Mehmet ÖZ
On üçüncü yüzyılın son çeyreğinde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin
Moğol tahakkümü altında otoritesinin iyice zayıfladığı bir ortamda ortaya çıkan
beyliklerin en mütevazılarından birisi olan ve fakat, gerek tarihî ve coğrafî
şartların uygunluğu gerekse ilk Osmanlı beylerinin mahir siyasetleri sonucunda,
tedricen bir cihan imparatorluğuna dönüşecek olan Osmanlı Beyliği’nin hangi
tarihî şartlarda kurulup büyüdüğü, oluşturduğu siyasî, sosyal ve kültürel
yapıların tarihî temelleri vb. hususlar yüzyılımızın başından beri
araştırıcıların ilgisini çekmekte ve çeşitli tartışmalara konu olmaktadır.
Bu vesile ile Osmanlı kültürünün çeşitli veçheleri de tartışma gündemine
girmektedir. Bu yazımızda biz Osmanlıların siyasî düşüncelerinin kaynakları ve
bu düşüncenin niteliği hususunu incelemeye çalışacağız.
İlk olarak şunu belirtmekte fayda var: Osmanlıların
esas itibariyle tevarüs ettikleri tarihî mirası yeni şartlarda sürdürmenin
dışında, İslam kültür ve düşüncesine orijinal katkılar yapmadıkları, sadece
şerh ve haşiye niteliği taşıyan eserler kaleme aldıkları Osmanlılara yöneltilen
tenkitlerin başında gelir. Bu konuda hakkaniyetli bir değerlendirme olarak
Engin Akarlı’nın şu ifadesini hatırlatalım:
“[15. Ve 16. Yüzyılların] başarılarını anlayabilmek
için, bunların İslam kültür geleneklerinin dingin çerçevesi içinde gerçekleştiğini,
yani çoktandır belli bir olgunluğa erişmiş bir kültürün yeni bir parıltısı
olduğunu görmemiz gerekir. Çağın hedefi yeni bir sosyo-kültürel gelişme
başlatmak değil, yaşayan ve üstünlüğü sorgulanmayan bir geleneği daha da
olgunlaştırmaktı. Dönemin tanık olduğu sosyo-politik yeniden-örgütlenmelerin
de, kültürel gelişmelerin de rehberi, İslam uygarlığının uzun mirasıydı.”
Osmanlı siyasî düşüncesini de bu çerçevede mütalaa
etmek mümkün ve uygun görünüyor. Aşağıda önce bu düşüncenin dayandığı tarihî
temelleri irdeleyeceğiz; sonra da, temel kavram ve ilkelerinden hareketle bu
düşüncenin mahiyetini ortaya koymaya çalışacağız. Hiç şüphesiz siyasî
düşüncenin pratikteki yansımaları, pratikle ne derece örtüştüğü gibi meseleler
de tartışılmalıdır ancak biz burada kendimizi yukarıda çizilen amaçla
sınırlayacağız. İdeal olanı, olması gerekeni tanımlayan siyasî düşüncenin,
gerçekte uygulanan politikalar veya uygulamalar ile, yere ve zamana göre şu
veya bu ölçüde örtüşmediği ve hatta tezat teşkil ettiği belki de ifade edilmesi
dahi zait addedilebilecek bir bedahettir.
Osmanlı idarî uygulamaları gibi siyasî düşüncesi de
tarihî olarak büyük ölçüde İslam geleneğine dayandırılabilir. Tabiî ki bu İslam
geleneği, İslam dininin evrensel ilkeleri temel olmak üzere, değişen oranlarda,
bir yandan eski Hint-İran geleneklerini, öte yandan kadim Yunan siyasî
felsefesi ve Bizans pratiklerini özümsemiş bir gelenekti.
İslâm medeniyetinin siyaset anlayış ve pratiğine son önemli katkı bozkırdan
gelecektir. Türklerin İslamlaşması sürecinde Orta Asya Türk-Moğol devlet
anlayışı ve uygulamalarının katkısıyla yeni bir sentezin doğduğu söylenebilir.
