incelemek için gündeme gelmemişti; ama bu yaklaşımın yaygınlaşmasına paralel olarak Osmanlı tarihi ile uğraşanlar, özellikle S. Faroqhi[20] vb. tarihçiler Osmanlılarla muasır toplumlar arasındaki benzerlik ve farklılık noktalarına özel önem atfettiler ve bu çerçevede Osmanlı, Safevî ve Hint-Moğol imparatorluklarının mukayese edildiği toplantılar tertip edildi.

Bu konudaki en son makalelerden birisi Osmanlıları erken modern imparatorluklar arasında değerlendirmeye tâbi tutan Virginia H. Aksan’ın “Locating the Ottomans among Early Modern Empires” başlıklı makalesidir.[21] Aksan, Osmanlıların 1600-1800 döneminde karşılaştıkları ve sürekli savaşlardan doğan üç büyük buhranın, daimî ordudan devletin görevlendirdiği milislere geçişi zorladığını öne sürmekte ve, hükümranlık, dinî bağlılık ve asimilasyon arasındaki karşılıklı etkileşimi vurgulayarak, Osmanlıları Habsburglar ve Romanoflarla karşılaştırmaktadır. Bu çerçevede mesela 1593-1606 Osmanlı-Avusturya savaşlarının öneminin köylülerin (sekban ve sarıcalar) giderek artan bir biçimde yaya ve sipahi olarak orduya alınması ve Yeniçeri Ocağına sızmasında yattığını vurgular.[22] Ordunun yapısındaki bu değişmenin malî yönetimdeki etkileri geleneksel timar sisteminin eski önemini kaybetmeye başlaması, gelir birimlerinin (mukataaların)iltizam usulüyle işletilmesinin yaygınlaşması, olağan-dışı nitelikteki avârız vergilerinin olağan hale gelmesi, cizye ve ağnam gelirlerine daha fazla önem verilmeye başlanması vb. şeklinde olmuştur.[23] XVII. Yüzyılda Osmanlıların malî problemler karşısında gelirleri arttırma çabalarını ve malî yönetimdeki değişimi inceleyen Darling, cizye ve avârız vergilerinin önem kazanmasına paralel olarak bürokraside bu alanda yapılan yeni düzenlemeleri de ele almıştır.[24] Aynı konudaki bir makalesinde ise, Osmanlı malî yönetimindeki değişmelerin bozulma/inhitat olarak değil yeni şartlara intibak olarak değerlendirmesi eğiliminde olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlıların yeni şartları dikkate aldığına dair verilen örneklerden birisi, eskiden bir yerden başka bir yere göç edenlerin on yıl geçmeden yeni yerlerinde kaydedilmeyip eski yerlerine gitmeye mecbur edilmelerinin aksine 17. yüzyılda böyle kişilerin bulundukları yerde vergi mükellefi olarak kaydedilmesidir.[25]

On yedinci yüzyılda ‘klasik’ yapılarda görülen değişikliklerin en önemlilerinden birisi ve belki de birincisi tımar sistemindeki değişmedir. Geleneksel anlayışa göre tımar sistemi ihmal edilmeye, tımarlar hak sahiplerine değil ekâbir adamlarına verilmeye başlanmış ve mirî topraklar şu veya bu yolla belirli kişilere verilmiştir. Tımar sistemindeki değişimin bir bozulma değil, yeni şartların bir zorlaması olduğu çok açıktır. Ateşli silahların yaygınlaşması ve piyadenin öneminin artışına paralel olarak devletin ücretli asker sayısını arttırması ve dirlik olarak tahsis edilen gelirleri nakdî vergilere dönüştürme çabaları sonucunda tımar sistemi zayıflamaya başladı. “Gelenekçi” ıslahatın en tipik örneği sayılan IV. Murad dönemi ıslahatlarına baktığımızda, 1632’de tımar sisteminde yapılan düzenlemenin hiç de katı “gelenekçi” bir özellik sergilemediğini görürüz. İdeal kanunun şartlarını dikkate almaksızın mevcut durumu ibka eden bu reformun amacı taşradaki karışıklığı düzeltmek ve Bağdat’ı geri almaktı. Bütün tımar ve zeametlerin yoklaması yapılmış, beratlar yenilenmiştir. Bu reform, Osmanlı devletinin kurumsal güç ve esnekliğinin 17. yüzyılda da devam ettiğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.[26] Yine tımar sistemi ile ilgili olarak bürokraside de yeni tedbirler geliştirildi. Sistemin önem kaybetmesine paralel olarak klasik tahrirler-istisnalar dışında- terk edildiğinden eski kayıtlardaki aksaklıkların giderilmesi için yeni defterler ve kayıt usulleri ihdas edildi.[27]

