ONYEDİNCİ YÜZYILDA OSMANLI
DEVLETİ: BUHRAN, YENİ ŞARTLAR
VE ISLAHAT ÇABALARI HAKKINDA
GENEL BİR DEĞERLENDİRME
Mehmet
Öz*
"...dokuz
yüz seksen iki [M. ] tarihine
gelince vüzera-i izamda istiklâl-i tâm olub vezaret-i uzma sadrında olanların
umuruna bir ferd müdaheleye kadir değil idi(...) Tarih-i mezbureden beri nüdema
ve sair mukarreban huzur-u hümayun-u padişahîde hayyiz ve rütbeler bulub umur-u
saltanata müdahele eder oldular.
"...vech-i
arzda fitne ve fesad ve şerr ü şurun şuyu u intişarına ve eşkıya ve eşirranın
galebe ve iştiharına bir bâis-i azîm budur ki, erbab-ı zeamet ve timar-ki
inde't-tahkik asker-i din anlar idi- hâlâ anlar[ın] dirlikleri kat' olunub ve
kendüleri bî-nâm ü nişan olub fitne ve fesad âlemi tutdu."
Koçi
Bey
Kökleri daha eskiye
götürülebilecek olsa da esas itibariyle 1970'lerin ikinci yarısından itibaren,
Osmanlı tarihinin temel dönemleri ve bu dönemlerin özellikleri bağlamında,
dozunu ve etkisini giderek arttıran yeni bir yaklaşım veya bu yaklaşımın
sorguladığı geleneksel paradigmaya karşı geliştirilmeye çalışılan yeni açıklama
biçimleri ışığında Osmanlıların onaltıncı yüzyıldan onyedinci yüzyıla geçiş
sürecinde karşılaştıkları temel problem veya problemlerin ve bunlara karşı
geliştirilen cevapların niteliğini ele almaya çalışacağız. XVI. yüzyılın
sonlarında "en geniş" sınırlarına ulaşan Osmanlılar bu tarihlerden itibaren bir
"duraklama" ve sonra da "gerileme" sürecine mi girmişti, yoksa iç ve dış
dinamiklerin beraberce etkilediği bir değişim döneminin meseleleri ile mi
uğraşmak zorunda kalmışlardı?
Koçi Bey'den yaptığımız
alıntıya ve ondan yaklaşık elli yıl kadar önce yazan Gelibolulu Mustafa Âlî ve
hatta XVI. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Lütfi Paşa vb.nin eserlerine
baktığımızda Osmanlıların bir buhran dönemine girdikleri ve bu buhranın da
devletin kudretinin zirvesinde bulunduğu sıradaki mükemmel nizamının
bozulmasıyla ortaya çıktığı sonucuna varırız.
Osmanlı nasihat yazarlarının bu hükmü en azından esası bakımından modern
tarihçilerce de paylaşılmış, ancak onların çöküş sebebi olarak zikrettiği
unsurlar tarihçiler tarafından çöküşün tezahür ve sonuçları sayılmıştır; modern
tarihçiler Osmanlıların çöküşünü temelde sürekli genişlemeye göre örgütlenmiş
bir askerî yapıya sahip Osmanlı devletinin fiyat devrimi, Amerika'nın keşfi,
coğrafî keşifler, askerî teknolojideki değişiklikler vb. gelişmelerin niteliğini
iyi kavrayamamasına ve sonuç olarak da gerekli tedbirleri alacak zihnî ve maddî
donanıma sahip olmamasına bağlamak eğilimindedirler. Dahilî faktör olarak da
'klasik' dönemin bir takım temel kurum ve uygulamalarının terk edilmesi önemli
gözükür: Sultanların işlerden ellerini çekmesi, kul ve timar sistemlerinin
değişmesi vb.
Bu açıklama biçiminde zımnen veya bazen açıkça Osmanlı toplum yapısının
'durağan' karakteri de öne çıkar. İçeriden yenileşemeyen Osmanlı'nın dış
dinamiklerin etkisi olmaksızın kendisini dönüştürmesi mümkün olamazdı. Bir
anlamda Osmanlılar, yükselen Batı medeniyetinin karşısındaki "öteki"ni temsil
eden bir konuma yerleştirildiler.
Osmanlıların klasik-sonrası
dönemi ile ilgili ikincil literatürde, büyük ölçüde üç yüz yıllık bir
“inhitat”(çözülme) nosyonu ile karşılaşıldığını belirten Faroqhi bu dönemde her
hangi bir bölgede belirli dönemlerde bir düzelme veya iyiye gidiş görülüp
görülmediği sorusunun sorulması gerektiğini vurgular. Ankara ve Kayseri’deki ev
sahipliği ile ilgili araştırmasında bu iki kentin 17. yüzyıl boyunca bariz bir
çöküş yaşamadığını ortaya koyar.
Yine Faroqhi’nin belirttiği gibi, Osmanlı tarihçileri artık Osmanlı devletinin
sonunda iç tutarlılığını kaybedip siyasî arenadan kaybolması ile değil, Osmanlı
devlet ve toplumunun ilk büyük buhranı atlatıp üç yüz yıl kadar bir süre daha
devam etmesini sağlayan mekanizmalarla ilgilenmektedirler.
Öte yandan, "'Osmanlı Gerilemesi' Masalından Uyanmak" başlıklı makalesinde
Mustafa Armağan, tarihe kısır bir 'ilerleme-gerileme' diyalektiğinden bakmanın
bir tarihçinin yapacağı son iş olduğunu vurgular.
Esasen çöküş/bozulma/çözülme
paradigmasının teleolojik mahiyeti açıktır: Darling’in vurguladığı gibi,
“Osmanlılar neticede zayıfladılar ve ortadan kalktılar; bunu bildiğimizden
onların daha önceden tecrübe ettikleri her zorluk bir ‘çözülme tohumu’ haline
gelir ve Osmanlıların başarıları ve güç kaynakları kayıttan kaybolur.”
Osmanlı tarihi ile ilgili, modernleşme, adem-i merkeziyetçilik, dünya sistemi,
ATÜT, erken modern devletlerle Osmanlı’nın mukayesesi vb. bir takım modeller
de, çözülme paradigmasının en büyük
çatlağı olan “Osmanlı İmparatorluğunda yanlış giden neydi?” sorusuyla sınırlı
tutulmaları yüzünden uzman çevreler dışında bir etki yapmamıştır. Teleolojinin
tuzağından ancak 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarındaki olayları daha
sonradan meydana gelenlerin alâmetleri olarak değil kendi başlarına incelemekle
mümkündür.
Osmanlı tarihinin “ihmal edilmiş”
iki yüz yılını, klasik dönem ile 19. yüzyılın reformları arasında bir parantez
olarak görme eğilimi ve çöküş paradigması H. İslamoğlu-Ç. Keyder’in tartışmalı
makalesinde haklı olarak tenkit edilmişti.
Edhem Eldem de, "18. Yüzyıl
ve Değişim" başlıklı makalesinde
bu dönem için düşünülen kurguların dönemin içinden çok dışından mana
kazandığına, bu dönemler ilgili yorumların, bu dönemin, ya daha öncesindeki
'klasik' dönemle ve/veya sonrasındaki Tanzimat dönemiyle ilişkilendirilerek ele
alındığına dikkat çekerek tarihî anlatımın kurgulanmasında rastlanan bu tür
sapmaların, tarihin düzenli ve mantıklı bir süreç olarak algılanmasıyla yakından
ilgili olduğuna işaret ediyor. Bu çerçevede 18. Yüzyılın adem-i merkeziyetçi bir
dönem olarak varsayılmasının gerisinde, daha önceki dönemin merkeziyetçi olduğu
varsayımı yatar. Oysa ki, Osmanlı sisteminin asıl gücü esnekliğinde yatmaktadır"
ve nominal bir merkeziyetçiliğin, merkezden uzaklaştıkça belirginleşen fiilî bir
adem-i merkeziyetçiliği dışlamadığını iddia etmek mümkündür."