Osmanlı Devleti bir uc beyliği olarak tarih sahnesine
çıktıktan sonra ve özellikle Orhan Gazi döneminden itibaren Türk- İslâm devlet
geleneği doğrultusunda kurumlarını oluşturmağa başlamıştır. Osmanlıların
kuruluş döneminde Bizans’ın tesirinin mahiyeti tartışmalıdır; ancak Osmanlı
Devleti’nin Türk-İslam devlet geleneğine dayandığını söylemekle Bizans’ın
dolaylı ya da doğrudan tesirlerini göz ardı ediyor değiliz. Esasen Bizans ve
Sasanî geleneklerinin dolaylı etkileri, doğrudan Bizans tesirlerini pek
önemsemeyen F. Köprülü tarafından da dile getirilmişti.
Sonuç olarak, Osmanlı devlet ve
hükümranlık anlayışını ele alırken, bu anlayışın temelde bir yanıyla Orta Asya Türk geleneğine, diğer
yanıyla da Yakındoğu devlet anlayışını özümsemiş İslâm devlet geleneğine
dayandığını söyleyebiliriz.
Büyüyen İslam cemaatinin siyasî ve idarî meseleleri
başlangıçtan itibaren Kur’an ve sünnet esas alınarak çözümlenmeye çalışıldı;
tabiatıyla yeni fethedilen ülkelerin şartları ve pratikleri de İslamî çerçevede
yeni yorumlara tâbi tutuldu. İslam siyasî literatürü ise, İbn Mukaffa’nın
meşhur Kelile ve Dimne’yi Pehlevî
dilinden Arapça’ya çevirmesinin ardından büyük ölçüde eski İran siyaset ve
nasihat literatürü ve bir ölçüde de eski Yunan siyaset eserlerinin etkisiyle
gelişmiştir. Fârâbî, Maverdî, Gazzalî gibi düşünürler ideal bir yönetimin temel
ilkelerini belirlerken bir yandan da yaşanan gerçekliği göze almak zorunda
idiler.
Türklerin merkezî İslâm dünyasına nüfuzları sonunda
kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde İran kültür ve geleneklerinin
etkisi, Karahanlılar'a oranla çok daha belirgin bir şekilde hissedildi. İslâm
tarihinin en önemli siyaset-nâmelerinden
birisi, bu dönemde Büyük Selçuklu vezirliği yapan İran asıllı Nizamülmülk
tarafından kaleme alınmıştır. Bu gelenek ve anlayış Anadolu Selçukluları
devrinde de sürdürüldü.
Beylikler döneminden başlayarak Anadolu sahasında
başlangıçta tercüme veya telif-tercüme karışımı eserler yoluyla bir takım
siyaset-nâmeler yazılmaya başlandı. Eski Anadolu Türkçesinin örneklerinden
birisi olan ve telifî bir tercüme karakterindeki Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ
adlı eserde klasik İslam siyasî düşüncesinin tipik bir örneğini görmekteyiz. Marzuban-nâme'nin yanında yine İslam siyasî literatürünün iyi
bilinen örneklerinden biri olan Kabus-nâme
de bu dönemde birkaç kez Türkçeye çevrilmiştir ve bunlardan birisi Mercimek
Ahmed tarafından II. Murad’a sunulmuştur.
Bu eserler, klasik İslam siyasî düşüncesinin Osmanlı topraklarında tanınmasında
muhakkak etkili olmuşlardır. Kenzü’l-Küberâ’da
devletin gerekliliği, padişahların Allah’ın yeryüzündeki gölgesi oluşu,
taşımaları gereken nitelikler, reâyâya iyi davranmak gerektiği, toplumu
oluşturan unsurların kendi yerlerinde bulunması gerektiği gibi temaları örnek
gösterebiliriz. Ancak biz doğrudan doğruya Osmanlı hizmetinde bulunan ve
Osmanlı devletinin klasik döneminde yazılan eserler vasıtasıyla Osmanlı siyasî
düşüncesini değerlendirmeyi daha uygun buluyoruz.
Temel İlke ve Kavramlar:
Devletin ve Saltanatın Gereklilik ve
Mahiyeti
Halil İnalcık Tursun Bey’in fikirleri çerçevesinde
Osmanlı siyaset ve toplum anlayışını gayet özlü bir biçimde ortaya koymuştu.
