Yayınlarım...
"SÂHİB-KIRÂN-I BENÎ ÂDEM" 'İNSANOĞLUNUN SAHİPLERİNİ YOK EDEN' DEMEK MİDİR?*
İlmî çalışmaların sıhhati, dayandırıldıkları kaynakların sıhhati ile yakından ilgilidir. Bununla birlikte, elde edilen mâlumâtın iyi yorumlanması da, en azından, bu sıhhat kadar mühimdir. Bir ibâreye, bir cümleye veya tek bir kelimeye hiç taşımadığı bir mânâ vermek ve yorumu verilen bu mânâ üzerine oturtmak ekseriyetle mühim hatâlar yapılmasına yol açabilir.
İlim adamı dikkati, îtinâyı ve şüpheyi elden bıraktığı an, yukarıda işaret edilen türden hatâlara pek kolay düşebilir. Bu ise, ilmî çalışmaların sıhhatini yakından etkiler. Doğru olarak bildiğimizi sandığımız ve bu yüzden sıhhatini araştırmaya gerek görmediğimiz nice basit şeyler vardır ki, zânnımızla uzaktan yakından bir alâka içinde bulunmayabilir. Bundan dolayı da zannımız, bizi, görünüşte ehemmiyetsiz fakat hakikatte ciddî hatâlar yapmaya sevk edebilir. Bu tür hatâları önleyebilmek için, elde ettiğimiz mâlumâtı tekrar tekrar gözden geçirmek, bu mâlumâta verdiğimiz mânânın doğru olup olmadığından tamamen emîn olmak gerekir.
Bu satırları niçin yazdığımızı belirtmeden önce, Mehmet Ali Kılıçbay'ın Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı (2. baskı, Teori yayınları, Ankara 1985) adlı eserinin 358-359. sayfalarından alınan şu paragrafı birlikte okuyalım:
"Kanuni'nin ilerlemiş yaşına rağmen bu sefere çıkmasının nedeni, Zigetvar kalesine sığınan Avusturyalı feodallerin yağma ve gasp yapıp, her tarafa taarruz ederek reayayı incitmeleri idi. Merkezin ayakta kalmasını sağlayan en önemli ilkelerden biri olan, doğrudan üreticiyi yerel güçlerin insafına bırakmama uğruna, Kanuni, imparatorluğun marjinal bir topluluğu için büyük bir sefer düzenleme zahmetine ve hastalığına rağmen bu sefere bizzat katılma özverisine katlanabiliyordu. Kanuni'nin unvanları arasında yer alan "sâhib-kıran-ı ben-i âdem" (insanoğlunun sahiplerini yok eden), onun doğrudan üreticilerin yerel güçler tarafından sahiplenilmesin! engellemeye verdiği önemi göstermektedir. Bu konuda ilginç bir tanıklık Nemçe elçilik katibi Benedict Curipeschitz'in tuttuğu yolculuk günlüğüdür. Curipeschitz, günlüğünde 4 yerde, yolculuk sırasında gördüğü yıkık şatolardan hayretle söz etmektedir. Elçilik katibini çok şaşırtan, Osmanlı ülkesinin her tarafının yıkık şatolarla dolu olması olgusu, Kanuni'nin sahib-kıran-ı ben-i adem unvanında ifadesini bulan, Osmanlı merkezinin, yerel güçleri yok etme politikasının ürünüdür".
İktibas ettiğimiz bu paragrafın ana düşüncesini tartışmaya gerek görmüyoruz. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz husus, söz konusu düşüncenin, kendisiyle uzaktan yakından hiç bir şekilde ilgisi bulunmayan bir ibare, bir unvan üzerine oturtulmaya çalışılmasıdır. Yazar, Osmanlı idâresinin merkeziyetçi yapısını belirtirken, bu yapıyı muhafaza için, onu bozabilecek mahallî güçleri ortadan kaldırmaya çalıştığını; bilhassa Kânûnî'nin bu hususa pek ehemmiyet verdiğini ifâde etmektedir. Yazara göre, onun bu konudaki politikası ve mahallî güçlere karşı takındığı tavır, kendisine "insanoğlunun sahiplerini yok eden" mânâsına gelen sâhib-kırân-ı benî âdem unvanının verilmesine yol açmıştır. Yine yazara göre, "Osmanlı ülkesinin her tarafının yıkık şatolarla dolu olması olgusu" da ancak Kânûnî'nin bu unvanıyla îzâh edilebilir!
Önce hemen şu soruyu sormak istiyorum: Sâhib-i kırân-ı benî âdem unvânının mânâsı gerçekten, Kılıçbay'ın yazdığı gibi "insanoğlunun sahiplerini yok eden" demek midir? Ardından şu sorular da sorulabilir: Yazar, bu unvâna bu mânâyı neye dayanarak vermektedir? Hangi kaynakta söz konusu ibâre unvânın bu mânâya geldiği yazılıdır?
Bu soruların hiç birisine, yazarı doğrulayacak mâhiyette bir cevâp verilemez. Şâyet yazar, bâzı küçük gramer kāidelerini dikkate almış olsaydı, söz konusu unvâna yazdığı şekilde bir mânâ vermezdi. Veremezdi; zîrâ, bu unvânın içindeki kelimelerden hiç birisi Türkçe menşe'li değildir; yazarı şaşırttığını sandığımız "kıran" kelimesi Türkçe değildir ve "kırmak" fiili ile hiç bir ilgisi yoktur. Üstelik Türkçe kelimeler, çok nâdir istisnalar dışında, bu unvandaki gibi veya herhangi bir şekilde "terkîb"e girmezler. Diğer taraftan, sâhib-kırân terkibinin aslı da "sâhib-i kırân"dır. Bu terkîbin "sâhib-kırân" şeklini almasına Osmanlıca gramerde "terkîb-i mükesser" denir. Tıpkı "der-i sa'âdet'in "der-sâdet", "sâhib-i dil"in "sâhib-dil", "kâdî-i asker''in "kad-asker/kaz-asker", "sadr-ı a'zam"ın "sadr-a'zam" olması gibi "izâfet kesresi" düşürülmüştür
Hadi diyelim, bu basit gramer kāideleri dikkate alınmadı. O takdirde, "sahipleri kıran, yok eden, öldüren" mânâsına gelecek bir unvânı, kendisinin ‘cihan pâdişâhı’ olduğuna inanan bir pâdişâhın kabullenemeyeceğinin düşünülmesi gerekirdi. Zîrâ, eğer söz konusu unvan, Kılıçbay'ın belirttiği mânâya gelmiş olsaydı, biraz da "kātil" görüntüsü veren böyle bir unvânı benimsemesi düşünülemezdi. Kaldı ki, aynı pâdişâh, "nizâm-ı âlem" için savaştığını; insanları Allah'ın bir emâneti olarak telâkkî ettiğini ve onlara karşı âdil, müşfik ve hâmî olduğunu düşünmektedir. Bu iddialarla bu unvan hiç bağdaşır mı?
Kılıçbay, bu hususların hiç birisini dikkate almamıştır. Aslında kendisi, bu unvânın, düşündüğü mânâya geldiğinden o kadar emindir ki, en küçük bir araştırmaya, hattâ bir lügate bakmaya bile gerek görmemiş olmalıdır. Eğer bunu yapmış olsaydı, tesbit ve yorumlarını ne kadar ilgisiz bir delille ispatlamaya çalıştığını görürdü.
Şimdi gelelim "sâhib-kırân-ı benî âdem" unvânına...
Bu unvanda yazarı yanlışa düşüren kelime, öyle anlaşılıyor ki "kıran" kelimesi olmuştur. Yazar, bu kelimeyi Türkçe "kırmak" fiili ile ilgili farz ettiği için yorumunda da buradan yola çıkmıştır. Şemseddin Sâmî, Kâmûs-ı Türkî'de bu kelimeyi şöyle îzah eder:
"Kıran: ar. karn'den: 1. yakınlık, mukârenet; 2. iki seyyârenin ve ale'l-husûs Zühre ile Müşterî gibi sa'deynin bir burçta rast gelmesi."
Alt madde olarak ise "sâhib-kırân"ı örnek verir ve şöyle mânâlandırır: "Sâhib-kırân: Böyle iki seyyârenin bir burçta tesâdüfü esnâsında dünyâya gelmiş olan mes'ûd ve bahtiyar (kişi)". Ş.Sâmî, bu ibarenin büyük hükümdarlardan bâzısına lakap olduğunu da belirtmeyi ihmâl etmez.
Abdülbâki Gölpınarlı ise "kıran" kelimesini şöyle îzah eder:
"İki yıldızın, aynı burçta ve aynı derecede bulunuşlarına denir. İki kutlu yıldız olan Müşterî ile Güneş'in kırânına (bir burç üzerinde bulunmasına) kırân-ı sa'deyn (iki saadet kıranı) denir. Bir pâdişâh, tahta çıkar, pâdişah olurken böyle bir kıran olursa, o pâdişâha sâhib-kırân (kıran sâhibi) adını verirlerdi. Sâhib-kırân, dört kılıç takardı (Nedim Divânı, 2. baskı, tarihsiz, îzahlar kısmı, s.419).
Şu iki îzah, "sâhib-kırân-ı benî âdem" ibâresinin, Kılıçbay'ın düşündüğü gibi "insanoğlunun sahiplerini yok eden" mânâsına gelmediğini, aksine "insanoğlundan kıran (mutluluk, bahtiyarlık, devlet) sâhibi kişi" demek olduğunu açıkça göstermektedir. Hükümdar, bu unvânı alırken veya kendisine böyle bir unvan verilirken, düşünülen şey işte bu "kut, bahtiyarlık ve devlet" gibi hususlardır. Her şeyden önce, bir insan hükümdar olmakla, insanlara hükmeden bir mevkie gelmekle üstün bir pozisyon edinmiş oluyordu. Veya en azından böyle düşünülüyordu. Geçmişin inançları arasında, yıldızların insan tâlihi üzerinde çok etkili olduğu düşüncesi yaygın bir kanaatti. Bir kişi, hükümdar olduğuna göre, onun gökteki yıldızı çok parlak demekti. O kişinin dünyâya kutlu bir saatte geldiği düşünülür ve kendisine hitap edilirken bu düşünce yansıtılırdı. İşte "sâhib-kırân" unvânı da bu düşüncenin bir yansıması olarak, sâdece Kânûnî'ye değil, doğu ülkelerinde bir çok hükümdâra unvan olarak verilmiş, kendileri bu unvanla anılmıştı.
"Sâhib-kırân" ibâresi, "devlet, baht, talih, bahtiyarlık, mutluluk" veya kısaca "ikbâl ve mevki sahibi" mânâsında Dîvân edebiyatında da çok kullanılmıştır. Büyük şâirlerimizden Fuzûlî, Nef'î ve Nedîm'den rastgele alınan şu birer beyit, bunu göstermektedir:
"Âlem-i sûretde yokdur şükûh u şevketim
Âlem-i ma'nîde yok bir ben gibi sâhib-kırân"
(Fuzûlî)
(Mânâsı: Madde âleminde azamet ve şevket sâhibi değilim ama, mânâ âleminde de benim gibi bir bahtiyar, bir mes'ûd kişi, bir devletli yoktur.)
"Bunca demdir da'vî-i sâhib-kırânî eylerim
Bir mübâriz yok mu meydân-ı sühan tenhâ mıdır?"
(Nef'î)
(Mânâsı: Bu kadar zamandan beri sâhib-kırânlık dâvası gütmekteyim; karşıma aynı dâvayı güden, aynı iddiada bulunan ve benimle mücâdele edecek olan birisi çıkmayacak mı? Söz (şiir) meydânı boş mu kaldı artık?)
Nedîm ise şöyle der:
"Denir sâhib-kırânın çârdır yanında şemşîri
Görüp şehzâdegânı anladım bu râz-ı pinhânı"
Şâir, III. Ahmed'e bir bayram merasimi münâsebetiyle sunduğu medhiyesinde pâdişâha: "Sâhib-kırânın yanında dört tâne kılıç bulunduğu söylenmekteydi. Bu bayram merâsiminde (dört) şehzâdenin birer kılıç gibi pâdişâhın yanında durduğunu görünce bu gizli sırrın ne mânâya geldiğini anladım" diye hitap ediyor.
Örnekleri çoğaltmadan bir tâne de Kānûnî'den çok önce, 1479'da yazılmış bir münşeat mecmuasından misâl verelim. Bu misâl, "sâhib-kırân" unvânının sâdece hükümdarlara değil, "vüzerâ" mertebesinde olanlara da verildiğini göstermektedir. Vezirlere yazılacak bir yazıda, onlara nasıl hitap edilmesi gerektiğini gösteren örnekler içerisinde, şu şekilde hitap edilebileceği de kayıtlıdır: "Misâl-i vâcibü'l-imtisâl ez-hazret-i mahdûm-ı cihâniyân sâhib-i sâhib-kırân bâsıtu'l-emni ve'l-emân ilh..." (Yahya b.Mehmed el-Kâtib, Menâhicü'1-İnşâ, Paris, Bibliotheque Nationale, Türkçe yazmalar, no. 660, v. 38b. Bu eser tarafımızdan Yüksek Lisans tezi olarak hazırlanmıştır).
Bütün bu misâllerden ve açıklamalardan sonra, Kılıçbay'ın, “sâhib-kırân-ı benî âdem” unvânına, taşımadığı bir mânâ yüklediği ve yorumlarını gereksiz yere böyle bir mânâya istinat ettirdiği açıkça ortaya çıkıyor.
Şurası açıktır ki, Kānûnî, söylenen politikayı tâkip etmemiş olsaydı bile, yine bu unvânı alırdı, alabilirdi. Çünkü, bu unvânın, o politika ile hiç bir ilgisi yoktur. Nitekim, gerileme ve çöküş dönemlerinde bile, pâdişahlar, Kānûnî gibi bir politika tâkip etme gücünden mahrum oldukları hâlde, yine aynı veya benzer unvanları almaya devam etmişlerdir. Hiç kimse, verilen unvanlara "insanoğlunun sahiplerini yok eden" gibi bir mânâ yüklememiştir. Bunların pek çok örnekleri görülmekle birlikte, bu kadar îzâhâtın konuyu açıklamaya kâfî geldiğini düşünerek sözü uzatmayı gereksiz buluyorum.
________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türkiye Günlüğü, sayı 8 (Ankara, Kasım 1989), s. 108-110