Klasik dönemde Osmanlı
merkeziyetçiliğinin sınırları ve niteliği meselesi üzerinde de bir takım
şüpheler izhar edilmemiş değildir. Osmanlı devletinin 17. yüzyıldan başlayarak
çözülmeye başladığı görüşüne karşı ciddi eleştiriler serdedilmeye başlanmıştı.
İslâm’ın Serüveni adlı abidevî
eserinde Hodgson, çözülenin veya çökenin “mutlakiyetçilik” olduğunu belirterek
mutlakiyetçiliğin çöküşünü bütün devlet ve topluma teşmil etmenin yanlışlığına
dikkat çekmişti.
Mamafih Osmanlı devletinin klasik dönemde mutlakiyetçi bir karakter taşıdığı ve
17. yüzyıldan itibaren ise adem-i merkeziyetçiliğin arttığı yönündeki yorumlar
da öteden beri bazı kısmî eleştirilere maruz kalmıştır. Lybyer ve Gibb-Bowen’ın
Osmanlı yönetim yapısının temel niteliği hakkındaki teorilerine, yani klasik
dönemde Hıristiyan-devşirme kökenli yönetici sınıf ile Müslüman-Türk kökenli
ulema sınıfına dayanan sistemin daha sonra yozlaşması ve 18. Yüzyılda yönetici
sınıfın Müslüman Türklerin tekeline girmesi(bunun da sistemi yozlaştırması)
karşı Itzkowitz ampirik bir şekilde cevap vermiş ve Osmanlı gerçekliğinin bu
denli basit olmadığını ortaya koymuştu.
Metin Kunt ise II: Mehmed’in merkezî otoriteyi arttırma çabası içinde önemli
devlet görevlerini tamamen kullara bıraktığı görüşünü yanıltıcı bulmakta ve
merkezde kullar-taşrada Türk aristokrasisi şeklindeki şablonun geçersizliğini
belirtmekteydi. Onyedinci yüzyılda kulların taşra yönetiminde ağırlık kazanması,
teorik olarak Sultanın da güç kazanması demek olacaktı; ama gerçek bunun
tersiydi, bu ise düzende sistemlilikten kişiselliğe geçişin bir sonucuydu.
Aslında Fatih devrinde bile mutlakiyetçilik ve merkeziyetçiliğin sınırları
vardı
ve 17. yüzyılda mutlakiyetçiliğin çöküşünden söz etmek yerine bürokrasinin
nispeten güçlü bir konuma gelmesi sürecinden bahsetmek daha uygun olurdu.
Rifat Ebu’l-Hac, Osmanlı tarihi ile
ilgili araştırmalarda devlet kavramının bütün yüzyıllar için aynı anlamda
kullanılmasına dikkat çekerek modern-öncesi veya erken modern dönemi
değerlendirirken modern ulus-devlet
için tasarlanan kıstasların esas alınmasındaki garabeti öne çıkarıyor; bu
yanlış anlamanın en önemli sonuçlarından birisi de Osmanlı devletinin 17. yüzyıl
öncesinde merkezileşmiş, etkin ve rasyonel bir kamusal varlık olduğu halde daha
sonra kendine özgü niteliklerini kaybetmesiyle dağılmaya başlamış
varsayılmasıdır.
Osmanlıların askerî
teknolojideki değişmeleri benimsemede, daha önceki dönemlere göre 17. yüzyılda
bir isteksizlik veya beceriksizlik sergilediğini iddia etmek imkânsız
görünmektedir. Osmanlıların askerî teknolojisi ve
Avrupa ile mukayesesi konusundaki bir araştırmada Avrupalıların giderek daha
hafif ve taşınması kolay tüfeklere sahip olmalarında karşılık Osmanlıların eski
ve ağır silahları kullanmaya devam ettikleri yönündeki görüşler ampirik olarak
çürütülmekte ve yine Osmanlıların
en azından 17. Yüzyıl sonlarına kadar kitlevi üretim yapma ve mamul maddeleri
depolamada güçlük içinde bulunduğu görüşünün doğru olmadığına işaret
edilmektedir.