Tursun Bey’in yanısıra Lütfi Paşa, Kınalızâde Ali, Gelibolulu Mustafa Alî ve
Kâtip Çelebi gibi önde gelen Osmanlı yazarlarının eserlerinden de yararlanarak
meseleyi daha etraflıca irdelemeye çalışacağız.
Tursun Bey devletin kökenine dair fikirlerini, Hâce
Nâsıruddin Tûsî, (öl. 1273)’nin Ahlâk-ı
Nâsırî ve Fârâbî (öl. 950)nin el-Medinetü’l-Fâdıla adlı eserlerinden naklen ortaya koymuştur.
Yine Celaleddin Devvanî’nin Ahlâk-ı
Celalî adlı eseri de Osmanlı siyasî düşünce eserlerinin en yoğun biçimde
yararlandığı kaynaklardan birisidir.
Tursun Bey, devrinin telâkkilerine uygun olarak insanlar arasındaki nizamı
korumak ve her insanı kendi kabiliyetine uygun bir mevkide tutmak için bir
padişahın şart olduğu görüşünden hareket eder:
“
Ve bu nev’-i şerif, bunca kemâlât ile, Fâil-i muhtâr
ihtiyâriyle müdeni bi’t-tab vâkı’ olmıştur; ya’ni emr-i inti’âşında ve ahkâm-ı
ma’âşında ictimâ’î –ki ana temeddün dirler ki, örfümüzce ana şehr ve köy ve oba
dinilür-. Anı tabi’atten ister, ve nice istemeye ki yardımlaşmak içün birbirine
muhtâçdur.”
Kısaca, insanlar medenî tabiatlıdır ve topluluk halinde
yaşamaları gereklidir; bu topluluğun düzenini sağlayacak bir otoriteye ihtiyaç
vardır. Zira, eğer insanlar tabiatları gereği bırakılsalar pek çok düşmanlıklar
meydana gelir ve düzenin devamının şartı olan yardımlaşma gerçekleşemez.
İşte bu yüzden tedbîr gereklidir; tedbîr ise kaynağı itibariyle siyâset-i ilahî (şeriat) ve siyâset-i
sultânî(yasağ-ı padişâhî veya örf) olmak üzere iki çeşittir:
“Ve eğer şöyle ki bu
tedbîr ber-vefk-i vücûb ve kâ’ide-i hikmet olursa-...-ana ehl-i hikmet
siyâset-i İlâhî dirler ve vâzı’ına nâmûs dirler. Ve ehl-i şer’ ana şerî’at
dirler, ve vâzı’ına şâri’ ıtlak iderler ki, peygamberdür. Ve illâ, ya’ni bu
tedbîr ol mertebede olmazsa belki mücerred tavr-ı akl üzere nizâm-ı âlem-i
zâhir içün, meselâ tavr-ı Cengiz Han gibi olursa, sebebine izâfet iderler,
siyâset-i sultânî ve yasağ-ı pâdişâhî dirler ki, örfümüzce ana örf dirler.”
Esasen her devirde bir peygambere gerek yoktur, çünkü bir
peygamber ilahî mesajı getirdikten sonra o mesaj geçerliliğini sürdürür; ancak
insanların düzenli bir hayat sürmesi için her zaman bir padişahın vücuduna
ihtiyaç vardır. Yine
Tursun Bey’in siyaset-i sultanî veya yasağ-ı padişahî kavramına yaptığı vurgu
da önemlidir; bu bağlamda Cengiz Han’a atıfta bulunması ise, örfî hukukun
seküler kaynaklara dayandığının farkında olduğunu göstermesi bakımından, bu
önemi bir kat daha arttırmaktadır
Padişahların düzendeki merkezî rolü bütün
yazarlarca vurgulanır. Meselâ Mustafa Âlî, sultanların işleri ehil ve layık
olanlara vermesi ve vekillerin halinden haberdar olmamanın sual gününde özür
kabul edilmeyeceğini belirtir.
Kadı ve şair Veysî de Hâb-nâme adlı
eserinde padişahın önemini şöyle belirtir: “pâdişahlar
âlemin kalbidir, kalb ki müstakimü’l-ahval olmayub hadd-i itidalden münharif
ola, beher-hal beden ihtilâl-pezîr olur.”