Yine “bozulma”nın en tipik göstergelerinden birisi olarak gösterilen kul-devşirme sistemi ve yeniçeriler de genel değişim ve buhran bakımından ele alındıklarında, bazı yozlaşmalar müşahede edilse de temelde “kadim” düzeni devam ettirmenin mümkün olmadığı bir vasata girildiği muhakkaktır. Devşirmeyi eski yaygınlığı ile sürdürmenin şartları ortadan kalktığı gibi Kafkasları fethiyle kul sistemi için yeni bir kaynak elde edilmiş, ayrıca kul-oğullarının sisteme entegre edilmesiyle de eski düzenden farklı bir manzara ortaya çıkmıştı. Yaya askerine duyulan ihtiyacı devşirme yöntemiyle karşılamanın imkânsızlığı karşısında, Koçi Bey ve benzerlerinin biraz da ait bulundukları zümrelerin imtiyazlarının kaybedilişine karşı tepki göstererek ifade ettiği üzere, artık kul taifesine hariçten ecnebi yani kul cinsi olmayan kişiler girmeye başlamıştı.

Osmanlı Devleti hakkındaki kalıp hükümlerin sorgulanması ve yeni açıklamalar ve yorumların teklif edilmesi hiç şüphesiz olumlu bir gelişmedir. Bununla birlikte, mevcudun hata ve yanlışlarını ortaya koymada isabet kaydettiğini gördüğümüz her yeni yaklaşımın alternatif açıklama önerisinin kaçınılmaz biçimde yerinde ve ‘doğru’ olması gerekmez. Bu çerçevede, Osmanlı Devletinin ve toplum yapısının “durağan”lığı varsayımına dayanan ve modern-öncesi dönemlerin yavaş seyrettiği için fark edilmesi bazen zor olan değişmelerini hesaba katmayan yaklaşımların eleştirilmesini haklı bulabiliriz. Esasen Osmanlı özeline baktığımızda, kuruluştan 1600’lere gelinceye kadar geçen dönemin de kendi içinde önemli değişmelere sahne olduğu muhakkaktır. Osman’ın uç beyliği ile Orhan’ınki, Murad Han’ın devleti, bunlarla Fatih’in merkeziyetçiliği esas alan imparatorluğu, Yavuz, Kanunî veya II. Selim dönemleri farklılıklar arz eder. Temel esprisi pek değişmemekle birlikte ‘klasik’ nizamın iki temel unsurundan birisi olarak gösterilen tımar sisteminin işleyişinde 15 ve 16. yüzyıllarda hiçbir değişmenin olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Aslında, Osmanlı devletinin “klasik” döneminin yüceltilmesinin altında evrensel bir “altın çağ” anlayışının yansımalarını görmemek imkânsızdır. Altın çağlara duyulan özlemlerin gerisinde ne türlü saikler varsa bunların şu veya bu ölçüde “selâtin-i selef” devrini idealleştiren Koçi Bey ve onun gibiler için de geçerliydi. Bu tür münekkitleri, objektif hareket eden, devletin içine düştüğü kötü duruma çare teklif etmekten başka hiçbir kaygısı bulunmayan kişiler olarak algılamamak gerektiği sıkça vurgulanmıştır.

Neticede 17 ve 18. yüzyılların da gerek dış gerekse iç dinamiklerin bir arada etkilediği bir değişme dönemi olduğu, bu dönemdeki meydan okumaların birkaç kez Osmanlıları büyük buhranlarla karşı karşıya bıraktığı, ancak kriz dönemlerinin bu yüzyılların bütününe teşmili yanılgısının terk edilerek bu yüzyılların tarihinin somut problemler etrafında incelenmesi gerektiği ve böyle bir yaklaşımla yapılan incelemelerin ise hiç de sürekli bir çözülme-gerileme imajıyla bağdaşmadığı söylenmelidir. Bir başka ifadeyle Osmanlılar, kendi bilgi birikimleri ve donanımları çerçevesinde, yeni sorunlara yeni cevaplar geliştirebilen, pragmatik ve esnek bir yönetim anlayışına sahiptiler ve ihtiyaç ortaya çıktığında bu yaklaşımın pratiğe geçmesi çoğu zaman mümkün olabilmiştir.

________________________

* Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

[1] Bu konudaki literatürü şurada değerlendirdik: Osmanlı'da 'Çözülme' ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergah yayınları, İstanbul, 1997.

[2] Bkz. H.A.R. Gibb-H. Bowen, Islamic Society and the West, I/1, London, 1950; B. Lewis, “Osmanlı İmparatorluğunun İnhitatı Üzerine Bazı Düşünceler”, çev. Salih Tuğ, İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, III/1-2 (1960), ss.161-178; H. İnalcık, “The Heyday and Decline of the Ottoman Empire”, The Cambridge History of Islam, I, Cambridge, 1970, ss.324-353.

[3] S. Faroqhi, Men of Modest Substance-House Owners and House Property in Seventeenth-Century Ankara and Kayseri, Cambridge, 1987, ss. 6, 22 vs.

[4] “Crisis and Change”, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, ed. H. İnalcık-D. Quateret, Cambridge,  s. 414.

[5] Düşünen Siyaset-Osmanlı ve İdeolojisi sayısı, Sayı 7-8, Ağustos-Eylül 1999, ss.99-118.