Onbeşinci yüzyıldan onsekizinci yüzyıla Osmanlı İmparatorluğunda askerî
teknolojinin yayılışı meselesini ele alan Jonathan Grant'ın araştırmasında da
"çöküş" paradigmasına tenkidî bir bakışla konu ele alınmaktadır. Osmanlıların o
dönemdeki askerî yetenekleri, kendi geçmişleri ve Avrupalılar ile
karşılaştırılmakta ve askerî teknolojinin yayılmasına ilişkin bir teori
çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu teoriye göre askerî teknoloji üretimi,
benimsenmesi ve kullanımı açısından Osmanlılar 15. Yüzyıldan itibaren varolan
teknolojiyi taklit edip yeniden üreten ama bunun altında yatan icat ve uyarlama
sürecini yakalamamış bulunan üçüncü katman üreticiler kategorisinde idiler.
Neticede Osmanlıların 1571 veya 1683'ten sonra amansız bir çöküşü tecrübe
etmedikleri, teknolojik açıdan başlıca düşmanları olan Rusya ve Venedik ile eşit
düzeyde kaldıkları, Osmanlı askerî malzeme üretimi 18. Yüzyılda Avrupa'nın
gerisinde kalmakla birlikte
yüzyılın sonunda yenilik dalgasının yakalandığını ve Osmanlıların üçüncü
katman üreticilik yeteneklerinin bütün bu dönem boyunca devam ettiğini belirten
Grant, Osmanlıların ancak 1850'den sonraki yeni dalgayı kaçırdıklarını ve
dolayısıyla tamamen yabancı silah ithalatına bağımlı hale geldiklerini ekler. Bu
ise çöküş tezinin ironik bir şekilde tersine dönüşüdür: Osmanlıların Batıdan
kurumsal ödünç almalara en çok açık oldukları bu dönem, gerçek ithalat
bağımlılığına düşüşün başladığı zaman olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nu
başka örneklerle karşılaştırılamaz ve kendine özgü bir oluşum olarak görme
alışkanlığına karşı geliştirilen, onu Marksist toplum yapısı şemaları
çerçevesinde evrensel bir bağlama oturtma çabaları başarısızlıkla sonuçlanınca
bu defa karşılaştırmalı tarih perspektifi bir alternatif olarak ortaya atıldı.
Hiç şüphesiz bu yaklaşım Osmanlı’yı incelemek için gündeme gelmemişti; ama bu
yaklaşımın yaygınlaşmasına paralel olarak Osmanlı tarihi ile uğraşanlar,
özellikle S. Faroqhi
vb. tarihçiler Osmanlılarla muasır toplumlar arasındaki benzerlik ve farklılık
noktalarına özel önem atfettiler ve bu çerçevede Osmanlı, Safevî ve Hint-Moğol
imparatorluklarının mukayese edildiği toplantılar tertip edildi.
Bu konudaki en son
makalelerden birisi Osmanlıları erken modern imparatorluklar arasında
değerlendirmeye tâbi tutan Virginia H. Aksan’ın “Locating the Ottomans among
Early Modern Empires” başlıklı makalesidir.
Aksan, Osmanlıların 1600-1800 döneminde karşılaştıkları ve sürekli savaşlardan
doğan üç büyük buhranın, daimî ordudan devletin görevlendirdiği milislere geçişi
zorladığını öne sürmekte ve, hükümranlık, dinî bağlılık ve asimilasyon
arasındaki karşılıklı etkileşimi vurgulayarak, Osmanlıları Habsburglar ve
Romanoflarla karşılaştırmaktadır. Bu çerçevede mesela 1593-1606
Osmanlı-Avusturya savaşlarının öneminin köylülerin (sekban ve sarıcalar) giderek
artan bir biçimde yaya ve sipahi olarak orduya alınması ve Yeniçeri Ocağına
sızmasında yattığını vurgular.