Bütün bu fikirler her toplumda mutlak otoriteye sahip bir
idarecinin varlığı gereğini ispata yöneliktir ve bu yönüyle klâsik İslam
yazarlarının görüşleri doğrultusundadır. Bu idarecinin koruduğu değerler ise
sosyal nizam ve adâlet altında emniyetin sağlanması idi.
Nizâm-ı âlem
Devlet düzeni ve padişahın vücudu kavramlarını birlikte
mütalaa etmemiz gereken bir kavram da nizâm-ı
âlem tabiridir. Dünyanın düzeni anlamındaki bu kavram ile Osmanlılar esas
itibariyle kendi ülkelerindeki kamu düzenini kastetmişlerdir. 16. Yüzyıl
sonlarından itibaren gözlemlenen değişiklikleri, bozulma ve karışıklık olarak
yorumlayan Osmanlı yazarları bu hususu “nizâm-ı âleme ihtilâl ve reâyâ ve
berâyâya infial gelmesi” biçiminde ifade ettiler.
Fatih Kanun-nâmesinde saltanat makamına geçen hanedan mensubunun “nizâm-ı âlem”
için kardeşlerini katletmesinin meşru sayılması da burada kastedilen düzenin
Osmanlı ülkesinin düzeni olduğunu açıkça gösterir. Bu kavram gerek yukarıda
bahsedilen devlet(veya mülk) ve padişahlık kurumları ile gerekse aşağıda ele
alacağımız dört unsura dayalı toplum düzeni ile birlikte değerlendirilmiştir.
Dünyanın düzeninin sağlanması açısından hükümdarın âdil olması, emanetlerin
ehline verilmesi birinci derecede önemli faktörler addedilir.
Düzendeki değişikliklerin kargaşa, bozulma veya çürüme
(Osmanlıların tâbirleriyle fetret ve ihtilâl) olarak değerlendirilmesi de
Osmanlı siyasî düşüncesindeki temel bir anlayışı yansıtmaktadır. Burada âlemin
ezelî ve ebedî yani değişmez bir düzeni olduğu en azından zımnen varsayılıyor
gibidir. Geçmişte var olduğu sanılan ideal bir düzende-bu ister batılıların
altın çağı, ister Müslümanların asr-ı saadeti, isterse Osmanlıların selâtin-i
maziye devri olsun- meydana gelen değişmeleri olumlu görmek mümkün olamazdı.
Osmanlı yazarlarının bu tür bağlamlarda Kur’an-ı Kerim’deki “Bir kavim kendi halet-i ruhiyesini
değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirip bozmaz” mealindeki ayete (Ra’d,
13/11) atıfta bulunmaları da bunun bir göstergesidir. Ancak bazı yazarların
değişiklikleri olağan karşıladığını ve toplumdaki bozulma ve karışıklıkların
her devirde görülebildiğini yazdığını da eklemeliyiz. Aşağıda ele alacağımız kanun-i kadim kavramına atfedilen
ehemmiyeti de nizâm-ı âlemin bu
niteliği ışığında doğru değerlendirebiliriz.
Adalet
Osmanlı yönetim felsefesinin temel kavramlarından
biri ve belki de en önemlisi adalet
kavramıdır. Tabiî bu Osmanlı'ya özgü bir kavram değil, gelenekten alınan bir
kavramdır. Bugün `Adalet mülkün temelidir' şeklinde özellikle mahkemelerde
görüyoruz ama mahkemelere has bir özdeyiş değildir bu; bir yönetim
felsefesidir. Esasen nizâm-ı âlem de
ancak adaletle sağlanabilirdi. Bu temel kavram bir daire biçiminde izah edilir.
Buna Osmanlı literatüründe `daire-i adliye' denir, yani `adalet dairesi’,
`adalet çemberi'. Adalet olursa mülk
ayakta durur. Bunun zıddı ise zulümdür. Koçi bey’in de zikrettiği bir vecize
bunu şöyle belirtir:
“Küfr ile dünya durur, zulmile durmaz.” Yani, kafir bir devlet bile varlığını
sürdürebilir yeter ki adaletli olsun; ama zalim bir devlet Müslüman da olsa
ayakta duramaz.
Tursun Bey adaletin öneminden bahsederken adaletin
eşkıya arasında dahi gerekli bir ilke olduğuna şu sözlerle değiniyor:
“Ve
dimişlerdür ki, temâmet-i tavâyif-i muhtelife adle muhtacdur. Meselâ, uğrılar
ve yol basıcular ve erbâb-ı müşâtarat ve gayrühum aralarında bir mümtâz şahs
olup, “eddi külle zî-hakkın hakkahû”
[Her hak sâhibine hakkını ver.] emrini ikâmet etmeyince bir gün işleri muntazam
olmaz.”
Kelile ve Dimne’nin Arapça’ya çevrilmesinden sonra
İslamî dönem siyaset-nâmelerinde de görülen ve daire-i adliye olarak adlandırılan bu formülü Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alâî’sinde şu şekilde
buluyoruz:
Adldir mûcib-i salah-ı
cihan; cihan bir bağdır dıvarı devlet; devletin nâzımı şeriattır; şeriata hâris
olamaz illâ melik; melik zapteylemez illâ leşker; leşkeri cem’ edemez illâ mal;
malı cem’ eyleyen reâyâdır; reâyâyı kul eder padişah-ı âleme adl.
Özetle şu ifade edilmektedir: Adalet dünyanın kurtuluşunu
sağlar; dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; devleti düzenleyen şeriattır;
hükümdar olmadan şeriat korunamaz; askersiz hükümdar duruma hakim olamaz; mal
olmadan hükümdar asker toplayamaz; malı toplayacak olan halktır; halkı padişaha
kul eden ise adalettir. Daha özet versiyonlarından hareketle adalet dairesinin
birbirine bağlı temel kavramlarını şöyle ifade etmek gerekir: Mülk[devlet,
egemenlik, hükümdarlık]-Asker-Hazine-Reâyâ-Adalet. Bu bağlamda, iktidar ile
adâlet arasında karşılıklı bir bağımlılık mevcuttu ve iktidarın keyfî bir
şekilde kullanılması gayrı meşru addedilirdi.
Erkân-ı Erbaa (Dört Direk)
Klasik İslâm siyaset felsefesinin temel kavramlarından
birisi de toplumu oluşturduğu varsayılan dört ana sınıfın temel fonksiyonlarını
ve bunların birbirleri ile münasebetini izah eden erkân-ı erbaa (bazen anasır-ı
erbaa) kavramıdır. Meselâ Devvanî bedenî mizacın dört unsuruna karşılık
toplumda mevcut dört sınıftan, yani ilim ehli, savaşçılar, tüccar-esnaf-zanaatkârlar
ve çiftçilerden bahseder. Ancak bu dört sınıfın karşılıklı yardımlaşması ile
oluşan denge siyasî hayatın güvenliğini sağlayabilir.
Böyle bir toplum tasavvuru her sınıfın kendi mevkiinde
tutulmasını, herkesin kendi işiyle meşgul olup başkasının alanına geçmemesini
gerektiriyordu; herhangi bir meslek gurubuna kanuna aykırı bir şekilde hariçten ecnebi girmesi nizâm-ı âlemin bozulmasının sebepleri
arasında sayılırdı. Meselâ, Lütfi Paşa’ya göre, mansıp sahipleri tüccarlık ve
esnaflık ile uğraşmamalıdır. Aynı şekilde ata ve dededen sipahizâde olmayanlar
sipahi yapılmamalıdır. Çünkü bu yol açılırsa herkes sipahi olmak ister ve raiyyet kalmaz. Bu ise toplumun
nizamının altüst olmasına yol açar(s.248). Açıkça görülüyor ki Paşa toplum
düzeni için, erkân-ı erbaa yani dört
direk olarak adlandırılan sınıf mensuplarının (asker, ulemâ, tüccar ve esnaf ve
reâyâ) kendi yerlerinde kalmalarını savunmuştur.
Erkân-ı erbaa teorisinin bir özelliği de, tabiatta var
olan dört temel unsur olan su, ateş, toprak ve havanın toplumu oluşturan
unsurlara benzetilmesidir. Devvânî ve benzerlerini izleyen Kınalızade Ali
bunları şöyle eşleştirir: 1) Ulema, kadılar, kâtipler, muhasebeciler, tabibler,
şairler, müneccimler vb. den oluşan ehl-i kalem su karşılığıdır. Su vücudun
hayatı için nasıl gerekliyse ilim de insanların ruhu için öyle gereklidir; 2)
Düşmanlara karşı ülkeyi koruyan kumandan ve askerlerin oluşturduğu kılıç erbabı
ise ateş gibidir; 3) Tüccar ve zanaatkârlar hava gibidir, halkın ihtiyaçlarını karşılarlar; 4)
İnsanların yiyeceklerini karşılayan çiftçiler ise toprak gibidir, cümlenin
menfaati bunlardan hasıl olur. İnsan vücudunun sağlığı açısından da toplum
açısından da dört unsur dengeli bir şekilde bir arada bulunmalıdır, aksi
takdirde hastalıklar zuhur eder.
Kâtip Çelebi ise devleti insana benzeterek devletlerin ömrü
ile insanların ömürleri arasında paralellik kurar ve İbn Haldun etkisinin
açıkça görüldüğü bu yorumunda güçlü bedene sahip kişilerin olgunluk ve yaşlılık
çağının uzun sürmesine benzer bir şekilde güçlü devletlerin olgunluk ve çöküş
dönemlerinin uzun olduğundan bahseder;
yazar ayrıca dört sınıfı insan vücudunda bulunan dört unsura benzetir. Ulema
bedendeki kana, asker balgama, tüccar safraya ve reâyâ ise sevdaya denktir.
Bunların fonksiyonlarını ayrıntılı bir şekilde açıklayan Kâtip Çelebi bedendeki
dört hıltın birbirinden yararlanması gibi dört toplum sınıfının da birbirinden
yararlanmasıyla toplum ve devlet düzeninin sağlık bulduğunu ve bu unsurların
dengeli bir şekilde bulunması gerektiğini belirtir:
“Bu ahlât-ı erbaa kesr ü
inkisar ile biri birinden müntefi’ olub mizac-ı beden sıhhat bulduğu gibi
esnâf-ı erbaa dahi medenî bi’t-tab olmak hasebiyle biri birinden müntefi’ olub
nizâm-ı cem’iyet ve mizâc-ı devlet sıhhat bulmuşdur. Ve ahlât-ı erbaa itidal
üzere olmak vâcibdir ta ki mizâc-ı beden muhtell olmıya.”
Bir başka temel kavram kanun-i kadim kavramıdır. Osmanlı
yönetim sisteminde iki temel kavram çok merkezî bir yer tutar: Şeriat ve kanun.
Burada söz konusu olan kanun hükümdarın yasama hakkının bir ürünüdür, fakat
bunun kökeni geleneğe dayanır. Bir başka deyişle bu, öteden beri, uygulanan
kuralların kanunlaştırılmasıdır. Buna şartlara göre yeni bir şekil veriliyor
ama bu temelde gelenekten gelir, örften gelir. Buna da kanun-i kadim denir ve
Osmanlı literatüründe şöyle açıklanır: Kadim oldur ki ne zaman başladığını
kimse hatırlamaz.
Gelibolulu Mustafa Âlî
hakkındaki monografisinde C.H. Fleischer, 16. Yüzyılda Osmanlı bürokrat-aydınları
arasında yaygın ve kuvvetli bir kanun bilincinin varlığına işaret etmektedir.
Bu kişiler özellikle değersiz veya hak sahibi olmayan kişilerin bir takım
görevlere getirilmesini eleştirirken sık sık kanun-i kadim kavramına baş
vururlar. Mustafa Âli’nin Nushatü’s-Selâtin adlı eserinin ikinci babı “fî zamanına hilâf-ı kavânîn zuhûr iden ihtilâl-i mevfûr”a
hasredilmiştir. Burada yazar kanuna aykırı gördüğü
uygulamaları somut örneklerle açıklar. 17. Yüzyılda yazılan Koçi Bey Risalesi
ve benzeri eserlerde de kadim kanunların ihmalinin ne gibi bozukluklara yol açtığı
uzun uzun anlatılır. Bu eserler arasında yalnızca Kitâbu Mesâlihi’l-Müslimîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn’de bu kavrama
itiraz edilmekte ve zamanın geçmesiyle kanunlarda da değişiklikler olabileceği
belirtilmektedir:
“Evvelden olıgelmemişdir dimek fâide virmez, ol zamân
bu zamâna uymaz(...)her husus zamânına göre olmak evlâdır.”
Esasen yukarıda da
belirttiğimiz gibi, örfî kanunlar sultanların yasama hakkının bir tezahürüdür
ve Yavuz Sultan Selim'in bir ifadesi buna işaret etmek suretiyle Kitâbu Mesâlih yazarının fikirlerinin
Osmanlı tarihinin gerçekliği bağlamındaki yerini de ortaya koymaktadır. Çaldıran
seferi için izin istemesi üzerine ulemânın meseleyi kanunlara göre inceleme
talebi karşısında şu itirazı yapar:
Kim bu kanun-u kavâid-ü sebiy
Gökten inmiş Hak kelamı hod değül
Ne Rasûlün sünnetidir bi-hilaf
Ne bu guft-ü-gûde vardur ihtilâf
Kendi devrinde ne ihdâs etse şâh
Ol anun kanunıdur bi-iştibah
Burada açık bir şekilde,
bu bahsedilen kanunların ne Tanrı kelâmı ne de Peygamberin sünneti olduğu, padişahın
kendi devrinde ihdas ettiği şeylerin kanun olduğu vurgulanmaktadır. Bu da
gösteriyor ki, Osmanlı sultanları geleneklere, kanun-i kadime önem vermekle
beraber şartlara göre bu gelenek ve kanunlarda değişiklikler yapmaktan geri
kalmamışlardır. 17. yüzyıl nasihat-nâme yazarlarının kanun-i kadim kavramına
gereğinden fazla ehemmiyet atfetmeleri ise sadece onların gelenekçiliğine
atfedilebilecek bir husus değildir; bu konuda yapılan bazı araştırmalarda da
dikkat çekildiği üzere, bu tutum bir ölçüde, bazı elit guruplarının kanun-i
kadimden sapılması yüzünden menfaat ve imtiyazlarının haleldâr olmasından
kaynaklanmış olmalıdır.
Emanetleri Ehline Vermek
Osmanlı yönetim felsefesinin
bir başka önemli ilkesi de emanetlerin ehline verilmesidir. Adalet ilkesi gibi
emanetlerin ehline verilmesi de evrensel bir ilkedir; bunlar aynı zamanda
Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanan ilkelerdir. Kur'an'ı Kerim'de bunların ikisiyle
de alâkalı ayetler vardır.(Mealen ‘Gerçekten Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm vermenizi emreder’ (Nisa, 4/58) Emanetin
ehline verilmesi, devletin yükseliş ve gelişmesi bakımından çok önemli bir
kavramdır.
Lütfi Paşa’ya göre,Veziriâzam kul taifesine tedbirli ve zâbıt kimseleri ağa, akıl ve
idrâk ehli olanları kâtip tayin etmelidir; çünkü kul mazbut olamayınca vezir
rahat edemez. Devlet idaresinde bulunanlar için rüşvetin
“marâz-ı bî-ilac” olduğunu belirten Paşa, buna karşı kanaatkârlığı tavsiye
eder. Bir başka husus da veziriâzamın gerek ehl-i divanın gerekse ulamânın meseleleriyle yakından
ilgilenmesi ve erbâb-ı menâsıb’ın,
yani devlet görevlilerinin hiyerarşisini bilmesi gereğidir.
Mustafa Âlî de bu
mesele üstünde özellikle durur. Ona göre düzendeki bozulmanın en önemli sebebi
aşağı kimselerin (edanî) yüksek
makamlara getirilmesidir. Liyakat ve ehliyet esas alınmalı, rüşvet ve kayırma
ile hak etmeyen kişiler mansıplara getirilmemelidir. Yazar, kanuna aykırı
bozulmaların birkaç yolla vuku bulduğunu belirttikten sonra ilk olarak bir çok
kişinin ehliyet ve liyakatlerinin çok
üzerinde mevki ve mansıplara göz dikmesini gösterir ve bunun sonucunda hak
sahiplerinde yani layık kişilerde huzurun kalmadığını, değersiz kişilerin ise
mal ve para saçarak zorbalığa başladığını belirtir.
Yukarıda belirtildiği üzere, padişahlığın düzenini sağlayan
temel unsurlar olarak adalet ve emanetlerin ehline verilmesini ön plana çıkaran
Bosna Akhisarlı Hasan Kâfî de, bozulmaların temelinde mansıpların ehil
olmayanlara verilmesinin yattığını belirtir.
Reâyâ
Adalet kavramında reâyâya adil davranmanın devlet düzeninin
temelini teşkil ettiği yeterince vurgulanmıştır. Esasen halk padişaha Tanrının
bir emanetidir. Ancak reâyâya bakışı sadece adâlet kavramının ışığında değil
aynı zamanda erkân-ı erbaa anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bu
açıdan bakıldığında reâyâ kendi görevi olan üretimle uğraşmalı ve yönetici
sınıfa geçmeye çalışmamalıdır; yani toplum düzenindeki yerini bilmeli ve ona
göre davranmalıdır. Bu davranış tarzı, yöneten-yönetilen ilişkisinde statüye ve
onun göstergelerine büyük önem atfeden Osmanlı siyaset anlayışına göre
giyim-kuşama da yansımalıdır.
Meselâ, Lütfi Paşa’ya göre, reâyâya kaldıramayacağından
fazla yük yüklenmemelidir; Paşa, ayrıca, reâyâdan biri hizmetleri karşılığında
sipahi veya danişmend olsa bile akrabasının yine raiyyet kalması gerektiğini
savunur. Aslında reâyâya fazla yüz vermemelidir. Malı çok olabilir, buna bir
şey denemez; ancak “libâsda ve
esbâbda ve atda ve emlâkde sipahi gibi
tezyin ettirmemek” gerekir.
Görülüyor ki bu görüşler tamamen statüye önem veren bir anlayışın
yansımalarıdır.
Burada esas aldığımız eserinin girişinden sonraki ilk
faslını reâyâya Kâtip Çelebi, insan organizması ile toplum sınıfları arasında
kurduğu benzerlikte hazineyi mideye benzetir. Mide hazımdan bir müddet sonra
karın açlık hissetmesin diye sevda denilen bir madde salgılar; sevda makamında
olan reâyâ da, hazinenin gıdası olan mal hazineye ulaşmadığı zaman malını
dökerek hazinenin boş kalmaması için çalışır. Özellikle rüşvetin ve Celâli
zulmünün halk üzerindeki olumsuz etkileri üstünde duran Kâtip Çelebi oluşan
ortamda reâyânın hazinenin ihtiyacını karşılayamayacak derecede takatten
düştüğü kanaatindedir.
Sonuç
Sonuç olarak şunlar
söylenebilir: Osmanlı siyasî düşüncesinin ürünlerinin, yararlandıkları İslam
siyaset kitapları kadar parlak bir felsefî derinliğe sahip olmadıkları genelde
kabul edilen bir husustur. Bu, Osmanlı siyasî düşüncesinin felsefî olmaktan
ziyade pratik ve pragmatik olmasına bağlanabilir.
Osmanlı devlet anlayışı
temelde toplum nizamının devamı için bir padişahın gerekliliği ve bu padişahın
ülkeyi, İslam dininin esaslarına ve-en azından teorik olarak- bu çerçeveye
uygun olarak tedvin edilen örfî kanunlara uygun olarak, adâletle yönetmesi
fikrine dayanır. Yine nizamın devamı için toplum tabakalarının kendi işleriyle
meşgul olması ve tabakalar arasında kanun ve kurallara aykırı geçişlerin
olmaması şarttı. Tabiatıyla bu teorik görüşlerin uygulanmaya aynen yansıyıp
yansımaması bir başka meselesidir.
Siyasî düşünce ile
ilgili olarak söylenebilecek bir başka husus ise bu konuda yazanların
eserlerini belirli ideolojik ve meslekî kaygılardan arınmış olarak yazmadıklarıdır.
Özellikle 17. Yüzyılda yazılan ıslahata yönelik eserlerde bu durum daha
belirgin bir şekilde tezahür eder. Ancak bu konu ayrıca değerlendirilmesi
gereken bir husustur.