OSMANLI
DEVLETİ’NİN KURULUŞ VE OLGUNLAŞMA SÜRECİ
Mehmet Öz
Kökenler ve Tarihî Bağlam
Tarih sahnesine
bir uç beyliği olarak çıkan Osmanlıların kuruluş süreci, konuya ilişkin kaynakların
yetersizliği veya bu kaynaklar arasındaki bazı çelişkili ifadeler yüzünden
farklı yorumlara sebebiyet vermiştir.
Bu farklılıklar daha çok “kurucu çekirdek”in mahiyeti üzerinde yoğunlaşmış olup
Beyliği kuranların veya kuruluşta en önemli rolü oynayanların kabilevî bir
topluluk mu, gaziler mi yoksa başka gruplar mı oldukları tartışılmıştır. Bu
bağlamda, Osman Bey ve atalarının, ülkemizde genel kabul gören tezde olduğu
gibi Kayı boyundan gelip gelmedikleri de tartışma konusudur.
Tartışmanın bir
başka boyutu da Osmanlı Beyliğinin kuruluş ve büyüme sürecinin hangi tarihî
çerçevede ele alınması gerektiği hususundadır. Bu konuda yaygın kanaat,
Köprülü’nün ortaya koyduğu şekilde, meselenin 13-14. yüzyıllar Anadolu tarihi
içerisinde değerlendirilmesi gerektiğidir.
Anadolu Selçuklularının Moğol egemenliğine giriş süreci, bu süreç içerisinde
zamanla merkezi otoritenin zayıflamasına paralel olarak beyliklerin ortaya
çıkması, İlhanlılarla Memluklar ve Altın-Ordu arasındaki rekabetin Anadolu’daki
siyasi sürece etkileri, Moğol istilası ile Anadolu’ya vuku bulan göç
hareketleri ve bunların doğurduğu neticeler, Bizans’ın zayıflaması vs.
bahsedilen ortamın çeşitli yönleridir. Bu bağlamda kuruluş sürecinin sadece
Anadolu geleneği çerçevesinde değil, daha geniş bir coğrafi çerçevede
(Karadeniz bölgesi ekseninde) ele alınmasının daha verimli sonuçlar
doğurabileceğini, zira İlhanlı-Altın-Ordu rekabetinin Kuzey-Batı Anadolu’daki
gelişmeleri etkilediğini ileri süren C. Heywood’un -Osmanlıların kökeni
hakkındaki tartışmalı görüşleri bir yana- meseleyi bu daha geniş çerçevede
değerlendirmek gerektiği yönündeki kanaati de sanırım yabana atılmamalıdır.
Bilindiği gibi
Osmanlıların Kayı boyundan geldiklerini ifade eden eserler 15. Yüzyılda ve
özellikle Fetret devri sonrasında kaleme alınmış olup Osmanlıların hanlık iddia
edebilecek bir şecereye sahip bulunmadığını ileri süren Timurlulara karşı Orta
Asya Türk-Moğol geleneklerine uygun bir meşruiyet zemini yaratma çabasının
ürünü olarak yorumlanmışlardır.
II. Murad döneminde kuvvetle önem verilen Kayı Boyu bağlantısına rağmen 15.
Yüzyılın ikinci yarısında yazılan kroniklerin bir kısmında Osmanlılar Kayı ve
babası Gün Han yoluyla Oğuz Kağan’a bağlanırken diğer bir kısım kronikte Kayı
ve Gün Han’dan bahsedilmeyişi ve Osmanlıların atalarının Gök Han yoluyla Oğuz
Kağan’a bağlanması da Kayı boyuyla Osmanlı ilgisini reddedenlerin dikkati
çektikleri hususlar arasındadır.
Köken meselesi
dışında çekirdek beyliğin niteliği hususunda iki ana görüş dikkati çeker: gazi
ve kabile tezleri. P. Wittek’in ortaya attığı ve genel kabul gören görüşe göre
Osmanlı Beyliği bir gazi beyliği olarak kurulup gelişmiştir. Köprülü ise
gazilerle birlikte Beyliği oluşturan diğer sosyal-siyasi gruplara da dikkat
çeker. Wittek’in gaza tezinin dayandığı temellerin çürük olduğunu, bunların
daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam
taşımadığını ileri süren Lindner ise Osmanlı Beyliğinin kabilevî bir
çekirdekten geliştiğini, ancak sınırlar genişledikçe yerleşik toplum ve
devletin gerektirdiği yapılara ihtiyaç duyulduğundan kabilevî unsurların
giderek arka plana atıldığını ve sonuç olarak Osmanlıların giderek köken olarak
mensup bulunduklara kabilevî gruplara yabancılaştıkları tezini savunur.
Ne olursa olsun, Osmanlıların en azından Orhan Bey zamanından başlayarak
yerleşik bir toplum yapısının özelliklerine uygun bir siyasi-idari kurumlaşma
sürecine girdikleri muhakkaktır. Yukarıda bahsedilen konuların ayrıntılarına
girmeden bu süreçte ön plana çıkan etkenleri, büyük ölçüde Köprülü, Wittek,
İnalcık, Lindner, Kafadar vb. tarihçilerin konuya ilişkin çalışmalarına
dayanarak kısaca ortaya koymaya çalışacağız.
Kuruluş ve Büyüme Sürecinin Dinamikleri
Bu çerçevede
erken dönemden başlayarak Osmanlıların giderek güçlenmesini sağlayan en önemli faktörleri
şu şekilde özetleyebiliriz:
-Siyasî ortam:
İlhanlı egemenliğinin yerleşmesi, Selçuklu Devletinin zayıflaması, beyliklerin
ortaya çıkması, Bizans’ın merkezî otoritesinin zayıflaması, Balkanlarda siyasî
parçalanmışlık ve çeşitli devletler arasındaki rekabetler. Bu ortamda
beyliklerin giderek bağımsızlaşmaları.
-Uç boyunda yer
alan Osmanlı topraklarının gaza, fetih veya ganimet peşindeki gruplara veya
merkezî Anadolu’da İlhanlı baskısından kaçan kişilere cazip imkanlar sunması.
-İlk Osmanlı
beylerinin siyasî ve askerî dehaları; gerek Bizans’ın gerekse Karesi gibi komşu
beyliklerin iç çekişmelerinde yararlanarak ve bu çerçevede evlilik politikası
dahil çeşitli araçları ustaca kullanarak topraklarını ve/veya nüfuzlarını
genişletmeleri.
-Beyliğin büyümesine
paralel olarak isabetli kurumsal düzenlemeler yaparak merkezî bir devlet kurma
hedefine yönelmeleri ve bu amaç için hakimiyetin bölünmezliği ilkesini
benimseyip Türk-Moğol devlet geleneğinden bir ayrılış olarak
niteleyebileceğimiz ‘kardeş katli’ ilkesini getirerek ülke topraklarının
hanedan üyeleri arasında bölüşülmesine ya da ortaklaşa yönetilmesine izin
vermemeleri.
-Rumeli’nin
fethi sürecinde giriştikleri iskân siyaseti; Anadolu ve Rumeli’deki toprak
kazançlarının birbirini destekleyici özelliğinin farkında olarak dengeli bir
genişleme politikası izlemeleri. Bu noktada özellikle şunu vurgulamak gerekir:
Osmanlılar, Balkan fetihlerinin kazandırdığı itibar sayesinde Anadolu
Beyliklerine karşı “gaza önderleri” rolünü ileri sürerek ideolojik bakımdan üstünlük
sağlamışlar ve bu beyliklerin Balkan seferleri sırasında Osmanlıları ‘arkadan
vurması’ yüzünden onlara karşı yaptıkları askerî harekatı ‘gazaya engel olana
karşı savaşmak en büyük gazadır’ formülüyle meşrulaştırmışlardır.
-Müslüman
olmayan tebaaya uygulanan istimalet (gönül kazanma) ve hoşgörü siyaseti,
fethedilen yerlerin imar ve iskânında vakıf kurumunun etkin bir biçimde
kullanılması; İnalcık’ın aşamalı fetih siyaseti olarak tanımladığı olgu
çerçevesinde, Osmanlı-öncesi mahallî beylerin-Hıristiyan dahi olsalar- Osmanlı
askerî[yönetici] tabakasına entegre edilmesi ve zamanla asimile edilmeleri veya
etkisizleştirilmeleri.
-Kurumlaşma
sürecinde, yine aşamalı fetih usulünün bir yansıması olarak, Osmanlı-öncesi
gelenek ve uygulamalar ile komşu ve çağdaş beylik/devletlerden ele geçirilen
topraklarda var olan uygulamaları, yerel özellikleri kâle alan bir yönetim
sisteminin yerleştirilmesi.
Bu listeyi daha
da uzatmak ve söz konusu süreci daha somut bir biçimde ortaya koymak mümkündür,
ancak biz burada genel bir değerlendirme ile yetinmeyi uygun buluyoruz. Bir
noktanın altını kalınca çizmek konunun geniş bir perspektif çerçevesinde
anlaşılması bakımından gerekli görünüyor: Yukarıda çizilen tabloda yer alan
unsurların sadece Osmanlılara özgü olduğu gibi bir izlenim vermek istemiyoruz.
Hiç şüphesiz, daha önceki devirlerde veya siyasî oluşumlarda bunların
benzerlerini görürüz. Osmanlılar bağlamında vurgulanması gereken nokta şudur:
Onlar, öteden beri uygulanan veya bilinen birtakım politika ve yaklaşımları kendi
tecrübelerine yansıtırken mevcut duruma uygun sentezlere gidebilmişlerdir.
Yine, Osmanlı Beyliğinin diğer beyliklere göre coğrafî bakımdan gelişmeye açık
bir konumda bulundukları tespitinden yola çıkarak, onların tarihin ve
coğrafyanın sunduğu imkânları değerlendirmelerini, yani tarihin inşasına
yaptıkları aktif müdahaleyi de görmezlikten gelemeyiz.
Osmanlı Düzeninin Temelleri
Osmanlıların
Anadolu ve Rumeli’de kurdukları düzen, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar,
Bizans, Beylikler dönemlerinden/devletlerinden unsurlar tevarüs edilerek
oluşturulmuş yeni bir sentezdir. Gerçekten de, meseleyi gerek siyasî-idarî
kurumlar gerekse sosyal-ekonomik yapı seviyesinde ele aldığımızda, geçmiş
tecrübelerin yanında mevcut uygulamaları da dikkate alan Osmanlıların bütün bu
etkileri yeni bir senteze dönüştürme çabası içinde oldukları anlaşılır. Örnek
vermek gerekirse, Osmanlı düzeninin iki temel kurumu olan kul ve timar
sistemlerinin Osmanlı icadı olmayıp gelenekten devralındığı iyi bilinmektedir.
Bununla birlikte, her iki kurumda da Osmanlı-öncesi benzerlerine/öncüllerine
nazaran farklılaşmalar gözlenebilmektedir. Mesela, aksine bazı iddialar varsa
da, devşirme yöntemiyle kul sistemine adam kazandırmanın bir Osmanlı yeniliği
olduğu genellikle kabul edilmektedir. Yine Osmanlı devlet düzeninde, kul
kökenli kişiler çok etkili mevkilere yükselseler de, Memluklarda olduğu gibi
devlet başkanlığına gelmeyi hayal dahi edemezler veya Anadolu Selçuklularında
olduğu gibi kendi kullarına sahip güçlü bir konumda bulunamazlardı. Öte yandan,
klasik Osmanlı timarının, Selçuklu dönemi ikta sistemi ile
karşılaştırıldığında, gerek dirliklerin yapısı gerekse dirlik sahiplerinin
yetki ve etkileri bakımından merkeziyetçiliği ağır basan bir devlet yapısına
daha uygun düştüğü kanaati genel olarak paylaşılmaktadır.
Kısacası
Osmanlılar, geleneğe, örfe, yerleşik kanun ve uygulamalara (Osmanlı ifadesiyle
kanun-ı kadim’e) saygı göstermiş, tedricî bir fetih ve yerleşme siyaseti,
adalet, kamu düzeninin sağlanması vb. esasları dikkate alan bir yönetim anlayışı
ve timar, kul-devşirme, vakıf vb. kurumlar ile bir dünya imparatorluğunun
temellerini atmışlardır. Bunu yaparken geleneğe körü körüne bağlılıktan ziyade
onun gücünden yararlanmayı esas alan bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Gerek
ideolojik temeller gerekse kurumsal yapılar bakımından zamana göre gerekli
değişiklik veya iyileştirmeleri yapmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan
Osmanlı ideolojisini ve kurumlarını donmuş veya kalıplaşmış varlıklar olarak
görmek doğru değildir.
Sonuç
Osmanlı Devleti,
15. yüzyılın ikinci yarısında artık bir dünya imparatorluğuna dönüşmüş ve
Anadolu Selçuklularının varisliğine Roma’nın varisliğine de eklemiştir. Bu
noktadan itibaren İslam dünyasının en önemli siyasî gücü olma yoluna giren
Osmanlılar, gerek Şiî Safevîlere karşı yürüttükleri mücadelenin gerekse Mısır’ı
ele geçirip Kutsal Toprakların koruyuculuğunu elde etmelerinin sonucunda Sünnî
İslam dünyasının lideri konumuna da yükselmişlerdir. Siyasî düzlemde meydana
gelen bu değişimin idarî, sosyal, iktisadî ve kültürel alanlarda da yansımaları
olduğu muhakkak.
Sonuç olarak,
bir uç beyliğinin cihan imparatorluğuna dönüşümünün, Cengiz, Timur, Attila
vb.den çok daha farklı tarihî şartlarda, tedricî bir surette, sağlam temellere
dayalı olarak gerçekleştiğini ve, bu dünya devletinin, tam da bu
özelliklerinden dolayı dünya siyasetine daha uzun bir süre yön verdiğini
söyleyebiliriz.