Ordunun yapısındaki bu değişmenin malî yönetimdeki etkileri geleneksel timar
sisteminin eski önemini kaybetmeye başlaması, gelir birimlerinin (mukataaların)iltizam usulüyle
işletilmesinin yaygınlaşması, olağan-dışı nitelikteki avârız vergilerinin olağan hale gelmesi,
cizye ve ağnam gelirlerine daha fazla önem verilmeye başlanması vb. şeklinde
olmuştur.
XVII. Yüzyılda Osmanlıların malî problemler karşısında gelirleri arttırma
çabalarını ve malî yönetimdeki değişimi inceleyen Darling, cizye ve avârız
vergilerinin önem kazanmasına paralel olarak bürokraside bu alanda yapılan yeni
düzenlemeleri de ele almıştır.
Aynı konudaki bir makalesinde ise, Osmanlı malî yönetimindeki değişmelerin
bozulma/inhitat olarak değil yeni şartlara intibak olarak değerlendirmesi
eğiliminde olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlıların yeni şartları
dikkate aldığına dair verilen örneklerden birisi, eskiden bir yerden başka bir
yere göç edenlerin on yıl geçmeden yeni yerlerinde kaydedilmeyip eski yerlerine
gitmeye mecbur edilmelerinin aksine 17. yüzyılda böyle kişilerin bulundukları
yerde vergi mükellefi olarak kaydedilmesidir.
On yedinci yüzyılda ‘klasik’
yapılarda görülen değişikliklerin en önemlilerinden birisi ve belki de birincisi
tımar sistemindeki değişmedir. Geleneksel anlayışa göre tımar sistemi ihmal
edilmeye, tımarlar hak sahiplerine değil ekâbir adamlarına verilmeye başlanmış
ve mirî topraklar şu veya bu yolla belirli kişilere verilmiştir. Tımar
sistemindeki değişimin bir bozulma değil, yeni şartların bir zorlaması olduğu
çok açıktır. Ateşli silahların yaygınlaşması ve piyadenin öneminin artışına
paralel olarak devletin ücretli asker sayısını arttırması ve dirlik olarak
tahsis edilen gelirleri nakdî vergilere dönüştürme çabaları sonucunda tımar
sistemi zayıflamaya başladı. “Gelenekçi” ıslahatın en tipik örneği sayılan IV.
Murad dönemi ıslahatlarına baktığımızda, 1632’de tımar sisteminde yapılan
düzenlemenin hiç de katı “gelenekçi” bir özellik sergilemediğini görürüz. İdeal
kanunun şartlarını dikkate almaksızın mevcut durumu ibka eden bu reformun amacı
taşradaki karışıklığı düzeltmek ve Bağdat’ı geri almaktı. Bütün tımar ve
zeametlerin yoklaması yapılmış, beratlar yenilenmiştir. Bu reform, Osmanlı
devletinin kurumsal güç ve esnekliğinin 17. yüzyılda da devam ettiğinin bir
göstergesi olarak yorumlanabilir.
Yine tımar sistemi ile ilgili olarak bürokraside de yeni tedbirler geliştirildi.
Sistemin önem kaybetmesine paralel olarak klasik tahrirler-istisnalar dışında-
terk edildiğinden eski kayıtlardaki aksaklıkların giderilmesi için yeni
defterler ve kayıt usulleri ihdas edildi.
