Prof. Dr. Mehmet ÖZ

 Hacettepe Üniversitesi

EDEBİYAT FAKÜLTESİ

 TARİH BÖLÜMÜ, Beytepe

ANKARA / TÜRKİYE

 mehoz@hacettepe.edu.tr

 

 
 

 

 


Bu site 26.12.2003 tarihinden bugüne

defa ziyaret edildi.

 

 

__________________________________________________

Türkiye Diyanet Vakfı

3. Bin Yıla Girerken Türkiye Sempozyumu

25-26 Nisan 1999, Ankara

 

KALKINMANIN KÜLTÜREL İMKÂNLARI:

TARİHİ TECRÜBE

 Doç.Dr. Mehmet ÖZ*

İki binli yıllara girerken ülkemizin potansiyelini, gelecekte karşılaşması muhtemel durumlara karşı bu potansiyel ışığında geliştirebileceği politikaları ve hepsinden önemlisi geleceğe yönelik hedeflerini tartışmak üzere toplanan bu sempozyumda, kalkınmanın kültürel imkânları çerçevesinde tarihî tecrübenin yeri ve rolü hususunda bazı genel değerlendirme ve tespitlerde bulunmaya çalışacağım.

Böyle bir konuya sağlıklı bir şekilde yaklaşabilmek için öncelikle, kalkınma, kültür ve tarih kavramlarından ne anladığımı kısaca ifade etmeye, bilahare tarihî süreç içerisinde tarihten umulan faydaların kısa bir analizini yapmaya ve son olarak da kendi tarihî tecrübemizin yeni bir bin yıla girerken bize ne gibi imkânlar sunduğunu/sunabileceğini irdelemeye çalışacağım.

Her şeyden evvel şunu belirtmeliyim ki, yıldönümü, yüzyıl dönümü ve özellikle Batıda Binyılcılık şeklinde tezahür eden bin yıl dönümü gibi vesilelere aşkın bir anlam yüklemek gibi bir hareket noktasından kalkmadan, böyle yıl, yüzyıl veya bin yıl dönümlerini, geçmişin sağlıklı bir muhasebesi yaparak geleceği daha sağlam temellere dayalı olarak kurmaya katkı yapmanın bir vesilesi saymak isabetli bir tavırdır. Buradaki toplantının da böyle bir maksat ve beklenti ile tertip edildiğini düşünüyorum.

Kalkınma, genel bir ifadeyle, bir toplumun maddî-manevî bütün alanlarda mevcut refah ve kültür seviyesini yükseltme çabası ve bu çabanın sağladığı sonuç olarak tanımlanabilir. DPT’nin V: Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu olarak hazırlanan Millî Kültür başlıklı yayının “Tarih Alt Komisyonu Raporu”nda kalkınma, “hem maddî kaynakların hem de teknik manada çevreye hâkim olmanın birikimi”[1] olarak tarif edilmektedir.

Kültür en çok tarif edilen kavramlardan biridir ve biz burada Tylor’ın kültür tanımını vermekle iktifa edeceğiz:”kültür, bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, hukuku, örf-adeti ve insanın cemiyetin bir üyesi olması dolaysısıyla kazandığı diğer bütün maharet ve itiyatları ihtiva eden mürekkep bir bütündür.”[2] Yani kültür insanlığın tarihî tecrübesinin bir ürünüdür.

Tarih teriminin iki temel anlamına da kısaca işaret edelim: 1) Tarihçinin incelediği geçmiş anlamında tarih, 2)Tarihçinin yeniden kurduğu, yani ilmî bir disiplin olarak tarih. Tarihi, kısaca geçmiş ile bugün ve gelecek arasında sürekli bir diyalog olarak tanımlayan Carr, ikinci anlamdaki tarihi tanımlarken de ‘tarihçi ile olguları arasındaki kesintisiz diyalog’dan bahseder. Genelde kabul edildiği üzere tarih insanlığın kolektif hafızasıdır. İnsanın kendi geçmişi ile ilgili olarak hatırladıklarının yanında hatırlayamadıklarının-hele de ayrıntı düzeyinde-çokluğu malumdur; bu belki tarihe de uyarlanabilir. Gerçekten de bizim tarih olarak yeniden inşa ettiğimiz şeyin, akademik tarih disiplinin kurucusu sayılan Ranke’nin  ifadesiyle geçmişin “geçmişte olduğu gibi” yazımı olduğu, iyimser bir yaklaşımdır. Tarihçilerin, bir takım ön yargılardan, ideolojik etkilerden, kullandıkları belgelerin niteliğine kadar uzatılabilecek bir dizi sebepten dolayı mutlak manada objektif ve tarafsız olamayacakları açıktır.

Burada her iki anlamda da tarihin topluma ve o çerçevede de kalkınmaya ne gibi yararlarının-veya daha nötr bir ifadeyle etkilerinin- olabileceğini tartışacağız. Tarihî geçmişin kendisi, biz ister onu çok önemseyelim istersek hiç kâle almayalım, bugünümüz üzerinde etkilidir ve dolayısıyla tarihî süreç geleceğimizde de etkili olacaktır. Tarih, bir yanıyla geçmişin ortak kültür mirasını günümüze aktararak insanı geçmişin yükünden ve ağırlığından da kurtarır. Geçmişin mahiyetini öğrenen, kavrayan bir insan artık o mirasa karşı kendisini hür hissedebilir.[3] Bu anlamda tarihî tecrübenin şimdiki nesiller tarafından bir ayıklamaya tâbi tutulması olağan ve gereklidir.

Belirtmek gerekir ki, tarihî bilginin üretilmesi işinin iyi yapılıp yapılmaması, toplumun bütünleşmesini, kendini geleceğin şartlarına uyarlama yeteneğini etkiler. Bundan dolayı, tarihçinin yaptıkları herkesi ilgilendirir. [4] Yukarıda ifade edilen husus bağlamında, geçmişin şuuruna varan insanın artık o geçmiş karşısında hür davranabilmek, kendisini yeni şartlara uyarlayabilmek bakımından böyle bir şuura sahip olamayan insana göre avantajlı bir konumda olacağı muhakkaktır. Kendi tarihimizden bir örnek verecek olursak Osmanlı beyliğinin Anadolu’daki diğer beylikler arasından sıyrılıp ön plana çıkmasında, diğer faktörlerin yanında, Türk hükümranlık geleneğinden temel bir kopuşun yani ülkenin hanedan üyeleri tarafından ortaklaşa yönetimine son vermelerinin de etkili olduğu genelde kabul edilen bir özelliktir. İşte burada geçmiş tecrübeler ışığında kendini yeni şartlara uyarlamanın tipik bir örneği ile karşılaşmaktayız.

İnsanlar sadece objektif tarihî bilginin peşinde değildir, bu bilginin yorumlanması gereklidir. Erol Güngör’ün ifade ettiği üzere, tarihin belli bir tarzda yorumu, insanın kendi hürriyeti ve misyonu konusunda belli bir fikre varması demektir. Sağlam bir tarih şuuru verebilmek için de objektif tarih olguları ile sübjektif tarih anlayışını mümkün mertebe birbirine yaklaştırmak gerekir.[5] Aksi takdirde tarihin, geçmişin yüceltilmesi-geçmişe sövülmesi aşırı uçlarında dolaşması ya da geçmişin belirli ideolojiler çerçevesinde tahrif edilerek sadece o ideolojilere hizmet eden bir araca dönüşmesi kaçınılmaz olacaktır.

Esasen insanların tarihe karşı ilgileri çoğunlukla ilmî endişelerin dışındadır; toplumlar özellikle bunalım dönemlerinde çıkış yolu tarihe başvurularak bulunmaya çalışılır.[6] Bu bazen geçmişe özlem şeklinde tezahür edebildiği gibi, bazen tarihi inkâr biçiminde de tezahür edebilir. Bu tavırlar geçmişin yanlış algılanmasından kaynaklanır. Halbuki geçmişi geçmiş olarak ve bütün yönleriyle akılcı bir biçimde tahlil etmek gerekir. Tarihimizden bir örnekle bu hususu açıklamaya çalışacağız. I. Ahmed için yazılan ve dönemin bozukluklarının sebeplerini irdeleyen Hâb-nâme adlı eserinde Veysî, kendi döneminin karışıklıklarından şikâyet eden Padişaha İskender-i Zülkarneyn’in ağzından şunları söyler: Dünya “ne bir padişah zamanında her giz mâmur ve âbâdân olmuştur ve ne halk-ı âlem anın şerrinden aman bulmuştur.”[7] Burada özetle dünya üzerindeki iyilik ve kötülüklerin devamlı olmadığının altı çizilmektedir.

   O halde geçmişin özellikle belli dönemlerini altın çağ olarak yorumlayan ve bu dönemleri ideal dönemler  ve tarihî olguları, kurumları, usûlleri kendi bağlamlarından kopararak her zaman geçerli ideal tipler olarak gören yaklaşımların sağlıklı olmadığını, geleceğe bakarken geçmişi taklit etmenin yararlı olmadığını söylemeliyiz.

Toplumların kullanabilecekleri bir geçmişe ihtiyaç duydukları açıktır. Bu çerçevede tarih geçmişte önceleri yöneticilerin yönetimlerinin meşruiyetini topluma kabul ettirmede kullandıkları araçlardan birisi idi. Hanedan veya hükümdar adına yazılan tarihler bu amaca hizmet ederdi. Tarihten umulan bir başka fayda da geçmiş olaylardan ders çıkarmak suretiyle geleceğe yönelik kehanetlerde bulunabilmek idi. Günümüzde siyasetçiler tarihte kendi davranışlarına yol gösterecek bir şeyler bulmaya çalışırlar. Daha ilmî bir düzlemde tarihin faydasını arayanlar içinse, gelecekte oluşacak kalıpların ana hatları tarihin bugüne kadar izlemiş olduğu doğrultudan çıkarsanabilir. Her iki görüş de, tarihî olayları bağlamlarından kopararak yorumlamaya meyilli olduğundan yanıltıcı yanlar ihtiva eder.[8]

Tarihi beşerî ilimler içinde mi, yoksa sosyal bilimler arasında mı saymak gerektiği konusundaki tartışmaların da tarihin ne işe yarayacağı sorusu açısından önemi vardır. Bir beşerî bilim olarak tarih, diğer beşerî bilimlerle birlikte, insanlığın düşündükleri ve yaptıklarını, pratik faydalarını birinci derecede dikkate almaksızın, önemli ve ilgiye layık sayar. Tarihin pratik yararlarına inanan tarihçiler ise onun sosyoloji ve iktisat gibi insan ile çevrenin karşılıklı etkileşimi açısından ele alınması gerektiği düşüncesindedirler.[9] Asrımızın önde gelen tarihçilerinden E.H.Carr, bu konuda şunları söyler:[10]

“Bilim adamları, sosyal bilimciler ve tarihçiler aynı çalışma alanının farklı dallarıyla uğraşmaktadırlar: İnsanın ve çevresinin, insanın çevresi ve çevresinin insan üzerindeki etkilerinin incelenmesidir bu. Çalışma hedefi aynıdır: İnsanın çevresini daha iyi anlamasını ve ona daha iyi hakim olmasını sağlamak”

Bir başka tarihçi ise tarihin beşerî ve sosyal bilimler arasında melez bir disiplin olduğu fikrinden hareketle, tarih eğitiminin bir dizi hedefi bir arada gerçekleştirdiğine dikkati çeker:[11]

“Zihni eğitir, başkasını anlama ve kendini onun yerine koyma yeteneğini geliştirir ve zamanımızın en ağırlıklı sorunlarından bir kısmı için çok ihtiyaç duyulan bir tarihsel perspektif sağlar.”

Gerçekten de bu son husus, yani tarihî perspektif meselesi son derece hayatî önemi haizdir ve aktüel meselelerimizin daha doğru ve gerçekçi bir biçimde anlaşılması ve dolayısıyla bunların çözümü için atılacak adımların sağlam temellere dayandırılması bakımından vazgeçilmez niteliktedir. Tarih bize yalnızca geçmişle ilgili bir takım nesnel bilgiler sağlama ve bu çerçevede de entelektüel merakımızı giderme aracı görevini ifa etmez. Tarihi bu biçimde algılayanlar ve onun pratik faydalarını hiç dikkate almak istemeyen ve hatta böyle bir özelliğin tarihi bilginin saptırılmasını beraberinde getireceğinden endişe edenler vardır; ancak unutulmamalıdır ki geçmiş ile günümüz ve dolayısıyla gelecek arasında bir bağlantı kurma isteği de en az mücerret entelektüel merak kadar tarih araştırmalarını yönlendiren bir saiktir. Toplum açısından, tarihin böyle bir bağlantı işlevi, geleceğe yönelik kararları formüle etmek için bir temel sağlar.[12]

Tarihin geleneksel kullanımlarını, yani iktidarları meşrulaştırma ve siyasetçilere gelecekte yapacakları için bir rehber olma işlevini bir yana bırakırsak tarihî tecrübenin kalkınma açısından ifade ettiği mânâyı şu şekilde özetleyebiliriz:

Kalkınma kavramını geniş anlamda, yani maddî-manevî bütün alanlarda bir toplumun kültür ve iktisadî refah düzeyini yükseltme anlamında kullandığımızda tarihin sağlayabileceği imkânların genişlik ve zenginliği ortadadır. İnsanlık geçmişimizi, bu geçmişin tecrübelerini, birikimini ve çeşitliliğini ortaya koyan tarih geleceğin de çeşitli ihtimallere açık olduğu, insanlar ve toplumlar arasında farklılıkların olağanlığı konularında sağlam bir bilinç edinmemize yarar. Kişisel, millî, milletlerarası vs. düzeylerde tarihin kaydettiği iniş çıkışlar yaşadığımızın problemlerin çözülmez olmadığını, ya da çok rahat ve nispeten az sorunlu bir durumdaysak bu durumun her zaman böyle sürmeyeceğini bize hatırlatır ve gelecek için müteyakkız olmamızı sağlar. Tabiî ki bunun için sağlam bir tarih perspektifine ve şuuruna ihtiyaç vardır. Bir şuur haline getirilmeyen tarih, sadece derinden ve alttan gelen etkileriyle bizi yönlendirir; bu durumda bizim tarihî tecrübeyi yönlendirmemiz ya da ondan yararlanmamız söz konusu olmaz.

Meseleyi kendi tarihimiz açısından ve bazı somut örneklerle açıklarsak kısaca şunları söyleyebiliriz: 1970’li yıllara kadar bir Ermeni meselesi yokmuş gibi davranmanın Türkiye’nin hangi problemlere karşı hazırlıksız yakalanmasına yol açtığını tekrarlamak gereksiz. Günümüzde, Soğuk Savaşın sona ermesiyle oluşan, kimilerine göre tek kutuplu kimilerine göre kutupsuz Yeni Dünya Düzenine de daha vahim bir hazırlıksızlıkla girdiğimize çok kuvvetle itiraz edilebileceğini sanmıyorum. Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntısı üzerinde millî bir devlet projesini hayata geçirmeye çalışan ve bu gayreti sırasında tarihî bir hasmının bu defa ideolojik bir söylemin de eşliğinde ortaya koyduğu tehdide, Batı dünyasının yanında yer alarak karşı koymaya çalışan Türkiye, sanki Soğuk Savaş döneminin denge politikasının, bazı yumuşamalar dışında, hiç değişmeyeceği gibi bir varsayımla, tarihî açıdan son derece derin bağlarla bağlı bulunduğu Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar gibi bölgelerin gelişmelerine büyük ölçüde kayıtsız kalmıştır.[13] Haksızlık etmemek için belirtmeliyiz ki, Soğuk Savaşın bitmesinden sonra bu konularda önemli adımlar atılmıştır. Ancak bizim vurguladığımız husus, tarih şuuru ve perspektifi ile hareket edildiğinde bu gibi açılımların hesap edilerek gerekli hazırlıkların zamanında yapılmasıdır.

Dünyada küreselleşme eğilimleri hususunda da kendi tarihî tecrübemiz bize faydalı ip uçları temin edebilir. Çok milletli ve çok dinli(mezhepli) bir dünya imparatorluğunun varisi olarak ve farklı kültürlerin-tabiî ki başka bir tarihî bağlamda-bir arada yaşatıldığı bir siyasî-sosyal tecrübe birikimine sahip olmamız hasebiyle, bir yandan alt-kimliklerin önem kazandığı öte yandan da milletler-üstü yapılanmaların etkili bir biçimde hayatımızı etkilediği bir çağda, insanlığa sunabileceğimiz çözümlerimiz olmalıdır. Tabiatıyla bunu yapabilmemiz için öncelikle kendi iç meselelerimizi bu tarihî tecrübe ışığında, ama tabiî ki günümüzün ihtiyaçlarına cevap teşkil edebilecek bir biçimde çözmemiz gerekir. Türkiye’nin son yirmi yıldır iyice güncelleşen etnik ve mezhebî problemlerinin, sağlam bir tarih perspektifine dayanmadan çözümlenmesi zor hatta imkânsızdır.

Günümüzde bu meselelerin çözümü için proje üreten/üretmeye çalışan siyasetçi ve bürokratlar tarafından tarihçiler, sosyologlar, ilahiyatçılar, iktisatçılar vb.ne resmî veya gayrı resmî bir bakış açısı çerçevesi empoze edilmeden bu meselelerin araştırılması gerekir. Nesnel bir biçimde yapılacak araştırmaların sonucu değişik görüş sahipleri tarafından kendi programlarına göre yorumlanabilir; ancak yaklaşım ve bakış açısı empoze edilmiş çalışmalar kendimizi aldatmaktan başka bir anlam taşımaz.

Tarihî tecrübemiz bir yönüyle zaman zaman gelecekle aramızda bir engel de oluşturabilir. Tarihimiz şüphesiz bütün yönleriyle bizimdir ve onun içinde övünebileceğimiz yanlar olduğu gibi hayıflanacağımız yanlar da bulunabilir. Tarihi bütünüyle kavramanın yararı, tarihimizdeki nahoş tecrübelerin tekerrürünü, ya da daha doğru bir ifadeyle benzerlerinin vuku bulmamasını sağlamak için gayret sarf etmemizi sağlamasıdır. Yakın dönem siyasî tarihimize baktığımızda, çok partili hayata geçtikten sonra yaşadığımız askerî darbelerin ilkinde yapılan vahim hataların daha sonra tekrarlanmamasına özen gösterildiğini söyleyebiliriz-gerçi her darbe bir öncekinin yapmadığı ya da yapmayı aklına getirmediği başka vahim hataları beraberinde getirmiştir.

Tarihin bize verdiği ders, geçmişin [olumlu veya olumsuz yönde] tekerrürünü sağlamak ya da önlemek değildir; tarihin tekerrür etmediği açıktır ve bu gerçek tarihe dayanarak sağlam öngörüler geliştirmemizi engeller. Ancak, tarih öte yandan geçmişteki eğilimlerin tespit edilmesi suretiyle geleceğe yönelik projeksiyonlarda bulunmamızı, bir başka deyişle, geçmişteki devamlılık ve değişmeleri ortaya koyarak geleceğe yönelik sezgi ve tahminlerde bulunmamızı sağlayabilir.[14] Bunun da kişisel, toplumsal, millî, milletlerarası vb. açılardan insanlara ne denli geniş ufuklar açabilen bir imkân olduğu son derecede açıktır.

Gelecek nesillerin yetişmesinde tarih öğretim ve eğitiminin sağlayabileceği faydalar çoktur. Kısaca birkaç hususa temas edelim. Yukarıdaki genel değerlendirmelerde sıkça kullandığımız tarih şuuru ve perspektifini edinen yeni nesiller geleceğe hazırlanmada gerekli donanımın bir kısmını edinmiş olurlar. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi yeni nesillere tarihten örnek alınmasını salık verirken bunu kendi zamanlarına uygun tarz ve muhtevaya dönüştürmek gereğidir. Mesela tarihle ilgili olarak salt kahramanlık motifinin ön plana çıkarılması ne geçmişin layıkıyla anlaşılması ne de geleceğe sağlıklı hazırlanılması bakımından bir yarar sağlar. Geçmişteki başarıları sadece övünme, başarısızlıkları da yerinme vesilesi haline getiren bir duygusallık yerine, bunların sebepleri üzerinde düşünmemizi sağlayacak bir muhakeme yeteneğini geliştirmek hedef alınmalıdır.

Tarih geleceği bugüne, bugünü de yarına bağlayan bir köprüdür. Geleceğin şekillenmesinde tarihî tecrübe insanların önüne değişik seçenekler sunar. Kendisini, geçmişini ve kültürünü tenkidî bir bakış açısıyla tahlil edebilen toplumların bu birikimden yararlanarak yeni atılımlar yapacağı muhakkaktır. Bu anlamda tarihin yararını, tarihten sadece bir takım siyasî olaylar bağlamında ders alınmasına indirgemek tarihi doğru anlayamamanın bir neticesidir. Tarihin tekil olaylar çerçevesinde bize verebileceği derslerden çok daha önemli ve kapsamlı yararı, insanlığın yaşadıklarını ve düşündüklerini daha geniş bir çerçevede anlayıp yorumlayabilmemizi sağlayan bir perspektif sunmasıdır.

___________________

* Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

[1] Millî Kültür, D.P.T. Yayını, Ankara, 1983,  s.486.

[2] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri,    s.

[3] Millî Kültür, s.489.

[4] J. Tosh, Tarihin Peşinde-Modern Tarih Çalışmasında Hedefler, Yöntemler ve Yeni Doğrultular, çev. Özden Arıkan, İstanbul, 1997, Tar,h Vakfı Yurt Yayınları, s.4.

[5] E. Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ankara, 1980, s. 57, 68.

[6] Güngör, s.47.

[7] Veysî, Hâb-nâme, Kahire, 1252, s.7.

[8] Tosh, s.12-13.

[9] Tosh, s.29.

[10] Carr, s.86.

[11] Tosh, s.30.

[12] Tosh, 27.

[13] Tarihçiler ve bazı sosyal bilimciler bu alanlardaki ihtiyaca öteden beri dikkat çekmiştir. 1983’de yayınlanan D.P.T. Özel İhtisas Komisyonu Tarih Alt Komisyonu raporunda bu hususlar dış meselelere yönelik araştırmalar olarak sıralanmıştır: Millî Kültür, s. 497-498.

[14] A.g.e., s.489; Tosh, s.22. Tarihin tekerrür etmediği, geçmişteki olaylar arasında benzerlikler olabilse de bunun tekerrür sayılamayacağı bir bedahet ise de toplum olarak sıkça kullandığımız bir ifade olduğu için buna değiniyoruz.

 

Başa Dön

                             Son Güncelleme Tarihi: