Mehmet Öz
Anadolu’da beyliklerin
kuruluş sürecini anlamak için, bir zamanlar merhum Fuad Köprülü’nün belirttiği
gibi, 13-14. Yüzyıllarda Anadolu’nun siyasî, sosyo-ekonomik ve kültürel
gelişmelerini ilmî bir şekilde tahlil etmeliyiz. Tabiatıyla bunu daha geriye
götürmemiz mümkündür, yani, meseleyi, Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşması
süreci çerçevesinde de düşünebiliriz; ancak, beyliklerin kuruluşunda birinci
dereceden etkili âmilleri ararken 13. Yüzyılda Anadolu’ya bakmamız gerekir.
Bu bağlamda Moğol istilası,
Anadolu Selçuklu Devleti’nin tedricen Moğol-İlhanlı denetimine girişi ve merkezî
otoritesinin zayıflaması, bu süreçte vuku bulan göçler, merkezî otoritenin
zayıflamasına paralel olarak Beyliklerin teşekkülü, Bizans’ın uç boylarındaki
kontrolünün zayıflaması, İlhanlılarla rekabet halindeki Altın Ordu ve Memluk
devletleri vb. etkenleri anmamız gerekir.
Osmanlı Beyliği de, burada
ayrıntılarına giremeyeceğimiz bu tarihî vasatta ortaya çıktı. Meseleye
Osmanlılar gibi uç beylikleri açısından bakarken şu hususun altını çizmemiz
lazım: Özellikle uç beylikleri Bizans topraklarına yönelik akınlarını daha
ziyade Moğol tehdidinden veya kontrolünden uzak olduklarını düşündükleri
zamanlarda gerçekleştiriyorlardı. Osmanlı Beyliğinin bağımsızlığını ilan ettiği
tarih olarak Tevârih-i Âl-i Osman’larda geçen 1299 yılı da Anadolu’da bu
bağlamda önemli gelişmelerin olduğu bir zamandır(Gerçekte Osmanlıların bu
tarihte bağımsız oldukları tarihî gerçeklerle pek bağdaşmaz, sadece sembolik bir
anlam taşır). Ancak 1298-1301 arasında Anadolu’da önemli gelişmeler olduğunu ve
bunların Osmanlıları da etkilediğini belirtmeliyiz. 1298’de Anadolu’ya atanan
Moğol komutanı Bayancar, III. Alaaddin Keykubad’ı Selçuklu tahtına çıkarır; aynı
dönemde Anadolu’daki Moğol komutanlarından Sülemiş, Türkmenlerin desteğiyle
isyan eder ve Bayancar’ı öldürür. Mamafih daha sonra kendisi de idam
edilecektir(1301).
Bu kısa girişten sonra asıl
konumuza gelelim. Tarih sahnesine
bir uç beyliği olarak çıkan Osmanlıların kuruluş süreci, konuya ilişkin
kaynakların yetersizliği veya bu kaynaklar arasındaki bazı çelişkili ifadeler
yüzünden farklı yorumlara sebebiyet vermiştir.
Bu farklılıklar daha çok “kurucu çekirdek”in mahiyeti üzerinde yoğunlaşmış olup
Beyliği kuranların veya kuruluşta en önemli rolü oynayanların kabilevî bir
topluluk mu, gaziler mi yoksa başka gruplar mı oldukları tartışılmıştır. Bu
bağlamda, Osman Bey ve atalarının, ülkemizde genel kabul gören tezde olduğu gibi
Kayı boyundan gelip gelmedikleri de tartışma konusudur.
Bilindiği gibi Osmanlıların
Kayı boyundan geldiklerini ifade eden eserler 15. yüzyılda ve özellikle Fetret
devri sonrasında kaleme alınmış olup Osmanlıların hanlık iddia edebilecek bir
şecereye sahip bulunmadığını ileri süren Timurlulara karşı Orta Asya Türk-Moğol
geleneklerine uygun bir meşruiyet zemini yaratma çabasının ürünü olarak
yorumlanmışlardır.
II. Murad döneminde kuvvetle önem verilen Kayı Boyu bağlantısına rağmen 15.
yüzyılın ikinci yarısında yazılan kroniklerin bir kısmında ((Yazıcıoğlu, Ruhî,
İdris-i Bitlisî vb.) Osmanlılar Kayı ve babası Gün Han yoluyla Oğuz Kağan’a
bağlanırken diğer bir kısım kronikte (Aşıkpaşazade, Oruç, Şükrullah vb.) Kayı ve
Gün Han’dan bahsedilmeyişi ve Osmanlıların atalarının Gök Han yoluyla Oğuz
Kağan’a bağlanması da Kayı boyuyla Osmanlı ilgisini reddedenlerin dikkati
çektikleri hususlar arasındadır.
Köken meselesi dışında
çekirdek beyliğin niteliği hususunda iki ana görüş dikkati çeker: gazi ve kabile
tezleri. P. Wittek’in ortaya attığı ve genel kabul gören görüşe göre Osmanlı
Beyliği bir gazi beyliği olarak kurulup gelişmiştir. Köprülü ise gazilerle
birlikte Beyliği oluşturan diğer sosyal-siyasî gruplara da dikkat çeker.
Wittek’in gaza tezinin dayandığı temellerin çürük olduğunu, bunların daha
sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam
taşımadığını ileri süren Lindner ise Osmanlı Beyliğinin kabilevî bir çekirdekten
geliştiğini, ancak sınırlar genişledikçe yerleşik toplum ve devletin
gerektirdiği yapılara ihtiyaç duyulduğundan kabilevî unsurların giderek arka
plana atıldığını ve sonuç olarak Osmanlıların giderek köken olarak mensup
bulunduklara kabilevî gruplara yabancılaştıkları tezini savunur.
Lindner, kabilenin yapısında kandaşlıktan ziyade ortak çıkarın hakim rol
oynadığını, kabile büyüdükçe kabile birliğini bütün kabile halkının kolayca
anlayabileceği bir biçimde meşrulaştırma ve açıklama ihtiyacının da arttığını;
bunun da kandaşlık deyimiyle karşılandığını, yani ortak soy fikrinin sanal bir
nitelik taşıdığını belirtir.
Gerçekte onları birbirine bağlayan kabile reisidir. Esasen Lindner’in tezi,
yüzyıl başlarında Osmanlıların göçebe Türklerle yerli Hıristiyanların
karışımından oluşmuş yeni bir ırk olduklarını savunan ve dolayısıyla bu beyliğin
yükselişindeki yaratıcı unsurları gayrimüslimlerin bu bileşime yaptıkları
katkıya bağlayan Gibbons’ın tezinin antropolojik bir kabile tanımından hareketle
yeniden ortaya atılması şeklinde de değerlendirilebilir. Onun kabile tanımının,
tenkitlere uğramış bir yaklaşıma dayandığını da belirtmeliyiz. Ne olursa olsun,
Osmanlıların en azından Orhan Bey zamanından başlayarak yerleşik bir toplum
yapısının özelliklerine uygun bir siyasi-idari kurumlaşma sürecine girdikleri
muhakkaktır.
Fuad Köprülü’den başlayarak
ve büyük ölçüde onun etkisinin altında, Türk tarihçileri Osmanlı Beyliğinin
tarihini Moğol istilası sonrasında Anadolu’nun içinde bulunduğu şartlar
çerçevesinde anlayıp değerlendirme eğilimindedirler. Buna karşılık, gerek
Gibbons ve Lindner’in tezleri ve gerekse bizde bir zamanlar Mustafa Akdağ’ın
ortaya attığı Marmara Ekonomik Ünitesi kavramı, bu genel çerçevede daha özel bir
alanın, yani beyliğin ortaya çıktığı Bitinya yöresinin şartlarına dikkati çeker.
Söğüt ve çevresindeki yarı-göçebe topluluğun çevredeki yerleşik gayrimüslimlerle
doğal olarak bir işbirliği içinde bulundukları, Osmanlı kroniklerinin diliyle
onlarla müdara ettikleri tespitinden hareket eden Akdağ ise Bizans
İmparatorluğunun 13. Yüzyıldaki ekonomik sıkıntıları yüzünden Marmara bölgesi
civarında kentli Hıristiyanlarla yaylacı Türkmenler arasında kaçınılmaz bir
işbirliğinin doğduğu ve 14. Yüzyıl başlarından itibaren bu işbirliğinin
somutlaşmış biçimi olan Marmara İktisadi Ünitesinin öneminin arttığını ileri
sürer.
Son zamanlarda ise
İngiltereli Osmanlı tarihçisi Colin Heywood, kuruluş döneminin Karadeniz çevresi
bağlamında yani daha geniş bir coğrafî perspektifte değerlendirilmesinin hem Karasi hem de Osmanlı Beyliğinin
kuruluş yıllarını aydınlatmada daha elverişli olduğunu ileri sürmüştür. Her ne
kadar onun tezi Osman Bey’in Altınordu sahasında meydana gelen karışıklıklardan
sonra Bitinya yöresine göç etmiş bulunan bir topluluğa mensup bir önder (ataman
unvanlı ama adı belirsiz bir kişi) olduğunu ve burada İslamlaştığını ima ederse
de, Osmanlı Beyliğinin ortaya çıkış sürecinde Anadolu’yu da içine alan sahada
Altın-ordu ve İlhanlı devletleri arasındaki rekabetin önemli bir etken olduğu
gerçeğinden hareketle meseleye daha geniş bir perspektiften bakılması yönündeki
kanaatine katılmamak mümkün değildir.
Tarihî açıdan bakıldığında
Osmanlı Beyliğinin kendisini tarih sahnesinde hissettirmesi 1301/2
Bafeus/Koyunhisarı savaşı ile başlamıştır. Beyliğin kuruluşu için verilen 1299
veya 1300 tarihinin sembolik bir anlam taşımakla birlikte tarihî gerçeklerle pek
örtüşmediği, esasen beyliğin şu veya bu tarihte kurulmasından ziyade bir süreç
içerisinde ortaya çıktığından bahsetmenin daha uygun olacağı anlaşılmaktadır.
Osmanlı Beylerinin bağımsızlık kazanması açısından bakıldığında kroniklerde
verilen 1299-1300 tarihinin o zamanki İlhanlı egemenliği dikkate alındığında
gerçekçi olmadığı, bağımsızlığın belki Orhan Bey döneminde, Timurtaş’ın
Anadolu’yu terkiyle ve kesin olarak da 1335’de İlhanlı devletinin çöküşüyle
gerçekleştiği söylenebilir. Osman, Orhan ve Murad Beyler gibi ilk hükümdarların
akıllı, dirayetli ve planlı hareketleri, 14. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde
devletleşme sürecini gerçekleştiren
ve aynı yüzyılın son çeyreğinde de akim kalmış bir Anadolu-Rumeli
İmparatorluğu girişimini doğuran bir siyasi oluşumu ortaya
çıkarmıştı.
Peki, bu beyliğin toplumsal
yapısı hakkında neler söyleyebiliriz? Osman Bey’in kimliği hakkında, aykırı bazı
kayıtlara rağmen, erken dönemi anlatan kronikler onun konar-göçer bir grubun
önderi olduğu hususunda hemfikirdir.
Mesela Aşıkpaşazade, Osman Gazi yaylaya ve kışlaya gitttiğinde İnegöl’de
Aya Nikola adlı bir kafirin göçünü taciz ettiğini, bu kişiyi Bilecik tekfuruna
şikayet eden Osman Gazi’nin yaylaya gittiğinde emanetlerini ona bırakmayı teklif
ettiğini, tekfurun da bunu kabul ettiğini yazar.
Mensup olduğu kabile hakkındaki hikâyelerin meşruiyet kaygısıyla sonradan
uydurulduğu kabul edilse bile, Osman Bey ve ondan önce de Ertuğrul Bey’in
konar-göçer bir hayat tarzı süren bir topluluğun başında olduklarını gösteren
yukarıda anlatılana benzer pek çok hikâyenin tamamen hayal mahsulü olduğunu
ileri sürmek için hiçbir sağlam gerekçe gösterilemez. Öte yandan, Beyliğin
kuruluş aşamasında dahi kabile karakteri taşımadığını ileri süren Fuad
Köprülü’nün görüşünü kabul etsek de bu beylikteki toplumsal yapıda
konar-göçerliğin mevcut olmadığı anlamına gelmez.
Yine Aşıkpaşazade’nin andığı
ve Köprülü tarafından tahlil edilen dört zümrenin de kuruluş devri beyliğin
toplumsal yapısında önemli unsurlar olduğu kanaati yaygındır: Ve hem bu Rûmda dört tayfa vardur kim
müsafirler içinde anılur: Biri Gâziyân-ı Rûm, biri Ahıyan-ı Rûm ve biri Abdalaân-ı Rûm ve biri Bacıyân-ı
Rûm. İmdi Hacı Bektaş Sultan bunlarun içinden Bacıyan-ı Rumu ihtiyar etdi kim o
Hatun Anadır. Anı kız edindi.” (s. 238-39). Bu gruplar Hacı Bektaş’ın
Osmanoğulları ile hiçbir münasebetinin bulunmadığı ve Yeniçerilerin başındaki
başlığın Bektaşilere ait olmadığını anlatılırken zikredilir. Gazilere,
dervişlere ve ahilere büyük önem veren ve kendisi de gazi-derviş çevrelerine
mensup olan Aşıkpaşazade’nin bu grupların toplumsal yapıdaki önemini
vurgulamasını olağan karşılamak gerekir.
Osmanlı Beyliğinin
Kuruluşu
adlı eserinde Sencer
Divitçioğlu’nun da belirttiği gibi,
Tevârih-i âl-i Osman adlı kroniklere bakıldığında sadece bu zümrelere mensup
kişilerden değil, bey ailesi, alpler, Türkmen beyleri, göçer-evliler, yerleşik
Rumlar gibi zümrelerin de erken dönem beyliğinin toplumsal dokusunda etkin bir
rol oynadığı ortaya çıkar. Bunlara belki Tursun Fakih’in temsil ettiği bir
fakihler, yani erken beylik döneminin din bilginleri zümresini de
katabiliriz.
Erken dönem Osmanlı toplumunun oluşumunda
kandaşlığın değil siyasi ilişkilerin rol oynadığı da açıktır. Osmanlıların
Oğuz(Türkmen) boylarından gelmeleri, rivayetlerde Osman Bey’in emrindeki
topluluğun yayla-kışla arasında gelip gittiğinin belirtilmesi ve göçer-evlilerin beylik toplumunda önemli
bir unsur oluşu büyük bir ihtimalle tarihi gerçekleri yansıtmaktadır; İbn
Battuta’nın Osmanlı hükümdarının sarayda değil çadırda oturduğuna ve
kadınlarının yabancıların karşısında peçesiz olarak çıktığına dair gözlemleri de
bunu destekler; ancak yine de, ilk Osmanlı toplumunda kan bağı ikinci derecede
etkili bir unsur gibi görünüyor. Osman Bey’in fethettiği toprakların bir kısmını
arkadaşlarına, gazilerin ve alplerin
ileri gelenlerine vermesi, Orhan zamanında belirgin bir şekilde idari
makamlara iç kesimlerde yetişmiş kişilerin getirilmesi, daha önce de
belirttiğimiz üzere erken dönemlerden başlayarak Osmanlı Beyliğinin yerleşik
toplumlara has bir siyasal teşkilatlanmaya doğru yöneldiğini gösterir.
Orhan ve Murad Beyler
dönemlerinde devletleşme, yerleşikleşme ve sınırların genişlemesi el ele gitmiş
gibi görünmektedir. Mamafih devletin ve toplumun giderek yerleşik hayat tarzına
uygun bir yapılanmaya girmesine rağmen, konar-göçerlik olgusu, yüzyıllarca
Osmanlı toplumunun bir özelliği olmaya devam edecektir; haklarındaki yaygın
olumsuz kanaatin tersine, konar-göçerlerin Osmanlı sosyal ve ekonomik hayatına
önemli katkılarda bulunduğunu da eklemek gerekir.
Osmanlıların Anadolu ve
Rumeli’de kurdukları düzen, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Bizans, Beylikler
dönemlerinden/devletlerinden unsurlar tevarüs edilerek oluşturulmuş yeni bir
sentezdir. Gerçekten de, meseleyi gerek siyasî-idarî kurumlar gerekse
sosyal-ekonomik yapı seviyesinde ele aldığımızda, geçmiş tecrübelerin yanında
mevcut uygulamaları da dikkate alan Osmanlıların bütün bu etkileri yeni bir
senteze dönüştürme çabası içinde oldukları anlaşılır. Örnek vermek gerekirse,
Osmanlı düzeninin iki temel kurumu olan kul ve timar sistemlerinin Osmanlı icadı
olmayıp gelenekten devralındığı iyi bilinmektedir. Bununla birlikte, her iki
kurumda da Osmanlı-öncesi benzerlerine/öncüllerine nazaran farklılaşmalar
gözlenebilmektedir. Mesela, aksine bazı iddialar varsa da, devşirme yöntemiyle
kul sistemine adam kazandırmanın bir Osmanlı yeniliği olduğu genellikle kabul
edilmektedir. Yine Osmanlı devlet düzeninde, kul kökenli kişiler çok etkili
mevkilere yükselseler de, Memluklarda olduğu gibi devlet başkanlığına gelmeyi
hayal dahi edemezler veya Anadolu Selçuklularında olduğu gibi kendi kullarına
sahip güçlü bir konumda bulunamazlardı. Öte yandan, klasik Osmanlı timarının,
Selçuklu dönemi ikta sistemi ile karşılaştırıldığında, gerek dirliklerin yapısı
gerekse dirlik sahiplerinin yetki ve etkileri bakımından merkeziyetçiliği ağır
basan bir devlet yapısına daha uygun düştüğü kanaati genel olarak
paylaşılmaktadır.
Kısacası Osmanlılar,
geleneğe, örfe, yerleşik kanun ve uygulamalara (Osmanlı ifadesiyle kanun-ı
kadim’e) saygı göstermiş, tedricî bir fetih ve yerleşme siyaseti, adalet, kamu
düzeninin sağlanması vb. esasları dikkate alan bir yönetim anlayışı ve timar,
kul-devşirme, vakıf vb. kurumlar ile bir dünya imparatorluğunun temellerini
atmışlardır. Bunu yaparken geleneğe körü körüne bağlılıktan ziyade onun gücünden
yararlanmayı esas alan bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Gerek ideolojik temeller
gerekse kurumsal yapılar bakımından zamana göre gerekli değişiklik veya
iyileştirmeleri yapmaktan geri kalmamışlardır. Bu bakımdan Osmanlı ideolojisini
ve kurumlarını donmuş veya kalıplaşmış varlıklar olarak görmek doğru
değildir.