Yayınlarım...
TÜRKİYE’DE KÜLTÜR TÂRİHİ ARAŞTIRMALARI VE TÜRK HETERODOKSİ TÂRİHİNE FARKLI BİR BAKIŞ*
[Ahmet Yaşar Ocak,
Osman!ı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik:
Kalenderîler (XIV-XVIl. Yüzyıllar),
TTK, Ankara, 1992.]
Türkiye’de kültür târihi üzerine ciddî, objektif, ilmî ve akademik çerçevede yapılan araştırmalar, ne yazık ki, yok denecek kadar azdır. Kültürel konuları ele alan çalışmaların çoğu ise, ekseriyetle sübjektif değerlendirmelerden öteye geçebilmiş değildir. Eser sâhiplerinin çoğunun, üzerinde çalıştıkları konulara ilmî fil çillere uygun olarak değil de benimsemiş oldukları ideolojilerin zâviyesinden bakmaları, ele aldıkları meseleleri, hakîkî durumlarına ve târihî mâcerâlarına uymayan, bambaşka bir tablo ile karşımıza çıkarabilmektedir. Bu tür yaklaşımlar sebebiyle meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi tasavvuf dünyâmızın üç renkli sîmâsı, târihî şahsiyetleriyle pek de uyuşmayan tarzda bâzan birer hümanist, bâzan birer devrimci, bâzan birer Alevî, bâzan birer milliyetçi ve bâzan bambaşka kimliklerle önümüze konulmaktan kurtulamamışlardır[1]. Türkiye’de kültürel meseleler üzerinde çalışanların ekseriyeti, deyim yerindeyse, cenâze evinde herkesin kendi ölüsüne ağlaması gibi, ele aldığı meseleyi veya şahsı, kendi zihnindeki şablona göre yorumlamayı sürdüregelmiştir. Benzer yaklaşımları Türkiye’nin bütün meselelerinde görmek mümkündür. Böyle bir tavır, kültür sâhasında daha da tehlikeli netîcelere yol uçmakla ve bir taraftan ferdin ve diğer taraftan fertlerden müteşekkil cemiyetin kendisini doğru olarak tanımlamasını derinden etkilemektedir. Bu çerçevedeki tavırların halk arasındaki basit tezâhürleri anlayışla karşılanabilir. Fakat aynı tavırların, entellektüel kesimlerde -üstelik yaygın bir şekilde-görülmesi anlaşılır gibi değildir.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, kültürel meselelerimizi sağlıklı bir yaklaşımla ele alan eserler de çıkmıyor değildir. Biz, bu yazımızda, bu tür eserlerden birisini, çalışmalarını kültür târihimizin dînî ve sosyal boyutu üzerine teksif etmesiyle tanınan Prof, Dr. Alımcı Yaşar Ocak’ın, ismini yukarıda, bu yazının baş kısmında zikrettiğimiz eserini ele almak istiyoruz. Söz konusu eser, 1992 târihinde yayımlanmıştır. Eser hakkında aynı yıl bir tanıtma yazısı yayımlayan meslektaşım Mehmet Öz, yazısını “...kitapta öne sürülen görüşlerin akademik ve ilmî üslup içerisinde bir tartışmaya yol açmasını diliyorum.”[2] temennîsiyle bitirmesine ve bu dileğin üzerinden iki yılı askın bir zaman geçmiş bulunmasına rağmen, Türkiye’de bildiğimiz kadarıyla, bir yabancı tarafından yazılan ikinci bir yazı dışında[3], bugüne kadar eserle ilgili başka bir yazı çıkmamıştır. Aktüel bir konuyu ele almasının dışında ilmî hiç bir değeri olmayan pek çok yayının Türkiye’de günlerce dedi-kodusunun yapıldığı, tartışmalara konu teşkil ettiği, hakkında çeşitli yazıların yazıldığı ve bir takım ödüllerle taltif edildiği düşünüldüğünde, Ocak’ın söz konusu eserinin, akademik çevrelerde bile fazla yankı bulamaması, bu câmianın gerçek mânâda ilmî çalışmalar karşısındaki duyarsızlığını ortaya koyması bakımından üzüntü vericidir. Üzüntü vericidir, zîrâ bu tavır, Türkiye’nin önüne yığılmış aşılması güç ve mâhiyeti meçhul meseleleri çözmek için gerekli olan asgarî bilginin edinilmesinin de önünü tıkamaktan başka bir mânâ taşımamaktadır. Oysa, her gün uğraşmak zorunda kaldığımız söz konusu meselelerin mühim bir kısmı, kaynağını târihî cehâletimizden almaktadır. Nitekim, Ocak’ın, Türkiye’nin önünün aydınlanmasını, târihiyle sağlıklı bir zeminde hesaplaşmasına bağlaması yerden göğe kadar haklıdır. Şu cümleler ona aittir:
“XXI. yüzyılın eşiğinde, Avrupa Topluluğu’na girmeye çabalamakla birlikle, az gelişmişliğin yalnız sosyo-ekonomik değil, buna bağlı olarak kültürel sıkıntı ve âmâlarını da yaşayan günümüz Türkiye’sinin sergilediği hu arızalardan biri de, geçmişimize, geçmişimizde önemli izler bırakmış olaylara ve şahıslara henüz sağlıklı bir bakış açısıyla yaklaşamamaktadır. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durum kanaatimizce, tâlip olduğu geleceğe hangi yoldan ve hangi vasıtalarla gideceğini bilememekle, geride bıraktıklarının hesabını yelerince ve doğru olarak yapamamasının, kültürünü tahlil başarısını gösterememesinin yattığı bir geçiş dönemiyle, değişim süreciyle ilgilidir. Bu süreç, tabiî bir gelişim çizgisinde mutlaka aşılması gereken bir merhaledir.[4]”
İşte Ocak, daha önce dile getirdiği bu düşünceye uygun olarak Kalenderîler’i kaleme almışa benzemektedir. Çünkü, Türkiye’nin bugünkü dînî-sosyal yapılanmasının en azından bir bölümünün târihi, Kalenderîliğin târihiyle yakından ilgilidir. Nitekim Ocak, “Kalenderîlik, ortaçağ İslâm dünyacında tasavvuf târihinin belki en ilgi çekici sayfalarından biri olduğu kadar, Türkiye’nin dînî-sosyal târihinin de en önemli konularından birini teşkil eder. Yalnız İslâm dünyâsında değil, Türkiye târihinde de tasavvuf! teşekküllerin heterodoks kesiminin gelişim süreci büyük ölçüde Kalenderî!iğe bağlıdır.[5]” derken, bugünün Türk toplumunun bir kısmının teşekkül safhasına, onun zihniyet dünyâsının arka-plânına ve bu arka-plânı hazırlayan târihî âmillere dikkatimizi çekmektedir.
Eser, aşağıda daha geniş bir şekilde ele alınacağı üzere, Türklerin İslâm dâiresine girmesini müteâkıp yavaş yavaş şekillenmeğe başlayan, Horasan menşe’li melâmet anlayışından derinden etkilenen ve XI. yüzyılda yaşamış ünlü sûfî Cemâlü’d-dîn-i Sâvî tarafından teşkilâtlandırılan Kalenderîlik çevresinde vücut bulmuş popüler-tasavvufî teşekküllerin, Osmanlı sâhasında XVII. asra gelinceye kadarki târihî mâcerâsının ve bu mâcerâ sonunda nasıl adım adım Bektaşîlik dâiresinde toplanıp yeni bir yapıya kavuştuklarının târihidir.
Yazar, eserinin Önsöz’ünde, Kalenderîler’i yazmağa niçin ihtiyaç duyduğunu anlatırken, merhum Fuad Köprülü’nün daha 1922’de meselenin ehemmiyetine dikkat çektiğini ve bu hususla bir monografi hazırladığını haber verdiğini, fakat söz konusu monografinin kuvveden fiile çıkmadığını söylüyor. Kezâ, konuyla ilgili olarak bugüne kadar ne Türkiye’de, ne de Türkiye dışında böyle bir monografinin yayımlanmadığım belirt en Ocak,”... Kalenderîliğin târihi çok iyi incelenmeden -başta Bektaşîlik olmak üzere- Anadolu’daki hiç bir popüler-dînî ve tasavvuf! akımı ve teşekkülü” anlamanın mümkün olmadığını ve kendisini böyle bir çalışmağa sevk eden sâikin de esâsen bu olduğunu ifâde ediyor. Hattâ, ona göre, tek tek sûfî teşekkülleri değil, münferit bir şahsiyet gibi gözüken Yunus Emre gibi XIII, ve XIV. yüzyılın tanınmış mutasavvıflarını anlamak için de Kalenderîliği iyi bilmek gerekmektedir; çünkü sanıldığının çok aksine, bu sûfî meşreb, sâdece kitapta ele alınan yüzyıllarda değil, sonraki yüzyıllarda bile Orta Asya’dan Anadolu’ya ve hattâ Rumeli’ne kadar bir bütün olarak halk sûfîliğini derinden etkilemiştir. Yazar, bu noktada “Kalenderîlik” teriminin sınırını çizmekte ve bu terimle ilk önce İran’da Kalenderiyye adıyla ortaya çıkan bir tarîkati değil, Yeseviyye, Haydarîyye, Vefâiyye ve benzeri sûfî teşekkülleri de kucaklayan bir büyük mektebi kasdettiğini belirtmektedir.
Eserin bölümlerine ve mevzu’un ele alınış tarzına geçmeden önce, konunun kaynakları üzerinde bir nebze durmakla fayda vardır. Çünkü, Orta Asya’dan Mısır’a ve Anadolu’dan Balkanlara kadar geniş, bir coğrafyaya yayılmış bulunan ve yüzyılları aşan bir zaman süreci içinde bu coğrafyada dal-budak salan Kalenderîlik gibi bir tasavvufî akımla ilgili bilgi veren târihî kaynakların ekseriyeti Arapça, Farsça ve Türkçe’dir. Bütün bu kaynaklara ulaşmak, mâhiyetlerine muttali olmak ve konuyla alâkalı verileri diğer bilgi yığınları arasından ayıklamak kolay iş olmasa gerektir. Ayrıca, incelenen yüzyıllarda İslâm dünyâsını gezen ve çeşitli dînî ve tasavvufî akımlarla ilgili değerli bilgiler veren Batılı seyyahların veya elçilerin eserlerindeki bilgileri ayıklamak da küçümsenmemesi gereken bir husustur. Türkiye’de Orta-çağ İslâm ve bilhassa Selçuklu târihçiliğinin en zayıf olduğu bir dönemde, söz konusu verileri bu zayıf târihçiliğin ürünlerinden elde etmenin imkânsızlığı da dikkate alındığında, başarılan işin ehemmiyeti bir kat daha artmaktadır. Yazar, aynı zamanda, günümüz Türk târihçiliğinin lâyıkıyla kullanmağa bir türlü muvaffak olamadığı veya ehemmiyetlerini kâfî derecede kavrayamadığı edebî ürünleri de gözden geçirmiş ve Türk Dîvân Edebiyatı’nın zengin verilerini değerlendirmeyi ihmal etmemiştir. Kalenderîler’in baş kısmına konulan “Kısaltmalar Listesi” ile sona eklenen “Bibliyografya”nın şöyle bir gözden geçirilmesi, mühim bir materyal külliyâtının üşenilmeden tedkik edildiğini ortaya koymaktadır. Çoğu araştırmanın ikinci elden kaynaklara bile ulaşmakta zorlandığı günümüzde, aynı yolu tâkip ederek dinden tasavvufa, efsâneden mitolojiye, yazılı edebiyattan sözlü edebiyâta ve menkabelere varıncaya kadar değişik kaynaklardan beslenen Kalenderîlik gibi bir kültür hâdisesini lâyıkı veçhile niceleyebilmek mümkün olmasa gerektir. İşte bu noktada Kalenderîler’in hazırlanışı sırasında kullanılan materyalin ehemmiyeti ortaya çıkıyor. Eserin başında yer alan “Kaynaklar ve Araştırmalar”ın tanıtıldığı kısmın tedkîki de, bu husustaki mesâyiin şümûlünü gösteriyor.
Kalenderîler, “Önsöz”ü müteâkıp, “Kaynaklar ve Araştırmalar”ın tanıtılmasının ardından üç ana bölüme ayrılmıştır. “Sonuç” kısmı oldukça kısa tutulmuştur. Eserin “Bibliyografya”, “Ekler” ve “Genel İndeks”inden sonra eklenen Kalenderîlerle ilgili resimler, harîtalar ve fotoğraflar konunun tamamlayıcı unsurları olarak dikkati çekmektedir. Kalenderîler’in “Giriş” kısmı, şimdiye kadar hiç ele alınmadığı vurgulanan, Kalenderîliğin Osmanlılardan önceki târihî mâcerâsına ayrılmış; doğuşu ve gelişmesi gözden geçirildikten sonra, ana husûsiyetlerini şekillendiren mistik temeller üzerinde durulmuş; ilk Kalenderîler gözden geçirilmiş ve bu arada Kalenderîliğin teşkilâtlandırıcısı olarak görülen Cemâlü’d-dîn-i Sâvî tanıtılarak, Kalenderîlik içindeki yeri ve ona katkısı tedkik edilmiştir. Ayrıca, Cemâlü’d-dîn-i Sâvî’den sonra, Osmanlılara kadarki süreç içerisinde Kalenderîliğin Mısır, Sûriye, Irak, İran, Orta Asya ve Hindistan’da nasıl bir gelişme gösterdiği ana hatlarıyla gözden geçirilmiştir. Çalışmanın Birinci Bölümünün, daha ziyâde Kalenderîliğin Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki târihine tahsis edildiğini görüyoruz: Kalenderîliğin Anadolu’ya girişi, “Abdâlân-ı Rûm” yahut “Rum Abdalları” adıyla da tanınan Kalenderî zümrelerinin Osmanlı fetihlerindeki rolleri ve Beylik sınırları içindeki faaliyetleri incelendikten sonra, XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı topraklarında teşekkül eden Kalenderî zümreleri tanıtılmış; daha sonra bilhassa XVI. yüzyılda Kalenderî zümrelerinin Osmanlı merkezî yönetimi ile ilişkileri, bilâhare karıştıkları halk hareketleri ve anarşik hâdiseler ele alınmıştır, İkinci Bölüm’de, Kalenderîliğin doktrin, erkân, âyin ve ibâdetleri ile teşkilât yapısı incelenmiştir. Üçüncü Bölüm’de ise, Kalenderîliğin diğer tarîkatlere olan etkileri, halk arasındaki tesirleri ve kültür sâhasındaki izleri üzerinde durulmuştur.
Bu umûmî tamumdan sonra, şimdi “Giriş” kısmından başlamak üzere, yazarın konuyu nasıl ele aldığını, mevcut verilerden hareketle hangi netîcelere ulaştığını kısaca gözden geçirebiliriz.
a) Kalenderîlik Nedir? Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Kalenderîlik, esas îtibâriyle tasavvufî bir akım, bir anlayış ve yaşama biçimidir. Bu akımın, anlayışın ve yaşama biçiminin ortaya çıkışına zemin hazırlayan âmilleri, onu besleyen sosyal ve kültürel kaynakları iyi tanımadan, meseleyi sağlıklı bir şekilde ele almak, incelemek ve tutarlı netîcelere ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla, daha işin başında böyle bir ihtiyâcı hisseden Kalenderîler’in yazarı, bu akınım doğuşunu ve gelişmesini kolaylaştıran sosyal ve kültürel (mistik) temeller -yâhut âmiller- üzerinde ısrarla duruyor. İslâm dünyâsında tasavvufun nasıl onaya çıktığı, hangi kaynaklardan beslendiği, tasavvuf ekollerinin ve tarîkatlerin nasıl teşekkül ettiği meselesi üzerinde bugüne kadar pek çok araştırma yapıldığım ve konunun yeterince bilindiğini ifâde eden Ocak, “... İslâm’ın daha ilk yüzyılı içinde belirmeye başlayan siyâsî, sosyo-ekonomik ve kültürel değinmelerin sosyal yapıda hâsıl ettiği karmaşa”nın, bu hususta mühim bîr rol oynadığını belirtiyor (s. 3). Dört Büyük Halîfe döneminin sonlarından başlamak üzere, İslâm dünyâsında sosyal ve içtimaî yapı sarsılmağa başlamış; bunu tâkip eden Emevî Hilâfeti’nin, bilhassa mevâlî denen Arap olmayan Müslümanları farklı ve baskıcı bir muâmeleye tâbi tutması, söz konusu huzursuzluğu arttırmış; Emevî hânedânının yerine geçen Abbasîler de kötü gidişin önünü alamamışlardır. Bütün bu olumsuzlukların, tasavvufun, “mistik bir tepki olarak” ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünen yazar, bu tepkinin ilk önce, huzursuzluklardan çok daha çabuk ve kolay etkilenen “esnaf zümresinin teşkil ettiği orta tabakada” kendisini gösterdiğini vurgulamaktadır. Öte yandan, tasavvuf akımlarıma doğup gelişmesinde eski kültür coğrafyalarının da küçümsenemez tesirleri söz konusudur. Bilhassa Mısır, Hellen, Mezopotamya, İran ve Hind kültür sâhalarının bu konudaki rollerini unutmamak gerekir. Nitekim Ocak bu husûsa işâret ettikten sonra, İslâmiyet’in doğduğu yer olmasına rağmen, böyle köklü bir kültürel geçmişi olmayan Arabistan’da “İslâm kültür ve düşünce tarihini derinden etkileyen hiç bir tasavvuf cereyanının” ortaya çıkmadığını belirtiyor. Yazara göre, bu durum bile tasavvufun, kendilerine karşı farklı bir siyâset uygulayan, kitâbî ve nasçı İslâm anlayışını temsil eden hâkim Arap yöneticilere karşı, İslâm’ı kendilerinin eski kültürleri çerçevesinde anlayan mevâlînin gösterdiği “mistik bir tepki hareketi” olduğunun en reddedilmez delîlidir (s. 4).
Ocak’ın, tasavvufun ortaya çıkışını münhasıran böyle bir “tepki hareketi”ne bağlaması elbette söz konusu değildir. Bu hayat tarzının, İslâm Peygamberi’nin şahsî yaşayışıyla da derinden ilişkisi okluğu bilinmektedir. Bu yüzden tasavvuf, “önceleri koyu bir zühd ve takva anlayışı etrafında” gelişmiş; fakat, İslâm coğrafyasının gitgide genişlemesi ve bir takım siyâsî, sosyal, ekonomik ve kültürel çalkantıların zuhûru, daha önce ortodoks bir karakter taşıyan bu tasavvuf akımı içerisinde “yeni bir muhalefet kanadının oluşmasına” vesîle olmuştur. Nitekim, kendilerinde ilâhî aşkın ve cezbenin gâlip bulunduğu Bâyezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadî ve Hallâc-ı Mansûr gibi nisbeten erken bir dönemin meşhur sûfîleri bile, zühd ve takvâ anlayışını benimseyenler tarafından İslâm dışı sayılmışlardır. Ocak, bu muhâlif akımın önceleri Irak yöresinde başladığını, bilâhare İran ve Mâverâünnehir’e ulaşarak, buradaki muhtelif sûfî zümrelerine sirâyet ettiğini söylemekledir (s. 4). Bu akıma tasavvuf dilinde artık Melâmîlîlik denilecektir, ki Kalenderîliğin vücut bulmasında ve dünyâya bakışında Melâmetîliğin mühim bir yeri vardır.
Kalenderîler’in yazarı, akımın doğup gelişmesinde “Hind ve İran mistisizimi”nin etkisi üzerinde de bilhassa duruyor. İlk Kalenderî şahsiyetlerinin Budist, Zerdüştî ve Maniheist kültür çevrelen ile sıkı bir ilişki içinde bulunduklarını, söz konusu kişilerin giyim-kuşamdan dünyâya bakış tarzlarına kadar bu çevrelerin derinden etkisi altında kaldıklarını, eserde verilen bilgiler açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, Kalenderîlik dışında kalan sûfî çevreleri, gerek giyim-kuşam, gerek ortaklaşa sergiledikleri bâzı husûsiyetler bakımından Kalenderîlerden bâriz bir şekilde ayrılırken (s. 6-11), Kalenderî zümreleri, gerek fizikî bakımdan ve gerekse zihniyet îtibâriyle, İslâm dünyâsının yayıldıkları her köşesinde hemen hemen aynı husûsiyetleri taşırlar.
Biraz önce de işâret olunduğu gibi, Kalenderîliğin düşünce yapısında ve dünyâya bakışında Melâmetîlik mühim bir rol oynamıştır. İşte bu yüzden Ocak, Melâmetîliğe büyük bir ehemmiyet atfetmekle ve daha ilk dönem Kalenderî şahsiyetlerinden başlamak üzere, Kalenderî çevrelerinde güçlü bir melâmet anlayışı bulunduğunu belirtmektedir. Melâmetîlik, “Abbasî İmparatorluğu’ndaki Mevâlî tabakasına mensup esnaf kesiminin mistik hareketidir.” Bu hareket, Sâmânoğulları ile, başta Gazneliler olmak üzere çeşitli Türk zümrelerinin sürekli hâkimiyet mücâdelelerine sahne olan bir bölgede, Mâverâünnehir’de yerleşip kök salmıştır. Bu da tesâdüfî değildir. Zîrâ bu bölge, “eski Hind ve İran kültürünün zengin kalıntıları”na sâhiptir. Bölgedeki büyük şehirler, eskiden beri birer kültür merkezi olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu çevrede yerleşmek için uygun bir zemin bulan Melâmetîlik, kendisine esas olarak “fakr u tecerrüd’ü alan, cemiyeti ve dünyâyı olabildiğince dışlayan bir tasavvuf akımıdır. Aynı anlayışı, Hind ve İran mistik geleneğinde de görmek mümkündür (s. 12). İşte, Kalenderîliğin bu noktada Melâmetîlikle güçlü bir ortak yönü karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, Kalenderîlik de, “Kaba ve kalın hatlarıyla, yaşadığı toplumun nizâmına karşı çıkarak dünyayı kaale almaya değer görmeyen ve bu düşünce tarzını günlük hayat ve davranışlarıyla da açığa vuran” bir tasavvuf akımıdır (s. 5). Böyle bir anlayışla hareket eden Melâmîler, yaptıkları ibâdet dolayısıyla nefislerinin gurûra kapılarak kendilerini Hakk’ın rızâsından uzaklaştırmaması için iyi yönlerini ve ibâdetlerini gizlemeği, halkın kendilerini tahkir edip kınaması ve böylece nefislerini öldürmeği sağlamak düşüncesiyle sâdece kusur ve kabâhatlerini göstermeği doktrinlerinin esâsı ittihaz etmişlerdir. Nitekim ileri gelen Kalenderî veya Melâmetî büyüklerinin, bu düşünceyi sık sık zikrettiklerine dâir örnekler veren Ocak (s. 13-14), insanların iyiliklerim gizleyip kötü yönlerini göstermelerinin, ortaya hakîkî veya sahte Melâmetî tartışmasını çıkardığını ve bunun bizzat yine ileri gelen Kalenderî ve Melâmetî büyüklerince dile getirildiğini belirtir (s. 15).
Ocak, Melâmetîlikle Kalenderîlik arasındaki bu tavır benzerliğini vurguladıktan sonra, Kalenderîliğin, “Melâmetîliğin biraz farklılaşmış biçimi” olduğu netîcesine varır. Ancak, bu noktada mühim bir problem olarak, Kalenderîliği “yüksek bir tasavvufî felsefe ve yaşayış biçimi olarak” yaşayanların yanımla, “kendilerini bu maske altında gizleyerek hiç bir dinî, içtimaî ve ahlâkî nizam ve kaide tanımayan Kalenderî zümreleri de” ortaya çıkmıştır (s. 15). Esâsen, daha sonraki yüzyıllarda Kalenderî zümreleri arasında gerek ehl-i sünnet taraftarlarınca kötü görülen ve gerekse hâkim yönetimlerce tâkibâta uğratılanlar, çoğunlukla işte bu Kalenderîlik “maske”si altında her türlü kötülüğü işlemekten sakınmayanlar olacaktır.
Kalenderîler’in yazarı, Melâmetîlikle Kalenderîlik arasındaki bu tavır benzerliğini dikkat çekici bir şekilde ortaya koyduktan sonra, Kalenderî bir kimlikle karşımıza çıkan ilk büyük şahsiyetler üzerinde durur. Bu dönemde Kalenderîliğin doktrin yapısı henüz tam mânâsıyla belirginleştirilip ortaya konulmuş değildir. Kalenderîliği bir teşkilât yapısına kavuşturan, ona bir tarîkat hüviyeti kazandıran ve onun doktrin esaslarını tesbit eden Cemâlü’d-Dîn-i Sâvî’dir. Bu îtibarla Ocak, Kalenderîliğin târihim ‘C. Sâvî’ye kadar’ ve ‘ondan sonraki dönem’ olmak üzere ikiye ayırır. Gerçi Sâvî’den önce de Kalender veya Kalenderî sıfatını kullanan insanlar görülmüş olmakla birlikte, bu ilk donem Kalenderîlerinin bir hayli dağınık ve birbirleri ile çok fazla irtibatlarının bulunmadığı bir dönemdir. Yazar, bu dönemin meşhur Kalenderî büyükleri olarak bize Ebû Ahmed-i Abdâl-ı Çislî, Baba Tâhir-i Uryân-ı Hemedânî, Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr ve Dervîş-i Âhû-pûş’u tanıtır (s. 19-24). Ocak’ın bu noktada sözü, “müesseseleşmiş” Kalenderîliğin gerçek kurucusu olarak mütâlaa etliği Cemâlü’d-Dîn-i Sâvî’ye getirdiğini görüyoruz. Menkabevî bir hayâtı olan C. Sâvî, muhtelif kaynaklara dayanılarak anlatılıyor. Onun, doktrinden âdâb ve erkâna ve kıyâfete varıncaya kadar Kalenderîliğe kazandırdığı yeni biçim etraflıca ortaya konmuş tur. Bu yeni biçimde de Kalenderîliğin o esas “tavrını”, yâni ‘dünyâya boş vermiş bir anlayışı’ bütün ağırlığı ile koruduğunu ve hattâ deyiş yerinde ise bunun ideolojisinin bir sisteme bağlandığını görüyoruz. Bu doktrinin belirgin husûsiyeti de yine fakr ve tecerrüd olacaktır (s. 25-35).
Bu şekilde yapılanmasını tamamlayan Kalenderîlik, XIII. yüzyıldan îtibâren kendisine kurucu şeyh olarak Cemâlü’d-Dîn-i Sâvî’yi kabûl edip, bütün “âdâb ve erkân”ını ona nisbet ederek Mısır’dan Sûriye’ye, Irak’a ve İran’a varıncaya kadar İslâm dünyâsının çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Ocak, Cemâlü’d-Dîn-i Sâvî’den, sonra Kalenderîliğin Mısır, Suriye, Irak, İran, Orta Asya ve Hindistan’da nasıl bir gelişme kaydettiğini ana hatları ile ele aldıktan sonra, varlıklarını XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu sınırlan içinde de devam ettiren ve birer Kalenderî tarîkatı olan Haydarîlik, Câmîlik ve Nîmetullâhîlik’i ele alır (s. 35-58). Bu üç tarîkat, esas olarak İran coğrafyasında şekillenip buradan İslâm dünyâsının öteki bölgelerine yayılmıştır. Bunlardan Haydarîlik’in Türkler arasında ayrı bir yeri bulunduğu görülmektedir. Çünkü, Ocak’ın, ünlü şâir Ali Şir Nevâyî’ye dayanarak bildirdiği gibi (s. 40-41). Haydarîlik’in kurucusu Şeyh Kutbu’d-Dîn Haydar’ın, bugün bile bütün Türk dünyâsının tanınmış ve etkili bir sûfî sîmâsı olan Ahmed-i Yesevî ile bağlantısı tesbit edilmektedir. Merhum Fuad Köprülü’nün, İlk Mutasavvıflar’ında Nakşbendîlik’le arasında benzerlik kurarak sünnî bir tarîkat olarak tanıtmasına rağmen[6], konuyla ilgili çalışmalarının devâmında bilâhare heterodoks bir tarîkat olarak değerlendirdiği[7] Yesevîlik’ten neş’et eden Haydarîlik’in, bu yapısının tabiî bir netîcesi olarak yüzyıllar sonra Bektaşîliğe iltihâk ederek ortadan kalkması, onun târihî mâcerâsını bilhassa ilgi çekici kılmaktadır.
Gerek birer tarîkat şeklinde karşımıza çıkan muhtelif Kalenderî zümrelerinin ve gerekse bu tarîkatlere mensup olmasalar bile aynı dünyâ göçüşünü paylaşan kişi ve grupların, Hindistan’dan Mısır’a ve Anadolu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafî sâha üzerinde Kalenderî doktrininin bir gereği olarak “sürekli gezmeleri” dolayısıyla, birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisinde oklukları görülmekledir ki, esâsen Ocak’ın da belirttiği üzere, bu ilişki sâyesinde umûmî bir Kalenderî anlayışı, giyim-kuşamı, âdâb ve erkânı oluşmuş bulunmaktadır.
b) Kalenderîliğin Anadolu’ya İntikāli ve İlk Dönemler
Kalenderîler’in yazarı, uzun bir yer ayırdığı (yaklaşık 58 sayfa) bu “Giriş” kısmından sonra, eserinin Birinci Bölüm’ünü, çalışmasının esâsını teşkil eden ‘Kalenderîliğin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mâcerâsına’ tahsis etmiştir. Kalenderîliğin Horasan Melâmetîliği ile ilişkisi dikkate alındığında, gelişip güçlendiği coğrafî mekânın esas olarak bu bölge olduğu ve Osmanlıların hâkimiyetine giren Anadolu’ya sonradan intikal ettiği kolayca anlaşılır. Ocak, bu intikal döneminin XIII. yüzyıl olduğunu ve bu dönemde hemen hepsi Kalenderîlikle bağlantılı bulunan Yeseviyye, Vefâiyye ve bilhassa Haydariyye gibi “gayri sünnî zümreler”in aktif bir taşıyıcılık rolü oynadıklarını belirtiyor (s. 61-62). Bu dönem, aynı zamanda, İslâm dünyâsında bir kasırga gibi esen, Moğol istilâsı dönemidir. İstilâcı güçlerin önünden batıya doğru kaçan Türk zümreleri arasında sünnî olsun, gayr-i sünnî olsun çok mikdarda tasavvuf erbâbının Ön-Asya’ya intikal ettiği iyi bilinmektedir. Anadolu’ya gelen bu ilk Kalenderî gruplarının arasında, “tam anlamıyla ibâha yolunu tutarak toplum ve din kurallarına aldırış etmeyen, hattâ onları alaya alan” insanların sayısının hiç de az olmadığını öğreniyoruz ki, bunların umûmiyetle cemiyetin aşağı tabakalarına mensup oldukları, ciddî mânâda bir eğitim almadıkları ve mevcut îtikadlarının esâsını İslâm’dan önceki âdet, alışkanlık ve inançlarının oluşturduğu anlaşılmakladır. Ocak, bunlar arasında, Kalenderîliği “yüksek bir felsefî düşünce” olarak idrâk eden kişilerin son derece az olduklarını belirtiyor ki, bu durum, söz konusu zümrelerin, “ibâha” yoluna gitgide daha fazla sapmalarına ve “Şems-i Tebrîzî, Evhadü’d-Dîn-i Kirmânî ve Fahrü’d-Dîn-i Irakî gibi, gerçeklen yüksek tasavvufî fikirlere ve engin bir mistik tecrübeye sâhip, ilimden nasibini almış” şahsiyetlerin Kalenderîlik anlayışlarından tamamen uzaklaşmalarına z.emin hazırlanacak (s. 62) ve böylece Anadolu’da ortaya çıkan Kalenderîlik, esasta “popüler” bir mâhiyet arz edecektir.
Buradan hareketle Ocak, Anadolu’daki Kalenderîliği “popüler” ve “yüksek zümre Kalenderîliği” olarak ikiye ayırmak sûretiyle inceliyor. Ekseriyetle “baba” lakabını alan ve daha ziyâde Anadolu’nun şehirli kültürünün ve İslâm’ının etkisinden uzak, göçebe bir hayat yaşayan Türkmen zümreleri arasında ve üzerinde çok daha fazla etkili olan popüler Kalenderîliğe mensup insanların temsil ve telkin ettikleri inanç ve zihniyet dünyâsı, cemiyet içindeki varlığını ve etkilerini günümüze kadar devam ettirmiştir. Mevlânâ ile mâcerâsı iyi bilinen Şems-i Tebrîzî, Evhadü’d-Dîn-i Kirmânî ve Şeyh Fahrü’d-Dîn-i Jrakî gibî “yüksek zümre Kalenderîliği”ni temsil eden mutasavvıflar arasında, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde uzun süre gezip kalmalarına ve bir takım taraftarlar edinmelerine rağmen, kendilerinden sonraki yüzyılları etkileyecek ölçüde bir varlık gösteremedikleri anlaşılmakladır. Binâenaleyh, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş döneminde Anadolu’da diğer zümrelerle birlikle mevcûdiyetlerini Âşık Paşa-zâde’nin haber verdiği[8] Abdâlân-ı Rûm veya Rum Abdalları, Kalenderîliğin işte bu “popüler” cephesine mensuptular (s. 85).
Osmanlı İmparatorluğu’nun küçük bir “beylik” hüviyetiyle târih sahnesine çıktığı dönemde, bir kısım tasavvuf erbâbının, Osmanlı ordusunun bilhassa öncü kuvveti gibi hareket etmek sûretiyle devletin teşekkülünde mühim rol oynadıkları bilinen bir husustur. Bu husus, Ö. Lülfü Barkan tarafından daha I942’de ortaya konmuştu[9]. Söz konusu tasavvuf erbâbının ekseriyetini, Âşık Paşa-zâde’nin sözünü ettiği Abdâlân-ı Rûm’un oluşturduğu, Kalenderîler’de bu dönemin kroniklerinin verdikleri bilgilere dayanılarak etraflıca ortaya konulmakladır (s. 87-93). Bu dönemde, Moğolların tazyîki ile Anadolu Selçuklu devleti parçalanmış ve tavâyif-i mülûk adıyla mâruf bir düzineye varan “beylik” ortaya çıkmış, siyâsî ve sosyal istikrar bozulmuş bulunuyordu. Daha önce Anadolu Selçuklu devletinin sonunu hazırlayan Babaîler Kıyamında aktif rol alan[10] ve esâsen “ser-âzad” yaşamağı doktrinlerinin temel bir rüknü olarak gören Kalenderî zümreleri, böyle bir devirde en verimli ortam olarak, batıya genişlemekle ve dolayısıyla cihâd etmekte olan Osmanlı Beyliği’ni görmüşler, Osmanlı toprağına akmağa ve bu beyliğin yöneticilerine hizmet arzına bağlamışlardı. Nitekim ilk dönem Osmanlı sultanlarının, adı geçen Kalenderî zümreleri yine iyi ilişkiler içinde oldukları; ele geçirilmesinde katkıda bulundukları bâzı toprakların, sultanlar tarafından kendilerine geçimlik olmak üzere bırakıldığı bilinmekledir (s. 89-90). Ocak, bu Kalenderî zümrelerinin (veyâ Rum Abdalları’nın), “bugünkü anladığımız anlamda klâsik Sünnîlikten farklı bir İslâm anlayışına (heterodoks popüler bir İslâm) sâhip oldukları“nı da ifâde etmektedir Nitekim, şer’î kāidelere riâyet konusunda hiç de titiz değillerdi; Kalenderîlerin ileri gelenleri bile içki içmekte bir sakınca görmüyorlardı (s. 90). Esâsen bu riâyetsizlik, kendilerinin yayılmış bulundukları. İslâm dünyâsının hemen her tarafında onların alâmet-i fârikaları olacak, bu yüzden tenkit edilecek ve tâkibâta uğrayacaklardır.
Kalenderî zümrelerinin, ilk dönem Osmanlı sultanları ile iyi ilişkiler kurmalarında, müşterek bir kültürel zemîni paylaşmalarının da payı olsa gerektir. Nitekim, Osmanlı Beyliği henüz aşîret yapısını aşarak bir devlet şekline dönüşmüş değildir. Kendileri de göçebelikten kurtulmamış bulunan Osmanlı yöneticileri ile Kalenderî zümreleri arasında gerek gelenek ve görenek ve gerekse dînî inançlar bakımından uçurumlar söz konusu değildir. Bu sebeple, söz konusu zümrelerle yönetim kademelerini işgal eden şahsiyetler arasında, bir mânâda karşılıklı istifâdeye dayalı bir ilişkiler ağı kurulmuştur. Ancak, bu durum uzun sürmeyecektir. Çünkü, Osmanlı Beyliği hızla gelişip genişlemekte, ‘beylikten devlete ve devletten imparatorluğa’ doğru uzanan bir dönüşüm yaşamaktadır. Bu safhada, başlangıçta Osmanlı Beyliği’nin yöneticileri ile iyi ilişkiler içerisinde olan söz konusu Kalenderî zümreleri veya bir bütün olarak “popüler (ve heterodoks) tasavvuf erbâbı’, gün geçtikçe devre-dışı kalmağa, yerlerini müesseselerini ikmâl etmiş, yönetim tecrübesi bulunan sünnî İslâm mensupları almağa başlayacaktır. Anadolu Selçukluları döneminde de gözlenen böyle bir gelişim çizgisini, devlet kurucularının, devletlerini kuruncaya kadar, şuurlu bir şekilde bu zümreleri kullandıkları ve işleri bitince bir kenâra ittikleri, hattâ zamanla onlara düşman oldukları şeklinde yorumlayıp değerlendirmemek gerekir[11].. Zîrâ, Osmanlı Beyliği devlete dönüşürken, bir devlet olarak müesseseleri de teşekkül etmekte, yönetim işleri karmaşıklaşmakta, kānunlara ihtiyaç duyulmakta-ve sistem olgunlaşmaktadır. Böyle bir safhada göçebe, ekseriyetinin iyi bir tahsîli bile olmayan ve ‘müesseseleşen bir devlete’ yönetim işlerini tanzimde katkısı bulunamayacak olan söz konusu zümrelerin verecekleri fazla bir şey olmayacaktır. Binâenaleyh, bu zümreler tabiî olarak bir kenarda kalacaklardır. Böylece, XV. yüzyıldan îtibâren Osmanlı yönetimi ile Kalenderî zümrelerinin veya bir bütün olarak popüler (heterodoks) tasavvuf erbâbının yavaş yavaş yolları ayrılmağa ve iki taraf arasında zamanla güvensizlik ve yabancılaşma duyguları yayılmağa başlayacaktır. Nitekim, Osmanlı yönetimi ile bu gruplar arasındaki ilişkilere aşağıda da temas olunacaktır.
Kalenderîler’in yazarı, Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde görülen yönetim çevreleri ile Kalenderîler arasındaki ilişkileri gözden geçirdikten sonra, bilhassa XV. yüzyılda yaşamış en önde gelen Kalenderî şahsiyetlerini tanıtmak tadır. Buların en meşhurları Kaygusuz Abdal, Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli) ve Seyyid Rüstem, Sultan Şucâu’d-Dîn (Sultan Varlığı) ve Otman Baba (Hüsam Şah)’dır (s. 93-102). Bu şahsiyetler, Anadolu’nun ve hatta Rumeli’nin muhtelif yörelerinde açmış oldukları tekke ve zâviyelerle Kalenderî gruplarını çevrelerine toplamışlar, ‘öğreti’lerini etrâfa yaymağa çalışmışlardır.
XVI. ve XVII, yüzyıllarda, tıpkı önceki yüzyıllarda ve Anadolu dışında olduğu gibi, Anadolu’da, diğer bir ifâde ile Osmanlı topraklarında da muhtelif isimlerle anılan Kalenderî grupları oluşmuştur. Bunlar farklı isimlerle anılmalarına ve aralarında bir takım küçük farklılıklar görülmesine rağmen, esas olarak, asıl ana bünyenin birer cüz’leridirler. Bu yüzyıllarda Kalenderî zümrelerini belirleyen isimlere, yeni isimlerin ilâve edildiği dikkati çekiyor. Daha önceki dönemlerde görülen Kalenderî, Haydarî ve Cavlakî sıfat ve lakaplarına ilâveten, Abdal (Rum Abdalı), Işık ve Torlak terimleri de kullanılmağa başlanıyor. Bu dönümde Osmanlı topraklarında, bir kısım bu isimleri de kullanmakta olan yedi ana grubun teşekkül ettiği görülmekledir. Ocak, bu grupları tek tek ele alarak, belli başlı husûsiyet ve davranışları ile bize tanıtmakta, birbirleriyle olan münâsebetlerini ortaya koymaktadır. Bunlar, sırası ile, Kalenderler veyâ Kalenderîler, Haydarîler, Rum Abdalları, Câmîler, Torlaklar, Şemsîler, Nîmetullâhîler’dir. Bu gruplardan Rum Abdalları ve Torlaklar, Osmanlı topraklarına münhasır olup, diğerleri öteki İslâm bölgelerinden ve bilhassa İran coğrafyasından Anadolu’ya intikal etmişlerdir. Ancak, bütün bu grupların ortak husûsiyetleri bulunmaktadır: Sürekli gezmekte, dilenmekte, sıra dışı bir kıyâfetle dolaşmayı tercih etmekte; esrar ve içki içmekte, büyük bir kısmı saç, sakal ve bıyıklarım kazıtarak dolaşmakta, falcılık yapmakta; hemen hepsi “şer’î ahkâm”a pek riâyet etmemekte, içlerinde zaman zaman homo-seksüeller görülmekte, kezâ zaman zaman gezdikleri çevrelerde halka zarar vermekten çekinmemektedirler. Bu husûsiyetleri ile gerek halkın ve gerekse yönetim çevrelerinin dikkatlerini ve husumetlerini ezerlerine çekmişler ve sık sık tâkibâta uğramışlardır (s. 103-120).
c) Osmanlı Yönetiminin Kalenderîlere Karşı Tavrı
Ocak, Kalenderîliğin Anadolu’ya intikālini ve bilhassa Osmanlı topraklarında teşekkül eden Kalenderî zümrelerinin muhtelif husûsiyetlerini inceledikten sonra, bunların Osmanlı yönetim kademeleri ile olan ilişkilerini, bu ilişkilerin nasıl adını adım kötüleştiğini ve bunun sebeplerini tedkik ediyor. Kalenderî zümreleri ile Osmanlı yöneticileri arasındaki ilişkiler, başlangıçta oldukça “müsbet” idi. Kalenderî dervişlerinin Osman, Orhan ve Murad Gâzî’ler gibi ilk Osmanlı sultanlarının maiyyetinde fetihlere iştirak ettikleri ve sultanlar tarafından kendilerine oldukça zengin vakıflar bağlandığı bilinmekledir. Bu ilişkiler, “Osmanlı beğleri ile bu şeyhler arasında zımnî bir siyasî akit söz konusu olduğunu gösteriyor.” Diğer bir ifâdeyle, bu ilişkilerden iki taraf da istifâde etmektedir. Ocak’a göre, söz konusu ilişkilerin başlangıçla “müsbet” olması husûsunda, “... henüz kuvvetle yerleşmemiş bir siyâsî otoritenin doğuracağı sakıncaları, bir ölçüde mânevî ve dinî otorite sahibi bulunan bu tür şahsiyetlerden yararlanarak ortadan kaldırmak; aynca da, her zaman için yapıları sebebiyle sosyal bir rahatsızlık unsuru olmaya elverişli bu zümreleri fetihlere yönlendirerek hazır güç olarak kullanmak ve nihayet böylece onları yönetim yanında tutarak kontrol altında bulundurmak gayesini göz önüne almak düşüncesiyle hareket edildiğini hesaba katmak daha doğru gibi görünmektedir.” (s. 121-122). Ancak, ilk dönemlerde bile bu ilişkiler bütünüyle problemsiz değildir. Nitekim, meselâ Orhan Gâzî gibi ilk dönem Osmanlı sultanlarının bile Kalenderî zümrelerini tamâmiyle başıboş bırakmadıkları, onları sık sık teftiş ettirdikleri, “... her hangi bir karışıklık veya Ehl-i Sünnet dışı inanç ve tavırları halk arasında yayma gibi bir durum tesbit olunduğunda derhal beylik arazisinin dışına çıkarıldıkları” görülmektedir. Kalenderîler’in yazarı, Osmanlı devletinin kuruluşu dönemindeki Kalenderî zümreleri -yönetim çevresi ilişkilerini, “... bir yandan bazı imtiyazlarla onları devlet yanında ve yararına kullanmak, bir yandan da mevcut toplum düzenini bozmalarına engel olmak” şeklinde hulâsa ediyor (s. 122).
Bu yaklaşım, Fatih dönemine kadar sürdürülmüştür. Nitekim, İstanbul’un kuşatılması sırasında, diğer tarîkat mensupları gibi Kalenderî zümreleri de ülkenin her yanından gelerek kuşatmaya iştirak etmişlerdir Hattâ fetihten sonra, sultan tarafından Kalenderîler için İstanbul’da bâzı zâviyeler açılmıştır ki, Kalenderhâne olarak bilineni, bunların en meşhûrudur. Fakat, Osmanlı devleti artık “imparatorluk” olma yolundadır; devlet müesseseleri oldukça gelişmiş, yönetim teşkilâtı ve yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkiler ağı karmaşıklaşmış; yukarıda da kısaca temas olunduğu üzere, çoğu doğru dürüst bir tahsil bile görmemiş olan Kalenderî zümrelerinin, gerek yaşantıları ile, gerek doktrin ve dünyâ görüşleriyle, gerekse sosyal yapıları îtibâriyle böyle bir devlet mekanizmasına, deyim yerindeyse, yapabilecekleri hiç bir katkı kalmamıştır. Dolayısıyla bu ilişkiler, müteâkıp yıllarda hızla menfî bir istikâmete yönelecek; “... bilhassa II. Bâyezid ve Kanunî Sultan Süleyman devirlerinde yeni Kalenderî zâviyeleri açmak bir yana, mevcut olanların dahi ya kapatılması veya ıslâhı yoluna gidilecektir.” (s. 123). Kalenderî zümrelerinin uygunsuz hareketlerine göz yumulmayacak, “...tenasüh ve hulul inancını savundukları, ibadet yapmadıkları” yolundaki şikâyetler üzerine mahallî yöneticiler tarafından tâkibâta uğratılacaklardır (s. 124). XVI. yüzyıldan îtibâren ise, Osmanlı merkezî yönetiminin Kalenderîlere karşı tavrını daha fazla sertleştirdiğini görüyoruz. Bu sertleşmede, XVI. yüzyılda Osmanlı-Safevî münâsebetlerinin kötüleşmesinin de büyük tesiri bulunduğu muhakkaktır. Osmanlı merkezî yönetimi ile ilişkileri gitgide bozulan Kalenderî zümrelerinin, bir takım inanç ve doktrin yakınlığının veya müşterekliğinin de etkisiyle, bu yüzyılda Osmanlı topraklarına yöneltilen Safevî propagandasından doğrudan müteessir olmaları ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde bir takım halk hareketlerine ve anarşik hâdiselere katılarak sosyal huzûru bozmaları, söz konusu sertleşmenin mühim âmillerindendir. Bu zümreler, bu gelişmelerin de tesiriyle bundan böyle daha açık bir şekilde “ehl-i bid’at, ehl-i rafz, ehl-i ilhâd, Râfızî” kötüleyici vasıllarla tavsif v tel’in edileceklerdir. Böylece, Osmanlı merkezî yönetimi ile söz konusu zümrelerin yollan bütünüyle ayrılacaktır. Ocak, Kalenderî zümrelerinin Osmanlı topraklarında karıştıkları veya bizzat sebep oldukları hâdiseleri ve bu hâdiseler karşısında Osmanlı yönetiminin takındığı tavrı ana hatlarıyla ortaya koymaktadır (s. 124-137). Yazar, Kalenderî zümrelerinin bilhassa XVI, yüzyılda marjinal bir mistik çevre oluşturmalarını, cemiyete ve merkezi yönetime düşman hâline gelmelerini şöyle izah ediyor:
“... bir defa genelde Kalenderiliğin mistik ve sosyal temelindeki toplumu ve inançlarını dışlama ve onun kurallarına ters bir şekilde yaşama geleneğinin önemli ölçüde bu vakıada rolü olmalıdır. Bunun dışında, bu zümreleri oluşturan dervişlerin geldik leri ve bulundukları sosyal menşe’leri de eklemek gerekir; zira yaklaşık XVI. yüzyıldan îtibâren Anadolu’da Kalenderî zümrelerinde artık gerçek anlamda tasavvuf tefekkürü sona ermiş, zamanla bozulan içtimaî ve iktisadî şartların tesiriyle yozlaşmış, bayağı ve niteliksiz telakki ve düşünceler, kaba ve sefih bir hayat tarzı baş göstermiştir. Suç işlediği için idam edilmekten veya hapse düşmekten korkan suçlular; evini barkını terkedip kaçan delikanlılar; işsiz güçsüz sefihler veya efendilerinin ağır işlerinden, angaryalarından bıkan firarî köleler, hatta eşkıyâ Kalenderîliğe intisap etmek suretiyle bu zümreler arasında tebdil-i kıyafet ederek kendilerine bir sığınak buluyorlardı. Dolayısıyla insan malzemesi bu tür uyumsuz ve problemli, cahil olmaları sebebiyle gerçek tasavvufî düşünce v hayat tarzı ile ilgisi bulunmayan kozmopolit zümrelerden oluşan çoğu Kalenderîler’in anarşik faaliyetlere eğilimli olmaları, fırsatını bulur bulmaz soygunculuk, eşkıyâlık, haydutluk yapmaları tabii hele geliyordu. Onların toplumu dışlayan hareketleri, uyumsuz yaşayışları ve serkeşlikleri dolayısıyla toplum da onları dışlıyor, kaynaklarda görüldüğü üzere, gittikleri yerlerden kovuluyor, hapse atılıyorlardı. Toplumdan gördükleri bu itici tavırla yeniden topluma karşı hale geliyorlardı. Bu durum giderek bir “fasit daire” haline dönüşerek sürüp gidiyordu.”(s. 136-137).
Bütün bu olumsuz gelişmeler netîcesinde, Kalenderî grupları XVII. yüzyılda artık gitgide zayıflamaya başlamışlardır. Ocak, XVII. yüzyıldan sonra Osmanlı kaynaklarında da, Batılı kaynaklarda da Kalenderîlerden söz edilmediğini belirtiyor. Ocak’a göre, “Bunun sebebi, XV. yüzyılda Kalenderîlik içinde iyice belirginleşerek teşekküle başlayan, giderek gelişip yaygınlaşan ve özellikle Osmanlı merkezî yönetiminin desteğini arkasına alarak resmî korumaya da mazhar olan Bektaşîliktir. Bu devirde artık Bektaşîlik, devlet tarafından kovuşturulan öteki bütün Kalenderî zümreleri için emin bir sığınak teşkil etmektedir, “(s. 120).
d) Kalenderîliğin Düşünce Dünyâsı
A. Yaşar Ocak, kitabının ikinci Bölüm’ünü, Kalenderîliğin doktrin, erkân, âyin ve ibâdetleri ile teşkilat yapısına tahsis etmiştir. Ocak’a göre, “Kalenderîliğin doktrin yapısını anlayabilmek” için, onun “esas olarak tepki ve muhalefet ruhuna dayalı bir mistik yapılanma geliştirdiği, bu yapılanmanın, eski Hind-İran mistisizmi ile, bunun İslâmî dönemde tasavvufla sentezinden doğan Melâmetiye akımına dayandığı gerçeğini” gözönünde tutmak lâzımdır. Kalenderîlik, mistik temelini ve sosyal niteliğini, İslâm coğrafyasının muhtelif yerlerinde ve zaman içinde “yeni unsurlarla zenginleştirmiş ve hep muhalif bir çevre olarak” varlığını sürdürmüştür. Bu unsurlar arasında, XIII. yüzyılda Anadolu’da da etkili olan Vahdet-i Vücûd telakkîsinin mühim bir yeri vardır, “Kalenderîlik bu târihten îtibâren bütün inanç ve fikirlerini tam anlamıyla bu telakkinin şemsiyesi altına sokmuştur.” Öte yandan, XV. yüzyılda Anadolu’ya girerek Osmanlı sarayına kadar nüfûz edebilen Hurûfîliği ve bilhassa XV. yüzyılın sonlarında başlayan ve XVI. yüzyılın başlarında hızlanarak devam eden Safevî propagandası ile Anadolu’da etkisini hissettiren On-iki İmam Şiîliği’ni de bu yeni unsurlar arasında görmek gerekir (s. 141). Dolayısıyla, bu yeni unsurları dikkate almadan Kalenderîliğin düşünce dünyâsını tam mânâsıyla ortaya koymak mümkün değildir.
Bu keyfiyetten hareket eden Ocak, Kalenderîliğin “doktrin” yapışını oluşturan unsurları, A) Tasavvufî Unsurlar, B) Hurûfî Tesirler ve C) Şiî Tesirler baslıkları altında üç kısma ayırarak inceliyor (s. 142-61I). Verilen örneklerden, tasavvufî unsurlar arasında, dünyâdan ve dünyânın nimetlerinden el-etek çekme veyâ onu kaale almama mâmâsındaki fakr ve tecerrüdün, Kalenderî doktrininde mühim bir yeri olduğu görülüyor (s. 142-146). Ocak’a göre, bu anlayış, önceleri “iyilik ve faziletleri gizleyip halka yalnızca kötü işleri ve kusurları gösterme eğilimi” şeklinde tezâhür eden, bilâhare tıpkı fakr ve tecerrüd anlayışı gibi “yozlaşmaya yüz” tutan güçlü bir melâmet düşüncesiyle takviye edilmiş (s. 146-147); daha önceleri de tasavvuf çevrelerinde varlığı görülmekle birlikte, XIII. yüzyılda ünlü mutasavvıf Muhyiddîn-i Arabî ile “muhteşem bir metafizik sistem haline gelmiş” olan Vahdet-i Vücûd telakkîsinin muhtelif motifleri ile süslenip zenginleştirilmiştir (s. 147-154). Ocak, Kalenderîliğin zihniyet dünyâsına az da olsa katkıda bulunan Hurûfîliğin Kalenderî çevrelerindeki tezâhürleri üzerinde kısaca durduktan sonra (s. 154-155), aynı çevrelerdeki güçlü Şîî tesirlere dâir biraz daha geniş bilgi aktarmaktadır (s. l55-161). Esâsen Kalenderîliğin bu niteliği, muhtelif Kalenderî zümrelerinin XVII. yüzyıldan îtibâren Alevî ve Bektaşî kisvelerine kolayca bürünmelerine zemin hazırlamış olmalıdır.
Kalenderîler, düşünce dünyâlarını şekillendiren unsurları, diğer bir deyişle “bir takım nazarî inanç, telakki ve prensipleri” sâdece zikretmekle veyâ bunlara inanmakla kalmamışlar, bunu “dış görünüşlerinden davranırlarına, ibâdet ve âyin- lerden, kılık kıyafetlerine varıncaya kadar” üzerlerinde yansıtmağa çalışmışlardır. Yazar, onların hu yönlerini Erkân başlığı altında incelemektedir (s. 161-174). Kılık Kıyafet, Cihar (Câr) Darb, Riyâzet, Seyahat, Tese’’ül (dilenine) veya Cerr, Mücerredlik ve Mahbupperestlik (Cemalperestlik) başlıkları altında verilen bilgiler, Kalenderîlerin düşünce dünyâları ile dış görünüşleri ve yaşayış tarzları arasında belirli bir uyum olduğunu gösteriyor: Onların kılık kıyâfetlerine hiç ehemmiyet vermediklerini, bilâkis pejmürde bir kıyâfetle gezdiklerini, zaman zaman “üryan” sayılabilecek bir kisveye büründük!erini, kıyâfetlerinin eski Türk Şamanlarını andırdığını; saçlarını, sakallarını, bıyıklarını ve kaşlarını kazıttıklarını (cihar darb); fakr ve tecerrüdün tabiî netîcesi olarak en azla yetinmeyi tercih ettiklerini (riyâzat); bir yerde ikāmeti sevmeyerek büyük gruplar hâlinde sürekli gezdiklerini (seyahat); dilenmeyi bir doktrin esâsı olarak gördüklerini (tese’’ül veya cerr); ekseriyetle bekâr bir hayâtı tercih ettiklerini (mücerredlik); kaba bir Vahdet-i Vücûd anlayışının aşırı ve gayr-i ahlâkî netîcelere kadar götüren bir tezâhürü olarak, genç ve güzel erkeklere karşı büyük bir ilgi duyduklarını (mahbûb-perestlik-cemâl-perestlik) öğreniyoruz ki, Ocak, bütün bu hususlara dâir zengin ve renkli örnekler sunmaktadır.
Bu âyin, ibâdet ve yaşayış tarzına dâir verilen bilgiler, Kalenderîlerin, merkezî yönetimlerce niçin zaman zaman “ehl-i bid’at” olarak görülüp tâkibâta uğratıldıklarını bir ölçüde ortaya koymaktadır. Bir ibâdet unsuru, bir cezbe sâiki olarak yaygın bir şekilde afyon ve esrar kullanmaları ve bu hâlde davul ve dümbelek eşliğinde çılgınca “semâ ve raks” etmeleri, şer’î kāidelere karşı oldukça lâkayd davranmaları, kendilerinin cemiyet tarafından hor görülmelerine ve resmî makamlara şikâyet edilmelerine yol açmış olmalıdır. Nitekim, Ocak, Kalenderîlerden söz eden târihî kaynakların ekseriyetinin, onlar hakkında hiç de müsbet bilgiler ihtivâ etmediklerini gösteren bir hayli mâlumat aktarmaktadır. Aşağıda kısaca temas olunacağı gibi, Kalenderîler’in üçüncü bölümünde de, halkın bu zümre hakkındaki düşünceleri, tepkileri ve tavırları ile ilgili aydınlatıcı bilgiler bulunmaktadır (s. 215-220).
Kalenderîler’in yazarı, ibâdet ve âyinlerin icrâ mahalli olarak, Kalenderî zâviye ve tekkeleri hakkında da bir hayli bilgi vermektedir (s. 184-197). Ancak, bu tekke ve zâviyeler arasında Hacı Bektaş-ı Velî ve Seyyid Gâzî zâviyeleri tartışmasız bir önceliğe sâhiptiler. Bununla birlikte, Osmanlılar döneminde gerek Anadolu’da ve gerekse Balkanlarda önceleri Kalenderî zâviye ve tekkeleri iken, bilâhare Bektaşî mekânları hâline gelen çok sayıda tekke ve zâviye bulunduğunu da öğreniyoruz.
e) Kalenderîliğin Diğer Tarîkatler, Halk ve Kültürü Üzerindeki Etkileri
Kalenderîler’in Üçüncü Bölümü, Kalenderîliğin diğer tarîkatlerle ilişkisine, halk ve halk kültürü üzerindeki tesirlerine tahsis edilmiştir. Ocak, Kalenderîlik gibi “... syncrétique bir doktrin yapısına sâhip olan bir sosyal mistik akımın, yayıldığı yerlerdeki başka mistik teşekkülleri etkilememesi şaşırtıcı olurdu.” dedikten sonra, Kalenderîliğin, Hz. Ali’yi ilâhlaştıracak kadar müfrit bir karakter arz eden Ehl-i Haklar ve Hâksârîlik; sünnî eğilimli Mevlevîlik ve Halvetîlik ile Kalenderliğin birer kolu olarak ortaya çıkan Vefâîlik, Haydarîlik ve bilâhare bir çok Kalenderî zümresini de şemsiyesi altına toplayacak olan Bektaşîlik gibi tarîkatlerle ilişkilerini ve bunlar üzerindeki tesirlerini inceliyor (s. 201-215). Ocak’a göre, Kalenderîlikle Bektaşîliğin ilişkisi, XIII. yüzyıla, yânı Babaî hareketine kadar geri gitmektedir. Bu îtibarla, söz konusu harekete katılanları “ilk Bektaşîler” olarak görmek mümkündür. Nitekim, Babaî hareketinin hazırlayıcısı ve propagandacısı durumundaki kimseler, Kalenderîlerin, daha doğrusu Kalenderi-meşreb Vefâî ve Haydarîlerin devâmı idiler. Esâsen, Baba İlyâs’ın halîfesi olan Hacı Bektaş da bir Kalenderî-Haydarî dervişiydi. Elde ettiği târihî verileri etraflıca değerlendiren Kalenderîler’in yazarı, Bektaşîliğin doğuşu ile ilgili olarak, bugüne kadar bilinenlerden farklı bir netîceye varmakta ve yeni bir tez ileri sürmektedir. Ona göre, “Bektaşîlik aslında Kalenderîlik’ten çok geniş ölçüde etkilenmiş bir tarîkat değil, fakat Hacı Bektaş kültünün bir takım sebeplerle hâkimiyet kazanması sonucu Kalenderîliğin içinden doğmuş bir koldur. Bir başka deyimle Bektaşîlik, kendi başına teşekkül etmiş bir tarîkat değil, Kalenderîliğin içinden çıkıp giderek gelişmek suretliyle onu da kendi içinde eritip ortadan kaldırmış bir koldur.” (s. 210). Tabiî ki, bu safhada, yukarıda da kısaca işâret olunduğu gibi, Bektaşîliğin, Osmanlı devletinin himâyesini arkasına almış olmasının oynadığı mühim rolü unutmamak gerekir. Bir bütün olarak bakıldığında, Kalenderîler’in Üçüncü Bölüm’ünde verilen bilgiler arasında hakîkaten ilgi çekici pasajlar bulunmakta ve Kalenderîliğin diğer tasavvuf çevrelerine nasıl ve ne yolla nüfûz ettiği anahatlarıyla, fakat açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Kalenderîlerin halkla olan ilişkilerine de temas eden Ocak, “... ortaya çıktıkları târihlerden îtibâren, gerek hayat tarzları, gerek kılık kıyafetleri, gerekse inançları, dinî kurallara ve ahlâk ilkelerine, kısaca toplum nizamına karşı tavırları itibariyle İslâm dünyasının hemen her tarafında çoğu zaman tepki görmüşler, pek az tasvip olunmuşlardır.” demektedir. Târihî kaynaklardan aktarılan misâller de bu hükmü doğrular niteliktedir. Nitekim, gerek ulemâ ve gerekse halkın Kalenderîlere bakış tarzlarım ortaya koyan veriler, bu durumu açıkça göstermektedir (s. 215-223). Bununla birlikte, Kalenderîliğin ve Kalenderîlerin, bir taraftan cezbe yönü güçlü tefekkür motifleriyle ve diğer taraftan hayat tarzları ve felsefeleriyle hem folklor ve hem de edebiyatımızın ve mûsikîmizin üzerinde silinmez izleri olduğu görülüyor. Pek çok atasözü ve deyimimizin onlarla yakından ilgisi bulunmakta ve bilhassa edebiyatımızın büyük bir kısmını oluşturan şiirimiz, onların düğünce ve dünyâ görüşlerinin derin izlerim taşımakladır. Kalenderîler’in yazarının bu hususta verdiği bilgiler, bugünkü kültürel birikimimizin arka-plânını anlamak açısından hakîkaten canlı ve çarpıcı verilerdir. Bu bakımdan, okuyucunun Kalenderîler’i dikkatli bir göz ve sağlam bir muhâkeme ile okuması, kültürel ve târihî ufku için faydalı olacak ve Osmanlı sosyal yapısının hiç olmazsa bir kesimini tanımasına imkân sağlayacaktır.
________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türkiye Günlüğü, sayı 35 (Temmuz-Ağustos 1995), s. 116-128
[1] Bu yaklaşımların umûmî bir değerlendirmesi için bkz. A. Yaşar Ocak, “Bir XIII. Yüzyıl Mutasavvıfı ve Sûfîsi Olarak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, 4. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler) [12-13 Aralık Konya], ayrı basım; kezâ aynı yazar, “Türkiye’de Yunus Emre Araştırmaları Üzerine Genel Bir Değerlendirme ve Yunus Emre Problemi”, Türk Yurdu, 42 (Şubat 1990), s. 8-11 [4 Aralık 1990’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce düzenlenen Türk Vakıf Medeniyeti Çerçevesinde Yunus Emre Semineri’ne sunulan tebliğ]. Ocak’ın, Türkiye’de 1990’larda bir furya hâlinde yayımlanan Alevîlik ve Bektaşîlik ile ilgili aynı türden yaklaşımları sergileyen yayınları değerlendiren bir başka yazısı, kültürel meselelerimizin farklı bakış açılarının ideolojik zâviyelerinden nasıl bir tablo içinde karşımıza çıkarıldığını ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. Bkz. “Alevîlik ve Bektaşîlik Hakkındaki Son Yayınlar Üzerine (1990) Genel Bir Bakış ve Bazı Gerçekler”, Tarih ve Toplum, 16/91 (Temmuz 1991), s. 20-25; 16/92 (Ağustos 1991), 51-56.
[2] M. Öz, “Kalenderîlik’ten Bektaşîliğe”, Polemik, 4 (Ağustos-Eylül 1992), s. 12-14.
[3] Nathalie Clayer, Osmanlı Araştırmaları (The Journal Of Ottoman Studies), XII (1994).
[4] Ocak, “... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî”, s. 139.
[5] Ocak, Kalenderîler , Önsöz, s. IX.
[6] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. baskı, Ankara 1976, s, 115-116.
[7] Köprülü, “Ahmed Yesevî”, İA/I (I978), s. 212: aynı yazar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, Ankara 1972. s. 166-157.
[8] Âşık Paşa-zâde, Âşık Paşa-zâde Târihi, neşr. Âlî Beğ, İstanbul 1332, s. 205.
[9] Bu konuda Ö. Lütfi Barkan’ın şu makālesi bilhassa zikre değer: “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, II (1942). s. 279-304.
[10] Babaîler konusu, yine Ocak tararından hazırlanan bir çalışmada etraflıca ortaya konmuştur. Bkz. Babaîler İsyanı, İstanbul 1980; bu eserin aslını oluşturan Fransızca metin için bkz. La Révolte de Baba Resul ou la Formation de l’Hétérodoxie Musulmane en Anatolie au XIIIe Siécle, Ankara 1989.
[11] Nejat Birdoğan, göçebe Türkmen zümreleri ile Anadolu Selçuklu yönelimi arasında görülen böyle bir oluşumu, Konya yönetiminin ‘kimlik kaybı’, ’kendini inkârı’ ve ‘Acemleşmesi’ olarak yorumlamakladır (bkz. Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik, İstanbul 1990. s. 34-36, 58 vs.).