Yine “bozulma”nın en tipik
göstergelerinden birisi olarak gösterilen kul-devşirme sistemi ve yeniçeriler de
genel değişim ve buhran bakımından ele alındıklarında, bazı yozlaşmalar müşahede
edilse de temelde “kadim” düzeni devam ettirmenin mümkün olmadığı bir vasata
girildiği muhakkaktır. Devşirmeyi eski yaygınlığı ile sürdürmenin şartları
ortadan kalktığı gibi Kafkasları fethiyle kul sistemi için yeni bir kaynak elde
edilmiş, ayrıca kul-oğullarının sisteme entegre edilmesiyle de eski düzenden
farklı bir manzara ortaya çıkmıştı. Yaya askerine duyulan ihtiyacı devşirme
yöntemiyle karşılamanın imkânsızlığı karşısında, Koçi Bey ve benzerlerinin biraz
da ait bulundukları zümrelerin imtiyazlarının kaybedilişine karşı tepki
göstererek ifade ettiği üzere, artık kul taifesine hariçten ecnebi yani kul
cinsi olmayan kişiler girmeye başlamıştı.
Osmanlı Devleti hakkındaki
kalıp hükümlerin sorgulanması ve yeni açıklamalar ve yorumların teklif edilmesi
hiç şüphesiz olumlu bir gelişmedir. Bununla birlikte, mevcudun hata ve
yanlışlarını ortaya koymada isabet kaydettiğini gördüğümüz her yeni yaklaşımın
alternatif açıklama önerisinin kaçınılmaz biçimde yerinde ve ‘doğru’ olması
gerekmez. Bu çerçevede, Osmanlı Devletinin ve toplum yapısının “durağan”lığı
varsayımına dayanan ve modern-öncesi dönemlerin yavaş seyrettiği için fark
edilmesi bazen zor olan değişmelerini hesaba katmayan yaklaşımların
eleştirilmesini haklı bulabiliriz. Esasen Osmanlı özeline baktığımızda,
kuruluştan 1600’lere gelinceye kadar geçen dönemin de kendi içinde önemli
değişmelere sahne olduğu muhakkaktır. Osman’ın uç beyliği ile Orhan’ınki, Murad
Han’ın devleti, bunlarla Fatih’in merkeziyetçiliği esas alan imparatorluğu,
Yavuz, Kanunî veya II. Selim dönemleri farklılıklar arz eder. Temel esprisi pek
değişmemekle birlikte ‘klasik’ nizamın iki temel unsurundan birisi olarak
gösterilen tımar sisteminin işleyişinde 15 ve 16. yüzyıllarda hiçbir değişmenin
olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Aslında, Osmanlı devletinin “klasik”
döneminin yüceltilmesinin altında evrensel bir “altın çağ” anlayışının
yansımalarını görmemek imkânsızdır. Altın çağlara duyulan özlemlerin gerisinde
ne türlü saikler varsa bunların şu veya bu ölçüde “selâtin-i selef” devrini
idealleştiren Koçi Bey ve onun gibiler için de geçerliydi. Bu tür münekkitleri,
objektif hareket eden, devletin içine düştüğü kötü duruma çare teklif etmekten
başka hiçbir kaygısı bulunmayan kişiler olarak algılamamak gerektiği sıkça
vurgulanmıştır.
Neticede 17 ve 18.
yüzyılların da gerek dış gerekse iç dinamiklerin bir arada etkilediği bir
değişme dönemi olduğu, bu dönemdeki meydan okumaların birkaç kez Osmanlıları
büyük buhranlarla karşı karşıya bıraktığı, ancak kriz dönemlerinin bu
yüzyılların bütününe teşmili yanılgısının terk edilerek bu yüzyılların tarihinin
somut problemler etrafında incelenmesi gerektiği ve böyle bir yaklaşımla yapılan
incelemelerin ise hiç de sürekli bir çözülme-gerileme imajıyla bağdaşmadığı
söylenmelidir. Bir başka ifadeyle Osmanlılar, kendi bilgi birikimleri ve
donanımları çerçevesinde, yeni sorunlara yeni cevaplar geliştirebilen, pragmatik
ve esnek bir yönetim anlayışına sahiptiler ve ihtiyaç ortaya çıktığında bu
yaklaşımın pratiğe geçmesi çoğu zaman mümkün
olabilmiştir.