[6] Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy-Tax-Collection and Finance Administration in the Ottoman Empire, 1560-1660, Leiden, 1996, s.4.

 

[7] Darling, Revenue-Raising and Legitimacy, ss.6-7.

[8] “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, I, Bahar 1977, ss.49-80.

[9] Edhem Eldem, "18. Yüzyıl ve Değişim", Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, sayı 19, Yaz 1999, ss.188-199.

[10] Eldem, a.g.m., s. 194.

[11] M.G.S. Hodgson, The Venture of Islam-Conscience and History in a World Civilization, III- The Gunpowder Empires and Modern Times, Chicago-London, 1972, ss. 126 vd. (Türkçe çevirisi: )Hıristiyan halkların neredeyse topyekun düşmanlığına rağmen Osmanlıların Doğu Avrupa’daki topraklarını denetleyebilmeleri ve daha önce kaybettikleri toprakları kısmen geri alabilmelerine değinen yazar, mutlakiyetçiliğin çöküşüyle birlikte pek çok şeyin etkilendiğini ama yeni kurumların dikkate şayan bir etkinlikle onların yerine konduğunu vurgular(s.133). Dolayısıyla “çözülme/gerileme” paradigmasına ciddi bir eleştiri getirmiş olan Hodgson’u onun izinden giden tarihçiler izleyecektir.

[12] “Eighteenth century Ottoman Realities”, Studia Islamica

[13] M. Kunt, Sancaktan Eyalete-ss.113-123.

[14] Oktay Özel, “The Limits of the Almighty: “

[15] Bkz. C. Fleischer, Osmanlı Bürokrat ve Aydını Gelibolulu Mustafa Ali????; Bürokrasinin gösterdiği gelişme için mesela bkz. Darling, aynı eser; Erhan Afyoncu, “Defterhane”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. , ss. ; aynı yazar, Defterhane-i Amire, Marmara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora tezi.

[16] Riafaat Abou el-Haj, Formation of Ottoman State???, s.8-9.

[17] Rhoads Murphey, "Osmanlıların batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları", Haz. E. İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İstanbul, 1992, ss. [Orijinali için bkz. "The Ottoman Attitude towards the Adoption of Western technology: The Role of Efrencî Technicians in Civil and Military Applications", Contributions à l'histoire économique et sociale de l'Empire ottoman, ed. J.L. Bacqué-Grammont ve P. Dumont, Paris, 1983, ss.287-298.

[18] Gabor Agoston, "Ottoman Artillery and European Military Technology in the Fifteenth and[sic.] seventeenth Centuries", Acta Orientalia Academiae Scientiarum Hung., XLVII (1-2), 1994, ss.15-48.

[19] Jonathan Grant, "Rethinking the Ottoman 'Decline': Military Technology Diffusion in the Ottoman Empire, Fifteenth to Eighteenth Centuries", Journal of World History, c.10, sayı 1, 1999, ss.179-201.

[20] Faroqhi’nin 1980 ve 90’lardaki araştırmalarının büyük çoğunluğunda incelenen konuları daha geniş bir bağlamda ve karşılaştırmalı tarih perspektifi ile tahlil etme çabasını görmekteyiz. Mesela bkz. Making a Living in the Ottoman Empire.....

[21] Journal of Early Modern History III/2 (1999), ss. 103-134.

[22] Aksan, 115. Bu mesele Osmanlı tarihçiliğinde iyi bilinen hususlardan birisidir. Ne var ki, 1980’lere kadar, konu ile ilgili müstakil çalışmalar ve belge neşirleri (M. Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler,   1965; M. Akdağ’ın çeşitli kitap ve makaleleri vb.) olmakla birlikte köylülerin askerî sınıfa geçişleri önemiyle orantılı bir şekilde vurgulanmamıştı. Bu konuda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, VI (1980), ss. 283-337.

[23] Bu konular hakkında genel olarak İnalcık’ın yukarıdaki makalesine bakılabilir. Ayrıca bkz. B. McGowan, Economic Life in Ottoman Europe, 1600-1800, ...; Linda T. Darling, Revenue-Raising and Legitimacy.

[24] Timar sisteminin önemini kaybetmesine paralel olarak Osmanlılar geleneksel tahrir (vergi nüfusu ve tahmini vergi sayımları” uygulamasını bazı istisnalarla terk etmişlerdi. Bunun yerine cizye ve avârız vergilerinin düzgün ve 3adil bir şekilde toplanmasına temel teşkil etmek üzere tasarlanan sayımlar yapıldı. Darling ve McGowan’ın yanısıra bkz. Oktay Özel,

[25] “Ottoman Fiscal Administration: Decline or Adaptation?”, The Journal of European Economic History, 26/1 (1997), ss.157-179.

[26] Bu konuda bkz. D. Howard, Doktora tezi. , özellikle, ss. 194-227.

[27] E. Afyoncu, aynı tez, ss.30-36.

Başa Dön

                             Son Güncelleme Tarihi: