Doç.Dr. Mehmet ÖZ
İki binli yıllara girerken
ülkemizin potansiyelini, gelecekte karşılaşması muhtemel durumlara karşı bu
potansiyel ışığında geliştirebileceği politikaları ve hepsinden önemlisi
geleceğe yönelik hedeflerini tartışmak üzere toplanan bu sempozyumda,
kalkınmanın kültürel imkânları çerçevesinde tarihî tecrübenin yeri ve rolü
hususunda bazı genel değerlendirme ve tespitlerde bulunmaya
çalışacağım.
Böyle bir konuya sağlıklı
bir şekilde yaklaşabilmek için öncelikle, kalkınma, kültür ve tarih
kavramlarından ne anladığımı kısaca ifade etmeye, bilahare tarihî süreç
içerisinde tarihten umulan faydaların kısa bir analizini yapmaya ve son olarak
da kendi tarihî tecrübemizin yeni bir bin yıla girerken bize ne gibi imkânlar
sunduğunu/sunabileceğini irdelemeye çalışacağım.
Her şeyden evvel şunu
belirtmeliyim ki, yıldönümü, yüzyıl dönümü ve özellikle Batıda Binyılcılık
şeklinde tezahür eden bin yıl dönümü gibi vesilelere aşkın bir anlam yüklemek
gibi bir hareket noktasından kalkmadan, böyle yıl, yüzyıl veya bin yıl
dönümlerini, geçmişin sağlıklı bir muhasebesi yaparak geleceği daha sağlam
temellere dayalı olarak kurmaya katkı yapmanın bir vesilesi saymak isabetli bir
tavırdır. Buradaki toplantının da böyle bir maksat ve beklenti ile tertip
edildiğini düşünüyorum.
Kalkınma, genel bir
ifadeyle, bir toplumun maddî-manevî bütün alanlarda mevcut refah ve kültür
seviyesini yükseltme çabası ve bu çabanın sağladığı sonuç olarak tanımlanabilir.
DPT’nin V: Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu olarak
hazırlanan Millî Kültür başlıklı
yayının “Tarih Alt Komisyonu Raporu”nda kalkınma, “hem maddî kaynakların hem de
teknik manada çevreye hâkim olmanın birikimi”
olarak tarif edilmektedir.
Kültür en çok tarif edilen
kavramlardan biridir ve biz burada Tylor’ın kültür tanımını vermekle iktifa
edeceğiz:”kültür, bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, hukuku, örf-adeti ve insanın
cemiyetin bir üyesi olması dolaysısıyla kazandığı diğer bütün maharet ve
itiyatları ihtiva eden mürekkep bir bütündür.”
Yani kültür insanlığın tarihî tecrübesinin bir ürünüdür.
Tarih teriminin iki temel
anlamına da kısaca işaret edelim: 1) Tarihçinin incelediği geçmiş anlamında
tarih, 2)Tarihçinin yeniden kurduğu, yani ilmî bir disiplin olarak tarih.
Tarihi, kısaca geçmiş ile bugün ve gelecek arasında sürekli bir diyalog olarak
tanımlayan Carr, ikinci anlamdaki tarihi tanımlarken de ‘tarihçi ile olguları
arasındaki kesintisiz diyalog’dan bahseder. Genelde kabul edildiği üzere tarih
insanlığın kolektif hafızasıdır. İnsanın kendi geçmişi ile ilgili olarak
hatırladıklarının yanında hatırlayamadıklarının-hele de ayrıntı
düzeyinde-çokluğu malumdur; bu belki tarihe de uyarlanabilir. Gerçekten de bizim
tarih olarak yeniden inşa ettiğimiz şeyin, akademik tarih disiplinin kurucusu
sayılan Ranke’nin ifadesiyle
geçmişin “geçmişte olduğu gibi” yazımı olduğu, iyimser bir yaklaşımdır.
Tarihçilerin, bir takım ön yargılardan, ideolojik etkilerden, kullandıkları
belgelerin niteliğine kadar uzatılabilecek bir dizi sebepten dolayı mutlak
manada objektif ve tarafsız olamayacakları açıktır.
Burada her iki anlamda da
tarihin topluma ve o çerçevede de kalkınmaya ne gibi yararlarının-veya daha nötr
bir ifadeyle etkilerinin- olabileceğini tartışacağız. Tarihî geçmişin kendisi,
biz ister onu çok önemseyelim istersek hiç kâle almayalım, bugünümüz üzerinde
etkilidir ve dolayısıyla tarihî süreç geleceğimizde de etkili olacaktır. Tarih,
bir yanıyla geçmişin ortak kültür mirasını günümüze aktararak insanı geçmişin
yükünden ve ağırlığından da kurtarır. Geçmişin mahiyetini öğrenen, kavrayan bir
insan artık o mirasa karşı kendisini hür hissedebilir.
Bu anlamda tarihî tecrübenin şimdiki nesiller tarafından bir ayıklamaya tâbi
tutulması olağan ve gereklidir.
Belirtmek gerekir ki, tarihî
bilginin üretilmesi işinin iyi yapılıp yapılmaması, toplumun bütünleşmesini,
kendini geleceğin şartlarına uyarlama yeteneğini etkiler. Bundan dolayı,
tarihçinin yaptıkları herkesi ilgilendirir.
Yukarıda ifade edilen husus bağlamında, geçmişin şuuruna varan insanın artık o
geçmiş karşısında hür davranabilmek, kendisini yeni şartlara uyarlayabilmek
bakımından böyle bir şuura sahip olamayan insana göre avantajlı bir konumda
olacağı muhakkaktır. Kendi tarihimizden bir örnek verecek olursak Osmanlı
beyliğinin Anadolu’daki diğer beylikler arasından sıyrılıp ön plana çıkmasında,
diğer faktörlerin yanında, Türk hükümranlık geleneğinden temel bir kopuşun yani
ülkenin hanedan üyeleri tarafından ortaklaşa yönetimine son vermelerinin de
etkili olduğu genelde kabul edilen bir özelliktir. İşte burada geçmiş tecrübeler
ışığında kendini yeni şartlara uyarlamanın tipik bir örneği ile
karşılaşmaktayız.
İnsanlar sadece objektif
tarihî bilginin peşinde değildir, bu bilginin yorumlanması gereklidir. Erol
Güngör’ün ifade ettiği üzere, tarihin belli bir tarzda yorumu, insanın kendi
hürriyeti ve misyonu konusunda belli bir fikre varması demektir. Sağlam bir
tarih şuuru verebilmek için de objektif tarih olguları ile sübjektif tarih
anlayışını mümkün mertebe birbirine yaklaştırmak gerekir.
Aksi takdirde tarihin, geçmişin yüceltilmesi-geçmişe sövülmesi aşırı uçlarında
dolaşması ya da geçmişin belirli ideolojiler çerçevesinde tahrif edilerek sadece
o ideolojilere hizmet eden bir araca dönüşmesi kaçınılmaz
olacaktır.
Esasen insanların tarihe
karşı ilgileri çoğunlukla ilmî endişelerin dışındadır; toplumlar özellikle
bunalım dönemlerinde çıkış yolu tarihe başvurularak bulunmaya çalışılır.
Bu bazen geçmişe özlem şeklinde tezahür edebildiği gibi, bazen tarihi inkâr
biçiminde de tezahür edebilir. Bu tavırlar geçmişin yanlış algılanmasından
kaynaklanır. Halbuki geçmişi geçmiş olarak ve bütün yönleriyle akılcı bir
biçimde tahlil etmek gerekir. Tarihimizden bir örnekle bu hususu açıklamaya
çalışacağız. I. Ahmed için yazılan ve dönemin bozukluklarının sebeplerini
irdeleyen Hâb-nâme adlı eserinde
Veysî, kendi döneminin karışıklıklarından şikâyet eden Padişaha İskender-i
Zülkarneyn’in ağzından şunları söyler: Dünya “ne bir padişah zamanında her giz
mâmur ve âbâdân olmuştur ve ne halk-ı âlem anın şerrinden aman bulmuştur.”
Burada özetle dünya üzerindeki iyilik ve kötülüklerin devamlı olmadığının altı
çizilmektedir.
O halde geçmişin özellikle belli
dönemlerini altın çağ olarak yorumlayan ve bu dönemleri ideal dönemler ve tarihî olguları, kurumları, usûlleri
kendi bağlamlarından kopararak her zaman geçerli ideal tipler olarak gören
yaklaşımların sağlıklı olmadığını, geleceğe bakarken geçmişi taklit etmenin
yararlı olmadığını söylemeliyiz.
Toplumların
kullanabilecekleri bir geçmişe ihtiyaç duydukları açıktır. Bu çerçevede tarih
geçmişte önceleri yöneticilerin yönetimlerinin meşruiyetini topluma kabul
ettirmede kullandıkları araçlardan birisi idi. Hanedan veya hükümdar adına
yazılan tarihler bu amaca hizmet ederdi. Tarihten umulan bir başka fayda da
geçmiş olaylardan ders çıkarmak suretiyle geleceğe yönelik kehanetlerde
bulunabilmek idi. Günümüzde siyasetçiler tarihte kendi davranışlarına yol
gösterecek bir şeyler bulmaya çalışırlar. Daha ilmî bir düzlemde tarihin
faydasını arayanlar içinse, gelecekte oluşacak kalıpların ana hatları tarihin
bugüne kadar izlemiş olduğu doğrultudan çıkarsanabilir. Her iki görüş de, tarihî
olayları bağlamlarından kopararak yorumlamaya meyilli olduğundan yanıltıcı
yanlar ihtiva eder.
Tarihi beşerî ilimler içinde
mi, yoksa sosyal bilimler arasında mı saymak gerektiği konusundaki tartışmaların
da tarihin ne işe yarayacağı sorusu açısından önemi vardır. Bir beşerî bilim
olarak tarih, diğer beşerî bilimlerle birlikte, insanlığın düşündükleri ve
yaptıklarını, pratik faydalarını birinci derecede dikkate almaksızın, önemli ve
ilgiye layık sayar. Tarihin pratik yararlarına inanan tarihçiler ise onun
sosyoloji ve iktisat gibi insan ile çevrenin karşılıklı etkileşimi açısından ele
alınması gerektiği düşüncesindedirler.
Asrımızın önde gelen tarihçilerinden E.H.Carr, bu konuda şunları söyler:
“Bilim adamları, sosyal
bilimciler ve tarihçiler aynı çalışma alanının farklı dallarıyla
uğraşmaktadırlar: İnsanın ve çevresinin, insanın çevresi ve çevresinin insan
üzerindeki etkilerinin incelenmesidir bu. Çalışma hedefi aynıdır: İnsanın
çevresini daha iyi anlamasını ve ona daha iyi hakim olmasını
sağlamak”
Bir başka tarihçi ise
tarihin beşerî ve sosyal bilimler arasında melez bir disiplin olduğu fikrinden
hareketle, tarih eğitiminin bir dizi hedefi bir arada gerçekleştirdiğine dikkati
çeker:
“Zihni eğitir, başkasını
anlama ve kendini onun yerine koyma yeteneğini geliştirir ve zamanımızın en
ağırlıklı sorunlarından bir kısmı için çok ihtiyaç duyulan bir tarihsel
perspektif sağlar.”
Gerçekten de bu son husus,
yani tarihî perspektif meselesi son derece hayatî önemi haizdir ve aktüel
meselelerimizin daha doğru ve gerçekçi bir biçimde anlaşılması ve dolayısıyla
bunların çözümü için atılacak adımların sağlam temellere dayandırılması
bakımından vazgeçilmez niteliktedir. Tarih bize yalnızca geçmişle ilgili bir
takım nesnel bilgiler sağlama ve bu çerçevede de entelektüel merakımızı giderme
aracı görevini ifa etmez. Tarihi bu biçimde algılayanlar ve onun pratik
faydalarını hiç dikkate almak istemeyen ve hatta böyle bir özelliğin tarihi
bilginin saptırılmasını beraberinde getireceğinden endişe edenler vardır; ancak
unutulmamalıdır ki geçmiş ile günümüz ve dolayısıyla gelecek arasında bir
bağlantı kurma isteği de en az mücerret entelektüel merak kadar tarih
araştırmalarını yönlendiren bir saiktir. Toplum açısından, tarihin böyle bir
bağlantı işlevi, geleceğe yönelik kararları formüle etmek için bir temel
sağlar.
Tarihin geleneksel
kullanımlarını, yani iktidarları meşrulaştırma ve siyasetçilere gelecekte
yapacakları için bir rehber olma işlevini bir yana bırakırsak tarihî tecrübenin
kalkınma açısından ifade ettiği mânâyı şu şekilde
özetleyebiliriz:
Kalkınma kavramını geniş
anlamda, yani maddî-manevî bütün alanlarda bir toplumun kültür ve iktisadî refah
düzeyini yükseltme anlamında kullandığımızda tarihin sağlayabileceği imkânların
genişlik ve zenginliği ortadadır. İnsanlık geçmişimizi, bu geçmişin
tecrübelerini, birikimini ve çeşitliliğini ortaya koyan tarih geleceğin de
çeşitli ihtimallere açık olduğu, insanlar ve toplumlar arasında farklılıkların
olağanlığı konularında sağlam bir bilinç edinmemize yarar. Kişisel, millî,
milletlerarası vs. düzeylerde tarihin kaydettiği iniş çıkışlar yaşadığımızın
problemlerin çözülmez olmadığını, ya da çok rahat ve nispeten az sorunlu bir
durumdaysak bu durumun her zaman böyle sürmeyeceğini bize hatırlatır ve gelecek
için müteyakkız olmamızı sağlar. Tabiî ki bunun için sağlam bir tarih
perspektifine ve şuuruna ihtiyaç vardır. Bir şuur haline getirilmeyen tarih,
sadece derinden ve alttan gelen etkileriyle bizi yönlendirir; bu durumda bizim
tarihî tecrübeyi yönlendirmemiz ya da ondan yararlanmamız söz konusu
olmaz.
Meseleyi kendi tarihimiz
açısından ve bazı somut örneklerle açıklarsak kısaca şunları söyleyebiliriz:
1970’li yıllara kadar bir Ermeni meselesi yokmuş gibi davranmanın Türkiye’nin
hangi problemlere karşı hazırlıksız yakalanmasına yol açtığını tekrarlamak
gereksiz. Günümüzde, Soğuk Savaşın sona ermesiyle oluşan, kimilerine göre tek
kutuplu kimilerine göre kutupsuz Yeni Dünya Düzenine de daha vahim bir
hazırlıksızlıkla girdiğimize çok kuvvetle itiraz edilebileceğini sanmıyorum.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntısı üzerinde millî bir devlet projesini hayata
geçirmeye çalışan ve bu gayreti sırasında tarihî bir hasmının bu defa ideolojik
bir söylemin de eşliğinde ortaya koyduğu tehdide, Batı dünyasının yanında yer
alarak karşı koymaya çalışan Türkiye, sanki Soğuk Savaş döneminin denge
politikasının, bazı yumuşamalar dışında, hiç değişmeyeceği gibi bir varsayımla,
tarihî açıdan son derece derin bağlarla bağlı bulunduğu Balkanlar, Orta Doğu ve
Kafkaslar gibi bölgelerin gelişmelerine büyük ölçüde kayıtsız kalmıştır.
Haksızlık etmemek için belirtmeliyiz ki, Soğuk Savaşın bitmesinden sonra bu
konularda önemli adımlar atılmıştır. Ancak bizim vurguladığımız husus, tarih
şuuru ve perspektifi ile hareket edildiğinde bu gibi açılımların hesap edilerek
gerekli hazırlıkların zamanında yapılmasıdır.
Dünyada küreselleşme
eğilimleri hususunda da kendi tarihî tecrübemiz bize faydalı ip uçları temin
edebilir. Çok milletli ve çok dinli(mezhepli) bir dünya imparatorluğunun varisi
olarak ve farklı kültürlerin-tabiî ki başka bir tarihî bağlamda-bir arada
yaşatıldığı bir siyasî-sosyal tecrübe birikimine sahip olmamız hasebiyle, bir
yandan alt-kimliklerin önem kazandığı öte yandan da milletler-üstü
yapılanmaların etkili bir biçimde hayatımızı etkilediği bir çağda, insanlığa
sunabileceğimiz çözümlerimiz olmalıdır. Tabiatıyla bunu yapabilmemiz için
öncelikle kendi iç meselelerimizi bu tarihî tecrübe ışığında, ama tabiî ki
günümüzün ihtiyaçlarına cevap teşkil edebilecek bir biçimde çözmemiz gerekir.
Türkiye’nin son yirmi yıldır iyice güncelleşen etnik ve mezhebî problemlerinin,
sağlam bir tarih perspektifine dayanmadan çözümlenmesi zor hatta imkânsızdır.
Günümüzde bu meselelerin
çözümü için proje üreten/üretmeye çalışan siyasetçi ve bürokratlar tarafından
tarihçiler, sosyologlar, ilahiyatçılar, iktisatçılar vb.ne resmî veya gayrı
resmî bir bakış açısı çerçevesi empoze edilmeden bu meselelerin araştırılması
gerekir. Nesnel bir biçimde yapılacak araştırmaların sonucu değişik görüş
sahipleri tarafından kendi programlarına göre yorumlanabilir; ancak yaklaşım ve
bakış açısı empoze edilmiş çalışmalar kendimizi aldatmaktan başka bir anlam
taşımaz.
Tarihî tecrübemiz bir
yönüyle zaman zaman gelecekle aramızda bir engel de oluşturabilir. Tarihimiz
şüphesiz bütün yönleriyle bizimdir ve onun içinde övünebileceğimiz yanlar olduğu
gibi hayıflanacağımız yanlar da bulunabilir. Tarihi bütünüyle kavramanın yararı,
tarihimizdeki nahoş tecrübelerin tekerrürünü, ya da daha doğru bir ifadeyle
benzerlerinin vuku bulmamasını sağlamak için gayret sarf etmemizi sağlamasıdır.
Yakın dönem siyasî tarihimize baktığımızda, çok partili hayata geçtikten sonra
yaşadığımız askerî darbelerin ilkinde yapılan vahim hataların daha sonra
tekrarlanmamasına özen gösterildiğini söyleyebiliriz-gerçi her darbe bir
öncekinin yapmadığı ya da yapmayı aklına getirmediği başka vahim hataları
beraberinde getirmiştir.
Tarihin bize verdiği ders,
geçmişin [olumlu veya olumsuz yönde] tekerrürünü sağlamak ya da önlemek
değildir; tarihin tekerrür etmediği açıktır ve bu gerçek tarihe dayanarak sağlam
öngörüler geliştirmemizi engeller. Ancak, tarih öte yandan geçmişteki
eğilimlerin tespit edilmesi suretiyle geleceğe yönelik projeksiyonlarda
bulunmamızı, bir başka deyişle, geçmişteki devamlılık ve değişmeleri ortaya
koyarak geleceğe yönelik sezgi ve tahminlerde bulunmamızı sağlayabilir.
Bunun da kişisel, toplumsal, millî, milletlerarası vb. açılardan insanlara ne
denli geniş ufuklar açabilen bir imkân olduğu son derecede açıktır.
Gelecek nesillerin
yetişmesinde tarih öğretim ve eğitiminin sağlayabileceği faydalar çoktur. Kısaca
birkaç hususa temas edelim. Yukarıdaki genel değerlendirmelerde sıkça
kullandığımız tarih şuuru ve perspektifini edinen yeni nesiller geleceğe
hazırlanmada gerekli donanımın bir kısmını edinmiş olurlar. Bu süreçte dikkat
edilmesi gereken hususlardan birisi yeni nesillere tarihten örnek alınmasını
salık verirken bunu kendi zamanlarına uygun tarz ve muhtevaya dönüştürmek
gereğidir. Mesela tarihle ilgili olarak salt kahramanlık motifinin ön plana
çıkarılması ne geçmişin layıkıyla anlaşılması ne de geleceğe sağlıklı
hazırlanılması bakımından bir yarar sağlar. Geçmişteki başarıları sadece övünme,
başarısızlıkları da yerinme vesilesi haline getiren bir duygusallık yerine,
bunların sebepleri üzerinde düşünmemizi sağlayacak bir muhakeme yeteneğini
geliştirmek hedef alınmalıdır.
Tarih geleceği bugüne,
bugünü de yarına bağlayan bir köprüdür. Geleceğin şekillenmesinde tarihî tecrübe
insanların önüne değişik seçenekler sunar. Kendisini, geçmişini ve kültürünü
tenkidî bir bakış açısıyla tahlil edebilen toplumların bu birikimden
yararlanarak yeni atılımlar yapacağı muhakkaktır. Bu anlamda tarihin yararını,
tarihten sadece bir takım siyasî olaylar bağlamında ders alınmasına indirgemek
tarihi doğru anlayamamanın bir neticesidir. Tarihin tekil olaylar çerçevesinde
bize verebileceği derslerden çok daha önemli ve kapsamlı yararı, insanlığın
yaşadıklarını ve düşündüklerini daha geniş bir çerçevede anlayıp
yorumlayabilmemizi sağlayan bir perspektif sunmasıdır.
___________________