Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-13                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE’NİN KALEMİNDEN XVI. YÜZYILIN “İLİM” VE “ÂLİM” ANLAYIŞI*

GİRİŞ

Osmanlı devletinin resmî ilim ve eğitim müesseselerinin temelini oluşturan medreselerin nasıl bir ilmî, fikrî, zihnî, târihî ve kültürel arka-plânın vârisleri olarak faaliyet gösterdikleri ve bu faaliyetlerin netîcesinde ortaya nasıl bir tablonun çıktığı meselesini daha sağlam bir zeminde tartışıp değerlendirebilmek için, bizzat bu zihniyetin temsilcileri olan insanların konuyla ilgili düşüncelerini öğrenmeği, atılması elzem en başta gelen adımlardan birisi olarak görüyoruz. Başlı başına bir sistemi ve bir zihniyet dünyâsını bütün yönleriyle ortaya koymak, muhakkak ki, kolay bir iş değildir. Bu sebeple biz, böyle bir meselenin halledilebilmesi için, öncelikle, söz konusu sistemin ve zihniyet dünyâsının tek tek parçalarını gün ışığına çıkarmanın ve ardından bu parçalardan hareketle bütünü tanıyıp tanımlamanın, diğer bir deyişle, terkîbî değerlendirmelere gidebilmek için, evvel-emirde o terkîbi teşkil edecek parçaları temin etmenin gerekliliğini düşünüyoruz. Bilhassa, zihniyet dünyâsı gibi kısa bir zaman diliminin ürünü olmayan ve muhtelif kaynaklardan beslenmek sûretiyle uzun süreler içerisinde yavaş yavaş teşekkül eden bir vâkı’anın, belirli bir zaman diliminin tanımlama ve temsil kābiliyeti sınırlı ürünlerine dayanılarak tahlîli, bizi her an yanlış veya eksik değerlendir-melere götürebilir. İşte böyle bir düşüncenin ürünü olan ve bir seri çalışmanın parçası olarak kaleme alınan bu yazı[1], XVI. yüzyılın ünlü âlimlerinden Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmü’d-din’in ilim ve âlim anlayışına tahsis edildi.

Bir medeniyetin kültür hâfızasında şekillenen ilim ve âlim anlayışının ehemmiyeti nedir? Bu anlayış, o medeniyet ve o kültür içerisinde, bilhassa dünyâya bakış nokta-i nazarından nasıl bir rol oynamaktadır? İşte meselenin esâsı budur ve bu sorulara aranıp bulunacak mânâlı cevaplar, meselenin lâyıkıyla kavranılmasını da sağlayacaktır.

Bu çerçevede daha önce hazırlanan bir çalışmamızda,[2] meselenin mâhiyetini ortaya koyabilmek için şöyle demiştik:

Osmanlı medreseleri ile ilgili olarak ele alınması gereken en mühim meselelerden birisi, kanaatimizce, bu müessese-lerde çalışan insanlarla, ulemâ ile, bu insanların üzerinde çalıştıkları konular, başka bir ifâde ile ilim dallarıdır. Konuyu şu şekilde ifâde ve formüle etmek de mümkündür: Osmanlı eğitim ve kültür sistemi içerisinde âlim denince akla nasıl bir insan gelmekte; kezâ ilim denince ne anlaşılmaktadır? Eldeki verilerden hareketle bir Osmanlı âlimi tipolojisi oluşturmak mümkün müdür? Veya, bize intikal eden kaynaklardan elde edilen mâlumattan yola çıkarak, nev’i şahsına münhasır bir Osmanlı ilmî zihniyeti tesbit etmek kābil midir?

Şu soruların da bu husûsun gerçekten aydınlatılmasında büyük bir ehemmiyeti vardır: Osmanlı âlimi, dünyâya nasıl bakmakta, hâdiseleri nasıl değerlendirmekte, hangi prensip-lerle hareket etmektedir? Onun zihniyet dünyâsını besleyen, şekillendiren, yönlendiren ve çalışmalarını mânâlı kılan ilkeler veya hareketlerini kendisine göre ayarladığı mehenkler nelerdir? Bir ilim dalını öğrenmeğe, üzerinde çalışmağa ve diğer insanlara öğretmeğe değer bulurken, hangi kıstaslara göre davranmakta; neleri ölçü olarak almaktadır? Bütün bu konularda, sınırları içerisinde yaşadığı ülkenin şartları ne ölçüde etkili olmaktadır?

Aynı sorular, bu çalışma için de geçerlidir. Ancak, burada öncelikle başka bir soru üzerinde daha durmak gerekmektedir: Büyük bir medeniyetin (İslâm medeniyetinin) muayyen bir cüz’ünü oluşturan Osmanlı kültür hayâtında, veya daha şümûllü bir ifâde ile, Osmanlı medeniyetinde nev’i şahsına münhasır bir ilim anlayışını hangi kriterlerden hareketle araştıracağız? Diğer bir deyişle, nev’i şahsına münhasır bir ilim anlayışının mevcûdiyetini belirleyen kıstaslarımız neler olabilir, neler olmalıdır?

Bâzı araştırmalar, bir medeniyetin diğer medeniyetlerden farklı bir hüviyete sâhip olup olmadığını anlamak için, onun kendisine has nitelikleri bulunması gerektiğini ve bu niteliklerin başında ise, nev’i şahsına münhasır bir ilim modelinin ve mantığının kurulmuş olmasını öngörmektedir. Böyle bir modelin varlığını kabûl edebilmek için ise, o medeniyetin, kendisini diğer medeniyetlerden ayıran ve tanımlayan bir ben-idrâkinin oluşup oluşmadığına; bilgi boyutunu şekillendiren farklı bir ilmî önderlik prototipinin bulunup bulunmadığına ve tevârüs edilen bilgi birikiminin yeniden değerlendirilip husûsî bir sistemleştirme faaliyetinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği-ne bakılmaktadır[3].

Umûmî olarak İslâm medeniyetinin burada belirtilen vasıfları taşıdığı yaygın kabûl görmüş bir vâkıadır[4]. Peki Osmanlı ilim âleminin, kendisinden önce teşekkül eden bu ilmî zihniyete, ilim geleneğine ve ilmî birikime katkısı ne olmuştur? Veya, aynı zihniyetin, geleneğin ve birikimin kabûl edilip sürdürülme-sinde ne ölçüde başarılı olunmuştur?

Bu soruların cevaplarını sağlıklı bir şekilde verebilmemiz için, henüz yeterli sayıda çalışmanın yapıldığı söylenemez. İşte, bizim -bu çalışmada olduğu gibi- öncelikle münferit örnekleri değerlendirip ortaya koyma gayretimiz, bu husustaki diğer çalışmalara eklenecek nâçizâne bir katkı olarak görülmelidir.

Bu yazıda ilim ve âlim anlayışı ile ilgili düşünceleri tahlil edilecek olan Taşköprülü-zâde kimdir? Bu soru, onun konuyla ilgili düşüncelerini ne ölçüde dikkate almak gerektiği ile de yakından ilgilidir. Bu çerçevede, şu şekilde başka bir soru daha sormak mümkündür: Taşköprülü-zâde’nin ilim ve âlim anlayışı ile ilgili düşünceleri niçin ehemmiyetlidir? Veya, Taşköprülü-zâde’nin ilim ve âlim konularındaki düşünceleri, XVI. yüzyıl Osmanlı ilmiye câmi’asını ne ölçüde temsil eder?

Öncelikle, kısaca da olsa onun hayat hikâyesini gözden geçirmek, küçük yaştan îtibâren nasıl bir eğitim mekanizmasına tâbi’ olarak yetiştiğini ve bu mekanizma içerisinde nasıl bir meslek hayâtı geçirdiğini görmek, diğer bir deyişle, kendisinin ilmiye tarîki içerisindeki yerini tesbit etmek, kısmen de olsa bu soruların cevaplarını bulmamıza yardımcı olacaktır.

I. TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE KİMDİR?

Kendisiyle ilgili bilgileri yine kendisinin vermesi bakımından, Taşköprülü-zâde’nin diğer Osmanlı ulemâsı arasında imtiyazlı bir yeri vardır. O, bizzat kaleme almış olduğu ve Osmanlı ulemâsının hayat hikâyelerine tahsis ettiği eş-Şakā’ıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâ’id-Devleti’l-Osmâniyye adlı eserinin sonunda[5], çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemine âit bilgileri birinci ağızdan verir: Taşköprülü-zâde, 14 Rebî’ü’l-evvel 901 (2 Aralık 1495)’de Bursa’da dünyâya geldi. Dedesi Hayrü’d-dîn Halîl Efendi (ö. 879/1474)[6], Taşköprü’de Muzafferiyye medresesinde müderrislik etmiş; babası Muslihü’d-dîn Mustafa (ö. 935/1528)[7] ise, bir süre Yavuz Sultan Selîm’in hocalığında ve Sahn-ı Semân müderrisliğinde bulunmuştu. Bu bakımdan, ulemâ âilesine mensup bir kişi olarak, Taşköprülü-zâde’nin uygun bir eğitim-öğretim ortamında yetiştiği söylenebilir. Kendisi, ismi ile ilgili olarak, “... benüm dünyâya geldiğümden bir ay mukaddem babam hazretleri mahmiyye-i Burûsa’dan Engüri’ye intikāl itmek istediği günün gicesinde vâkı’asında bir hûb-sûret pîr ana ‘senün bir oğlun zuhûr itse gerekdür; anun adını Ahmed koyasın’ diyü vasiyyet eyledi. Bu sebebden bana Ahmed ismiyle tesmiye eyledi.” der. Verdiği bilgilere göre, babası Muslihü’d-dîn Mustafa, kendisine İsâmü’d-dîn, iki yaş büyüğü olan Mehmed adlı kardeşine ise Nizâmü’d-dîn lakabını; kezâ Ahmed’e Ebü’l-hayr, Mehmed’e ise Ebû Sa’îd künyesini vermişti.

Ankara’da bülûğ çağına gelince ilk tahsîline başlayan Taşköprülü-zâde, kardeşiyle birlikte evvelâ “Kur’ân-ı azîmi hatm etti. Bu sıradaki hocası, babasıdır; bilâhare âile Bursa’ya göçecek ve genç Ahmed, burada babasından Arapça öğrenmeğe başlayacak, Bursa’da babasından ve amcası Kıvâmü’d-din Kāsım’dan[8] -kendi ifâdesiyle- “çok şey istifâde” eyleyecektir. Daha sonra âilesiyle birlikte İstanbul’a gelen Ahmed, burada tahsîlini devam ettirmek üzere babası tarafından kardeşiyle berâber Mevlânâ Yetîm adlı “bir fâzıl”a teslim edilmiş, iki kardeş bu şahıstan fenn-i sarfdan Maksûd[9] ve İzzî[10] ve Merâh[11] nâm muhtasarâtı ve ilm-i nahvden avâmil[12] ve Misbâh’ı[13] ve Kâfiye’yi[14] bi’t-tamâm” okumuşlardır. Kâfiye’nin şerhlerinden Vâfiye’nin[15] merfû’ât kısmına geldiklerinde, amcasının Bursa Molla Hüsrev medresesine tâyin edilmesi üzerine, onunla birlikte Bursa’ya gitmişler ve kendisinden aynı kitâbın mecrûrâta kadar olan kısmını tahsil etmişlerdir.

Bu sırada kardeşi Mehmed’in hastalandığını ve bir süre sonra öldüğünü (914/1508) görüyoruz. Kardeşinin hastalığı sırasında boş durmayan Ahmed, amcasından “fenn-i sarfdan Hârûniyye’yi[16] ve ilm-i nahvden Elfiyyetü ibn Mâlik”i[17] okuyup hızf edecektir. Bilâhare, amcasından Dav’-ı Mısbâh’ı[18] okumuş ve aynı eseri başından sonuna kadar yazıp tashih etmiş; ardından metn-i İsagociyi[19], onun şerhi olan Hüsâm Kātî’yi[20] ve bir mikdâr Şerh-i Şemsiyye’yi[21] okumuştur.

Taşköprülü-zâde’yi bundan sonra, Amasya Hüseyniyye medresesinde, babasının yayında görüyoruz; burada babasından “Şerh-i Şemsiyye’yi Küçük Hâşiye ile ikisini evvelinden âhirine değin ve Şerh-i akā’id’i Hayâlî’siyile ve Mollâ-zâde’yi Hâce-zâde’siyile ve Mes’ûd nâm kitâbı ve Şerh-i İsfahânî’yi[22] Seyyid’in hâşiyesiyile ve Hâşiye-i Şerh-i Metâli’ün[23] ba’zî mebâhisini kırâ’at” edecektir. Taşköprülü-zâde’nin ifâdesine göre, bu kitapların tamamlanmasından sonra babası kendisine, “zimmet-i himmetüme lâzım olan hakk-ı übüvveti ben tamâm eyledüm, şimden sonra tekmîl-i zât ve tahsîl-i kemâlât eylemek senün elündedür.” diyerek artık kendisinin öğretebileceği bir şey kalmadığını söyler.

Bundan sonra dayısından, vücûb ve imkân bahislerine kadar “Hâşiye-i Tecrîd[24]; Fenârî Muhyi’d-dîn Çelebi (ö. 954/1547)’den[25] müsned bahsinin sonuna kadar Şerh-i Miftâh’ı[26]; Kocalı Seydî Muhyi’d-dîn Efendi (ö. 931/1524-25)’den[27] ilâhiyât bahsinin başından nübüvvet bahsine kadar Şerh-i Mevâkıf’ı[28]; Tefsîr-i Keşşâf’tan[29] Sûre-i Nebe’i; Mîrim Çelebi (ö. 931/1524-25)’den[30] Ali Kuşçu’nun hey’etle ilgili Fethiyye’sini[31] okuyan Taşköprülü-zâde, Mevlânâ Şeyh Mehmed-i Magûşî’den[32] “Sahîh-i Buhârî’nün bir mikdârını ve Kādî İyâz’un Şifâ’sınun[33] bir mikdârını ve ilm-i hılâf ve ilm-i cedeli kırâ’at eyledi. Ve ulûm-ı akliyye ve ulûm-ı Arabiyyede anunıla mübâhesât-ı kesîre eyledi.” Magûşî -kendisi Şeyh Şihâbü’d-din Ahmed-i Mağribî’den, o ise Mevlânâ Hâfızu’l-Maşrıkîn İbn Hacer’den icâzet almıştı-, okuttuğu ilimlerle ilgili olarak Taşköprülü-zâde’ye icâzet verdi.

Aynı zamanda kendi babası da “ilm-i tefsîr ü hadîs”ten îcâzet vermiştir. Babasının icâzeti, Mevlânâ Yegan, Mevlânâ Fenârî ve Mevlânâ Cemâlü’d-dîn-i Aksarâyî aracılığıyla Şeyh Ekmel’e; ayrıca Mevlânâ Hâce-zâde ve Mevlânâ Fahrü’d-dîn-i Acemî kanalıyla Mevlânâ Sa’dü’d-dîn-i Taftazânî’ye; kezâ Mevlânâ Kocevî Seyyidî Mehmed ve Hasan Çelebi vâsıtasıyla İbn Hacer’in talebelerine ulaşmakta idi; dolayısıyla Şakā’ık müellifi de bunlardan icâzetli ve aynı ilmî geleneğin tâkipçisi sayılmaktadır.

Aktif tahsil hayâtını bu şekilde tamamlayan Taşköprülü-zâde, bundan sonra ilmiye tarîki içerisinde öğretici sıfatıyla yer alacaktır. İlk vazife yeri, yevmî 20 akçeli medreselerden Dimetoka medresesidir (931/1524-25). Bu medresede iki eğitim yılı kalan genç müderris, belâgatla ilgili olarak Mutavvel’i[34] (kısm-ı beyân evvelinden isti’âreye değin), kelâmdan Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeye değin) ve fıkıhla ilgili olarak ise Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Ferâ’iz Şerhini okutmuştur.

933-936 (1526/27 - 1530) yılları arasında yevmî 30 akçeli medreselerinden Hacı Hasan medresesinde vazîfe alan Taşköprülü-zâde, bu zaman zarfında fıkıhla ilgili olarak Sadru’ş-Şerî’a’yı[35] (evvelinden kitâb-ı bey’a değin), belâgatla ilgili Şerh-i Miftâh’ı (evvelinden mebâhis-i îcâz u ıtnâba değin), kelâmla ilgili Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeden vücûb u imkâna değin) ve hadisle ilgili olarak ise Mesâbîh’i[36] (evvelinden âhirine değin) ders olarak okutmuştur.

Taşköprülü-zâde, 936 ilâ 942 (1530-1536) yılları arasında Kırklı medreselerden Üsküb’de bulunan İshak Paşa medresesinde bulundu. Burada okuttuğu dersler (kitaplar) ise şunlar: Hadisten Mesâbih ve Meşârık[37] (bütünüyle), ilm-i usûl (usûl-i fıkh)dan Tavzîh (bütünüyle), fıkıhtan Sadru’ş-Şerî’a (kitâb-ı bey’dan âhirine değin) ve Seyyid Şerîf’in Ferâ’iz Şerhi ve belâgattan ise Miftâh (fenn-i beyândan âhirine değin).

942 (1536) yılında yine kırklı bir medreseye, İstanbul Kalender-hâne medresesine nakledilen Ahmed Efendi, burada 944 (1537)’e kadar hadis (Mesâbîh’in başından kitâb-ı büyû’a kadar), kelâm (Şerh-i Mevâkıf’ın vücûb ve imkân bahsinden a’râz bahsine kadar), fıkıh (Sadru’ş-Şerî’a’dan bir mikdâr) ve belâgat (Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri) dersleri vermiştir.

Medreseleri alttan üste doğru basamak basamak geçerek yükselmeğe devam eden Taşköprülü-zâde’nin, 944 (1537)’de hâriç ellili bir medrese olan Koca Mustafa Paşa medresesine getirildiği görülüyor. Burada da aynı nitelikli dersleri (kitapları) okutacaktır: Hâdisten Mesâbih (kitâb-ı büyû’dan sonuna kadar), fıkıhtan Hidâye[38] (başından kitâb-ı zekâta kadar) ve kelâmdan Şerh-i Mevâkıf (ilâhiyât kısmı).

Taşköprülü-zâde, 945 (1539)’te, Edirne’de bulunan dâhil medreselerinden Üç Şerefeli medrese tâyin edilmiştir. Burada bir eğitim yılı boyunca okuttuğu dersler ise şunlardır: Hadisten Sahîh-i Buhârî’nin birinci cildi, fıkıhtan Hidâye (kitâb-ı zekât kısmından kitâb-ı hâcca kadar), usûl-i fıkıhtan ise Telvîh[39] (başından taksîm-i evvele kadar).

Artık yolun sonuna doğru yaklaşmakta olan Taşköprülü-zâde’yi 946 (1539)’da Sahn medreselerinde görüyoruz. Bu, kendisinin ilk Sahn müderrisliğidir ve 951 (1544)’e kadar sürecektir. Ülkenin ve başkentin en önde gelen medreselerinden olan Sahn’da, hadis (Sahîh-i Buhârîyi iki kez), tefsir (Tefsir-i Kādî[40], Bakara sûresini), fıkıh (Hidâye, kitâb-ı nikâhtan büyû’a kadar) ve usûl-i fıkıh (Telvîh, taksîm-i evvelden ahkâm bahsine kadar) dersleri okutan müderris, bilâhare Edirne’deki altmışlı Sultan Bâyezid medresesine nakledilmiş ve burada bir yıl süreyle ders vermiştir. Burada okuttuğu dersler de aynı niteliktedir: Hadis (Sahîh-i Buhârî’nin üçte biri), fıkıh (Hidâye, büyû’dan şüf’aya kadar; Şerh-i Ferâ’iz, tashîh bahsine kadar), usûl-i fıkıh (Telvîh, ahkâm bahsinden sonuna kadar) ve kelâm (Şerh-i Mevâkıf).

Artık sıra kadılığa gelmiştir... Taşköprülü-zâde, 26 Ramazan 952 (3 Ekim 1545)’te Bursa kadılığına tâyin edilir. Ancak, burada iki yıl kaldıktan sonra azl olunur; fakat ortada bırakılmaz ve yeniden Sahn müderrisliğine getirilir (954/1547). Onun ikinci Sahn müderrisliği de oldukça uzundur. 958 (1551) yılına kadar süren bu dönemde verdiği dersler ise şunlardır: Hadis (Sahîh-i Buhârî’nin tamâmı), fıkıh (Hidâye, şüf’a bahsinden sonuna kadar), usûl-i fıkıh (Telvîh, başından taksîm-i râbi’a kadar) ve tefsir (Seyyid Şerîf’in Keşşâf’a yazmış olduğu hâşiye).

958 (1551)’de İstanbul kadılığına tâyin edilen ve 961 (1554)’e kadar bu vazifede kalan müderris, bu sırada gözlerinin görmemeğe başlaması üzerine kadılıktan çekilir. Yedi sene a’mâ olarak yaşayan Taşköprülü-zâde, 30 Receb 968 (16 Nisan 1561)’de vefât etmiş ve Âşık Paşa mahallesindeki Seyyid Velâyet Türbesi civârında defn olunmuştur[41].

 Kendisinin ’ulûm-ı âliyeye dâir otuzdan ziyâde risâle yazdığı bildirilmekte ise de, bunların ekseriyetini tebyîze fırsat bulamadığı için, çalışmalar günümüze kadar gelememiştir. Ancak, ona asıl şöhretini kazandıran eserleri Miftâhu’s-Sa’âde ve Mısbâhu’s-Siyâde[42] ile ulemânın hâl tercümesine tahsis edilmiş bulunan Şakāyık’tır[43].

Taşköprülü-zâde’nin yukarıda kısaca hulâsa olunan hâl tercümesi gözden geçirildiğinde, onun klâsik Osmanlı eğitim sisteminin bir ürünü olarak tahsil gördüğü ve yine aynı sisteme uygun bir şekilde medreselerde hocalık ettiği dikkati çeker. Bu bakımdan, onun verdiği bilgiler, aynı zamanda bize klâsik Osmanlı eğitim sisteminin niteliği ile ilgili ipuçları da sunmaktadır.

Kendisinin bu yazıda tahlil edilecek olan ilimle ilgili düşüncelerini, birbirleriyle ilişkileri nokta-i nazarından, bizâtihî ilim (ve ilimler), bu ilimle uğraşan kimseler (âlim veya âlimler) ve henüz ilim öğrenmek mevkiinde bulunan talebe olmak üzere üç ana başlık altında ele almak mümkündür: Bu üç noktanın ayrı ayrı ele alınması, öyle sanıyoruz ki şu soruların cevaplarını ortaya koyacaktır: Geniş çerçevede ilim nedir, âlim kimdir? Dar çerçevede, ideal ilim veya ilimler nelerdir; ideal âlim nasıl olmalıdır? İlmi tahsil edecek olanlarda (talebe) ne gibi vasıflar bulunmalıdır? Âlim ile talebe, diğer bir deyişle, ilim öğretenle ilim öğrenen arasındaki ideal ilişkiler nasıl olmalıdır?

II. TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE VE “İLİM” [44]

XIV. yüzyıl yazarlarından Şeyhoğlu Sadru’d-din Mustafa’nın bir eserinden hareketle yazarın, dolayısıyla çağının ilim ve âlim anlayışının tedkik edildiği ve daha önce tarafımızdan kaleme alınmış bulunan başka bir çalışmada da[45] dikkatimizi çektiği üzere, Taşköprülü-zâde de, tıpkı Şeyhoğlu gibi, ilimle ilgili teorik meseleler, târif ve tavsifler üzerinde fazla durmamakta, doğrudan ilmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletlerini (fezâ’il-i ilm ve ta’lîm ü ta’allüm) anlatmakta, bilâhare ilim adamlarının nasıl olmaları, nelere dikkat etmeleri gerektiğini (âdâb-ı müderrisân ve kādıyân ve vezâ’if-i meşâyih-i izâm) ele almaktadır. Ancak, konuyu daha teferruatlı olarak ele almadan önce, burada bir husûsun altının çizilmesinde fayda vardır: Aşağıda bâriz bir şekilde görüleceği üzere, Taşköprülü-zâde’nin fezâ’il-i ilm ve ta’lîm ü ta’allüm çerçevesinde ileri sürdürdüğü, açıkladığı düşünceler çoğu zaman subjektif niteliklidir; bu görüşler olanı değil, olması arzûlananı biraz da îmânî bir çerçevede ifâde ederler. Dolayısıyla, bu düşüncelerin, Osmanlı cemiyetinin ‘gerçek’ ilim ve âlim anlayışını ne ölçüde temsil edeceği meselesi, ciddî bir soru olarak her zaman ortadadır. Bununla birlikte, bu düşüncelerin bütünüyle âfâkî olduğunu ileri sürmek ve bunları değerlendirmeğe değer bulmamak, haksızlık olur. En azından, insanların bu konuda zihin yormaları ve kendilerine göre ideali bulmağa çalışmaları bile başlı başına bir şeydir. Öte yandan, ilim ve âlim konusunda yazıp çizen başka insanların ileri sürdükleri düşüncelerin, bütünüyle hakîkatleri yansıttıkları da, pek tabiî olarak, ileri sürülemez. Şu hâlde, gerek Miftâhu’s-Sa’âde (Mevzû’âtü’l-Ulûm)’nin kaleme alınış sebebinin zikredildiği kısımda (s. 21-27) ve gerekse üzerinde çalışılan konunun teferruatlı bir şekilde ele alındığı müteâkıp yerlerde verilen bilgilerden hareketle, kendisinin ilimden ne anladığını ortaya çıkarmak mümkündür. Meseleye bu açıdan baktığımızda, Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışında da, yine tıpkı yukarıda adı geçen Şeyhoğlu gibi, dînin ve dînî ilimlerin merkez teşkil ettiğini görüyoruz. Ancak, Şeyhoğlu’ndan farklı olarak, Taşköprü-zâde’nin konuya daha geniş bir çerçeveden baktığı, yukarıda kısaca gözden geçirilen hayat hikâyesinin gösterdiği üzere, kendisinin -deyim yerinde ise- kalbur-üstü bir Osmanlı âlimi olması hasebiyle, bir takım ilimleri ve ilim konularını peşin bir hükümle mahkûm etmeğe kalkışmadığı dikkati çekiyor. Onun bu yaklaşımını, şu satırları gâyet açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

... ey tâlib-i fazl u kemâl, eğer ihtâr ... idersen ki ulûm u fünûn kesîr ve anun cümlesini belki ekserîsini tahsîl gayr-i yesîr ve zamân-ı ‘ömr dahi kasîr ve âlât-ı tahsîli dahi tahsîl asîrdür, pes bu muzîkdan halâsa tarîk nedür? İmdi sana zikr ideceğüm ulûmda te’emmül ü tefekkür kıl her birinün ism ü resmi ve mevzû’ u nef’i cihetinden, ve sana tarîk-i tahsîlde ihtirâ itdiğüm tafsîlde tedebbür kıl ve beyân itdiğüm âdâb-ı erbâb-ı elbâbda tezekkür kıl ... İmdi eğer ol ulûmun cümlesini tekmîl ve anunla sa’âdet-i dâreyni tahsîl itmeği Rabb-i Celîl sana tebşîr ü teshîl iderse habbezâ, zehî sa’âdet-i cân-fezâ. Hemân ol ni’mete hamd idüp el-hamdü li’llâh ... diyesin. Zîrâ içinden ba’zî gayr-i nâfi’ ise yine zulmet-i cehli râfi’ oldığı cihetden makbûl ü memdûh idüği mübeyyen ü meşrûhdur. Nitekim Felâtun-ı İlâhî dimişdür ki: “Bir ilm-i müstakbah yokdur, illâ cehl andan kubhdur.[46]

Taşköprülü-zâde’nin, ilimler ve fenler çoktur; dolayısıyla bunların hepsini veya çoğunu tahsil etmek zordur; öte yandan ömür kısa, tahsil âletlerini elde etmek de kolay değildir; öyleyse bu sıkıcı durumdan kurtulmanın yolu nedir, sorusuna verdiği cevap, bizi seçmeci davranmağa yöneltmektedir. Mâdem ki bütün ilimleri öğrenebilmemiz -en azından maddeten- mümkün değildir; o hâlde, bunların içlerinden bir kısmını seçmek ve onları öğrenmek durumundayız. Bütün ilimler konuları ve faydaları cihetinden (mevzû’ u nef’i cihetinden) gözden geçirilmeli, üzerlerinde düşünülmeli, bunların içerisinden hangileri daha faydalı ise öncelikle onlar tahsil olunmalıdır. Eğer Allâh, sayılan bütün ilimleri öğrenmeyi ve bununla her iki dünyânın saadetini (sa’âdet-i dâreyni) kazanmayı bize nasip etmişse, ne âlâ, ne güzel; böyle bir durumda Allâh’a hamd etmek gerekir. Gerçi öğrenilen ilimler arasında faydasız (gayr-i nâfi) olanlar da bulunabilir; ama olsun, zîrâ, faydasız ilimlerin bile mutlakā bir faydasız vardır, cehâletin karanlığını ortadan kaldırdıkları için bunlar da makbûldür. Nitekim Eflâtun, 'kötü olan hiç bir ilim yoktur; kötü olan cehâlettir' demiştir.

Esâsen ilimlerin ne kadar çok olduğunu, insanın ne kadar çok şeyi öğrenmesi gerektiğini Hz. Muhammed şu hadîsinde ifâde etmektedir: “İlmimin artmadığı bir günü Allâh bana mübârek etmesin”; aynı şekilde, “İki günü biribirine müsâvî olan ziyândadır. Allâh, Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamberine “‘Rabbim ilmimi artır’ de[47] buyurmuştur. Kezâ, “Her ilim sâhibinin üstünde bir bilen bulunur.[48]“ buyurulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bunların dışında ilme ve onun arttırılmasına işâret eden pek çok âyet vardır. Bu bakımdan, “derecât-ı ilm gayr-i mütenâhiye olup ulûma tâlib olanlara farz u vâcibdür ki, her an izdiyâdına râgıb ... olalar.[49].

Peki, bütün ilimleri öğrenmemiz mümkün olmazsa, o zaman hangi kriterlere göre hareket ederek öğrenmek istediğimiz ilimleri seçeceğiz? Hepimiz neyin iyi, neyin kötü olduğunu işin başlangıcında anlayabilecek durumda olmayabiliriz; üstelik görüyoruz ki, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı kişiden kişiye değişmektedir; dolayısıyla, bu konuda bir bilene danışmak da her zaman tatmin edici olmayabilir. Öyleyse, “biz nice bilirüz ki kangı ilm efdal ale’l-ıtlâkdur?

Böyle bir durumda en güvenilir yol, hangi ilimlerin insanı ebedî saadete götüreceğini kestirmektir. Bunlar neler olabilir? Taşköprülü-zâde’nin cevâbı şudur:

“Ve bi’l-cümle şol ulûm ki, anunla sa’âdet-i ebediyyeye tevessül ve dâru’s-selâmda inde’l-meliki’l-’allâm civâr-ı kudse nüzûle tavassul olunur. Hazret-i Cibrîl Cenâb-ı Nebiyy-i Celîl’den su’âl itdüği ulûmdur ki, îmândan su’âl ile usûl-i dîne işâret eyledi ki Kelâm ile müsemmâdur. Şol şartile ki bâhis olan mütâba’at-ı ehvâ vü evhâm itmeyüp belki kavâ’id-i akā’id-i İslâm üzre bast-ı kelâm eyleye. Ve İslâm’dan su’âl ile ilm-i fıkha işâret eyledi ki harâm u helâl olan ef’âl u a’mâl..dan bâhisdür. Ve ihsândan su’âl ile ilm-i tasavvufa işâret eyledi ki semere-i îmân ve netîce-i İslâm’dur. Ammâ, tefsîr ü hadîs zikr olunan ulûmda dâhillerdür[50].

Hazret-i Muhammed ile Cebrâil arasında sorulu-cevaplı cereyan eden bir görüşmeden çıkarılan bu netîceye göre, insanı ebedî saadete ulaştıracak olan ilimler şunlardır: Hevâ ve vehimlere tâbi olmayan, diğer bir deyişle spekülatif ve demagojik tartışmalarla iştigal etmeyen, İslâm dîninin inançla ilgili kāidelerini ortaya koyan bir kelâm ilmi (usûl-i dîn); haram ve helâl olanı, yapılması ve yapılmaması gereken fiilleri ve amelleri anlatan fıkıh ilmi ve nihâyet îmanın semeresi ve İslâm’ın netîcesi durumundaki bir tasavvuf ilmi. Tabiî ki tefsir ve hadis ilmi de burada zikrolunan ilimlerin içerisinde mündemiçtir. Aslında burada bir ilim tasnîfi ile karşı karşıya bulunuyoruz isek de, aşağıda da görüleceği gibi, Taşköprülü-zâde tarafından zaman zaman yapılan bu tür tasnifler, kabaca tasniflerdir. Binâenaleyh, kendisinin ilimlerle ilgili teferruâta müteallik tasnîfini yazımızın son kısmında etrâflıca göreceğiz.

Burada zikrolunan ilimler, aslında bize yine Taşköprülü-zâde tarafından başka bir vesîleyle aktarılan bir ilim tasnîfini hatırlatmaktadır: O, Şakā’ık’ında,[51] kendi ifâdesiyle “takrîri ve tahrîri mümkin olan; takrîre hâ’iz olup tahrîr-i câ’iz olmayan ve “takrîr ve tahrîre mecâl olmayup tahrîr ü tasvîre imkân olmayan” olmak üzere üç grup ilimden söz eder. Birinci grubu oluşturan ilimler, “cemâhir-i meşâhîr-i musannifînün musannefât u mü’ellefâtunda mektûb olup kilk-i tahkîk ile sebt ü imlâ olunmuşdur”; diğer bir deyişle, bu ilimler bizden önceki meşhur yazarların eserlerinde kayıtlı bulunan ilimlerdir. İkinci grupta yer alan ilimler ise, “meselâ esnâ’-i mübâhasede hasmeynün mîzâb-ı lisân-ı ratbu’l-beyânında cârî olan mukaddemât-ı ilmiyye-i âbdârdur. Egerçi lisân-ı serî’ü’l-cereyân ile takrîr olunur, fe-emmâ mahzâ müşâcere vü münâza’a ve muhâsama vü mu’âraza içün olmağın hâme-i peygâm-âverile tahrîr ü tastîr olunmaz: Zîrâ bu makûle kîl u kāl mücerred nizâ’ u cidâl içün sevk olunup cümle-i mukaddemâtı vehmiyyât ile mahlûl ve mugâlatât ile” mâluldür. Bu sebebden mücerred ilzâm-ı hasmdan gayri nesne ifâde eylemez”; yâni kısaca hulâsa edecek olursak, bu kategoride mütalaa olunan ilimler, tartışmalar esnâsında tarafların birbirlerine gâlip gelmeleri için kullanılırlar; dolayısıyla ekseriyetle vehimlerden ve mugâlatalardan ibârettirler; bu sebeple hasmı ilzâmın dışında bir işe yaramazlar. Üçüncü grupta yer alan ilimler ise, “dekā’ık rumûz-ı ledünniyyedür”; diğer bir deyişle, bu kategoride yer alan ilimler hiç bir kitapta kayıtlı değildir; dolayısıyla gerçek mânâda yazılıp çizilmeleri mümkün değildir; bir takım remiz ve işâretlerle varlıkları anlaşılır; ancak irfan, zevk ve vicdan sâhibi kimseler tarafından bilinir, duyulur, hissedilir.

Bu tasnifte ikinci kategoriyi oluşturan ilimler faydasız, dolayısıyla gereksizdirler; hasmı susturmanın, ona gâlip gelebilmenin ötesinde hiç bir faydaları yoktur. Binâenaleyh, sâdece cedelde işe yarayan bu ilimleri öğrenmek için zaman harcamak hiç de mânâlı değildir. Taşköprülü-zâde’nin, yukarıda kelâm ilminin çerçevesini çizerken kullandığı kelimeler, bu bakımdan dikkat çekicidir: Kelâm, insanı ebedî saadete ulaştıracak ilimlerdendir. Şol şartile ki bâhis olan mütâba’at-ı ehvâ vü evhâm itmeyüp belki kavâ’id-i akā’id-i İslâm üzre bast-ı kelâm eyleye.” Burada üzerinde durulan, tavsiye olunan kelâmın Mu’tezilî değil, Eş’ârî kelâmı olduğu, bu kelâmın zaman içerisinde isbât-ı tevhîd ile sınırlı hâle geldiği[52] hatırlanırsa, kolayca anlaşılabilir.

Aynı tasnifte birinci grupta yer alan, yâni, takrîri ve tahrîri mümkin olan ilimler ise, geniş çerçevede yukarıda zikrolunan ilm-i fıkh ve onun ayrılmaz parçaları durumundaki tefsir ve hadis ilimleri olmalıdır. Esâsen bu ilimler kitaplarda yazılı bulundukları, bu bakımdan öğrenilmeleri daha kolay ve mümkün olduğu için, öncelikli olarak tahsîli gereken ilim dallarıdır. Üçüncü grubu oluşturan ledünnî ilimlerin ilm-i tasavvuftan başka bir şey olmadığını îzâha ise hâcet yoktur[53].

Taşköprülü-zâde’nin, ilimleri başka bir şekilde daha tasnif ettiğini görüyoruz. Ancak, hemen belirtmeliyiz ki, bu son tasnîfi de, esas îtibâriyle, yukarıda gözden geçirilen tasniflerden tamâmiyle farklı görmek mümkün değildir. Bu tasnifte de yine insana fayda veya zarar esas alınmıştır. Bu bakımdan ilimler ya mahmûd (övgüye değer, dolayısıyla faydalı) veya mezmûm (kötü, dolayısıyla zararlı)durlar. Böyle bir tasnîfe zemin hazırlanırken, öncelikle ilim sayılan bilgilerin kaynakları esas alınmıştır. Binâenaleyh, Taşköprülü-zâde’ye göre, ilimler ya şer’îdir veya gayr-i şer’îdir. Bu iki ibâreyi, ilimler ya naklîdir veya aklîdir şeklinde anlamak durumundayız. Nitekim, şer’î ilimler “ancak enbiyâdan istinbât olunur”; diğer bir deyişle, naklen tevârüs edilirler; şer’î olmayan ilimler ise, öncekilerden farklıdırlar; onların idrâkinde esas iş akla düşmektedir. Böyle bir tasnif, Taşköprülü-zâde’yi, bekleneceği şekilde, şer’î ilimleri faydalı (mahmûd) ve gayr-i şer’î ilimleri ise zararlı (mezmûm) şeklinde bir netîceye götürmez. Burada esas olan, bir ilmin insana faydalı olup olmadığıdır. Meselâ, “bekā’-i ebdân”, yâni bedenlerin bekāsı, vücûdun sağlığı ile ilgili olan tıbb veya “kısmet-i vesâyâ ve mu’âmelât”, yâni mîrâsın taksîmi ve insanlar arasında cereyan eden bir takım muâmelelerde kullanılan hesâb, gayr-i şer’î olmalarına rağmen faydalı (mahmûd)dırlar. Tıpkı tıbb ve hesâb gibi çiftçilik (felâhat), kan alma (hacâmet) ve siyâset de faydalı ilimlerdendir. Ancak, bu tür ilimler “fürûz-ı kifâye kabîlinden”dir; diğer bir deyişle, bunları bütün insanların öğrenmeleri gerekmez; içlerinden bir kısmının öğrenmesi ve ihtiyaç hâsıl olduğunda, bu ilimleri öğrenenlerin devreye girmeleri yeterlidir. Bunlar umûr-ı dünyâ ile ilgilidirler; dolayısıyla dünyevîdirler. Binâenaleyh, dünyevî bir ilme îtibar edip etmemede ölçü, bir taraftan o ilmin insana faydalı olup olmadığı iken, diğer taraftan ise dîn karşısındaki durumudur: Eğer tıbb, hesâb ve benzeri ilimler gibi, insana bir faydası dokunuyorsa, o ilmi öğrenmek fazîlettir; fakat sihir, tılsım, gözbağcılık (şa’beze) ve benzeri bilgi veya beceriler, insana hiç bir faydası olmayan, bilakis kötülüğe veya insanların kandırılmasına yol açan şeyler oldukları için kötü (mezmûm)dürler. Her iki durumda da olmayanlar, meselâ “eş’âr ve tevârîh ve anlarun mecrâsına cârî olanlar” ise mübâh ilimlerdir; din bakımından öğrenilip öğrenilmemelerinde beis yoktur. Fakat, dînî (şer’î) ilimlerin durumu farklıdır. Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle, “ammâ ulûm-ı şer’iyye, anun cümlesi mahmûdedür.[54]

Taşköprülü-zâde, mahmûd olan ilimleri de çeşitli gruplara ayırır: Bunlar ya kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâs gibi usûl (metodoloji) ile ilgilidirler veya fürû’a dâirdirler. Fürû’a dâhil olanlar ise, fıkhî meselelerin ekserîsinde olduğu gibi ya dünyevîdirler veya bâzı fıkhî meseleler gibi, iyi ve kötü huyları (ahlâk-ı mahmûde ve mezmûme) ayırt etmeğe yarayan “ma’rifet-i ahvâl-i kalb gibi uhrevîdirler. Kezâ lügat, nahv, ma’ânî, hatt gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesinde faydası dokunan âlet hükmündeki ilimler de fürû’a dâhildirler ve bunlara mukaddemât denir; Kur’ân’ın okunması ile ilgili kırâ’at, harflerin çıkış yerlerini öğreten mehâric, mânâ îtibâriyle tefsir, Kur’ân’ın nâsıh ve mensûhunu bilme gibi hususlar da yine fürû içerisinde mütâlaa olunurlar ki, bunlara da mütemmimât (tamamlayıcı hükmünde ilimler) denilir. Aynı şey, hadis ve benzeri ilimler için de söz konusudur[55].

Bu noktada karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır: İlim niçin ve nasıl mahmûd veya mezmûm olur?

Taşköprülü’nün bu soruya verdiği cevap, kendi ilim mantığı çerçevesinde son derece basit ve anlaşılırdır: Hiç bir ilim bizâtihî mezmûm değildir. Onu, mezmûm veya mahmûd kılan bir takım durumlar söz konusudur. Fakat, hemen belirtmekte fayda vardır ki, burada da esas endîşe, fayda ve zararla ilgilidir. Meselâ, bir kişi bir ilmi öğrenmeğe kalkışır, fakat onu “idrâke kādir” olamaz ise, böyle bir durumda bu ilim o insan için zararlı (mezmûm) olur. Taşköprülü-zâde’ye göre, ulûm-ı felsefe” ile uğraşanların ekserîsi böyledir. Zîrâ, bunların çoğu “hakkı hilâfından temyîze kādir” olamazlar; ve yâhut, o ilmin iyi yönü var iken, kötü tarafını kullanmağa kalkışırlar, ilm-i nücûm gibi. Hâlbuki, bu ilim güneşin ve ayın nasıl hareket ettiğini hesaplamağa yaraması cihetinden, mezmûmluk bir tarafa, bilâkis mûteberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dir.[56] ve “Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik.[57]“ buyurulmuştur; bunlar ise, ancak bu konuda bilgi sâhibi olmakla bilinebilir. Fakat, ilm-i nücûmu, bu ve yolculukta yol, denizde ise rota tâyîni gibi çeşitli işler için kullanmak gerekirken, ondan geleceğe yönelik bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmak, doğru değildir ve böyle bir hareket o ilmi mezmûm hâle getirmektedir. Zîrâ, Peygamberimiz, “kazâ ve kader ü nücûm ile beyân-ı hayr u şerr ve ashâb-ı kirâm beyninde beyân-ı rütbe ve kaderde sükût ile emreylemişdür. Keza, Hz. Ömer ise “ilm-i nücûmdan ancak bahr ü berrde seferde ta’yîn-i râh içün lâzım ve mu’teber olan mikdârı ta’allüm idüp andan sonra imsâk idün.” buyurmuştur. Aynı şekilde, sihir ve tılsım da mezmûmdur. “Zîrâ bu ikisi ızrâr-ı halka vesîledür.” Esâsen, bu tür faydasız ilimleri öğrenmeğe çalışmakla ömür geçirmek tazyî’-i ‘ömr”dür[58].

Burada üzerinde durulan durum sâdece şer’î olmayan ilimler için geçerli değildir. Aynı şey, yâni bir bilginin mahmûd veya mezmûm olması, bâzı şer’î ilimler için de söz konusudur. Bu nasıl olur? Taşköprülü-zâde, biraz önce belirtildiği üzere, bütün şer’î ilimleri mahmûd gördüğü hâlde, bir ilmin mahmûd veya mezmûm olmasının sebeplerini tartışırken, niçin bir takım şer’î ilimlerin mezmûm olabileceğini ileri sürmektedir? Yazar, bu husûsu açıklarken fıkhtan hareketle şöyle der: “İmdi ma’lûm ola ki ba’zı ulûm-ı şer’iyye vardur ki savten mahmûd ve ma’nî (mânen) mezmûmdur; cümleden biri fıkhdur ki mukaddemâ tarîk-i âhiret ilmine ‘ıtlâk olunurdu ve dahi âfât-ı nüfûs ve mefâsid-i a’mâli ma’rifet ve hakāret-i dünyâyı ve şeref-i na’îm-i ukbâyı ihâta ve kalbe istîlâ-yı havfa ıtlâk olunurdu; şimdi tahsîs olunmuşdur ma’rifet-i fürû’-ı garîbe ve fetâvâ-yı acîbeye ve her birinün ileline ıttılâ’ ve anlara müte’allıka olan makālâtı tetebbu’ ve mesâ’il-i fer’iyyeyi istiksâr hattâ tefrî’ât-ı talâk ve le’ân ve selem ve icâre ve bunlarun dahi gerek umûr-ı uhreviyye içün mütecerrid olsun gerek olmasun, ammâ asr-ı evvelde asıl maksad ma’rifet-i umûr-ı âhiret olup umûr-ı dünyâ ana tab’iyyet ile idi, şimdi ise hâl mün’akis olup bu cihetden ilm-i fıkha zemm tedâhul eylemişdür, eğerçi asılda mahmûd ise dahi.[59]

Bu değerlendirmede dikkatimizi çeken husus, Taşköprülü-zâde’nin fıkıh teriminin İslâm’ın ilk dönemlerindeki mânâsının, daha sonraki dönemlerde değişmiş olduğunu ileri sürmesidir. Ona göre, bu terimin şümûlüne ilk dönemlerde uhrevî meseleler girerdi; oysa, zaman içerisinde bu şümûl nisbeten değişti ve fıkh denince dünyevî meseleleri ele alan bir ilim dalı anlaşılmağa başladı. Başlangıçta aslolan, “tarîk-ı âhiret ilmi” idi; nefislerin âfetlerini ve amellerin ifsâd edici yönlerini bilmek, dünyâya değer vermemekti; fıkıh, âhiret nîmetlerinin şerefi, kalbin Allâh korkusu ile dolması gibi konulara tahsis edilmişti. Bilâhare bu durum değişti; âhiret düşüncesi zayıflamağa ve bunun yerini dünyevî meseleler almağa başladı; dolayısıyla fıkhın inceleme sâhasına giren konular, insanlar arasında cereyan eden meselelerle ilgilenir oldu. Binâenaleyh bu gelişme, başlangıçta mahmûd olan bir ilmi, neredeyse mezmûm hâle getirmiştir.

Taşköprülü-zâde’ye göre, aynı şey ilim için de geçerlidir. Onun ifâdesiyle, ilim kelimesi, “mukaddemâ Hakk Te’âlâ’yı ilm (bilme) ve ibâd u halkında olan âyât u ef’âlini ilme (bilmeye) ıtlâk olunurdu.” Oysa, zaman içerisinde bu durum da değişmiş ve kelime “mesâ’il-i fıkhiyye ve gayrinde münâzaraya iştigâle tahsîs” olunmuş; bu hususta mâhir olanlara ise gerçek âlim gözüyle bakılmağa başlanmıştır. Binâenaleyh, asıl gâyeden uzaklaşıldığı için, böyle bir ilim anlayışı da mezmûmlaş-mıştır[60]. Taşköprülü-zâde’nin bu değerlendirmesi, onun hakîkî mânâda ilim kelimesinden ne anladığını veya insanların bu kelimeden ne anlamaları lâzım geldiğine dâir düşüncesini özlü bir şekilde ortaya koymaktadır. Böyle bir anlayışın yazarın düşünce dünyâsındaki meşrûiyetinin -bu yazı içerisinde yeri geldikçe vurgulandığı üzere-, dünyâda insanın asıl gâyesinin saâdet-i ebediyyeyi tahsîl olduğu kabûlünden beslendiğini ileri sürmemek için bizce hiç bir sebep yoktur. Bu da, bu dünyâ ile âhiret arasında sürekli bir köprü kurmayı gerektirir; dolayısıyla dünyâda öğrenilen her bilginin, işlenen her amelin uhrevî netîcesinin de düşünülmesi kaçınılmaz olur.

Taşköprülü-zâde için tevhîd ilminin dahi mezmûmlaşması söz konusudur. Nasıl? Ona göre, tevhîd kelimesi veya ilmi, ilk dönemlerde “cemî’-i umûrun zuhûrunu Hakk Te’âlâ’dan rü’yete ıtlâk olunurdu”; görünüşteki sebepler hakîkî sebep sayılmazdı; “hayrı ve şerri ancak Cenâb-ı Hakk’dan” bilmek esas düşünce idi. Ne yazık ki, zaman içerisinde bu düşünce de değişmiş ve tevhîd ilmi “sınâ’at-i kelâmdan ve ma’rifet-i tarîk-ı mücâdele ve münâkazâtı ihâta ve bunlarda ve teksîr-i esvele ve enâre-i şübühât ve te’lîf-i ilzâmâtda teşeddukdan ibâret olmuşdur.” Dolayısıyla, bu hususta bilgi sâhibi olanlar, kendilerini “ehl-i adl ü tevhîd” olarak adlandırmağa başlamışlar; hattâ kelâmcılar ulemâ-yı tevhîd” diye anılır olmuşlardır. Oysa, cedelle meşgul olmak, sırf bir takım polemiklerle rakîbi ilzâmı mârifet saymak, “asr-ı evvelde” şiddetle tenkit edilirdi[61]. Taşköprülü-zâde’nin tevhîd veya kelâm ile ilgili bu değerlendirmesi, onun kelâm (dolayısıyla tevhîd) etrâfında şekillenen ve yoğun spekülatif tartışmalara yol açan akımları ve bilhassa IX. asrın başlarında hayli revaçta bulunan Mûtezilî kelâmını bir sapma olarak gördüğünü düşündürmektedir. Dolayısıyla, kendisinin böyle bir kelâmı ve böyle bir tevhîd ilmini mezmûm sayması anlaşılır bir husustur.

Taşköprülü-zâde, şer’î nitelikli bir ilmin mezmûm sayılmasına örnek olarak iki konu üzerinde daha durmaktadır. Bunlar, kendi ifâdesiyle “zikr ü tezkîr” ve “hikmet” anlayışıdır. Ona göre, zikir ve tezkîrden “asr-ı evvelde ilm-i âhiret” husûsunda konuşma anlaşılırdı; bu vesîle ile ölüm, nefsin âfetleri ve ayıpları, şeytânın insanları hangi yollarla iğfal ettiği ve bunlardan kaçınmanın yolları, Allâh’ın nîmetlerine nasıl şükretmek gerektiği, dünyânın geçiciliği, ona değer vermenin kötülüğü ve âhiret ahvâli düşünülür, anlatılır, insanlar bu şekilde harekete teşvîk edilirdi. Dolayısıyla, böyle bir zikir ve tezkir güzel, övülmeğe değer (mahmûd) idi. Ne var ki, zaman içerisinde bu da değişmiş, zikir ve tezkirden “kısas u eş’âr” ve “şath u tâmât u güftâr” anlaşılır olmuştur. Oysa, kısas bid’attir; kıssa anlatıcıların meclisinde oturmak selef tarafından nehyedilmiştir. “Zîrâ anlar eğer Kur’ân’da olan kısas u ahbâr üzre iktisâr iderlerse isâbet iderler, lâkin niçesini tebdîl ve tağyîr ve ziyâde ve noksân ve taklîl ü teksîr vâki’ olmuşdur. Hattâ ba’zınun nefsi semâhat ve tâ’âte tergîb içün kendüden vaz’-ı hikâyâta cür’et etmişdür. Ve zu’mı budur ki bundan maksûdı halkı Hakk’a da’vet ola, lâkin bu vaz’ u şân nez’ât-ı şeytândandur, ... ammâ eş’âr, anı dahi va’zda iktisâr mezmûmdur, zîrâ müstemi’ her işitdüğini kalbine müstevlî olan şey’e tenzîl ider.” Bu tür meclislerde cemiyetin her tabakasından insan vardır; anlatılanları yerli yerine oturtabilecek kābiliyet ve bilgisi bulunmayanların, duyduklarını yanlış değerlendirmeleri pekâlâ mümkündür. Bir takım şiirler bu gibilerin şehvetlerini arttırır; onları kötü yollara sevk edebilir. Avâmın huzûrunda her türlü bilgiyi nakletmek doğru değildir; nitekim, “halka bildiklerini söyleyün, inkârı terk idün, zîrâ ol inkârun mü’eddâsı bed-terîn kârdur ki Allâh’ı ve Rasûlü’nü tekzîbe mü’eddîdür, siz ister misünüz ki Allâh ve Rasûlü tekzîb olunalar, bu fesâd sâhibi fehm itdüği mevâddadur, fe-keyfe ki kā’ili fehm itmeye, eğer kā’ili fehm idüp sâmi’ itmezse anun zikri helâl olmaz” denmiştir[62]. Bu durumda zikir ve tezkîrin mezmûm olmasını yadırgamamak gerekir.

Hikmete gelince; Taşköprülü-zâde’ye göre, kadîmden hikmethayr-ı kesîr add olunurdu.” Nitekim, Kur’an-ı Kerîm’de, Allâh’ın hikmeti dilediğine vereceği, kime hikmet verilmiş ise, ona çokça hayır verildiği ve akıl sahiplerinin bundan ibret almaları gerektiği belirtilmiştir (Bakara, 269). Kezâ, Peygamberimiz, “İnsanlara hikmetten bir kelime öğretmek, onun için dünyâ ve mâfîhâdan hayırlıdır.” buyurmuştur. “Şimdi ise hikmet tabîbe ve şâ’ir ü müneccim(e) nakl olunmuşdur.” Bunlar ise, netîcesi boş şeylerle uğraşırlar. “İmdi nazar eyle ki nakl-i evvel kande ve nakl-i sânî kandedür.[63]

Durum bu olduğuna göre, yukarıda gözden geçirilen kötülüklere düşmemek isteyen insan, nasıl hareket edecek, kendisine neyi rehber edinecektir? Taşköprülü-zâde’nin bu konudaki bir cümlelik tavsiyesi şöyledir: “Sana vâcib olan oldur ki, nefsüne nazar idesin ve selefe iktidâ idüp anlarun râhına gidesin ve habl-ı gurûra teşebbüs idüp halka itmeyesin.[64]

Dikkat edileceği üzere, Taşköprülü-zâde, bir ilmi ele alıp değerlendirirken, onu çeşitli açılardan muhâkemeye tâbi tutmakta ve her hâlükârda bu bilgi ile din, îman dolayısıyla âhiret arasında sıkı bir ilişki kurmağa çalışmaktadır. Ehemmiyetine binâen olduğu gibi aktarılan şu satırlar, Taşköprülü-zâde’nin tedkîke ve tahsîle değer gördüğü bütün ilimlerle ilgili düşüncelerini ve değer yargılarını hiç bir tereddüde meydân bırakmayacak şekilde, açıkça ortaya koyacaktır. Kezâ, aynı satırlar, yazarın, bir müminin hangi ilimleri, hangi önceliklere göre ve nasıl bir yol tâkip ederek öğrenmesi gerektiğine dâir düşüncelerini de göz önüne sermektedir:

“İmdi ma’lûm ola ki ba’zı ulûm vardur ki kalîli ve kesîri mezmûmdur; ne fâ’ide-i dîniyye ve ne fâ’ide-i dünyeviyye vardur, yâhûd zararı nef’ine gâlibdür, ilm-i sihr ve tılsımât ve nücûm gibi; ba’zı ulûm dahi vardur ki cümlesi mahmûddur, Hakk Te’âlâ’nun zât u sıfâtına ve ef’âline ve halkında câriye olan sünnetine ilm gibi; zîrâ bir bahrdür ki sâhili yokdur ve ol bahre havz itmemişdür, illâ enbiyâ ve evliyâ ve râsihûn fi’l-’ilm olanlar itmişlerdür; ve bunun evvelâ miftâhı ta’allüm ve cidd ü ikdâm ve müşâhede-i ahvâl-i ulemâ’-i a’lâmdur, âhiren mücâhede ve riyâzat ve kalbi tasfiye ve alâ’ık-ı dünyâdan tefrîğ ve Hakk Te’âlâ’nun enbiyâ’ ve evliyâsına teşbîhdür, ammâ şol ulûm ki andan mahmûd olmaz, illâ kadar-ı mahsûs olur, şol ulûmdur ki fürûz-ı kifâyât kabîlindendür, zîrâ her ilmde iktisâd ve istiksâ vardur, eğer nefsüni ıslâh itdün ise ulûmda istiksâ itmekde be’s yokdur gayri ıslâh içün. Ammâ sana mertebe-i iktisâd -ki hadd-i vasatdur- kifâyet ider, belki ol hayr u evlâdur, zîrâ cemî’-i ulûmı istiksâya a’mâr-ı insân vefâ itmez, ba’zını istiksâ idüp ba’zını itmemek dahi değüldür, belki cümlesinde iktisâd ahsendür, eğer maksad nefsüni ıslâh itmek ise, zinhâr ve zinhâr ki nefsüni terk idüp gayri ıslâha kasd idesin, zîrâ anun gibi husrân-ı azîm olmaz.

“İmdi sana vâcib olan oldur ki nefsüni âsâm-ı zâhire ve bâtınadan tathîre meşgûl olasın, bir haysiyyet ile ki anı nefsünde dîden ve âdet-i münteşire kılasın, ba’dehû fürûz-ı kifâyâta iştigâl idesin tedrîc üzre ki an-karîb zikr olunur inşâ’allâhu ta’âlâ.

İmdi evvelâ Kitâbu’llâh ile ibtidâ eyle, ba’dehû Sünnet-i Resûli ile, ba’dehû ilm-i tefsîr ile ve sâ’ir ulûm-ı Kur’ân ile -ki nâsıh u mensûh ve mefsûl u mevsûl ve muhkem ü müteşâbihdür-; kezâlik Sünnetde dahi ba’dehû ilm-i fürû’a müştagil ol -ki ilm-i fıkhdur ilm-i hılâf değüldür-; ba’dehû usûl-i fıkha ve hâkezâ bakıyye-i ulûma iştigâl eyle, vaktünde vüs’at oldukca. Ammâ cemî’-i ömrüni bunlarun birisinde istiğrâk idüp istiksâ kasd eyleme. Zîrâ ilm kesîr ve ‘ömr kasîrdür; eğer zikr olunan ulûmdan dahi ziyâde taleb idüp vaktde dahi vüs’at olursa ilm-i lügatün şâ’î’ olanından kelâm-ı Arabı fehm idüp nutka kudret gelecek mikdâr iktisâr eyle. Ve dahi garîb-i lügatden garîb-i Kur’ân u hadîse iştigâl idüp ta’ammukı terk eyle ve dahi nahvden ma’rifet-i Kitâb u Sünnet mütevakkıf olduğu mikdâr üzre iktisâr eyle ve tefsîrde ulemâ vasît add itdüği mikdâr ta’ammuk eyle; ba’dehû zihnüni anun letâ’if ü işârâtına sarf eyle; hadîsde dahi Sahîheyn’de olanı tahsîl ve yâhûd sıhâh-ı sittede olandan a’mâlde muhtâcün-ileyh olan mikdârı tahsîle iktisâr eyle; ve dahi Sahîheyn’den ve yâhûd sâ’irinden bir nüsha tahsîl idüp mütûn-ı hadîse habîr bir racülden tashîha sa’y eyle. Ve dahi esâmî-i ricâlün ve ilelinün ma’rifetini terk eyle, zîrâ câmi’-i sıhâh olan selef ol me’netden birre kifâyet eylemişlerdür; ammâ fıkh, anda hıfz-ı Hidâye ve yâhûd Vikāye ve yâhûd Manzûme-i Nesefî kâfî ve vâfîdür. Ammâ kelâm, anda Kitâb ve Sünnetde vâride olan akā’idi muhâfazat idecek mikdâr kifâyet ider, eğer andan mâ’adâ def’-i mübtedi’aya kudret tahsîl idersen gâyet ile ahsen olur. Ammâ hılâfiyât alâ-hâl senün ana ihtiyâcun yokdur; zîrâ andan garaz ikbâl-i nâs ve kemâl-i rağbet ve inde’l-vülât vefret ü hurmet ü haşmetdür; ol ise ahsen-i ağrâz ve erzel-i a’vâzdur. Husûsan ki anlarun ebvâbında bezl-i ilme mü’eddî husûsan ki ahkâmda anlarun rızâlarını talebe mütesaddî ola ....

“Ammâ mantık, ol ilm-i kelâmda dâhildür. Ammâ ulûm-ı felsefiyye, anun içinden dahi muhâlif-i şer’ olan ekser-i mebâhis-i ilm-i ilâhî gibi ve ba’zı ilm-i tabî’î gibi; ol dahi hükm-i sihrde dâhildür, belki andan ahterdür, zîrâ küfre mü’eddî olması sihrden esra’dur; ammâ muhâlif-i şer’ olmayan ba’zı mesâ’il-i ilâhî gibi ve ekser-i mesâ’il-i tabî’î gibi ve dahi cemî’-i mebâhis-i riyâzî gibi, anlardan men’ yokdur, ol dahi ilm-i hisâb hükmündedür; meğer ki bunlara iştigâl iden kimse istidrâc ile bevâkîye dahi ubûr itmek havfı ola. Ol takdîrce anlardan ba’zı nâs ziyâde men’ olunur ve ba’zî kalîl men’ olunur.

İmdi sana vâcib olan ulûm âhirete ikbâldür. Ol dahi iki kısmdur ki ulûm-ı mu’âmele ve ulûm-ı mükâşefedür; kısm-ı evvel kısm-ı sânîye tarîkdür. Ammâ ulûm-ı mu’âmele, ma’rifet-i ahvâl-i kalbdür, anlardan mahmûd olan sabr gibi. Ve dahi şükr ve havf u recâ ve zühd ü rızâ ve kanâ’at u takvâ ve ihsân u sehâ ve hüsn-i zann u hulk ve mu’âşeret ü sıdk u ihlâs gibi ve mezmûm olan havf-ı fakr gibi. Ve sahat-ı makdûr ve gıll u hıkd u hased ü gış ve taleb-i ulüvv ve hubb-ı senâ ve hubb-ı bekā’ fi’d-dünyâ ve kibr ü riyâ ve gazab u fahr u hıyelâ (gurur, kibir) ve tenâkus ve tûl-ı emel ve dünyâya ferah ve ehli ile üns gibi ve bunlarun gayri. Ammâ ulûm-ı mükâşefe Hakk Te’âlâ’nun zât u sıfâtını ve ef’âl ü hikmetini ma’rifet ve ma’rifet-i ma’nâ-yı nübüvvet ü nebî ve ma’nâ-yı vahy u melâ’ike ve şeyâtîn ve ma’rifet-i cennet ü nâr ve azâb-ı kabr ve sırât u mîzân u hisâb ve ma’rifet-i ma’nâ-yı likā’ullâh ve vech-i kerîmine müşâhede ve nazar ve ma’nâ-yı kurb-ı Hudâ ve civârına nüzûl gibi ve bunlarun gayri ahvâl ki gıtâ’ mürtefi’ olup Hakk Celle ve alâ bir tarîkıle mutazzah ola ki bî-gümân cârî ve mecrâ’l-’ayân ola. Bu ma’nâ cevher-i insânda mümkindür, nihâyet mertebe keder-i kāzûrât-ı dünyâ andan şâgil olur, kaçan ki kalbe sakālet ve ol kāzûrâtdan tahâret hâsıl ola, ol makûle kalbe ulûm-ı mezkûre bilâ-iştibâh tecellî idüp ol hakāyıkun envârı bilâ-şekk anda mütelâlî olur. Hakîkatde ol ulûm kütübde tastîr ve âhare ihbâr u takrîr olunmaz; illâ meger şol kimseye ki ana ârif ve ol makûle hakā’ıka vâkıf ola. İmdi bir âlim ki Hakk Te’âlâ ol ilmi ana i’tâ eyleye, anı tahkîr itmemek gerekdür; zîrâ Hakk Te’âlâ anı tahkîr itmeyüp ol ilmi ana ihsân eyledi, ba’zı ârifîn eyitdi “bir kimsenün ki bu ilmden ya’nî mükâşefeden nasîbi olmaya, andan sû’-i hâtimeden havf iderüm ve andan ekall-i nasîb ol ilme tasdîk ve ehline teslîmdür”, ve biri dahi dimişdür ki “bir kimsede ki iki haslet ola, bu ilmden ana bir şey feth olunmaz ki ol iki haslet bid’at-ı zikrdür”. Ve dahi dimişlerdür ki “bir kimse ki hubb-ı dünyâ olsa ve yâhûd hevâ üzre musırr olsa, bu ilmile mütehakkık olmaz, gerçi sâ’ir ulûm ile mütehakkık olur ve bunu inkâr idenün ekall ukûbeti andan bir şey nasîb olmamakdur ki bu ilm, ilm-i sıddîkîn ve mukarrabîndür [65].

Görüldüğü üzere, Taşköprülü-zâde için ilim bizâtihî ilim olduğu için değil, insanın dünyâsına ve âhiretine olan faydasına göre değerlendirilebilecek bir çalışma mevzuudur. Ancak, dünyâ ve âhiret ihtiyaçları değerlendirilirken, her hâlükârda öncelik daha ziyâde uhrevî olana verilir. Esâsen insan, bu dünyâya sınırlı bir zaman dilimi için gelmiş ve ebedî kalacağı bir mekâna eninde sonunda gidecektir. Öyleyse, öncelikler de buna göre belirlenecektir. Nasıl ki, bir günün bir yıla tercih edilmesi akıl kârı değilse, fânî olanın da bâkî olana tercih edilmesi doğru değildir. Ancak, bu demek değildir ki, insan dünyâda dünyâsı ile ilgili olanları bütünüyle gözardı edebilir; bilâkis, dünyâ ebedî olan âhiret için bir hazırlık (imtihan) yeridir; hazırlığını iyi yapmayanın, gideceği yerde iyi karşılanmayacağı tabiîdir. Dolayısıyla, dünyâda çalışmak yerilemez; yerilmesi gereken şey, dünyâya gereğinden fazla bağlanmak, değer biçmektir; onun kölesi olmaktır. Oysa insan, dünyânın, diğer bir deyişle maddenin kölesi değil, efendisi olmalı, onu kendi iyiliği için kullanmağa çalışmalıdır. Hakîkat bu olduğuna göre, ilim için de aynı yaklaşım geçerlidir. Bu yaklaşım, mümini, dünyâsı ile âhireti arasında köprü durumunda bulunan veya diğer bir deyişle, kendisine hem dünyâsından ve hem de âhiretinden haber veren bir kaynakla sürekli irtibat hâlinde olmağa yöneltecektir. Bu durum ilim için de geçerlidir. İnsanı, mümini ebedî saadete götürecek olan bu kaynak nedir? Taşköprülü-zâde, bu soruya şu beyitle cevap verir:

Ulûmun cümlesin Kur’ân muhît olmışdur lâkin,

Ukûl-i halk anun fehminde oldı kāsır u hayrân.[66]

Bütün ilimler Kur’ân’dadır; lâkin bunu anlamakta insanlar yetersizdirler. Durum bu olduğuna göre, insanların bu eksiklerini gidermeleri gerekir.

Esasen, öğrenilmesi öngörülen ilimler için verilen mehengin her hâlükârda Kur’ân olması da bu anlayışı ortaya koyar. Aslında bu anlayışı, bir medeniyetin dünyâya bakışı ve onu idrâk edişi olarak değerlendirmek de mümkündür. Binâenaleyh, İslâm medeniyetinin istikbal ufukları ile Batı medeniyetinin istikbal ufukları arasındaki en dikkat çekici farklılık, belki de burada aranmalıdır. Kezâ, İslâm medeniyetinin tefekkür dünyâsı, kendisini bu dünyâda iğreti görür ve yüzünü sürekli kâinâtın mâverâsına çevirirken, Batı medeniyetinin -bilhassa Aydınlanma çağı ile kendisine îtibarlı bir yer edinen- rasyonalist ve gitgide pozitivist bir mâhiyet kazanan düşünce âleminin, daha ziyâde gördüğüne îtibar etmesi, deyim yerinde ise, çevresini maddenin sınırlarıyla mukayyet görmesi ve ne yapacaksa bu sınırlar içerisinde yapacağını düşünerek bütün gayretini buraya teksif etmesi, pek muhtemeldir ki bu farklı dünyâ idrâklerinden kaynaklanmaktadır. Bu da, her iki medeniyetin -ilim sâhasında olsun tefekkür sâhasında olsun- târih boyunca çoğu zaman farklı kulvarlarda koştuklarını gösterir. Dolayısıyla da, Taşköprülü-zâde’nin yukarıda gözden geçirilen mütâlaalarını böyle bir kontekst içerisinde ele almak gerekir. Bu kontekst, bizâtihî ilim ve ilmin hedefi için geçerli olduğu gibi, aşağıda görüleceği üzere, bu ilimlerle uğraşanlarda -ulemâ ve talebe- bulunması öngörülen vasıflar için de geçerlidir.

Taşköprülü-zâde, ilim konusundaki ana çerçeveyi bu şekilde belirledikten sonra, ilmin nasıl fazîletli bir hassa ve meleke olduğunu âyet ve hadislere dayanarak uzun uzun anlatır. Konunun bu şekilde takdîmi, yâni teorik veya etimolojik tahlillerle uğraşılmadan doğrudan mevzû’un ele alınması ve îzâha daha ziyâde ilmin fazîletine dâir âyet ve hadislerle başlanması, bizce hiç de göz ardı edilmemesi gereken bir tavrın veya kabûlün gereği olarak mütâlaa edilebilir. Bu tavır veya kabûl, yukarıda bir nebze temas olunduğu üzere, ilmin bizâtihî gâyesi ile ilgilidir. Bu gâye, öncelikle sa’âdet-i dâreyne (dünyâ ve âhiret mutluluğuna) ulaşmaktır. Bu da ancak ilimle olur; dolayısıyla, başlı başına bir fazîlet ve şeref olan ilim, kendisi ile uğraşanları da fazîletli ve şerefli kılar. Nitekim Kur’ân’da, “Allâh sizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin.[67]“; kezâ, “Allâh, melekler ve ilim sâhibleri, ondan başka Tanrı olmadığına şâhitlik etmişlerdir.[68]“ buyurulmaktadır; diğer bir deyişle, âlimlerin Allâh ve meleklerden sonra zikr olunmaları, bu fazîleti ve şerefi ortaya koymaktadır[69]. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?[70]“ âyeti de aynı şeyi ifâde etmektedir[71]. Hazret-i Muhammed, “Âlimler peygamber-lerin vârisleridir.” buyurmuştur. Peygamberlerin Allâh katındaki derecelerinin yüksekliği mâlum olduğuna göre, onlara vâris olanların ne kadar üstün görüldüğü düşünülmelidir[72]. Şu hadisler de aynı niteliktedir: “Rûz-ı kıyâmetde aklâm-ı ulemâ-i a’lâmdan cereyân iden midâd, mîzân-ı amelde hûn-ı şühedâ ve erbâb-ı cihâd ile mevzûn olur.” “Rûz-ı kıyâmetde üç zümre-i aliyye Cenâb-ı Rabbu’l-’izzetden mazhar-ı sa’âdet ve nâ’il-i mansıb-ı şehâdet olurlar: Evvelâ enbiyâ-i izâm, sâniyen ulemâ’-i zevi’l-ihtirâm ve sâlisen şühedâ-i âlî-makām.[73]“ Kıyâmet gününde ilim adamlarının kalemlerinden süzülen mürekkeple, şehitlerin ve Allâh için savaşanların kanları aynı değerde olduğuna ve ulemânın makāmı peygamberlerden sonra, şehitlerden önce geldiğine göre, ilmin değerini bundan daha iyi ne ortaya koyabilir?

Taşköprülü-zâde’nin, ilmin fazîletini ve şerefini anlatabilmek için çok sayıda âyet, hadis, kelâm-ı kibâr veya muhtelif ulemâdan bu konuyla ilgili görüş naklettiği görülmektedir. Bunların bir kısmı yukarıda gözden geçirildi. Âyet ve hadis dışında zikredilen örneklerden bir kaçını daha aktarmak yerinde olacaktır. Meselâ, ilimle ilgili olarak, Hz. Ali şöyle demiştir:

İlim maldan yedi cihetten üstündür: 1- İlim, peygamberlerin mîrâsıdır, mal ise Fir’avların mîrâsıdır; 2- ilim, başkalarına vermekle, dağıtmakla azalmaz, mal ise azalır; 3- malın bir muhâfıza ihtiyâcı vardır, ilim muhâfıza ihtiyaç duymaz, bilâkis sâhibini kötülüklerden korur; 4- mal sâhibi öldüğü vakit malı dünyâda kalır, âlim öldüğünde ilmi kendisiyle kabre gider; 5- mal mü’mine de, kâfire de nasîb olur, ilim ise ancak mü’mine nasîb olur; 6- bütün insanlar dinleriyle ilgili işlerinde âlime muhtaç olurlar, fakat bu konuda kimse mal sâhibine muhtaç olmaz; 7- ilim, Sırât köprüsünü geçerken sâhibini destekler, güçlendirir ve huzûruna vesîle olur, mal ise sâhibini bu köprüyü râhatça geçmekten alıkor.[74]

Kezâ, Hz. Ali şöyle demiştir: “‘Âlim olanlar sâ’im ü kā’im ve mücâhid ü zâhidden efdaldür. Her kaçan kim bir âlim fevt ola, hısn-ı İslâm’da bir rahne peydâ olur ki anı sedd eylemez, illâ yine anun halefi bir merd-i âlim.[75]“ Yâni, âlimler oruç tutanlardan, namaz kılanlardan, cihâd edenlerden ve züht sâhiplerinden daha fazîletlidirler. Ne zaman bir ilim adamı vefat etse, İslâm’ın kalesinde bir gedik açılmış olur; bu gediği sadece ve sâdece onun yerini dolduracak başka bir âlim kapatabilir.

Aynı konuda Ebü’l-Esved’den naklolunan şöyle bir cümle görüyoruz: “İlmden şerîf (şerefli) ü âlî (yüce) ve andan girân-mâye (değerli) vü gâlî (pahalı, kıymetli) nesne yokdur.[76]

İbn Abbas’dan rivâyet olunan ilimle ilgili bir başka görüş de şöyledir: “Hz. Süleymân bin Dâvûd (a. s.) ilm ve mâl ve mülk miyânında tahyîr olunup kendüsi ilmi ihtiyâr eyledi. Ve Hakk Ta’âlâ anun bereketinde ilm ile bile mâl u mülki dahi i’tâ eyledi.[77]“ Öyleyse, dünyâda ve âhirette arzûsuna nâil olmak isteyen kimse, öncelikle ilme sarılmalıdır; zîrâ elde edeceği ilim,onu sâdece âlim olmakla bırakmaz, istediği mala ve mülke de kavuşturur.

Kezâ, aynı konuda bir hakîm de şöyle demiştir: “Kalb meyyitdür, hayâtı ilmdür. Ve ilm dahi meyyitdür, hayâtı talebdür. Talebün te’sîri za’îfdür, kuvveti müdârese ve müzâkere iledür. Ve müdâreseden sonra dahi pes perde-i ihticâbdadur, zuhûrı münâzara iledür. Her kaçan ki münâzara ile zâhir ola yine akîmdür, nitâcı’ amel iledür. İmdi şol dem ki ilm ile amel tezvîc ve ikisinün miyânında bâzâr-ı ülfet ü ittihâd tervîc oluna, mâ-beynlerinde tevâlüd ü tenâsül olup derhâl müntec-i mülk-i ebedî-i bî-zevâl olur.[78]“ Dolayısıyla, kalbin ölmemesi için ilim öğrenmeli; öğrenebilmek için talep etmeli; talep netîcesinde elde edileni sürekli hâle getirmek ve güçlendirmek için, diğer ilim sâhipleriyle fikir alış-verişinde bulunulmalı; meseleler münâzara olunmalıdır. Fakat, ilmin sâhibine faydalı olabilmesi için, bunlarla da yetinilmemeli, ilim amele dönüştürülmeli, bizzat yaşanmalıdır. Ancak bu sûretle ilmin zevâli önlenir.

Aynı şekilde, başka bir hakîmden nakledilen bir görüş de şöyledir: “Kaçan bir âlim fevt olsa anunçün mâhî deryâda ve mürg hevâda girye ider. Ve âlimün kendüsi mefkûd olsa dahi zikri mensî olmaz, ke’ennehû mevcûddur.[79]“ Bir âlimin ölümü üzerinde, onun için denizde balığın, gökte kuşun ağlaması ne demektir! Âlimin sâhip olduğu ilim o kadar değerlidir ki, kendisi gitse bile, ne ilmi ne de adı unutulur; ilmi onu ebediyyen yaşatır.

İlmin fazileti ve şerefi ile ilgili olarak Taşköprülü-zâde’nin yukarıya aktarılan düşüncelerinden, onun ilimden esas olarak neyi anladığını, diğer bir deyişle ilim anlayışının muhtevâsını ana hatlarıyla çıkarmak mümkündür ve görüldüğü üzere, bu husustaki vurgu dönüp dolaşıp dînî bir muhtevâya işâret etmektedir. Ancak, daha umûmî bir değerlendirme yapabilmek için, kendisinin ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletine (fazîlet-i ta’allüm ve ta’lîm) ve bir âlimde bulunması gereken niteliklere dâir düşüncelerini de gözden geçirmek yerinde olacaktır. Böylece, burada vurgulanan çerçeve daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

a) İlim Öğrenmenin ve Öğretmenin Fazîleti

Taşköprülü-zâde, yukarıda gözden geçirildiği üzere, ilmin fazîletini anlatmak için tâkip ettiği metodu burada da aynen tâkip etmekte, yâni, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletini ortaya koyabilmek için, önce konuyla ilgili âyetleri, bilâhare hadisleri, daha sonra bâzı sahâbelerin düşüncelerini ve ardından da büyük imamların ve önde gelen ilim adamlarının görüşlerini nakletmektedir. Böyle bir metodoloji, İslâmî ilimlerde bir konuyu isbât etmek için tâkip edilen klâsik veya an’anevî delil getirme usûllerine de uygundur. Nitekim, bu usûlün içtihat konusunda da aynen cârî olduğunu biliyoruz. Bunlar, naklî adıyla nitelenen delillerdir. Böyle bir metodu tâkip etmenin, İslâmî ilimler nokta-i nazarından son derece yerinde olduğu kabûl edilebilir. Ancak, aynı usûlün münhasıran bir mümini iknâ edebilecek en güvenilir, en etkili metod olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, dışarıdan bakıldığında, ileri sürülen görüşlerin başka bir açıdan sübjektif görülmesi pekâlâ mümkündür. Bununla birlikte, bu durumu normal karşılamak ve Taşköprülü-zâde’nin de esâsen bir mümine hitap ettiğini dikkate almak zorundayız. Fakat, aşağıda görüleceği üzere, Taşköprülü-zâde, sâdece naklî delilleri zikretmekle yetinmez ve kendi ifâdesiyle “şevâhid-i akliyye”den, yâni aklî delillerden de misâller sunar.

Taşköprülü-zâde’ye göre, ilim öğrenmek bizzat Kur’ân’da tavsiye olunmaktadır: Cihâd etmek, kulların en ehemmiyetli işlerinden olduğu hâlde, Allâh mü’minlerin tamâmının savaşa katılmasını doğru bulmamış; içlerinden bir kısmının geride kalarak dînin ahkâmını iyi öğrenmelerini (tefakkuh fi’d-dîn) ve savaşa katılanlar geri döndüklerinde onları bu hususlarda irşat etmelerini buyurmuştur[80]. Zîrâ, tefakkuh (dînin ahkâmını iyi öğrenme) cihâd-ı ekberdir. Yine, Kur’ân’da “Ehl-i zikre -ki maksad ulemâdur- su’âl idün eğer siz bilmez isenüz.[81]“ buyurulmuştur. Şu hâlde, “ilmi bilmeyenler(in) bilenlere su’âl idüp” öğrenmeleri vâcib olunca, öğrenmenin fazîleti de kendiliğinden anlaşılmaktadır[82].

İlim öğrenmenin fazîletine dâir Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bir kimse ki taleb-i ilm içün bir tarîka sâlik olup ihtiyâr-i şedâ’id ü mehâlik eyleye, Hakk Te’âlâ anı cennete mavsıl tarîka îsâl ve dâr-ı na’îme idhâl ider.” Yânî, bütün güçlükleri ve hattâ ölümü göze alarak ilim öğrenmek için yola düşen bir insanı, Allâh cennetine kor. Kezâ, Tahkîk melâ’ike kanadlarını tâlib-i ilm içün indirüp bast ider. Ya’nî mekkâre vü âfâtdan hıfz ider işlediği işe -ki taleb-i ilmdür- râzı oldukları içün. Bütün melekler, ilim öğrenmekte olan birisini kötülüklerden ve felâketlerden korumak için, onun üzerine kanatlarını gerdiklerine göre, taleb-i ilmin ehemmiyeti ortaya çıkar. Yine aynı şekilde, Allâh’ın Rasûlü “İlim talep etmenin, kadın ve erkek, her Müslümâna farz olduğunu”; kezâ, İlim Çin’de de olsa gidip öğrenilmesi gerektiğini” belirtmektedir. Başka bir hadiste ise: Bir kimsenün kabz-ı rûhuna melekü’l-mevt gelse şol hâletde, ki ol kimse ihyâ-yı dîn-i İslâm ve takviyet-i şer’-i hazret-i hayru’l-enâm niyyetine taleb-i ilme sa’y u ihtimâm üzre ola, lâ-cerem ol kimse ile enbiyâ miyânında tefâvüt ancak bir derecedür.” buyurulmaktadır. Yâni, Azrâ’il’in, İslâm dînini ihyâ etmek düşüncesiyle ilim öğrenirken rûhunu kabzettiği bir insan ile peygamberler arasında sâdece bir derecelik fark vardır. Bu da, ilim öğrenmenin ne kadar fazîletli olduğunu göstermektedir[83].

İlim öğrenmek için katlanılan sıkıntılar, öğrenildikten sonra kazanılan mevki ve îtibar dikkate alındığında ehemmiyetsiz kalır. Nitekim İbn Abbas şöyle demiştir: Tâlib-i ilm iken zelîl idüm. Ya’nî zillet ü muzâyakayı ihtiyâr itmiş idüm. Ammâ matlûb olduğum hâlde ya’nî tekmîl-i tahsîl idüp halk istifâde içün bana tâlib olduklarında azîz oldum.” Binâenaleyh, insan zelîl iken, ilim onu azîz eyler. İşte bu sebepledir ki, Ebü’d-Derdâ, “İlmden bir mes’ele ta’allüm eylemek bana ehabbdur kıyâm-ı leylden”, yâni, ilimle ilgili bir şey öğrenmek, bana gece boyu ibâdetten, namaz kılmaktan daha sevimlidir, demek lüzûmunu duymuştur. Ebü’d-Derdâ, yine bu sebepledir ki, “‘Âlim ile müte’allim şerîklerdür hayrda. Sâ’ir hemecdür, anlarda hayr yokdur”; kezâ “Sen âlim ol yâhûd müte’allim veya müstemi’ ol. Bu üç sınıfdan hâric olan sınıf-ı râbi’den olma ki helâk olursın. Helâkden murâd uhrevî olandur.” demiştir. Demek ki, ilim öğreten (âlim) ile öğrenen (tâlib) hayır işlemek bakımından birbirine benzerler; bunların dışında kalanlar sinek gibi şaşkın ve işe yaramaz kimselerdir, onlarda hayır yoktur. İnsan ya âlim, yâ tâlib (öğrenen) veya ilim dinleyici olmalıdır; âhirette helâk olmamak, hüsrâna uğramamak için bir dördüncü zümreden olmamalıdır. İmam Şâfî’î de, “Taleb-i ilm nâfileden efdaldür.” derken, aynı şeyi, ilmin fazîletini vurgulamaktadır. Hattâ, İbnü’l-Hakem’den nakledilen şu satırlar, ilim tahsîlinin farz ibâdetlerden bile üstün olduğunu anlatmaktadır: “Hazret-i İmâm Mâlik (r. a.) katında ilme iştigâl üzre idüm. Vakt-i zuhr dâhil olup ben dahi kitâblarumı cem’ eyledüm ki edâ’-i salât eyleyem. Hazret-i İmâm buyurdı ki, ‘edâsına kıyâm itdiğün hâlâ tahsîline ikdâm itdiğünden efdal değüldür. Kaçan tashîh-i niyyet ve ihlâs-ı azîmet eylesen[84]“.

İlim öğrenmek kadar öğretmek de fazîletli bir iştir. Nitekim, Kur’ân’da (Tevbe, 122) “onlar kavmlerini uyarsınlar (inzâr etsinler)” buyurulmaktadır ki, “inzârdan merâm ta’lîmdür”, ilim öğretmektir; yine Allâh Kur’ân’da, kendilerine kitap verilenlerden, onu diğer insanlara da öğretmeleri konusunda söz aldığını beyân etmektedir[85]; bu da “îcâb-ı ta’lîmi ifâde eder.” Kezâ, Peygamberimize, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış[86] diye emrolunmaktadır ki, Allâh’ın yoluna “da’vetden merâm ta’lîm-i ilm ü hikmetdür.” İnsanlara bilmediklerini öğretmek, bizzat öğreten insan için her şeyden hayırlıdır. Bu vesîleyle, kendisinin ebedî saadete ermesi umulur. Nitekim Peygamberimiz, Yemen’e gönderdiği Hz. Mu’âz’a şöyle demiştir: “Tahkîk Hakk Te’âlâ senün sebebünle bir kimseyi hidâyet eylemek, sana dünyâ ve mâ-fîhâdan hayırlıdur.” Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:Bir kimse ilmden bir bâb ta’allüm eylese halka ta’lîm itmek içün, ol kimseye yetmiş sıddîk sevâbı hâsıl ve bu mukābilede ol sa’âdet-i celîleye vâsıl olur.” Kezâ, Bir kimse ki bir ilmi tahsîl eyleye. Dahi anı gayrden ketm ve kîse-i ma’ârini mühr-i men’ ile hatm eyleye. Ol kimse rûz-ı kıyâmda nârdan lücâm ile ilcâm olunur.” Hz. Îsâ da şöyle buyurmuştur: “Bir kimse ki âlim ve ilmiyle âmil ve âhara dahi ta’lîm ile nef’i âmm u şâmil ola, ol kimseyi sükkân-ı melekût (u) semâvât azîm diyü söylerler.[87]

Yukarıda belirtildiği üzere, Taşköprülü-zâde, ilim öğretme-nin fazîletiyle ilgili olarak sadece âyetleri ve hadisleri nakletmemekte, aynı konuda sahâbenin veya başka kimselerin görüşlerini de aktarmaktadır. Meselâ, İbn Abbas, “Ta’lîm-i hayr eyleyenler içün cemî’ eşyâ istiğfâr ider, hattâ ka’r-ı deryâda olan havt (denizin dibindeki büyük balık) dahi.” Süfyân-ı Sevrî’den naklolunan bir bilgi daha da ilgi çekicidir: Süfyân, bir gün Askalân şehrine gelmiş ve burada bir kaç gün kaldığı hâlde, hiç kimsenin gelip kendisinden bir şey sormadığını görünce, “bana kirâ tutun (hayvan kiralayın), gidelüm, bu bir şehrdür ki, bunda ilm meyyit olur. Ya’nî İlmün hayâtı ve izdiyâdı kesret-i ta’lîm ü ta’allüm iledür. Bir yerde taleb kalîl olsa ilm meyyit (ölü) hükmünde olur.” Kezâ, “atâ’dan menkûldür, dimişdür ki, bir gün Sa’îd bin el-Müseyb hazretine vardum ve anı bükâ ider(ağlar) gördüm. Sebebini su’âl eyledüm, didiler ki ‘bir kimse görmezem ki gelüp bir mes’eleden su’âl eyleye.[88]

Yukarıda Taşköprülü-zâde’nin, konuyu gereği gibi aydınlatmak için sâdece naklî delilleri zikretmekle yetinmediğini ve kendi ifâdesiyle “şevâhid-i akliyye”den, yâni aklî delillerden de misâller sunduğunu belirtmiştik. Bu hususta şu satırlar dikkat çekicidir: Bundan sonra vaktâ ki fazîlet-i ilm içün edille-i nakliyyeden maksadda tenebbüh hâsıl olacak mikdâr-ı yesîr irâd u tahrîr olındı, şevâhid-i akliyyeden dahi ifâde-i yakîn-i tâmm idecek mikdârı zikr ü tastîr idelüm.[89]

Taşköprülü-zâde’nin şevâhid-i akliyyesi, aklî delilleri nelerdir? Bu hususla ilgili değerlendirmelerini mantıkî muhâkeme temeline dayandırmağa çalıştığı görülmekle birlikte, yine de dînî bir yaklaşımı ve anlayışı benimsediği söylenebilir: Ona göre, bir şeyin şerefi ve fazîleti ya bizâtihî kendisinden kaynaklanır veya kendisinin dışındaki sebeplerden ileri gelir. Bu hususta ilmin ayrı bir yeri vardır; zîrâ ilim her iki cihetten de şeref ve fazîleti hâizdir. İlim kendi zâtında lezizdir; bu sebeple zâtı için talep olunur; öte yandan zâtının dışında da lezizdir; bundan dolayı da rağbet görür. Bu durum, ancak ehli tarafından bilinir; ilimde nihâyetsiz lezzetler vardır ve ondan daha üstün bir lezzet yoktur. Nitekim, Âlim-i Rabbânî İmam Muhammed bin el-Hasan eş-Şeybânî’ye ne zaman “müşkilât-ı ulûmdan bir mes’ele münhal ve ma’lûm olsa” şöyle buyururdu: “Kandedür ebnâ-yı mülûk ki bu lezzeti bilüp meslek-i ilme sülûk eylemezler.” Bu lezzet, yerlerin ve göklerin nasıl idâre edildiği ve âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın sırları ile ilgili mülâhaza, tefekkür ve tasavvurda açıkça ortaya çıkar. İlmî mansıplar, dünyevî mansıplara hiç benzemez; ilmin lezzetini alan bir kimse, artık hiç kimseye minnet etmez; kimseden sıkıntı duymaz. Bir ilim sâhibinden ilim talep eden ne kadar çok olursa, mâlumat da o ölçüde geniş ve sonsuz olur; iştirak edenlerin çokluğu ve mübâhaseler, bilginin artmasına vesîledir. Hâlbuki dünyevî menfaat, mansıp ve makam böyle değildir. Menfaat temînine çalışan, makam ve mevki’ elde etmeğe uğraşan insanın düşmanı çok olur; bunlara ulaştığında da hased ve buğza yol açar. Lezzet-i ilmiyye diğer bütün lezzetlerin en devâmlısı, en şümûllüsü ve en umûmîsi olduğu için, “vülât-ı umûr ve ümerâ ve sâ’ir erbâb-ı dünyâ”, “izzet-i ulemâya nâ’il ve anlarun rütbesine vâsıl olmak isterler.” İlmin lezzeti, nefsin şehvet hislerine ve geçici lezzetlere tevessülüne mâni’ olur. Bütün bunlar, bizzat ilmin kendisinde mündemiç olan lezzetlerdir.

Öte yandan, “ilmde li-gayrihî hâsıl olan lezzât” ise iki türlüdür; ya uhrevî veya dünyevîdir. Uhrevîsi bâzan uhrevî lezzetlerin en büyüğüne, bâzan da ebedî saadetin en mükemmeline vesîle olur. “Evvelkisi civâr-ı Rabbü’l-’âlemîn”e veya yerlerin ve göklerin Yaratıcı’sının rızâsına “vusûl lezzeti”dir; esâsen asıl maksat ve en büyük saadet de budur. İkincisi ise, ilmin mertebesinin en küçüğüdür ve “ufk-ı mübîne vüsûl”e ve civâr-ı Rabbü’l-’âlemînde”ki en yüce cemaatin arasına katılmağa vesîle olur. Burada zikrolunan ebedî saadete nâil olmak ancak amelle mümkündür; amel ise ilimle mümkündür. Bu sebeple, ilim bütün saadetlerin başı, en yüce makamların tamâmının zirvesidir. “İlmün li-gayrihî olan lezzât”ı ve “menâfi’-i dünyeviyyesi” ise, izzet ve vakārın husûlüne sebep ve “nüfûz-ı kelâm u ta’zîm ü i’tibâr”a vesîle olmasıdır. Hattâ içleri hased ve inat ateşi ile dolu olan insanların en kötüleri dahi, zâhiren de olsa ulemâyı ululamaktan, onlara iyilik ve hürmet etmekten kendilerini alamazalar. Câhillerin, içlerinden “meşâyih ü kibâra ziyâde tevkîr ü i’tibâr” etmeleri de esâsen bu sebepledir; bunlar ulemânın, meşâyihin ve kibârın ilim, “kemâl u şeref-i câh u mâl” sâhibi olduğunu gayr-i ihtiyârî bilir ve ona göre davranırlar[90].

Buraya kadar Taşköprülü-zâde’nin bakış açısından ilmin, ilimin öğrenmenin ve öğretmenin fazîleti ve şerefi üzerinde duruldu. Peki, böyle bir şerefi ve fazîleti hâiz olan ilimle meşgul olanların nitelikleri nelerdir? Bunlar nasıl olmalıdır? Bunların vazîfeleri nelerdir? Taşköprülü-zâde’nin, bu meseleyi iki ayrı başlık altında, yâni ilmi öğrenenler (talebe) ve öğretenler (ulemâ) açısından ayrı ayrı ele aldığı görülüyor. Şimdi de bu hususları inceleyelim:

b) Talebe Kimdir, Nasıl Olmalıdır? Vazîfeleri Nelerdir?

Taşköprülü-zâde, bu konuya Zinnûn - Aristo - Eflâtûn kanalıyla Sokrat’tan nakledilen, ideal bir talebe nasıl olmalıdır, sorusunun cevâbı niteliğindeki cümlelerle başlıyor: Sokrat, 'hikmeti öğrenmeğe azîmet ve niyet eden bir kimse genç, lakap ve şöhretten berî, mizâç (karakter) sâhibi, dünyâ lezzetlerine iltifât etmeyen biri olmalı; ilmi o kadar sevmeli ki, onun dışında başka hiç kimseye muhabbet beslememeli; sözüne sâdık olup sadâkatten ayrılmamalı; insaf sâhibi, dindar (mütedeyyin), kendisine güvenilir (emîn) olmalı; şer’î mesâlihi ve dînî umûru bilmeli; vâcibât-ı şer’iyyeden birini ihlâl etmemeli; nebîsinin helâl ettiğini haram, haram ettiğini helâl durumuna getirmemeli; zamânında geçerli olan umûmî örf ve âdetlere uymalı, yaptığı işlerde bunlara uygun hareket etmeli; kesinlikle kötü huylu olmamalı, güzel ahlâk ile muttasıf bulunmalı; kendisinden aşağıda bulunana karşı merhametli ve insâflı olmalı; yemeğe-içmeğe düşkün olmamalı; ölümden korkmamalı, zîrâ korku dolayısıyla sürekli ölümü düşünmek kendisini tahsîlden alıkor; ihtiyâcından ziyâde mal toplamaya tevessül etmemeli, zîrâ fazla mal toplamak için çalışmak ilmin ve kemâlin tahsîline engeldir.’ demiştir.

Bu kısa girişten sonra, Taşköprülü-zâde, ilim öğrenmek için gerekli olan şartları, talebede aranması gereken nitelikleri on ana başlık (vazîfe) altında toplamıştır. Bu on şartı tek tek gözden geçirelim:

1- Talebe, öncelikle nefsini kötü huylardan arındırmalı, güzel huylarla süslemelidir. Bu vazîfe son derece mühimdir; nasıl ki tedâvî için önce yaraların temizlenmesi gerekir ve bu bedenî bir ibâdet olan namazdan önce gelirse, ilim de ibâdet-i kalbdir ve kalbin öncelikle kötü huylardan temizlenmesi lâzımdır. Nitekim Peygamberimiz, “İçinde köpek (kelb) olan eve melekler girmez” buyurmuştur. Kalb, bedeninin evi ve hattâ Hâlık’ın nazargâhıdır. Nitekim, bu sebeple bazı geçmiş milletlerin, ilim taleb eden birisini evvelâ imtihan ettikleri, eğer kendisinde kötü huylar varsa, kendisini ilim öğrenmekten şiddetle men’ettikleri rivâyet olunur. Zîrâ, böyle birisi ilmi kötüye kullanabilir, ahlâkı ifsât edebilir, insanları kötü yola sevk edebilir[91].

2- Talebe, ilim öğrenmeye hâlis bir niyet ile başlamalıdır. Nitekim Peygamberimiz, “Ameller niyete göredir.” buyurmuş-tur. Kişi, “tahsîl ideceği ilm ile li’llâh (Allah için) amel” eylemelidir; ilim öğrenmek için yola çıkarken gâyesi, “ta’lîm-i câhil ve îkāz-ı gâfil ve irşâd-ı gavî vü dâll ve te’yîd-i za’îf (ü) bî-mecâl”, yâni maksadı, bilgisizlere bilgi aktarmak, gâfilleri uyarmak, yolunu şaşırmışları ve sapıtmışları irşat etmek, zayıfları ve güçsüzleri güçlendirmek olmalıdır; “zîrâ ilmi li-gayri’llâh ta’allüm bâtıl ve amel içün olmayan taleb-i ilm bî-nef’ ü âtıldur.” Kezâ, hadiste “Bir ilm ki anunla emr-i dîn ve âhiretde intifâ’ olmaya, bir kenz gibidür ki andan hergiz infâk olunmaz.” buyurulur. Binâenaleyh, din ve dünyâ işlerinde faydası olmayan ilim, toprak altında kalan, kimsenin faydalanamadığı define gibidir. İlmün nef’i, ibâdetleri güzel bir şekilde edâya vesîle olmasıdır. İnsanın vera’ ve zühdünü artırmayan ilim, faydasız ilimdir. Bu sebepledir ki, Peygamberimiz “ilm-i gayr-i nâfi’den Hakk Ta’âlâ’ya isti’âze iderler” (faydasız ilimden Allâh’a sığınırlar) ve “ilm ikidür: Bir ilm kalbdedür ki ol ilm nâfi’dür. Bir ilm dahi ancak lisân üzre cârî ve nef’den ârîdür, ol ilm Allâhu Ta’âlâ’nun benî Âdem üzerine hüccetidür. Ya’ni rûz-ı âhiretde «ben size ilm virüp tarîk-i Hakk’a irşâd ve temyîz-i miyâne-i salâh u fesâd eyledüm. Yine niçün siz râh-ı Hakk’a sâlik ve muhâlefet-i nefs ü şeytâna mâlik olmadunuz» diyüp her biri bi-kadar-ı istihkākıhî müstahakk-ı ‘ıtâb ve yâhûd mübtelâ-yı ikāb olurlar.” buyururlardı[92].

3- Talebe, nefsini “tezlîl” eylemeli ve nefsin heves ettiği “alâ’ık-ı dünyeviyye” onu uzak tutmalıdır. Hattâ “ehl-i vatan u evlâda hırsı az ve anlara meylden ihtirâz eyleye”; zîrâ, kalbin çok şey ile meşgul olması, hakikî maksada ulaşmaktan insanı alıkor[93].

4- Talebe, ilme “müştâk” olmalı; bu uğurda her sıkıntıya katlanmalı ve kat’iyyen tembellik etmemelidir; zîrâ sâhib-i kesel cem’-i asel idemez” denilmiştir. İnsanı tembelliğe iten birinci sebep, “zamân-ı müstakbele i’timâd”dır; bu îtimat, şu an yapılması gereken işi geleceğe tehir ettirir; böylece çalışma alışkanlığı terk olunur. İnsanı tembelliğe iten bir başka sebep de “mevti tezekkür ve andan havf”tır. İnsan, ölüm korkusuyla sürekli onu düşünürse, çalışmaktan uzaklaşabilir. Gerçi, ölümü düşünmek bizâtihî tembelliğe sebep olmaz; hattâ ölüm düşüncesi yerli yerinde kullanıldığında faydalıdır; ölüm korkusu, “cümle-i esbâb-ı tahsîl ve bâ’is-i tekmîl” olarak da düşünülebilir. Zîrâ, ibâdetle ilgili amellerde ölümü düşünenler için ilim ve ilimle amel etmekten daha efdal bir amel yoktur. Bu sebeple, ölüm düşüncesinin tembellik sebeplerinden sayılması, ya ilmin fazîletinin bilinmemesinden dolayıdır ve yâhut diğer dünyâ işleri gibi ölüm dolayısıyla ilmin geride kalacağının düşünülmesidir; oysa ilim insana âhirette de faydalı olacaktır[94].

5- Herkes ömrünün sonuna kadar ilim öğrenmek için çalışmalıdır. İlmi bir saat terke heveslenen, bu hevesini hemen terk etmelidir. Nasıl ki köle, efendisinin hizmetlerinin dışında bir işe kalkışamaz ve onun çizdiği yolun dışına çıkamazsa, “tâlib-i ilm dahi şugl-ı âhara iştigâl itmeğe imkân yokdur.” Nitekim, “bir kimse ilim için çok vakit vardır” diye düşününce, o kişi ilmin hakkını gözetmemiş ve onu noksanlaştırmış olur, denmiştir. Peygamberimiz, bir peygamber olarak o kadar çok şeyi bildiği ve Rabbi kendisini çok şeyden haberdâr ettiği hâlde, Allâh yine de O’na “Rabbim ilmimi artır, de[95]“ diye hitap eder; kezâ kendisine, “Her ilim sâhibinden üstün bir bilen”in bulunduğu[96] hatırlatılmıştır. Bu iki âyet bile “merâtib-i ilme hadd u gâyet olmadığına irşâd u hidâyet ider.” Nitekim, “Ne zamâna değin ilmi ta’allüm idersin?” sorusuna, Abdullah b. Mübârek şu karşılığı vermiştir: “Recâ iderem ki bir kelime-i nâfi’a ola ki henûz işitmemiş olayum ve ben anunla intifâ’ eyleyeyüm.” Hasan b. Ziyâd, fıkıh öğrenmeğe başladığında seksen yaşında idi; bu yaşında fıkıh öğrendi ve kırk yıl “emr-i fetvâ” ile uğraştı. Binâenaleyh, taleb-i ilm emr-i azîmdür. Belki ekser ulemâ-i kemâl katında ihtiyâr-ı cihâddan efdaldür.” İlim, başkalarının övmesi için değil, Allâh için öğrenilmeli; kimsenin övmesinden veya yermesinden üzüntü duyulmamalıdır. Nitekim Eflâtûn, “Sen kendünde ilm var idüğine âlim isen, gayrün bilmediğinden sana zarar yokdur ki elem çekesin.” demiştir[97].

6- Talebe, üstâdını seçerken dikkatli olmalıdır. Üstat, güzel nasîhat eden, soyu-sopu temiz, meşgalesi çok olmayan, dindarlığı, takvâsı ve vera’ı âşikâr ve sağlam birisi olmalı; pek genç olmamalı, insanlar arasında belirli bir yere sâhip olmalıdır. Nitekim, Muhammed b. Seleme, “kişinün cümleden evvel üstâdını yâd iderler. Eğer üstâdı âlim-i celîl ise tilmîzinün dahi celâlet-i kadrine delîl olur.” demiştir. Talebe, devlet erkânı (e’âzım-ı ricâl) ile bir araya gelmeye (ihtilâta) meyilli olmamalı, dünyâ sevgisi kendisini dîninden uzaklaştırmamalı, iyi bir üstat için uzak memleketlere gitmeyi göze alabilmeli; bu vasıfları hâiz bir üstat bulduğunda, ona dayanıp cân u gönülden teslim olmalıdır. Talebeye, “ilm üzerine tekebbür ve mu’allim ü üstâd üzerine ta’azzüm u tecebbür” etmemek vâcibdir. Hastanın doktorun sözünü dinleyip kabûl etmesi gibi, talebe de hocasının sözlerini dinlemeli ve kabûl etmelidir. “Ammâ ilm üzerine tekebbür meselâ bir ehlinden ilm istifâde eylemekden istinkâf ile ilmi istihfâf eyleye, bu hâlet ayn-ı humk u cehâletdür.” Zîrâ, ilim mütekebbire hasımdır, ondan faydalanma ihtimâli yoktur. Binâenaleyh, “tahsîl-i ilmde tevâzu’ lâzımdur.” Bu sebepledir ki, Allâhu Ta’âlâ, “Doğrusu bunda kalbi olana veya hazır bulunup kulak verene ders vardır.[98]“ buyurmuştur. Kezâ, hadiste “Bir kimse ki bir sâ’at züll-i ilm ve cefâ-yı mu’allime tahammüle istitâ’at eylemeye, ol kimse hadîd-i züll-i cehl-i ebedîde bâkî olup merâkî-i ma’ârife râkî olmaz.” buyurulmuştur.

Talebe, üstâdı karşısında yumuşak bir toprak gibi ve aşağı (pest) bir durumda bulunmalı, tıpkı üzerine yağmur yağan toprağın suyu her hâlükârda kabûllenişi (emişi) gibi üstâdından gelecek her şeyi kabûllenmelidir; “üstâdınun her re’yine mütâba’at eyleye, eğer savâbı hilâfında zann iderse dahi”; zîrâ, “sâlik-i râh olan kimse”nin, kendisine “reh-nümâ olan kimse”de hatâ araması doğru değildir. Talebe, güçlü bir tabiate ve zihne sâhip olduğu inancına kapılarak, “ilmden mahrûm ve sıfat-ı cehâlet ile mevsûf u mevsûm” olmamalıdır. Nitekim, “el-’ilmü fi’s-sudûr lâ fi’s-sutûr” (ilim sadırlardadır, satırlarda değil) denilmiştir. Talebe, soru sormaktan çekinmemeli, kaçınmamalıdır. Nitekim, Hz. Ali, “ilm bir kufl-ı pür-eşkâldür (şekillerle dolu bir kilittir) ki anun miftâhı (anahtarı) su’âldür”, buyurmuştur.

Talebe, kendisine “bir harf ta’lîm idenün hıdmetine ‘ömrini sarf eylemeli; ona sevgide ve saygıda kusur etmemeli, kendisiyle alâkasını kesmemeli; kendisine hizmet ve yardımdan kaçınmamalı; gizli veya âşikâr kendisine her fırsatta duâ etmelidir. Nitekim, bu hususta Hz. Ali şöyle demiştir: “Bir kimse Hakk Te’âlâ’nun kullarından birine Kitâbu’llâh’dan bir âyet ta’lîm eylese, anun mevlâsı olup ta’zîm eylemek vâcib olur. Ve lâyık değüldür ki üstâdına terk-i nusret ve gayri üstâdı üstine îsâra azîmet eyleye. Eğer bir kimse ki bu semte sâlik ola, İslâm’dan bir urve-i vüskā kat’ itmiş olur. Bir kimseden üstâdı müte’ezzî olsa bereket-i ilmden mahrûm u zelîl ve ilmden intifâ’ı kalîl olur.[99]“ Talebe, “hakk-ı üstâdı hakk-ı vâlideyn ve sâ’ir müslimîn üzre takdîm” eylemelidir.

Talebe, üstâdının zaaflarını ve kusurlarını araştırmamalıdır; hocasının bir takım zaafları ve kusurları olduğunu işitse dahi, bunları doğruya hamletmeli, iyiye yormalıdır; meclisinde izin almadan konuşmamalı, izin aldığında da sözü uzatmamalı, iddiâsında ısrarlı olmamalıdır; hocasını üzüntülü görse, niçin üzüldüğünü sormamalı, sırrını öğrenmeğe kalkışmamalı, onun “ahvâl ü evkātine ri’âyet ve Allâh’a isyan dışında her hususta emrine itaat etmelidir; zîrâ, Allâh’a isyânın olduğu yerde, mahlûka itaat söz konusu olamaz. Kezâ, “üstâdınun evlâdını ve müte’allikātını tevkîr dahi üstâd adâdından ma’dûddur. Eslâf-ı ulemâ içün tevkîr-ı üstâd husûsunda ba’zı dekā'ık-ı umûr vardur ki zamânumuzda kimsenün hâtırına hutûr eylemez.[100]

Taşköprülü-zâde’nin, hoca-talebe ilişkisi ve talebenin hocası karşısındaki durumu ile ilgili olarak, çoğu tipik bir şeyh-mürîd ilişkisini hatırlatan uzun değerlendirme ve tavsiyelerde bulunduktan sonra, sözü kendi zamânına getirdiğini ve ulemânın o dönemdeki durumundan şikâyetçi olduğunu görüyoruz. Esâsen, yukarıda ana hatlarıyla hulâsa olunan düşünceler, kendi ifâdesiyle, “zikrolunan kinâyât ve îrâd olunan rivâyât u hikâyât” geçmiş dönemlere mahsûs hoca-talebe ilişkilerine dayanılarak anlatılmıştır. Bu bilgiler, yine kendi ifâdesiyle, “zamân-ı evvelde ne mertebe tevkîr-i ashâb-ı ulûm u dirâyât olunduğunu, diğer bir deyişle, ulemâ zümresinin eskiden nasıl saygıdeğer bir mevki’de bulunduğunu göstermektedir. Oysa, kendi zamânında durum bir hayli değişmiş ve “tevkîr-i ilm ü ulemâ ve ikrâm-ı meşâyih u fuzalâdan bir nesne” kalmamıştır. Ulemâya saygı gösterilmeyişi ile ilgili olarak eğer “bu eyyâmda o makûle ulemâ-i a’lâm kalmadı; hâlâ bu mevcûd olanlar lâíık-ı tevkîr olmadukları ma’lûm-ı sagîr ü kebîrdür,” şeklinde bir karşı mütâlaa yürütülecek olursa, buna Taşköprülü-zâde’nin cevâbı şudur: “Didiğün müsellem ü makbûldür. Lâkin anlar kābil-i tevkîr ü i’tibâr değüldür, didiğün cây-ı inkârdur. Zîrâ asl-ı tevkîr ilmîdür. İmdi anlar hakkında taksîr câ'iz değüldür. İmdi ilme mahabbetün var ise anlarun emsâli emâsil-i ulemâí ve efâzıl olmaduklarından sana zarar gelmez. Belki anı tedârük anlarun uhdelerine lâzımdur. Ve bi'l-cümle mahabbet-i ilm cümle ilme intisâb idenlere mahabbeti îcâb ider.” Binâenaleyh, sırf ilme saygı ve hürmet dolayısıyla, ulemâya hürmet etmek lâzımdır; mevcût ulemânın ilmî bakımdan yetersiz durumda olması, talebeyi ilgilendirmez; bu eksiklerini gidermek ulemânın kendisine düşer. Bu düşünce, kitap için de söz konusudur: “Ve ilmi ta’zîmdendür ta’zîm-i kitâb dahi. Hattâ gerekdür ki tahâretsüz kitâba yapışmaya ve kitâb tarafına pâyini dırâz itmeye. Ve üstüne âhar nesne vaz’ eylemeye. Ve kütüb-i tefsîrün kadrini ref’ ve anları sâ'ir kütüb üzre vaz’ eyleye.[101]

7- Talebe için gerekli olan hususlardan birisi de, tahsil hayâtının başında ihtisâsa yönelmemektir. Öncelikle her ilim dalından ve konusundan bir mikdâr okuyup bilgi sâhibi olunmalıdır; zirâ, bütün ilim dalları arasında bir ilişki, bir bağlantı söz konusudur; bu bağlar öğrenildikten sonra, istenirse uygun görülen bir ilim dalında daha ileri seviyede tahsîle devam olunabilir[102].

Kezâ, talebe bir konuyu (ilmi) tahsil edip iyice öğrenmeden bir başkasına geçmemelidir; böyle bir durumda hiç bir ilmi (konuyu) yeterince öğrenemez, şaşırır kalır ve bir süre sonra da hepsinden vazgeçer. “İlmün ba’zına meyl ve ba’zına adâvet”, yâni bâzı dersleri (ilimleri) sevip, bazılarına düşmanlık göstermek doğru değildir; talebe, “zinhâr ve zinhâr ki ulûmdan birini istihânet (hor görme) ü istihkār (tahkîr etme)” etmemelidir. Böyle bir tavır, “cehl-i azîm” olduğu için âkıbeti vahîmdir. Nitekim, “İnsanlar bilmedikleri şeyin düşmanıdırlar,” denmiştir[103]. Aynı sebeple Kur’ân-ı Kerîm’de, İslâm hakkında hiç bir şey bilmeyenlerin, onu tenkîde kalkışmaları yerilir[104].

Taşköprülü-zâde, muhtelif ilim dallarına olduğu kadar, o ilim dallarında eser te’lif eden kimselere de düşmanca duygular beslenmemesi gerektiğini söyler. Hattâ o kadar ki, eserlerinde inançlarımızın veya kabûllerimizin tamâmiyle zıddına görüşleri savunanları bile -bizim muhtelif konularda farklı düşüncelerin de olduğunu öğrenmemize imkân sağladıkları ve bir meseleye değişik açılardan bakmamıza vesîle oldukları için-, hayırla yâd etmemiz gerekir. Bu bakımdan Taşköprülü-zâde’nin, son derece müsâmahakâr bir tabiati ve ilim anlayışı bulunduğunu kabûl etmemek için hiç bir sebep yoktur. Gerçekten, şu cümleler, bu nokta-i nazardan son derece ehemmiyetlidir:

Hattâ ba’zı fuzalâdan hikâyet olunur ki, dimişlerdür: Bize kitâblarında tevlîd-i şükûk ü şübühât iden ulemânun âbâ’ u ümmehâtına şükr eylemek lâzımdur. Zîrâ ulûmdan münâzara ve mübâhese itmekde bizüm hâtırumuzu tahrîk ider kimselerün vücûduna anlar sebeb olmuşlardur.[105]

Şu hâlde, fikirlerine iştirak etmediğimiz insanlara karşı bile -bizi muhtelif konular hakkında düşünmeğe sevk ettikleri için- şükran borçlu olduğumuza göre, bizimle aynı düşünceleri paylaşan, bizzat veya eserleriyle bize bilmediklerimizi öğreten insanlara karşı olan minnet borcumuzu unutmamız aslâ düşünülemez:

Pes, bize ilmden bir mikdârını bi’z-zât ifâde idenlere şükrünü ziyâde eylemek evleviyyet ile lâzım olur. Fi’l-hakîka eğer mütekaddimînün fikr ü dikkatleri olmasa ulemâ-i müte’ahhirîn nice mesâlih-i dünyeviyyelerini ma’rifetde kāsır u hayrân ve mütehayyir ü ser-gerdân olurlar idi. Kande kaldı ki mesâlih-i âhiret tedârüküne imkân u kudret olayıdı?[106]

Söz sevilen ve sevilmeyen ilimler noktasına gelince, Taşköprülü-zâde’nin, burada mantık ve nücûm gibi ilimler üzerinde bilhassa durduğu görülmektedir. Yukarıda da bir vesîleyle ifâde ettiğimiz gibi, bu hususta Taşköprülü-zâde hiç de peşin fikirli ve hükümlü değildir[107]. Taşköprülü-zâde’nin bu konudaki tavrını daha iyi anlayabilmek için, aşağıdaki satırları birlikte okumak faydalı olacaktır:

“...Pes sen dahi ol zümreden olma ki bilmedükleri ulûmu istihânet (horlama) ile kesb-i züll u mehânet (küçümseme) iderler. Meselâ, ilm-i mantık ki cemî’-i ulûmun asl u medârı ve ezhân u fühûmun takvîm ü mi’yârı iken anı zemm ü istihânet itdükleri gibi. Ebû Hayyân Bahr nâm tefsîrinde tahrîr eylemişdür ki, Cezîre-i Endülüs’de sâkin olan erbâb-ı ilm-i mantık, savlet ü hücûm-ı fukahâdan ihtirâz itdüklerinden keşf-i râz itmeyüp mantıkdan mef’il ile ta’bîr ve bu vechile ibâreti tağyîr iderler idi. Hattâ, ba’zı vüzerâ oğluna mantıkdan bir kitâb iştirâí itmek istedükde havfından fukahâdan ihtifâ' eyledi. Ba’zı tâ'ifenün dahi ulûm-ı hikemiyyeyi ale'l-ıtlâk zemm üzre ittifâk itdükleri gibi içinden mezmûm olan mikdârı ile memdûh olanı fark u idrâk itmedin. Ve dahi ilm-i nücûmu ale'l-ıtlâk zemm itdükleri gibi. Ma’a hâzâ, ilm-i nücûmun da ba’zîsı farz-ı kifâye ve ba’zî mübâh ve ba’z-ı âharı harâmdur. Ve dahi makālât-ı sûfiyye-i muvahhidîn anlar katında kelimât-ı mülhidîn ile müştebih olup cihet-i temyîzine mühtedî ve mütenebbih olmadukları cihetden mutlakā kelimât-ı sûfiyyeyi zemm ü kadh itdükleri gibi. (...) Ve bi'l-cümle kadr-i ulûmu inkâr ve mücerred âbâ vü ecdâda taklîd ile zemm üzre ısrâr eylemek lâíık değüldür. Belki cehd idüp tahkîka vâsıl ol ki merâmun hâsıl ola. Hz. alî (k.v.) buyurmuşlardur ki ‘hakkı sen halk ile bilme, evvelâ hakkı bil, sonra ehlini bilürsin’. Ma’a hâzâ bir ilm nefsinde her ne mertebe mezmûm olsa yine sâhibi nef’inden bi’l-külliyye mahrûm olmaz. Ekall mertebe ol ilme kā’il olanları men’ ü ilzâma kudret mertebesine nâ’il olmakdur. Andan sonra ulûm bu mertebe kesret-i derecât ve merâtib ile şundan hâlî değüldür ki, ya Hakk Te’âlâ’nun ibâdını Mevlâ’sına îsâl anun vasf-ı hâli ola. Ve yâhûd esbâb-ı sülûka mu’în ve bâ’is-i vusûl-i makām-ı ‘ılliyyîn ola. Anlarun dahi her birinün menâzil ü merâtibi vardur ki maksada kurb u bu’d cihetinden mütefâvitdür. Anlarun dahi her birinün merâtibi vardur ki tertîb-i zarûrî ile müterettib ve mütefâvitdür ki her birisini mertebesine tenzîl vâcib ve tahsîlinde dahi vech-i mezbûr üzre ri’âyet-i tertîb lâzım u lâzibdür (gereklidir). İmdi evvelâ cümleden ehemm olan ile ibtidâ', ba’dehû tertîb-i mezkûr üzre tahsîlinde sa’y-i mevfûr eylemek gerekdür. Zîrâ ba’zî ba’zına mevsıl u tarîk olmağın takdîme hakîkdür. Her kes ki ol tertîb ü tedrîcün ri’âyetine dest-res bula, matlûbuna fevz-i azîm ile fâ'iz ve envâ’-ı sa’âdeti hâ'iz olur. (...) Ve gerekdür ki her ilmi kesb ü telkînden maksûd anunla mâ-fevkına terakkî ola. Ve zinhâr bu kelâmumuzdan böyle zann eyleme ki böyle i’tikād oluna ki her nesne ki ana ism-i ilm ıtlâk oluna, cümlesi ilm-i mahmûd ola. ... Belki ulûmdan her nesne ki muhâlif-i şer’ ola, elbette mezmûmdur. Lâkin şol kimse ki kalbinde kavâ’id-i şerî’at-i râsıhatü'l-erkân ve kalbi azamet-i Nebiyy-i Kerîm ile mel’ân (dolu) olup hıfz-ı Kitâb u Sünnet ve zabt-ı fürû’-ı ahkâm-ı şerî’at ile akîde vü dînini takviyet eyleye, ana ulûm-ı felsefeye nazar itmek helâldür. Lâkin iki şartile: Evvelâ, anlarun muhâlif-i şerî’at olan mesâ'iline tecâvüz eylemeye. Tecâvüz dahi iderse âharı redde kudret niyyetine mütâla’at itmek gerekdür. Sâniyen, anlarun kelâmını kelimât-ı ulemâ-i İslâm ile müzevvec ve ol cevâhir-i âb-dârı harf-pâre-i murdâr eylemeye. (...) Fiíl-hakîka bu cihetden âmme-i Müslimîne zarar-ı azîm hâsıl olmuşdur. Hakkile bâtıl ve sahîh ile fâsid-i âtıl miyânını farka kudret hâsıl olmadığı sebebden. Belki gâhî vâki’ olur ki ba’zı mesâ’ilün kütüb-i Kelâmiyyede îrâd olunduğuyla sıhhatine istişhâd iderler.[108]

Son cümlelerine dikkat edildiğinde, Taşköprülü-zâde’nin de, diğer pek çok muâsırları veya aynı ilim zihniyeti geleneğine mensup kimseler gibi[109], felsefe, mantık, nücûm gibi ilimleri, ancak ve ancak bir dereceye ve bir noktaya kadar tahsîle ruhsat verdiği görülüyor. Kendilerine ruhsat verilen kimseler ise, sıradan veya tahsil hayâtının başlangıcında olan insanlar değil, bu tür ilimlerde iyi ile kötüyü biribirinden ayırabilecek kābiliyette olan kimselerdir. Bu ilimlerle uğraşmak için verilen ruhsatın da belirli bir hedefi vardır. Bu hedef, Gazzâlî’nin kelâm öğrenmeğe kalkışırken göz önünde bulundurduğu hedeften başkası değildir:

Ammâ ulemâ-i selefden İmâm Gazzâlî ve İmâm Râzî ve anlarun emsâli ... gerçi kütüb-i Kelâm'ı hikmet ile mecz eylemişlerdür; lâkin redd tarîk-ı fesâdı sedd içündür. Nitekim her birinün musannefâtından ma’lûmdur. Anda ise be's yokdur. Belki anda Müslimîne i’ânet ve akā’idi hıfz u sıyânet vardur.[110]” Binâenaleyh, talebe bütün bu hususları göz önünde bulundurmalı ve eğitim hayâtına bu çizgide devam etmelidir.

Kezâ, bir ilmi öğrenmek isteyen, öğrenmenin yaşı olmadığını da bilmelidir. Nitekim, “hengâm-ı pîrîde yine eşkâl-i hendese ta’allümüne” kalkışan birisi, niçin böyle bir işe kalkıştığı sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: “Çün gördüm ki bir ilm nâfi’dür ve eşkâli nice eşkâli dâfi’dür, havf eyledüm ki cehâlet sebebiyle ana adâvet eyleyem.[111]“ Binâenaleyh, “hengâm-ı pîrîde” faydalı bir ilmi gördüğünde, onu öğrenmekten geri durmayan insanı kendimize örnek almalıyız. Ancak, öğrenilecek ilimler hangi önceliğe göre tahsil edilecektir? Diğer bir deyişle, ilimleri nasıl bir tertîb üzere öğrenmek gerekiyor? Bu konuda belirleyici kim olacaktır? Talebe, eğitim hayâtının içinde henüz yer ve yol aldığına göre, tahsîle evvelâ hangi ilimlerden başlaması gerektiğini lâyıkı veçhile belirleyebilir mi?

Taşköprülü-zâde’nin bu soruya cevâbı müsbet değildir. Talebe, bu hususta da üstâdının çizdiği yoldan gitmelidir. Kendisinin ifâdesiyle, talebe “tahsil-i ulûmda tertîb emrini üstâd-ı nâsıh-ı lebîb re’yine tefvîz eyleye.” O, “emr-i ta’lîmde ittibâ’-ı üstâd itmekle vâsıl-ı merâm” olur. Talebe, eğer “kendüleri ihtiyâr itdükleri üzre amel” ederse vâsıl-ı maksûd u emel olmaz.” Üstâdı, bu hususta kendisinden daha kıdemlidir ve “tab’-ı tâlibe münâsib olanı ondan daha iyi bilir; nâfi’ olanı kendisine bildirir[112].

Peki, talebenin ilk önce öğrenmesi gereken ilimler (veya bilgiler) konusunda bizzat Taşköprülü-zâde ne düşünmektedir? O, bu hususta, deyim yerinde ise, bir çerçeve program sunar. Bu program, ders veya bilgi dallarından ziyâde, doğrudan eğitimin hedefi ile ilgilidir. Onun ifâdesiyle, tahsîlde “...evvel ehemm olan ilm fiíl-hâl nefsihî lâzım olan fazîlet ü kemâl ve âhiretde sebeb-i kurb-ı Rabb-i Celâl ve ikāmet-i dîn ve ihlâs-ı amel ü yakîn ve mu’âşeret-i ibâd-ı sâlihînde mütâba’at-ı ahkâm-ı şer’-i mübîn ve mülâzemet ü vera’ u takvâ vü dîn üzre olmakda muhtâcun-ileyh olan ulûmdur. Ve cümlenün merci’i Hakk Te’âlâ'yı bilmekdür âyât-ı vâzıha ve şevâhid-i nâtıka ile. Ve kendi üzerine nefsinde ve mâlında ve leyl ü nehâr ve sâ'ir ahvâlinde vâcib olanı bilmekdür. Ve bunda dâhildür cemî’ ahkâm-ı şer’iyye, gerek cevâz u fesâd ve hıll u hurmet, ve istihbâb u kerâhet. Ve Hakk Te’âlâ’nuın ferâ'ızını a’del-i sübül ve akvem-i menâhic üzre ikāmet eylemek hakkında Hazret’den vârid olan sünneti bilmekdür. (...) Ve yine ulûm-ı nâfi’ada dâhildür cemî’ ahlâk-ı enbiyâ vü mürselîn gerek ihlâs u yakîn, gerek zühd ü tevâzu’ ve nasîhat-i müslimîn ve ilm-i âdâb-ı nefs ki iffet ü rıfk u vakār u hayâ vü simâ’ ve hüsn-i tedbîr-i her-kâr ve avâkıb-ı umûra nazar ve emr-i dînde hazm ve münkerâtdan hazer ve mudârât-ı a’dâ vü avâmm ve ihtimâl-i cefâ-yı enâm ve sıla-i erhâm ve mukābele-i cefâda birr ü in’âm ve zâlimün günâhından tecâvüz ile mu’âmele ve isâ’et (kötülük) eyleyene ihsân ile mukābeledür. (...) Ve bi'l-cümle asl-ı usûl ve müntehâ-yı mes'ûl ma’rifetu’llâhdur ki ol gâyet-i gâyât ve sebeb-i fevz ü necât ve reís-i cemî’-i sa’âdâtdur. Ve bu ilm hürrdür ki aslâ gayre hâdim olmaz. Lâkin cemî’-i ulûm ana hâdimdür. Ve bu İlmün mâ’adâsı ulûmdan dahi cümleden akdem ve matlûb u ehemm olan bu ilme vesîle olan ulûmdur.[113]“ İşte, hedef budur ve işte bütün ilimlerin asıl gâyesi budur. İnsan, öncelikle fazîlet ve kemâlini artıracak, âhirette Allâh’a yaklaştıracak, din konusunda en doğru yolda olmasını, “ahkâm-ı şer’iyye”ye uygun hareket etmesini, diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmasını sağlayacak, kısaca dünyâda ne yaparsa yapsın, yaptıklarının Allâh’ın rızâsına uygun olmasını temin edecek ilimleri öğrenmelidir.

Ancak, Taşköprülü-zâde’ye göre, şunu da bilmek durumundayız: İnsan, yukarıda çerçevesi çizilen gâyeyi tahakkuk ettirmek için ne kadar ilim tahsil ederse etsin, bu gâyeye gerçek mânâ (yakîn) ulaşamayacaktır. Çünkü, söz konusu gâyenin tahakkuku için, ilmin çerçevesine girmeyen bilgilere de ihtiyaç vardır. Bu bilgiler ise, sâdece tasavvuf erbâbına mahsûstur. Onun ifâdesiyle, “... bu tahkîkden ma’lûm u zâhir olur ki, edille-i akliyye ve şevâhid-i nakliyye ile sâbit olan, ilm verâsında bir mertebe-i yakîn dahi vardur ki, ana erbâb-ı riyâzât u mücâhedât olan ashâb-ı kerâmât ve müşâhedât ya’nî tâ'ife-i sûfiyye mahsûslardur.[114]“ Taşköprülü-zâde’nin riyâzât, mücâhedât, kerâmât ve müşâhedât, dolayısıyla tâ’ife-i sûfiyye üzerindeki bu vurgusunu anlayabilmemiz için, kendisinin Halvetî tarîkatine mensup bir kimse olduğunu hatırlamamız yeterli olacaktır[115].

8- Talebe, kendisini gerçek mânâda yetiştirebilmek için, kendisi gibi talebe olanlarla, “akrânı ile müzâkere, mübâhese ve münâzara” etmelidir. Zîrâ, konuların sık sık müzâkere edilmesi, tartışılması, kişinin bunları kalıcı bir şekilde öğrenmesini sağlayacaktır. Münâzaranın asıl gâyesi, sevâb arzûsu (taleb-i sevâb) ve doğrunun ortaya çıkması (ızhâr-ı savâb)dır; gâyesi bu olmayan, bilgi gösterisine dönüşen, muhâtaba galebe çalmağı hedefleyen, soy-sopla övünme (tefâhür-i asabiyye) malzemesi olarak kullanılmak istenen münâzara, burada öngörülen münâzara değildir; münâzarada soy ve sopla övünen “felâh u bereket” bulamaz. Nitekim, fetvâ kitaplarında, “bir kimse ki hasmına hacâlet ve şermendegî hâsıl olsun diyü münâzara eyleye, hâşâ, ol kimseye küfr-i hafî vardur.” diye yazılıdır. Münâzara “insâf u tahammül ü te’ennî ve te’emmül” ile olmalıdır; Zîrâ, gerçekte “münâzara müşâvere”dir.

Kezâ, “tâlib-i ilm”, bütün vaktini ilmin hakîkatlerini ve inceliklerini (dekā’ık-ı ulûmu) düşünmek, araştırmak, incelemek ve öğrenmek için harcamalı ve bu hususta zahmete tahammül etmelidir. Nitekim, “Te’emmül eyle ki maksûdunu idrâk idesin,” denilmiştir. Bilhassa, konuşmağa başlamadan önce, söylenecek şeyin iyice tartışılıp düşünülmesi gerekir; çünkü “kelâm mânend-i tîr rücû’-pezîr değüldür”; yâni, söz oka benzer, ağızdan çıktıktan sonra, bir daha geri dönmesi ve hiç söylenmemiş gibi farz edilmesi mümkün değildir[116].

9- Talebe, bu günün işini yarına bırakmamalıdır; zîrâ, her günün kendine has işi vardır. İşlerin hep geleceğe ertelenmesi, gün gelir onların hiç görülemez duruma gelmelerine yol açar. Talebe, “tedbîr-i umûrda âciz ü pür-kusûr olanlarun rûzı”nın “ferdâ” olacağını ve o ferdânın (yarının) hiç gelmeyeceğini bilmelidir.

Kezâ, talebe, ilme dâir öğrendiği veya duyduğu her bilgiyi, her sözü bir yere kaydetmelidir. Bir kenâra kaydedilmeyen bilginin muhâfazası güçtür. “...’ilm bir sayd (av), ve kitâbet ana dâm u kayddur.”

Taşköprülü-zâde’nin, öğrenilen bilginin mutlakā bir kenâra kaydedilmesini tavsiye edişi, bize büyük İslâm âlimi İmam Gazzâlî’nin bizzat kendisinin naklettiği bir anekdotu hatırlatıyor. Anekdot mâlumdur: Gazzâlî, gençliğinde ilim tahsil etmek üzere gittiği Cürcan’dan Tûs’a dönerken, birlikte seyâhat ettiği kervânın haydutlar tarafından yolu kesilir; bu sırada haydutlar Gazzâlî’nin dersler esnâsında tuttuğu not defterlerini de alırlar. Gazzâlî, buna çok üzülür ve haydutların reîsinin huzûruna çıkarak, durumu izâh eder ve kendi ifâdesiyle, “Yazılarımı bana verin, size yaramaz.” der. Haydutların reisi ise, gülerek şu karşılığı verir: “Nasıl olur da onları öğrendiğini iddiâ edersin, çantan alınınca onlardan mahrum kaldın.” Bu hâdise sonunda Gazzâlî notlarına kavuşursa da, haydutların reîsinin sözü kendisine fevkalâde tesir eder ve daha sonra tahsil ettiklerini hâfızasından çıkmayacak şekilde öğrenmeğe, diğer bir deyişle aynı zamanda ezberlemeğe çalışır[117].

Bu noktada, Taşköprülü-zâde’nin ilk bakışta Gazzâlî’den farklı düşündüğü ve bilginin mutlakā yazıya geçirilmesini tavsiye ettiği zannedilebilir. Oysa, esas olan ilmin kaydedilmesi değildir. Çünkü, tıpkı Gazzâlî gibi, Taşköprülü-zâde için de asıl “...’ilm sahâ’if-i hâtırda sâbit ü ber-karâr olandur. Sahâyif-i defâtirde olup ednâ bahâne ile firâr iden değül. Belki anı evrâk üzerinde isbâtdan maksad nisyân zamânında mürâca’atdur. Evrâka i’timâd değüldür.” İhtiyaç duyulduğunda kullanılamayacak olduktan sonra, bütün bilgileri defterlere, kitaplara geçirip evimizde bir köşede tutmamızın ne mânâsı vardır? Binâenaleyh:

Hıfz idüp cümle ulûmı olmasan hâzır-cevâb

Nef’i yokdur her ne denlü eylesen cem’-i kitâb

Hoş mıdur bir meclise cehlünle sen hâzır olup

Diyesin kim hânede kodum ulûm-ı bî-hisâb[118].

Talebe, ömür müddetinin kısa, tahsil edilecek ilimlerin ise çok olduğunu bilmeli ve bu sebeple hiç bir vaktini boşa geçirmemeli, zevk ü safâya dalıp kalmamalı; bilakis, her an “şüyûh u ulemâ” ile bir arada bulunmalı, onlardan faydalanmağa çalışmalıdır[119].

10- Talebe, ilmin şerefinin mânâsını, her ilmin “rütbesini”, istidlâl yoluyla bilgi üretmede kullanılacak “delîl ü bürhân”nın sağlamlığının nasıl, hangi kriterlere göre test edildiğini bilmelidir. Çünkü, “ilmün şerefi ya semeresinün şerefi iledür ve yâhûd delâ’ilinün kuvvet ü istihkâmı iledür.” Uğraşmakta, öğrenmeğe çalışmakta olduğumuz ilim, insana sağladığı fayda ile mi şereflidir, yoksa şerefini dayandığı delillerin güçlü olmasından mı almaktadır? Talebe, böyle bir muhâkeme netîcesinde ortaya çıkacak tabloyu, dolayısıyla ilimlerin şeref sıralamasını, dayandıkları delillerin gücünü ve sağlamlığını öğrenmelidir.

Taşköprülü-zâde, burada ilimlerin şerefi ve dayandıkları delillerle ilgili umûmî bir tasnif ve değerlendirme sunmaktadır. İlmin gâyesiyle ilgili düşüncelerde olduğu gibi, bu değerlendirmede de asıl ölçünün, ilmin dünyevî ve uhrevî saadeti ne ölçüde temin edebildiği noktasında düğümlendiği görülmektedir. Konu üzerinde kısaca durmadan önce, bu husustaki düşüncelerini kendi dilinden tâkip edelim:

Evvelkisi ilm-i dîn gibi. Zîrâ anun semeresi hayât-ı ebedîdür ki âhiri yokdur. Ol cihetden cümleden eşref olur. İkincisi ilm-i tıbb gibi. Zîrâ anun semeresi hayât-ı bedendür zamân-ı mevte değin. Ol takdîrce ilm-i dîn ilm-i tıbbdan dahi eşref olur. Ve ilm-i tıbb dahi ilm-i hisâbdan eşrefdür. Gâyet ü semeresi i’tibâriyle. Zîrâ sıhhat-i beden kemiyyeten makādîr ma’rifetinden eşref idüği ma’lûm-ı sagîr ü kebîrdür. Lâkin ilm-i hisâb ilm-i tıbbdan eşref olur. Ahkâm-ı delâ’ili cihetinden. Zîrâ edille-i hisâb zarûriyyedür, muhtâc-ı tecribe değüldür. Ammâ ilm-i tıbb anun hilâfındadur. Andan sonra çün kim şeref-i ilm gâh semere cihetinden ve gâh kuvvet-i delîl ü haysiyyetinden oldıyısa, imdi ma’lûm ola ki şeref-i semere şeref-i kuvvet-i delâletden evlâdur. Pes semere cihetinden eşref-i ulûm Allâhu Ta’âlâ’yı ve melâ’ikesini ve kütüb ü rusülünü ilmdür. Ve sâ’ir ana mu’în olan ulûmdur. Zîrâ anun semeresi sa’âdet-i ebediyye ve devlet-i uhreviyyedür. Ve bu dahi ma’lûm olmak gerekdür ki her İlmün delîl cihetinden bir haddi vardur ki andan tecâvüz eylemez. Meselâ ilm-i nücûmda ikāmet-i berâhîn ile isbât-ı yakîn itmek olmaz. Ve ol hadden noksân dahi olmaz. Meselâ edille-i ilm-i hey’etde mahz-ı cedel ile kanâ’at eyleyüp isbât-ı yakîn ile müdde’âyı ta’yîn olmaya. Kezâlik ilm-i ma’ânîde dahi melâk u asl-ı emr ancak zevkdur ve ikāmet-i bürhân eylemek hâric ani’t-tavk(tâkat, kudret)dur. Her kimse ki ilm-i ma’ânîde taleb-i delîl ü bürhân ve irâde-i tahsîl-i tahkîk u îkān eyleye, cümle sa’y u ciddi bilâ-tâ’il (faydasız) olup in’âb-ı nefsden gayri nesne hâsıl olmaz. Hattâ İmâm Sekkâkî kısm-ı sâlis-i Miftâh’ın fâtihasında dimişdür ki: “Biz sana bu fünûnun ya’nî fenn-i ma’ânî ve beyânun ve bedî’ün hakkını i’tâ’ ve her birinden keşf-i gıtâ (örtü, perde) itmezden mukaddem sana bir kā’ide ve asl-ı muhkem üzerine tenbîh idelüm, tâ ki her zamân hâtır-nişân ola. Ol kā’ide budur ki hiç bir ilm ü sınâ’atda vâcib değüldür, eğer ol sınâ’atun usûl ü fürû’unda rücû’ mücerred akla olursa dahi. Anda hâricden dahîl olan kimse, içinde neşv ü nemâ bulmuş nâşî gibi olup ol sınâ’atdan zevk tahsîlinde berâber ola. Husûsan ki ol sanâ’atun merci’i mücerred akl olmayup belki tahakkümât-ı vaz’ıyye ve i’tibârât-ı ülfiyyeye ola. Ya’nî elfâz u kelimâtun ma’ânî-i vaz’ıyyesini ve ‘örf ü âdet-i me’lûfede keyfiyyet-i isti’mâlini bilmeğe mevkûf ola. İmdi ol makûle sınâ’atda bâ-husûs ilm-i ma’ânîde dahîl olan muhtâc-ı delîl olup nâşîye ba’zî fetâvâ ve mesâ’ilinde taklîd u kusûr zevkı olduğu cihetden ana mürâca’at ile kesb ü tahsîlini te’kîd eylese be’s yokdur. Tâ ki tedrîc ile zevkı tekmîl ve ilmi ke-mâ hüve hakkıhî tahsîl idince.[120]

Bu pasajdan çıkarılabilecek umûmî netîce nedir? Tahsîle değer görülen ilimlerin biribirlerine üstünlük(efdaliyyet)lerini tesbîtte kullanılan yegâne kıstas, sık sık vurgulandığı üzere ve Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle, onların gâyet ü semeresi”, diğer bir deyişle gâyeleri ve insanlara sağladıkları faydalardır. Bir ilmi, diğerinden şerefli kılan yegâne şey, gâye ve fayda olduğuna göre, bunun niteliği de belirleyici bir rol oynayacaktır. Binâenaleyh, uhrevî semere, dünyevî semereden daha efdaldir. Dolayısıyla, her ne kadar ikisi de insanlar için faydalı olsa dahi, meselâ “ilm-i dîn ilm-i tıbbdan” daha şereflidir. Kezâ, faydası ve semeresi cihetinden “ilm-i tıbb da “ilm-i hisâbdan” şereflidir. Fakat, dayandıkları deliller îtibariyle ele alındığında ilm-i hisâb ilm-i tıbbdan” daha şereflidir. Zîrâ hesâb ilminin delilleri güçlüdür, zarûrîdir, dolayısıyla tecrübeye muhtâç değildir; oysa tıbb ilmi böyle değildir, o gücünü ve güvenilirliğini tecrübe sâyesinde kazanır. Diğer ilim dalları için de aynı şekilde muhâkeme yürütmek mümkündür. Bir tâlibin tahsil esnâsındaki öncelikleri de ancak böyle bir üstünlük anlayışına göre belirlenecek ve bunlar tedrîci bir şekilde öğretilecektir. Bu durum, ister dînî nitelikli ilimler için olsun, isterse din-dışı konulara dâir ilimler için olsun, netîce değişmeyecek ve getireceği fayda her hâlükârda ön plâna çıkacaktır.

 Peki, talebenin nitelikleri ve eğitim hayâtı boyunca göz önünde tutması gereken düstûrlar bunlar olduğuna göre, onu eğiten, okutan, her konuda yol gösteren, diğer bir deyişle, kendisini istikbâlin âlimi mevkiine yükselten kişinin vasıfları ve göz önünde bulundurması gereken prensipler nelerdir? Bu soru, bizi “âlim kimdir, ideal bir âlim nasıl olmalıdır, vazîfeleri nelerdir” meselesine ve Taşköprülü-zâde’nin bu husûsu nasıl ele aldığı noktasına getirmektedir.

c) Âlim Kimdir, Nasıl Olmalıdır? Vazîfeleri Nelerdir?

Taşköprülü-zâde, ideal bir talebenin nasıl olması gerektiğini açıklarken, konuyu nasıl on ana madde hâlinde ele almış ise, ideal bir âlimi de yine aynı şekilde on madde ile açıklamıştır. Aşağıda, bu on maddeyi tek tek gözden geçireceğiz. Ancak, burada hemen belirtelim ki, Taşköprülü-zâde bir âlim târifi yapmak yerine, âlimde bulunması gereken nitelikleri saymak sûretiyle, bu konudaki ideali ortaya koyuyor. Onun kaleminden âlimin aynı zamanda mu’allim (öğreten, öğretici) olduğunu öğreniyoruz; bu da tâlim ve tedris faaliyetleri ile ilim adamı arasında doğrudan bir ilişki düşünüldüğünü göstermektedir. Esâsen âlim, mu’allim ve mute’allim kelimelerinin aynı kökten (alime) müştak kelimeler olduklarını unutmamalıyız. Onun ulemâda bulunmasını öngördüğü vasıfların, bir başka açıdan bakıldığında, pedagojik bir yaklaşımı veya düşünceyi de ortaya koyduğu ve dolayısıyla çağın tedris anlayışına dâir mühim ipuçları verdiği görülüyor. Taşköprülü-zâde’nin birer “vazîfe” olarak niteliği bu vasıflar nelerdir? Şimdi sırası ile bunları görelim:

1 - Taşköprülü-zâde, âlimin (veya mu’allimin) temel vasıflarını ve hedeflerini şu satırlarla ortaya koymaktadır: “...her gâh ta’lîmi li-vechi’llâh olup ta’lîmden merâmı sem’a ve riyâ ve resm ü âdet ve yâhûd ziyâde câh u hurmet ü haşmet olmaya. Belki ancak merâmı taleb-i rızâ-yı Hudâ-yı Rabbü’l-erbâb ve evâmirine imtisâl ve nevâhîsinden ictinâb ve neşr-i ilm ve teksîr-i fukahâ ve taklîl-i cehele-i süfehâ ve ibâdu’llâhı Hakka irşâd u hidâyet ve cümlesini neş’etinde nâfi’ olana delâlet ve izhâr-i dîn-i mübîn-i Rabb-i mu’în ve ikāmet-i sünnet-i Resûl-i Rabbu’l- âlemin ve teşyîd-i kavâ’id-i İslâm ve temyîz-i miyâne-i helâl u harâm olup ve bu a’mâlinde ihlâs-ı niyyet idüp kasdı ecr-i âhiret ola. Ve Hakk Ta’âlânun ibâdından ulemâ’-i muttakîn hakkında va’dinün husûlüne cezm ü. yakîn ... olup recâ-yı sevâb ve havf-ı itâb eyleye. Ve dahi ma’lûm ola ki her hâlde ilm mânend-i mâldur. Evvelâ hâl-i iktisâbdur. Ba’dehû hâl-i iddihârdur ki anunla sâhibi su’âlden ganî olur. Ba’dehû nefsine ve gayre infâkdur. Anunla merd-i kâmil ve sahî-i mutafazzıl olur ki bu hâl eşref-i ahvâldür.[121]

Bu paragrafta vurgulanan konuları maddeler hâlinde hulâsa edecek olursak, mu’allim (âlim):

a) İlmi, mevki’ elde etme hırsı ve cemiyetten saygı görme arzûsuyla değil, sırf Allâh için öğretmelidir; gâyesi Allâh’ın rızâsına nâil olmak, yapılmasını istediği şeyleri yapıp, yasaklamış olduğu şeylerden kaçınmak olmalıdır.

b) İlmi yaymağı, âlimleri (fakihleri) çoğaltıp câhillerin sayılarını azaltmağı hedeflemelidir.

c) Maksadı Allâh’ın kullarına doğru yolu göstermek, onların dalâlete düşmelerine mâni’ olmak olmalıdır.

d) Allâh’ın dînini, O’nun Peygamberinin sünnetini açıkça ortaya koymalı; İslâm’ın kāidelerini güçlendirmeli; harâmın ve helâlin neler olduğunu insanlara göstermelidir.

e) Bütün bunları yaparken, sâlih bir niyetle hareket etmeli; sâlih amellerinin karşılığı olarak sevab ummalı ve günah işlediği takdirde itâb edileceğini bilmeli. yâni havf ve recâ arasında bulunmalıdır.

f) İlmin tıpkı mal gibi olduğunu; önce kazanıldığını, sonra ihtiyaç durumunda kullanılmak üzere depolandığını; bilâhare hem bizzat kendi nefsinin ve hem de başkalarının faydalandırıldığını (infâk) bilmelidir ki, ancak bu sûretle kâmil, fazîletli ve cömert bir insan olması mümkündür.

Şu hâlde, kendisini ilmiye zümresi içinde görmek isteyen birisinin yapacağı şey, önce öğrenmek, sonra başkalarına öğretebilecek bir duruma gelinceye kadar öğrendiklerini biriktirip değerlendirmek, daha sonra da bizzat başkalarına öğretmektir. Öğretmek, son derece ehemmiyetlidir; ancak, öğrendiklerinden bizzat faydalanmak da aynı derecede ehemmiyetlidir. Nitekim, “... ilmini gayre ifâde idüp lâkin kendüsi müntefi’” olmayan kimse, “mânend-i kitâb ve defter-i hisâbdur ki gayre müfîd u nâfi’ ve kendüsi gayr-i müntefi’dür. ...Ve dahi fitîle-i çerâğ gibidür ki âhara ziyâ-bahş ve kendüsi tu’ma-i âteş olur.” Kişi, faydası sâdece başkalarına dokunan kitap ve defter gibi veya etrâfını ışıtıp kendisi yanıp tükenen çerâğ fitili veya mum gibi olmak istemiyorsa, öğrendiklerinden bizzat kendisi de faydalanmalıdır. Buna ilmiyle âmil olmak denmektedir ki, eğitim ve öğretim söz konusu olduğunda, klâsik kaynaklarımızın hemen tamamının aynı noktaya işâret ettiklerini görürüz[122]. Bu arada, Taşköprülü-zâde’nin üzerinde durduğu, başkalarına ilim öğretme, doğru yolu gösterme konusunun da, aynı kaynaklarımızın bilhassa vurguladıkları bir husus olduğunu belirtmek durumundayız. Tıpkı Taşköprülü-zâde’nin dediği gibi, “...bir kimse ki Hakk Ta’âlâ anun elinden bir kimseye hidâyet eyleye, ol kimseye hayrdur mecmû’-i rûy-i zemîn u âbdan ki üzerine âfitâb u mâhtâb tâli’ ve her birinün pertev u şu’â’ı anda lâmi’ olur.[123]

Aranan, arzûlanan ve öngörülen şu vasıflar, bize nasıl bir âlim tahayyül edildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

2- Üstat (âlim, mu’allim, hoca), ilim öğrettiği talebeyi evladı mesâbesinde görmeli, ona merhamet etmelidir. Nitekim, Müslümanların üstâdı durumundaki Peygamber, “Benüm size merhamet u eşfâkum vâlidün veledine mahabbeti mertebesindedür.” buyurmuştur. Bu, aynı zamanda karşılığını da gerektirir; talebe de üstâdının hakkına saygı göstermek durumundadır. Çünkü, “...hakk-ı üstâd cemî’-i hukûkdan ekser u a’zam u ekberdür. ...ve dahi ... hakk-ı üstâd hakk-ı pederden ekser ü ekberdür. Zîrâ ki üstâd sebeb-i hayât-ı bâkıyye ve peder sebeb-i hayât-ı fâniyyedür.” Kezâ, talebe, biribirinin kardeşi gibidir; nasıl ki kardeşler arasında “mahabbet ü meveddet” söz konusu ise, talebe arasında da aynı şeyler gerekli ve geçerlidir. “Zîrâ âmme-i ulemâ’-i dîn müsâfirîn-i sâlikân-i râh-ı Hudâ-yi Rabbü’l’-âlemîndürler. İçlerinden mu’allim olan mürşid-i reh-nümâ ve müte’allim olan şürekâ’-i hem-râh u rüfekādurlar.[124]

3- Üstat, “sâhib-i şerî’at” olan Peygambere uymalı ve öğrettiği ilimden bir karşılık ve sevap beklememeli; talebeden ücret istememeli; onlara karşı yumuşak ve mütevâzı davranmalı, kendilerini sevmeli; onlara fazîleti ve kemâli öğretmeli; içlerinden fakir ve garip olanlara karşı daha yakın bir alâka göstermeli ve kendilerine yardımcı olmalıdır. Üstat bilmelidir ki, “ilm ile tâlib-i mâl ve tahsîl-i câh u celâl eylemek hemân pâpûşınun altını mehâsin ve rûyı ile silmek gibidür ki, ol takdîrce hâdim mahdûm ve mahdûm hâdim olmak lâzım gelür. İmdi sana lâzımdur ki hitâm-i dünyâya meyl ve ikbâl u vilâyet-i manâsıb u iclâl tarafına tevcîh-i bâl itmeyesin.”

Ancak, eğer âlim mevki’ ve makāmı sırf kendi arzûlarını tatmin etmek için değil de, insanlara faydalı olmak, iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmak ve dîne hizmet etmek düşüncesiyle isterse, bunu tabiî görmek gerekir. Aynı gâyeyle, kifâyet mikdârı mal (servet) edinmek de câizdir. Binâenaleyh, “... taleb-i câhdan merâm u niyyet emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münkere kudret ve tenfîz-i kelâm-i hakk ve i’zâz-ı dîne meknet olup hevâ-yı nefs ü fesâd u şenâ’at içün olmaya, ol takdîrce emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker ikāmet idicek mikdâr mâl u câhı iksâr câ’izdur. Ve lâ’ık olan oldur ki bu husûsda muhkem tefekkür u mülâhaza ve tedebbür eyleye. Zîrâ ta’allüm-i ilm cehd-i kesîr itmeyince olmaz. Anı dünyâ-yı dûn u hakîr ü fânîye sarf itmek lâyık değüldür”[125].

4- Üstat, talebesini kötü huylarından arındırmak için her fırsatı kullanmalı, bu hususta ihmâlkâr davranmamalı; aksine, bâzan dokundurarak (ta’rîz), bâzan açıklamak (tasrîh) sûretiyle bâzan telmîh yoluyla nasîhat etmeli; lâyık olmadığı mevki’lere göz dikmekten alıkoymalıdır. Üstat, talebesine, ilim öğrenmekten maksadın, dünyevî çıkarlar te’mîni ve makamlar elde etmek olmadığını, aksine “sa’âdet-i uhreviyye” olduğunu anlatıp öğretmelidir; talebesinin, “riyâset” veya ulemâ ile “mübâhat ve müfâheret” için ilim öğrendiğini görse bile, onu tahsîlden bütünüyle men’ etmemeli; bilâkis böyle bir arzûyu iyiye yönlendirmeğe çalışmalıdır. Zîrâ, öyle bir zaman gelir ki, o kişi ilim öğrenmek sûretiyle olgunlaşır, işlerin hakîkatlerine vâkıf olur ve böylece ilmi dünyevî maksatlarla talep ettiği için ne kadar yanılmış olduğunu bizzat kendisi anlar. Nitekim geçmiş ulemâdan bazıları, “biz ilmi Allâh’un gayri içün ta’allüm eyledük, yine ilm ibâ’ (imtinâ) eyledi, illâ Allâh içün oldı” demişlerdir. Binaenaleyh, eğer başlangıçta talebe ilim öğrenmek sûretiyle ‘bir yerlere gelebileceğini’ veya ‘bir şeyler elde edebileceğini’ düşünmezse; gayretinin fuzûlî ve netîcesiz olduğunu sanarak tahsîlden vazgeçebilir. Bu sebeple, “... üstâd şâkirdini evâ’ilde ba’zı ilme tergîb eyleye ki anunla riyâset tergîb olunur. Tâ ki riyâsete meyl ile sa’âdet-i tahsîl-i ilme neyl müyesser olup ba’dehû tedrîcile hakkı iz’ân ve İlmün hakîkatde gâyet ü netîcesine îkān hâsıl ola. Anun içündür ki fıkhiyyâtda ilm-i münâzarayı i’mâl u icrâ itmeğe ruhsat virmişlerdür. Tâ ki evvelinde ilzâm-i hasmile mübâhât u iftihâr içün ilme muvâzabet u tekrâr eyleye. Ba’dehû tedrîcile fesâd kasdına vâkıf ve ol niyyetün butlânını ârif olup andan sâlik-i menhec-i kavîm ve reh-rev-i sırât-i müstakîm ola. Belki Hakk Ta’âlâ sayt-i cemîl-i câhı şer’-i şerîf ü İlmün hıfz (u) hırâseti içün vaz’ eylemişdür ki derûnı hubb-ı dünyâ vü câh ile pür olan merdân-i bî-intibâh ol recâ ile cihet-i ilme ilticâ’ eyleyeler. Nitekim etrâf-i dâmda vaz’ olunan dîne giriftâr-ı sayd hîle vü bahâne olur. Ve dahi sebeb-i tenâsül olan şehvet gibi ki o lezzet efrâd-ı nev’-i insâna bâ’is-i kesret olur. Anun içün dimişlerdür ki ‘eğer riyâset olmasa ilm bâtıl olurdı’. Lâkin bu dahi ma’lûm ola ki eğer tab’-ı müte’allim mâ’il-i cânib-i şerr ü fesâd ve tâlib-i mâl u câh-i bî-imtidâd ise, ol ma’kûleye riyâset-i medh u tahsîn ile mahabbetini kalbinde temkîn itmemek gerekdür. Zîrâ muhtemeldür ki medh ü tahsîni te’sîr eylemekle kalbinde câygîr olup sonra zevâli muhâl ve yâhûd izâlesinde işkâl ola.[126]

5- Üstat, mutlakā engellenmesi gereken “emr”den talebeyi men’ etmelidir. Ancak, bu hususta “ta’rîz” ile yetinmeli; uzun uzun niçin engellediğini anlatmamalıdır; zîrâ, kişiyi bir şeyden men’ etmede “ta’rîz” daha tesirlidir. Oysa, aksi bir durum, yâni, engellenen şeyin engelleme sebebini açıklamak (tasrîh), yasaklanan söz konusu kötü fiilde ısrâra veya inâda sebep olabilir[127].

6- Hoca, “ta’lîmde müte’allime mühimm olan im ile ibtidâ” etmeli, yâni eğitim ve öğretime, talebe içir en ehemmiyetli ilim hangisi veya neler ise onlarla başlamalıdır. Bu ilim ister “emr-i ma’âş”la isterse “emr-i ma’âdin” ile ilgili olsun, fark etmez. Öğretilecek olan ilimlerin öğretiliş sırası çok dikkatli bir şekilde belirlenmeli, bir kere belirlenip sıraya konduktan sonra da bu sıraya mutlakā uyulmalı; öngörülen bütün ilimler tedrîcen işlenmeli ve böylece basamak basamak ileri safhalara doğru gidilmelidir. Hoca, bu hususta talebenin istîdâdını ve tahammül sınırını da göz önünde bulundurmalı; taşıyamayacağı yükü yüklememelidir. Nitekim, Peygamberi-miz bile bu konuda “Biz ki ma’şer-i enbiyâ ve zümre-i asfiyâyuz, me’murlaruz ki efrâd-ı nâsdan her ferdi menzilesine inzâl ve her birine ilmi mikdârı tekellüm u bast-ı makāl eyleyevüz.” buyurmuş[128] ve insanlara tâkatlarının üzerinde yük yüklenmemesi, anlayamayacakları sözlerin (ilimlerin) kendilerine söylenmemesi gerektiğini belirtmiştir. Kezâ, hadiste “Halka fehm u iz’ânları mikdârı söyleyün ve inkâr itdükleri kelâmı terk idüp anlara ilkā’ eylemeyün. İster misünüz ki Allâhu Ta’âlâ ve Resûl-i Hudâ tekzîb oluna.” buyurulmuştur[129]. Zîrâ, kişi aklının ermediği bir meseleyi, sırf bu sebeple reddedebilir; bu belirtildiği üzere, Allâh’ın ve Rasûlü’nün inkârı ve reddi dahi olabilir. Bu sebeple, “nâ-ehle ta’lîm münker-i azîm oldığı gibi tahsîl-i ilme müsta’idd ve himmet-i ulemâdan müstemedd olanlardan ulûmı men’ ü iddihâr fâhişe-i azîme ve kâr-i düşvârdur.” Binâenaleyh, ilim ne ehli olmayana açılıp aktarılmalı ve ne de ehli olandan saklanıp esirgenmelidir. Böyle bir davranış “ulemâ-i kirâm üzerine harâm”dir. Nitekim, Kur’ân’da (Âl-i İmrân, 187) dahi “Allâh, kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz, diye ahid almıştır.[130]“ buyurulur.

7- Mu’allim (âlim, üstat), talebeyi küçük yaştan itibaren eğitmeğe başlamalıdır. Bilhassa hıfza (hâfızlığa) küçük yaşta başlanması son derece mühimdir. “Zîrâ hıfz-ı sıgâr mânend-i nakş-i eşcârdur”; küçük yaşta ezbere girişme, ağaç üzerine yazı yazmağa, nakış işlemeğe benzer ve kalıcı olur; hâlbuki ilerlemiş bir yaşta hâfızlığa girişmek, su üzerine yazı yazmağa benzer: “zamân-i şebâbdan sonra sa’y u şitâb mânend-i nakş-i âbdur.”

Taşköprülü-zâde’nin, altıncı maddede ele aldığı tedrîci eğitimin ehemmiyetine ve ehli olmayana gereksiz bilgilerin aktarılmaması konusuna tekrar döndüğü görülüyor. Ulemâ (mu’allim) için, “... lâyık olan oldur ki sıgâra fehmleri tahammül itdiği mikdâr zikr ü ta’lîm eyleye. ... Ol mertebeyi tahsîl itdükden sonra anun fevkında olan ulûma terakkî ve her birini kemâl-i şevk ile telakkî eyleye.” Ayni şekilde, “zümre-i avâmm-i müteşerri’înden kelimât-ı dakîka-i sûfiyyeyi men’ eyleyeler. Zîrâ anlar kelimât-ı hikmet-simâtı zâhir-i şer’a tatbîkdan âciz ü kāsır olup bir mu’în ü nâsır olmayıcak anlardan kayd-ı şer’ün inhilâline ve tatbîk mümkin olmamak ile akîdelerinün fesâd u ihtilâline mü’eddâ olup ne’ûzü bi’llâh zındîk u ilhâd üzerlerine meftûh ve cümle ilmleri zâyi’ ve ber-bâd olup sûfî-i mürîd iken şeytân-ı mürîd olur.” Öyleyse, ister şer’î sâhada ve isterse tasavvufla ilgili olsun, kişilere anlayamayacakları konular anlatılmamalı ve bu sebeple onların dalâlete düşmelerine yol açılmamalıdır. Bu hususta, kendi zamânındaki davranışlara da dikkati çeken Taşköprülü-zâde, “bu hâlet-i bed zamânumuzda ba’zı avâmmda müşâheddür ki Fusûsü’l-Hikem[131] ve anun emsâli kitâbları ki tahkîk u itkānına ve ma’nâ-yı maksûdun fehm ü iz’ânına kādir değül iken tetebbu’ ve anunla ezvâk-ı meşâyih-i kibârdan behre-dâr olmağı tevakkı’ iderler. Âkibetü’l-emr vâdî-i dalâletde hayrân ... kalurlar.” der ve bunun tehlikesini vurguladıktan sonra, “Ey tâlib-i hakk ve râgıb-ı sıdk olan birâder-i azîz, sana vâcib olan oldur ki evliyâ’u’llâh-ı kibârı inkâr itmeyesin. Zîrâ anlar senünle Cenâb-ı Bârî ortasında vesîle ve Hazret-i Rasûl-i Hudâ’dan halîfedürler.[132]“ Ve, “Nihâyetü’l-emr anlarun makālât-i hafiyye ve ahvâl-i garîbelerinden fehm itmediğün kelimâtı yine ehline havâle eyle[133]“ tenbîhinde bulunur[134].

Gerek ulemâ ve gerekse sûfiyye arasında yaygın bir şekilde görülen ve bugün de pekâlâ müşâhede olunan bu tavrı, seçkinci bir ilim anlayışı olarak mütalaa edebiliriz. Kezâ, ulemânın ve tasavvuf erbâbının nüfûzunun etkili bir şekilde İslâm cemiyeti arasında yayılmasında ve asırlar boyu gücünden fazla bir şey kaybetmemesinde bu anlayışın mühim bir payı bulunduğu düşünülebilir. Öte yandan, aynı tavrın güçlü bir savunma mekanizması temin ettiği ve hal ehli olmayanın hâlden anlamayacağı düşüncesinin, bir takım îtirazlar karşısında, bilhassa tasavvuf erbâbı tarafından bir çeşit kalkan gibi kullanıldığı bilinmeyen bir husus değildir.

8- İlim adamında aranan vasıflar cümlesinden olmak üzere, Taşköprülü-zâde’nin üzerinde durduğu bir diğer husus da, ulemânın (muallimin) söyledikleri ile yaptıkları arasında uyum olmasıdır: “Mu’allime la’ık olan oldur ki kavli fi’line muvâfik olup tilmîze emr itdiği ef’âl ile evvelâ kendüsi âmil olmak gerekdür ki te’sîr hâsıl ola.” Binâenaleyh, sığara içen bir doktorun, sığara içmenin zararlarına dâir söylediklerinin, sığara mübtelâsı üzerindeki etkisi ne ise, “kavli ile fi’li” arasında uyum bulunmayan bir âlimin, bir hocanın talebesi üzerindeki etkisi de aynı şekilde olacaktır. “Zîrâ eğer akvâlini ef’âli tekzîb iderse tergîb u terhîb mümkin olmayup halk andan ve kelâmından istimdâd eylemekden nefret ve anunla mu’âşeretden izhâr-ı zacret iderler.” Dolayısıyla, âlimin söylediği sözlerin dinleyenler üzerinde etkili olabilmesi, halkın kendisinden uzaklaşmaması ve ona rağbet etmesi için fiillerine dikkat etmesi lâzımdır; bu çerçevede hocanın dediğini tut, gittiği yola gitme sözü fazla mânâlı değildir. Çünkü, halk kendisinden daha bilgili olduğunu düşündüğü kimseleri taklit eder: “... ekser-i nâs ashâb-i taklîd olup bir kelâmı kā’il olanun zâhir hâline nâzır olurlar.” Bu sebeple, “mu’allimün ilmi neşr u teksîrden a’mâlini tezkiye ve tathîre ihtimâm u i’tinâsı kesîr olmak gerekdür.[135]

Bu arada, âlime lâzım olan bir diğer vasıf ve meziyet de vera’dır. Vera’, harâmlardan kaçınmak, zühd ve takvâ sâhibi olmaktır. Âlim vera’ sâhibi olmalıdır ki “ilmi enfa’ ve fevâ’idi ekser u ecma’ “ olabilsin. Binâenaleyh, âlim gösterişten kaçınmalı, faydasız ve boş sözler söylememeli, makam ve mevki’ tutkunu olmamalı, haram yememeli ve günahkârlarla bir arada bulunmamalı, gıybet etmemeli, küçük de olsa günah islememeli, Allâh’ın “mahlûkātı” ile istihzâ etmemeli, ona ihânete kalkışmamalıdır[136].

ç- Ulemâda aranan şartlar arasında, âlimin ders anlatırken takınacağı tavır üzerinde de bilhassa durulur. Hocanın ders esnâsındaki tavırlarının müsbet veya menfî oluşuna göre, talebe üzerindeki etkisini uzun uzun îzâha sanırız gerek yoktur. Günümüzün modern eğitim sistemlerinde bile, talebenin, bir dersi benimseyip benimsememe konusunda hoca ile ders arasında bir ilişki kurduğu ve bunun insanın fıtratı gereği, kaçınılmaz olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla, Taşköprülü-zâde’nin bu konu üzerindeki hassasiyetini tabiî karşılamak gerekir[137].

Taşköprülü-zâde’ye göre, hoca “vakt-i ta’lîmde” öfkesine hâkim olmalı; “ta’lîmini hezl ile” karıştırmamalıdır; zîrâ kalbi katılaşır, Allâh’ı unutur. Kezâ, ders anlatırken gülüp eğlenmemeli (dahk u lu’b eylemeye)dir; çünkü bunlar “mevt-i kalb belâsını celb iderler”; bilâkis her zaman hilmi, vakārı, sabrı, rıfkı ve iyilikle muâmeleyi (mudârâtı} kendisine şiâr edinmelidir. Zaman zaman sözüne îtibar edilmediğini hissederse, buna aldırış etmemeli, vazîfesinin “teblîğ u irşâd” olduğunu, “hidâyet ü tevfîk”in ancak Allâh’tan olacağım bilmelidir. Mu’allim, okuttuğu talebenin durumunu sürekli göz altında bulundurmalı, zaman zaman imtihan etmeli ve böylece “ilme hırsını” yoklamalı, ona göre davranmalıdır. Derse başlamadan önce, kendi durumunu murâkabe etmeli, neyi bilip neyi bilmediğini kendi nefsinde gözlemeli, eksiklerini gidermeli ve kendisine muhtaç olanlara eksik bilgi aktarmamalı; hiç bilmediği bir mesele söz konusu olursa, öğrenmeden onunla ilgili bir şey söylememelidir. Eğer, ders verdiği kimseler mübtedîler ise, kendileri ile uzun uzun mübâhese etmemeli, onlara müşkilât çıkarmamalı; aksine, “tedrîc ile el-ehvenü fe’l-ehven tarîkıyle ta’lîm” eylemeli; eğitimde yavaş yavaş ve kolaydan zora doğru giden bir yol tâkip etmelidir. Fakat, kendisini dinleyenler şâyet ileri seviyede olanlar (müntehîler) ise, onlarla islenen konuyu uzun uzun müzâkere etmeli, meseleleri en ince teferruâtına kadar işlemeli ve bilhassa ders fıkıh ise, “fıkhun müşkilâtına duhûl” etmeli, talebesini lâyıkı veçhile bilgilendirmelidir. Kezâ hoca, ders anlatırken, talebenin eksiklerini bilmeli, gözetmeli ve ihtiyaç duydukları konular üzerinde daha fazla durmalı; “her sınıfa aklı ve fehmi idrâk itdiği mikdârınca ilkā-yı kelâm ve irşâd u i’lâm” etmelidir. Eğer talebe iyi bir seviyede, güç meseleleri kavrayacak durumda ise, böylelerinin “ta’lîmine ikdâm ve eşedd-i ihtimâm ile ihtimâm eyleye. Ve illa hemân ferâ’iz u sünen bilecek mikdâr üzre iktisâr eyleyüp ba’dehû iktisâba iştigâl ve nevâfil-i tâ’ât u ibâdât-ı Melik-i müte’âl ile emr eyleye.” Diğer taraftan, soru sorarken veya sorusu cevaplanırken, iyi niyetli olmayan, sırf inat ve aksilik olsun diye hareket eden talebe ile uğraşmamalı; böylelerini ciddîye alarak cevap vermeye kalkışmamalıdır.

Müderris için en kötü olan şey, “her sabâh dersden bir kaç satıra nazar idüp anı fehm eyleyüp sâ’irinden bî-haber iken varup ol ma’lûmı müte’allime ilkā” eylemek; “lâkin zihni sâ’ir ebvâbun cümlesinden ve yâhûd ekserinden hâlî ve nice lâzım olan mukaddemâtdan ârî” olmaktır. Bu, ta’lîmde kolaycılıktır; fakat zararı büyüktür; zîrâ, işin bu kadar kolay olduğunu zannedenler çıkıp, gerekli müktesebâta sâhip olmadıkları hâlde, “mansıb-ı tedrîs talebine” kalkışırlar. Bu durumun vahâmetini vurgulayan Taşköprülü-zâde’nin, aynı konuda kendi zamânında cereyan eden hâdiselerden son derece şikâyetçi olduğu görülüyor. Nitekim, şu satırlar bu açıdan dikkat çekicidir: “Bu beliyye-i âmme zamânımızda şüyû’ bulup ol sebebden nice erbâb-ı cehâlet mansıb-i tederrüse duhûle cür’et idüp anunla rüsûm-ı ilm ve revnak-ı medâris harâb u dâris olmışdur. Ve bu makûle tâ’ife-i bî-edeb indirâs-ı ilme sebeb olmışlar iken yine her biri zamâneye itâb ve izhâr-i şikâyet ü ıztırâb iderler. Hakk Ta’âlâ ol makûle süfehâya cezâ eyleye.”

Taşköprülü-zâde’nin, gerek talebenin ve gerekse hocanın (âlim, mu’allim, üstat), ilim öğrenirken de öğretirken de göz önünde bulundurmasını öngördüğü bir hedef vardır ki, bu hedefi sık sık tekrar ettiği dikkati çeker: Söz konusu hedef, öğrenilen ve öğretilen ilmin gâyesi ve insana faydası ile ilgilidir. Daha önce de bir kaç kez temas edildiği üzere, bu hedef, insanın ebedî saadeti elde etmesi, bunun için dünyâ hayatında doğru yol üzere olmasıdır. Dolayısıyla, ‘bir âlim, ilim öğreneceği veya bir başkasına öğreteceği zaman,’ konuya bu açıdan bakmalı; “ta’lîminde ibâdu’llâhı hakka irşâd u hidâyet ve her birine sâlih u nâfi’ olana delâlet itmeğe niyyet” etmeli; yine söz konusu gâyenin tahakkuku için, talebeyi dünyevî menfaat peşinde koşmaktan, “tama’ u recâ”dan uzak tutmalı; ona, ilim öğrenmekten ve öğretmekten maksadın, “hakka irşâd u hidâyet” olduğunu öğretmeli; kendisine “sâlih ve nâfi’ olan”ı göstermelidir. Kezâ, maksat bu, yâni insanları hakka yöneltmek ve doğruya ulaştırmak olduğuna göre, hoca, kendi gücüyle okuyamayacak durumda olanları gözetmeli, “fakîr ü garîb olanları kendüye takrîb idüp tevâzu’ u meskenet ve izhâr-i atf u mahabbet” etmeli, böylece bunlara fakîrliklerini ve garîpliklerini hissettirmemelidir.

Öte yandan, âlim, “ilmde cidâl u hakk olan mahallde” sözünü ok, dilini kılıç gibi kullanmamalı, yumuşak olmalıdır; zîrâ aksi bir durum, ancak dalâlet kapısını aralar[138].

Ulemânın sâdece eğitim faaliyetleri ile meşgul olmadıkları, bunun dışında doğrudan devlet katında da vazîfe aldıkları bilinmektedir. Dolayısıyla, âlimin ders verirken takınacağı tavır ve benimseyeceği hareket tarzı ne kadar ehemmiyetli ise, devlet katında fiilen vazîfe aldığı zaman da nasıl davranacağı, halk ile nasıl bir ilişki içerisinde olacağı, aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Âlim, kadı veya müftî olarak vazîfe göreceği gibi, vaaz ve irşat kürsülerinde bulunmak sûretiyle de halka hitap edebilir; diğer bir deyişle, hem âlim ve hem de kamu hizmeti niteliğinde vazîfeler deruhte edebilir. Dolayısıyla, müftî olarak fetvâ verirken, kadı olarak hükmederken, vâiz olarak va’z u irşâdda bulunurken, belirli kāidelere göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Bu sebeple, Taşköprülü-zâde’nin, bu kısımda konuyu üç alt başlık altında incelediği görülüyor: Âdâb-ı Fetvâ, Âdâb-ı Kazâ ve Âdâb-i Tezkîr.

Şu hâlde, âdâb-i fetvâ çerçevesinde, bir âlim nasıl hareket etmelidir?

Her şeyden önce, fetvânın ve fetvâ makāmının son derece ciddî, büyük mes’ûliyet gerektiren bir iş ve makam olduğu bilinmelidir. Bu sebeple, “ulemâ’-i selef”, fetvâ verme veya fetvâ makāmına geçme husûsunda cür’etkâr olmağı “tecvîz” etmemişlerdir. Çünkü hadiste, “Sizün duhûl-i nâra gâyet cür’et u ikdâm idenlerünüz fetvâya gâyet ile cür’et eyleyendür. Ve tahkîk müftînün zahrı halkı cehenneme îsâl ider cisrdür. Halâl u harâm itdiği mâl u dem ü ferc de” Zîrâ, konuyu yeterince kavrayamamış ve yanlış karar vermiş olabilir ve bu sebeple “her birinün nicesine helâl iken harâmdur diyü ve yâhûd aksi olarak fetvâ virüp müsteftî olan câhil hakîkat-i hâlde gâfil u zâhil olup anun fetvâsına i’timâd ve kelâmına i’tikād idüp amel itmekle cehenneme dâhil olup gûyâ anun zahrından mürûr ve râh-ı dûzaha ubûr itmiş olur.[139]

Binâenaleyh, hiç bir âlim fetvâyı (ve fetvâ makāmını) gönül huzûru içerisinde kabûl etmemelidir; ancak, şiddetli tazyik ve zorlama söz konusu ise, kabûl edilebilir. Aynı şekilde, “sultân-i zamân dahi fetvâya tâlib olanı isti’mâle râgıb” olmamalıdır; zîrâ, böyle birisi, konunun ehemmiyetini kavramamış demektir ki, her an hata yapabilir; hattâ bu makāmın gücünü kullanarak gayr-i meşrû yollara tevessül etmesi de imkân ve ihtimâl dâhilindedir. Hâlbuki, aynı vazîfeyi gönülsüz kabûl eden kişi, meselenin ehemmiyetine vâkıf olduğu için, karar verirken çok dikkatli davranır, hatâ etmekten sakınır. “ulemâ-i selef’in, böyle tehlikeli bir vazîfeyi almaktansa, susmayı ve sâdece dinlemeyi konuşmaktan efdal, bir köşeye çekilip oturmayı “ta’ayyun u zuhûrdan eşref u ekmel” saydıkları bilinmelidir. Onlar, kendilerine böyle bir vazîfe teklîf edildiğinde, başka birisinin bu işe daha ehil olduğunu belirterek, kabûl etmek istemezlerdi.

Peki, fetvâ işi görüleceğine ve bu makam mutlakā doldurulacağına göre, ulemânın bundan kaçınması ne derece doğrudur? Veya, bu makamdan nereye kadar kaçılabilir? Söz konusu vazîfeyi hiç mi kabûl etmemek gerekiyor? O takdirde, fetvâ makāmına kim oturtulacak?

Yukarıda da işâret olunduğu üzere, ulemâya fetvâ makāmının kapısı bütünüyle kapatılmış değildir. Burada, ısrarla üzerinde durulan husus, bu makāmın son derece mes’ûliyet gerektiren bir mevki’ olduğunun bilinmesi; tevcih söz konusu olduğunda, durup düşünülmesi; üstlenilen vazîfenin lâyıkıyla îfâ edilip edilemeyeceğinin göz önünde bulundurulmasıdır. Kabûl edildiği takdirde de, dikkatli davranılmalı, yöneltilen her soruya mutlakā cevap verilmemelidir. Nitekim, şu satırlar bu noktayı vurgulamaktadır: “Lâkin eğer hiç bir tarîkile kabûlden imtinâ’a mecâl olmayup ve reddi muhâl olsa meselâ kendiden efdal ve evla’ u ekmel kimse bulunmasa ve yâhûd ikrâh olunsa ol zamânda kabûl farz olur. Ammâ vâcib olan oldur ki ancak vâki’ olan mühimmât-i ilmiyyede fetvâ virüp gavâmiz-i garîbede virmeye. Eğer yakîni olmayup şekk üzre oldığı mes’eleden su’âl olunsa ‘lâ-edrî’ diye. Ya’nî ‘bilmezem’ diyüp âr eylemeye. Zîrâ ‘lâ-edrî’ nısf-ı ilmdür.[140]

Fetvâ makāmı kabûl edildiği takdirde, makāmın imkânları şahsî çıkar için kullanılmamalı; bu yolla mal ve mülk edinmeğe çalışılmamalıdır. Çünkü, bu makam, çıkar mahalli değil, insanlara hizmet ve hakîkatin hâkim olması makāmıdır. Dolayısıyla, müftî olan birisi, “fetvâ ile taleb-i riyâset ve tama’-ı siyâdet ve rehâ’-i ikbâl-i nâs ve celb-i kulûb u istînâs ve kesb-i câh u mâl ve teksîr-i mülk ü menâl” eylememelidir[141]. “Müftîye vâcib olan umûrdandur ki erbâb-i zulme umûr-i şer’iyyede ruhsat virmediği gibi tağlîzi dahi ol mertebe itmemek gerekdür ki her birine imtisâl-i evâmirde fütûr ve şer’a inkiyâddan nüfûra mü’eddâ ola.[142]“ Bunun için de, müftînin herkesi dinlemesi, halkın kendisine ulaşmasını engelleyecek mâni’aları ortadan kaldırması, kapısını herkese açık tutması gerekir. Binâenaleyh, “müftînün ebvâbı küşâde ve cemî’ levâzımı hâzır u âmâde olup müsteftî olanlar merdûd u matrûd” olmamalıdırlar[143].

Bir âlimin kadı olması durumunda da aynısı, yani müftî için tavsiye olunan hususlar geçerlidir. Çünkü, “ulemâ-i selef”, fetvâ makāmına getirilmekten kaçındıkları gibi kazâ makāmına yükseltilmekten de sakınmışlardır. Nitekim, hadiste “Bir kimse ki kādî kılınup ol dahi râzî olsa ke-ennehû nefsini bilâ-sikkîn zebh eylemişdür”, yâni bıçak kullanmadan, kendi kendisini boğazlamış gibi olur buyurulmuştur. Kezâ “Kādıyân fi’n-nâr kādî fi’l-cenne” buyurulmuştur. Şu hâlde hangi kadılar cehennemde, hangi kadı cennettedir? Bu sorunun cevâbı, kişinin kadılığı kabûl etmesi durumunda, vazîfesinde nelere dikkat etmesi gerektiğini bilip bilmemesinde gizlidir. İmâm-ı A’zam da dâhil, büyük imamların veya âlimlerin bir çoğu, kadı olmaktan kaçınmış ve hattâ bu uğurda hapse düşmeği göze almışlardır. Ancak, kadılığa kendisinden daha ehil bir kimse bulunmadığı takdirde, “hukûk-i ibâdı sıyânet ve âlemi fesâddan tahliye ve himâyet” için kişiye “kabûl-i kazâ farz olur.” Bu takdirde de yapılacak şey, “miyân-i halkda hakk u insâf ile kazâ vü hükûmet ve mazlûmı tahlîse sa’y u mu’âvenet” eylemek, “kendisi ve a’vâm hediyye ve rişvet kabûl” etmemektir.[144]“ Bir vilâyete kadı tâyin edilen kişi nasıl olmalı, vazîfesinin başında iken nasıl davranmalı ve halk ile ilişkilerini neye göre belirlemelidir? Konu, daha geniş çerçevede ele alınmakla birlikte, kanaatimizce şu satırlar, meseleyi bütünüyle hulâsa eder niteliktedir: “Kādî vilâyete ilm ile siyâset ve hilm ile te’yîd u takviyet ve vera’ ile ziynet eyleye. Ve dahi hüsnü’s-sîre ve marziyyü’s-serîre olup halka dest-i ma’rifet u ihsânı güşâde ve emvâl-i müslimîni gâ’ib olduklarında hıfz u iddihâr idüp ashâbı içün âmâde eyleye. Ve za’îf u kavî beyninde adl ü insâf idüp cevr ü i’tisâfdan ihtirâz eyleye. Ve dahi takiyyü’l-kalb ve kerîmü’l-hulk ola. Zîrâ kerem ü takvâ ıslâh-i ra’iyyetde rükn-i akvâdur. Ve dahi re’âyâya nâsıh u rahîm ve müşfik ü kerîm olup rûz u şeb fukarâ ve erbâb-ı hâcâtdan ihticâb ve mürâca’at idenlere sedd-i bâb eylemeye. Ve umûr-i cumhûr-ı enâmda dâ’imü’l-ihtimâm olup gerek zamân-i bîdâr u hâb gerek sefer u hazar cümle yanında berâber ola. Ve iki hasmun miyânında ta’dîl eyleyüp nazar u işâretde ve ku’ûd u tekellümde fark itdirmeye. Ve her biri ile isti’mâl-i hilm u mücâmele ve tecâvüz u lutfile mu’âmele eyleye. Ve cinâyet idenlere azâb u nekāl ikā’ında istî’câl eylemeyüp belki cinâyetden hurûca bahâne taleb eyleye. Ve cânîden şübhe ile haddi der’ ü ıskāt itmeğe sa’y eyleye. Zîrâ afv cânibinde hatâ ukûbetde hatâdan efdaldur. Ve dahi hasmeyn beyninde kazâ eylemeye madâm ki gürsine vü teşne ola. Belki sîr-âb u şeb’ân ve şâd u gayr-i gazbân olduğu zamânda hükm eyleye. Ve dahi kādîya evlâ oldur ki: Mesâlih-i müslimîne iştigâl eylediği sebebden rızkı Beytü’l-mâlden ta’yîn oluna. Ba’zı müctehidîn dimişlerdür ki: Beytü’l-mâlden dahi nikâhile bir zen ve bir hâdim ve dâbbe (hayvan) ve mesken alacak mikdâr mâl almak câ’izdür. Andan ziyâde ahz iderse ha’in u sârık olur. Ve ba’zı ulemâ kitâbet-i sicillât içün ücret almağı dahi tecvîz eylemişlerdür, sâ’ir nâs ol mikdâr kitâbet içün aldıkları ücret mikdârı olıcak. Zîrâ kādînun zimmetine lâzım olan hükm eylemekdür. Kitâbet üzerine vâcib değüldür. Ve dahi dimişlerdür: Bir kādî ki beytü’l-mâlden ecr ahz ide, ücret ile âmil olmuş olmaz. Belki li’llâh âmil olup nihâyet mertebe beytü’1-mâlden nasîbini istîfâ itmiş olur. Kezâlik sâ’ir ulemâ ve fukahâ ve erbâb-i iftâ li’llâh amel iderler. Nihâyet beytü’1-mâldan hisselerini ahz iderler. Mu’allim-i Kur’ân dahi böyledür.[145]

Âlimin bir vâ’iz olması durumunda da aranan vasıfların ve öngörülen şartların pek değişmediğini görüyoruz. Âlim, kadı veya müftî iken nasıl ki hareketlerine dikkat etmek mecbûriyetinde ise, vâ’iz iken de aynı şekilde davranmalıdır. Vâizlik de tıpkı kadılık ve müftîlik gibi, mes’ûliyeti ağır olan bir meslektir. Çünkü, insanlara nasîhat edilmekte, onların hangi yolda yürümelerinin kendilerine daha faydalı olacağı öğretilmektedir. Dolayısıyla, her zaman hatâ yapılması mümkündür. Esâsen, sırf bu sebeple “ulemâ-yı selef va’z u ta’lîm emrine kıyâm itmezler”; susup dinlemeği konuşmağa, herkes tarafından tanınıp şöhret olmağı unutulup bir köşede kalmağa tercih ederlerdi. Binâenaleyh, vâiz olmak için ileri atılmağa hiç gerek yoktur; ancak, bu vazîfeyi mutlakā kabûl etme durumu ile karşı karşıya kalınırsa, insanlar sâdece şu beş şeye dâvet olunmalıdırlar: “Şekkden yakîne ve riyâdan ihlâsa ve rağbetden zühde ve kibrden tevâzu’a ve adâvetden nasîhate.” Bu arada, vâiz olan âlimin söyledikleri ile bizzat yaptıkları arasında uyum bulunmalı, diğer bir deyişle, “kavli fi’line muhâlif olmayup belki emr itdiği a’mâl u evsâf ile evvelâ kendisi âmil u muttasıf” olmalıdır[146]. Ulemânın kavlinin fiiline uyması, yâni söyledikleri ile yaptıkları arasında tezat bulunmaması; kezâ bildiklerini tatbik edip yaşaması (ilmi ile âmil olması), İslâm dünyâsında eli kalem tutan hemen her insanın ısrarla üzerinde durdukları bir husus olması bakımından son derece mühimdir. Bu anlayış, öğrenilen veya öğrenilmesi gereken ilimlerin niçin öğrenileceği veya niçin öğrenilmesi gerektiği sorularına verilecek cevapları da daha mânâlı bir zemine oturtacaktır. Zîrâ, ilim, sırf âlim desinler diye öğrenilmez; ondan fiilen ve etkili bir şekilde faydalanmak lâzımdır; bu da, yukarıda çeşitli vesîlelerle temas olunduğu üzere, karşımıza ulûm-ı nâfi’ayı (faydalı ilimleri) çıkaracaktır.

Taşköprülü-zâde, vâiz olan âlimin, halka hitap ederken kullanacağı kaynaklar konusunda da dikkatli olmasını tavsiye eder. Öncelikle vâiz, konuşmasında hadis kullanacak ise, bunun sıhhatine bakmalı, güvenilmez kimselerden hadis rivâyet etmemelidir. Kezâ, “kısas u hikâyât-i ümem-i sâlife” zikredeceği zaman da, bunun “sıhhat u sübûtüne i’timâd” etmeyince kullanmamalıdır. Vâiz, vaazına, “hamd ü tasliye ve isti’âze ve tesmiye” ile başlamalı; konuşması esnâsında sesini fazla yükseltmemelidir; herkesin kendisini duyabileceği kadar sesini yükseltmesi kâfîdir; zîrâ sesin en kötüsü en yüksek olanıdır; vaaz esnâsında ağzını doldurarak konuşmamalı; harflerin ve kelimelerin (çıkış durumlarına (mehârice) riâyet edeceğim diye, ağzını eğip büzmemeli; konuşurken tekellüften kaçınmalı, cümlelerinin arasına “nazm u secî’” sokuşturmamalı; en güzel ve en belîğ bir şekilde konuşmağa îtinâ etmeli; herkesin anlamasını sağlamak için, anlattıklarını tekrarlamaktan üşenmemelidir.

Bütün bunlar, vâizin konuşma esnâsında riâyet edeceği hususlarla ilgilidir. Taşköprülü-zâde, vâizlere, bir takım kitaplar da tavsiye etmektedir; onun açısından, bu son derece mühimdir. Çünkü, halk üzerinde büyük tesirleri olan vâizlerin, onları yanlış bilgilendirmemesi, çıkmaz sokaklara sokmaması, dolayısıyla günah işlemeğe yöneltmemesi lâzımdır; bunun için ise güvenilirliği ve sıhhati herkesçe teslim edilmiş kitaplara dayanmak gerekir. Bu cümleden olmak üzere, tavsiye edilen kitaplar, “İmâm Gazzâlî’nün İhyâ’u Ulûm’ı ve İmâm Nevevî’nün Riyâzu’s-Sâlihîn ve Ezkâr nâm kitâbları ve İbnü’l-Hümâm’un ed’iyyede Silâhu’l-Mü’min nâm kitâbı ve İmâm Sübkî’nun Şifâ’u’l-Eskām fî Ziyâreti’l-Enâm nâm kitâbi gibi. İbn Cevzî’nun mevâ’ızda olan kütübü dahi lâ-be’s fihâdur.” Bu arada, vâizin, yaptığı işin karşılığı olarak halktan ücret istememesi de gerekir; eğer maîşet te’mîni söz konusu ise, bunun için beytü’l-mâle başvurulmalıdır: “Ve dahi mukābile-i va’zda halkdan ecr almaya. Eğer emr-i ma’âş içün muhtâc olursa beytü’l-mâlden ahz eylemek gerekdür.[147]

Taşköprülü-zâde’nin ulemâ için gerekli gördüğü şartlardan ve vasıflardan birisi de, madde ile ilişkilerinde îtidal üzere olunmasıdır. Onuncu vazîfe başlığı altında ele alman konular, giyim-kuşamdan yeme-içmeğe, mal-mülk edinmeden ev-bark sâhibi olmağa kadar oldukça geniş bir sâhaya yayılıyor ise de, netîce îtibâriyle bunların hepsini tek bir kelime (madde) etrâfında ele almak ve değerlendirmek mümkündür. Diğer bir deyişle, âlimin madde karşısındaki tavrı ne olmalı; bu tavrı ne veya neler belirlemelidir; madde kullanılırken hangi kıstaslara göre hareket edilmelidir?

Taşköprülü-zâde, bütün bu konulan beş alt başlık (hâl) altında inceler:

Birinci Hâl: Âlim, giyim-kuşamda, yeme-içmede, râhat bir vasat aramada, kadınlarla ilişkisinde îtidali tercih etmelidir. Gerçi güzel giyinmek, güzel ve temiz yemek, huzur verici bir çevrede yaşamak “harâm” değilse de, her şeyin “kesret”i kötüdür; kesretin bir süre sonra, insanı nüfûzu altına alması; açgözlü, dünyâ malından başka bir şey düşünemez hâle getirmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla orijinal ifâdesiyle, “Belki cümlesinde iktisâd u i’tidâl suhûletini ihtiyâr ve selef-i sâliha teşebbüh ile iftihâr eyleye. Her bâr ki âlimün cânib-i kıllete meyli ziyâde ola, Hakk Ta’âlâ’ya kurbı ziyâde olur.[148]“ Bütün bunlarla paranın (dirhem ü dînâr) doğrudan ilişkisi bulunduğuna göre, âlimin para kazanmaktan maksadın ne olduğunu bilmesi gerekir. Taşköprülü-zâde’ye göre, “dirhem ü dînâr” “kuvvet-i beden tahsîline sebeb olan” yiyecek ve giyeceği sağlamak; “bakā’-i nesl”i te’mînat altına almak için evlenmek gâyesiyle talep olunur. Ancak, bütün mesele bu şekilde bitmemektedir. İnsan güçlü bir bünyeye sâhip olursa, ilim tahsîline de tâkat bulur: “...kuvvet-i bedeni dahi asıl maksad-ı aksâ ve matlab-ı a’lâ olan ulûm u ma’ârif kesbine dirîgâ olmak içün taleb” etmelidir[149].

İkinci Hâl: Peki mal (para, servet) nasıl kazanılır, bunun meşrû’ yolu nedir? Taşköprülü-zâde’ye göre, “mâlun duhûlü ya iktisâb iledür ve yâhûd baht u tâli’ iledür.” Kişi, ya çalışıp çabalar ve kazanır, veya tâlihi vardır, bir defîne bulur ve zengin olur, yâhut da bir mîrâsa konar. Kişinin baht u tâli’ ile kavuştuğu serveti elde etmede fiilî hiç bir katkısı yoktur; esâsen böyle durumlar da nâdirdir. Aslolan, insanın kendi emeğinin ürünüdür. Bu durumda, âlim neye dikkat etmelidir? “Kesb ile olan mâlda” göz önünde bulundurulması gereken husus, onun “tarîk-i meşrû’ ile tahsîl” edilip edilmediğidir; kazanç kapısı hiç bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık ve helâl ise, ortada bir problem yok demektir. Fakat aksi bir durum söz konusu ise, üç ihtimâlden söz edilebilir: Başvurulan yol “harâm” (gayr-i meşrû) ise, o maldan her hâlükârda sakınmak farzdır; fakat, durum şüpheli ve harâm olma ihtimâli daha fazla ise, böyle bir mala da tevessül etmemek gerekir; şâyet durum tersi ise, yâni helâl olma ihtimâli, harâm olma ihtimâlinden fazla ise iş değişir o takdirde, bütünüyle helâl yoldan mal kazanılıp kazanılmayacağına bakılır, eğer böyle bir ihtimâl yoksa “mâl-ı mahlûtdan ihtiyâcı mikdârı” almak söz konusu olabilir; böyle bir durumda ise aşırıya kaçılması doğru değildir[150].

Üçüncü Hâl: Peki, “mâldan ahz olunan mikdâr” ne olmalıdır? Diğer bir deyişle, “kadar-ı hâcet”in (ihtiyaç mikdârının) ölçüsü nedir? Âlim, ne kadar mala-mülke (veya servete, paraya) sâhip olmalı; ihtiyâcının sınırını ne belirlemelidir?

Taşköprülü-zâde’ye göre, “enva’-i mâl” dörttür: Mesken, met’am, melbes ve menkah. Bunların da ednâ, evsat ve a’lâ mertebeleri vardır.

Meskenin ednâsı, insanı en azından soğuktan, sıcaktan, yağmurdan ve yırtıcı hayvanlardan koruyabilecek nitelikte bir yerdir; böyle bir yer, ribat, mescid veya benzeri olabilir; deyim yerinde ise, insanın başını sokabileceği kadar korunaklı bir mekândır. Bu tür evler “mütevekkilîn ve ehl-i kanâ’at ve sâlikân-i ehl-i âhiret olanlarundur.Evsatı ise, insanın bizzat kendisine mahsus olan bir mülktür kemiyet ve keyfiyet bakımından yeterli mikdarda olmalı, insanı ömrünün sonuna kadar koruyup barındırabilmelidir. Bunlar, “hadd-ı kifâyetdür ki tevekküle muhilldur. Lâkin şer’a ihlâl eylemez.A’lâsına gelince, lüks bir mekândır; bu nitelikli bir ev, “ehl-i dünyâdan safâ ve refâhiyyet ile ma’îşet idenleründür.” Bu tür evler “vera’a” aykırı ise de, “şer’an mübâh”tır; fakat böyle bir meskene sâhip olan kişi, bunu dünyevî tutkuya dönüştürmez, ilimden ve îmandan uzaklaşmaz ise, vera’ bakımından da bir sakınca yoktur; ancak, bu tür bir mesken ehl-i dîn ve ehl-i hâleharâm”dır.

Tıpkı mesken gibi, ta’âmın da ednâ, evsat ve a’lâ olmak üzere (üç derecesi vardır: Ednâsı, yaşamak için yeterli olacak mikdardır; sâlikînin riyâzet dolayısıyla iktifâ ettikleri yiyecek böyledir; ancak bunun ölçüsü kişiye göre de değişebilir; nitekim bâzı kimseler (murtazîn) “günde bir nohud mikdârına” dahi kanaat ederler; lâkin böyleleri çok azdır. Yiyeceğin evsatı, mîdenin üçte birini (sülüs-i batn) dolduracak kadar olanıdır; bu, en ideal olanıdır; hadiste de bu mikdar tavsiye olunmuştur; fazlası zararlıdır. Yiyeceğin a’lâsı, kemiyyet ve mikdar cihetinden iştah açıcı olanıdır; insanı aşırı yemeğe yöneltir; dolayısıyla sâlih insan için tercih ve tavsiye edilemez. Fakat, her hâlükârda, yiyeceği depolamak (iddihâr) doğru değildir; en mâzur görülebilecek iddihâr dahi bir günlük (ferdâ içün) olanıdır. Ancak, bu durum daha ziyâde takvâ cihetiyledir; nitekim, şer’î bakımdan bir yıllık iddihâra cevâz verilmiştir; daha fazlası câiz değildir.

Giyim-kuşam konusuna gelince; bunun da ednâ, evsat ve a’lâ olmak üzere üç nev’i vardır: Ednâsı, setr-i avret mikdârı, yâni açıkta bırakılması doğru olmayan, dînen, ahlâken ve örfen ayıp sayılan yerlerin örtülmesidir; böylece ibâdet etmek mümkün olur. Evsatı ise, kişinin durumuna uygun olanı giymesidir; ancak, bu kat’iyyen harâm yoldan sağlanmamalı; altın ve sâir ziynet eşyâsı gibi helâl veya mübâh olmayan şeyler olmamalıdır. Giyeceğin a’lâsı ise aşırı derecede süslü ve gösterişe yönelik olanıdır; süslü giyinmenin dünyâya meyille yakından alâkası vardır; bu ise dînen doğru olmayan bir davranıştır.

Taşköprülü-zâde’nin evlilik konusunu, mesken, giyim-kuşam ve yeme-içmeden daha farklı bir değerlendirmeye tâbi tuttuğu görülüyor. Mesele, tâlib-ilm veya bir bütün olarak ulemâ açısından ele alınınca, bu konuda evlâ olanı tecerrüddür; yâni gâyesi ilim tahsîl etmek olan kişi, eğitim hayâtını tamamlayıncaya kadar evlenmemelidir. Çünkü, fiilî tahsil hayâtını tamamlamadan evlenen kişi, bir süre sonra (çoluk-çocuğa karışır ve bilâhare geçim derdine düşer; bu ise, ilim tahsîline engel olur. Nitekim, İmâm-ı A’zam, talebesinden Ebû Yûsuf’a şöyle vasiyet etmiştir: “Evvelâ taleb-i ilme iştigâl ba’dehû tarîk-ı helâlden cem’-i mâl eyle, ba’dehû tezevvüc eyle. Zîrâ ekser-i zamân-ı ta’allümde taleb-i mâl idersen tahsîl-i ilmde ihmâl idersin. Az olur ki kesret-i mâl seni şirâ’-i cevârî vü gılmân ve meyl-i dünyâ vü nisvân itmeğe dâ’î olup tahsîl-i ilmden mukaddem anlarun tahsîline sâ’î olursın. Bu makûle meyl senün evkātüni izâ’a idüp zuhûr-ı evlâd ve kesret-i iyâl ile anlarun levâzımına kıyâm u iştigâl itmeğe muhtâc olup ilmden mahrûm olursın.[151]

Bütün bu değerlendirmelerden sonra, âlim veya geleceğini ilmiye zümresi içerisinde gören kişiye düşen şey, gerek mesken ve yeme-içmede ve gerekse giyim-kuşam ve evlenme husûsunda kendine en uygun olan yeri ve zamânı çok iyi belirlemek, ayarlamak, seçmek ve ona göre hareket etmektir; bu konuda göz önünde bulundurulacak tek husus ise, yukarıda işâret olunduğu gibi îtidaldir; âlimin asıl gâyesi mal-mülk edinmek, çoluk-çocuğa karışmak değil, ilim tahsil edip onunla Hakk’ın rızâsını kazanmaktır.

Dördüncü Hâl: Âlimin, kazandığı malı (parayı, serveti) nasıl ve hangi ölçüleri dikkate alarak harcaması gerektiğini de bilmesi lâzımdır. Kazanılan malı istif etmek de, saçıp savurmak da doğru değildir. Kişi, servetini harcarken, bir taraftan kendi evlâd u ayâlini göz önünde bulundurmalı; onların en tabiî ve meşrû ihtiyaçlarını karşılamağa çalışmalı; diğer taraftan ise, çevresindeki ihtiyaç sâhiplerini düşünerek, onlara yardım etmeli, başka bir ifâde ile infâka yönelmelidir. Âlimin ölçüsü bu olmalıdır[152].

Beşinci Hâl: Âlimin göz önünde bulundurması gereken bir diğer husus ise, kazanırken de, kazandığını harcarken de hâlis bir niyetle hareket etmektir. Kendi ifâdesiyle, âlimin “ahz u infâkda niyyeti sâliha ve azîmeti hâlisa ola.” Kezâ, kazanırken veya harcarken ibâdet kasdını göz ardı etmemelidir[153].

Taşköprülü-zâde’nin ideal bir âlimin nasıl olması gerektiğine dâir düşüncelerini değerlendirirken, son olarak bir noktanın daha altının çizilmesinde fayda vardır. O da, âlimin zamânını nasıl kullanacağı meselesi ile ilgilidir.

İslâm’ın emir ve nehiylerini gözetme ve bu konudaki sorumluluk açısından ulemâ ile diğer insanlar arasında bir fark bulunmamakla birlikte, bir âlimin âlim olmaktan ileri gelen, dolayısıyla onu diğer insanlardan ayıran, bu sebeple kendisinin çok daha dikkatli ve titiz olmasını gerektiren hususlar da vardır. Esâsen, gerçek âlim kendisinin mevkiini bilen ve bunun gereklerini yerine getiren insandır. Taşköprülü-zâde’ye göre, gerçek âlim, ilminden insanların faydalandıkları âlimdir; bu fayda ya fetvâ veya tedris yâhut da tasnif sûretiyle gerçekleşir. Bu îtibarla âlim, ya bir fevtâ makāmında bulunarak insanların problemlerine gözüm üretecektir veya eğitim ve öğretim yoluyla onların yetişmelerini sağlayacak (tedrîs’), yâhut da herkesin istifâde edebileceği nitelikte eserler yazacaktır (tasnif). Dikkat edileceği üzere, bu çerçeve, âlimin çalışma alanlarını da sınırlandır -maktadır. Dolayısıyla, âlim bir misyonun adamıdır ve onu îfâ etmekle mükelleftir; kendisine “şey’-i azîm” olan ilim verilmiştir; bunun gereklerini yerine getirebilmek için her vaktini, her ânını ölçüp biçerek yaşamak mecbûriyetindedir. Bu bakımdan, âlimin günlük hayâtı ile âlim olmayan birisinin günlük hayâtı, yâni yaşantısı ve zamâna tasarrufu aynı olmayacaktır. O, bir günün yirmi dört saatini bir program çerçevesinde yaşamak mecbûriyetindedir. Binâenaleyh, “...anun evrâdınun tertîbi tertîb-i evrâd-ı âbide muhâlifdür; zîrâ. ilm bir şey’-i azîm ve hayr-ı celîsdür ki salavât-ı mektûbeden sonra iştiğâl olunan umûrun efdalidür, ve anda cemî’-i halka îsâl-i menfa’at ve tarîk-i âhirete hidâyet vardur; belki gâh olur ki mes’ele-i vâhîde ile müte’allim müddet-i ‘ömrinün ibâdetini ıslâh ve anunla tahsîl-i fevz ü felâh ider; ammâ ilmden maksad müzekkir-i âhiret olan ilmdür; ne anunla vesîle-i câh u mâl ve bâ’is-i teveccüh-i halk u ikbâl olan ilm ola.” Bu sebeple, “âlime lâ’ik olan oldur ki evkātini tevzî’ eyleye, ve illâ ana kelâl lâhik olur.[154]

Şu hâlde, kendisine yorgunluk, bıkkınlık, usanç dolayısıyla tembellik (kelâl) musallat olmaması için, âlim zamânı nasıl değerlendirmeli, meselâ bir gününü nasıl yaşamalıdır? Taşköprülü-zâde’nin bu husûsa dâir sunduğu programın gündüzle ilgili kısmı şöyledir: Âlim, tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna ve güneşin doğuşundan kuşluk vaktine kadar ilimle uğraşmalı; yanında âhiret saadetini tahsil için ilim öğrenmek isteyenler bulunuyorsa, onlara ders vermeli, ilmin çoğalması için çalışmalı; bu zamânı mutlakā ilimler üzerinde tefekkürle geçirmeli, dînî ilimlerle ilgili müşkilleri çözmenin yollarını aramalıdır; bu zaman zarfında ilimle uğraşmak son derece faydalıdır; zîrâ, henüz sabâhın erken vaktidir, dolayısıyla insanın zihni dünyevî meşgalelerle dolmamış ve bu sûretle yorulmamıştır; dikkat melekesi açık ve aktiftir. Âlimin kuşluk vaktinden ikindi vaktine kadar olan zaman içerisinde yapması gereken şey ise, eser yazmak ve ilmî konularda mütâlaalarda bulunmaktır; bu arada yemek yeme veya bir takım mecbûrî ibadetler için çalışmalarına ara vermesi ve yâhut gündüzler çok uzun olursa, muayyen bir süre uyuması câizdir. İkindi vaktinden güneşin batmasına yakın bir zamâna kadar ise, meclisinde ve huzûrunda okunan tefsir, hadis veya benzeri faydalı ilimleri dinlemekle vakit geçirmeli; bundan sonra güneşin batımına kadar istiğfâr ve tesbîh ile meşgul olmalıdır[155].

Bu taksim sâdece gündüze mahsustur; dolayısıyla bunun bir de gecesi vardır. Bu hususta Taşköprülü-zâde’nin tercih ve tavsiye ettiği usûl, İmam Şâfi’î’den nakledilmiştir: “Ammâ taksîm-i evrâd-ı leyl, anda evlâ İmâm Şâfi’î hazretlerinün taksîmidür ki leylün sülüs-i evvelini mütâla’a ve tertîb-i ilm içün ve sânîsini salât içün ve sâlisini nevm içün ta’yîn eylemişdür.” Ancak, gündüzlerin uzun gecelerin kısa olduğu aylarda bu programı uygulamak husûsunda güçlükle karşılaşılabilir; bu takdirde mütâlaa ve namaz (salât) için öngörülen zamânın bir kısmını uyku (nevm) zamânına eklemelidir; zîrâ az uyku ile bedenin zayıf düşmesi ve bu sûretle diğer bütün işlerin yapılamaz olması ihtimâli vardır[156].

Buraya kadar gözden geçirilen hususların ulemâ açısından değerlendirilmesi durumunda, kestirmeden söylenebilecek olan şey, âlimin daha işin başlangıcında iken nasıl bir yola girdiğini düşünmesi ve sonraki hareketlerini ona göre belirlemesi gerekir. Kişi, niçin ilim öğrenmeğe tevessül eder? Diğer insanların olduğu kadar, ulemânın da asıl hedefi ebedî saadete ulaşmaktır. Fakat, bu gâyeyi tahakkuk ettirebilmek için, gereğini yerine getirmek lâzımdır. Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle, “âmme-i halk bunun üzerine müttefiklerdür ki sa’âdet-i ebediyye ve siyâdet-i sermediyye tamâm olmaz, illâ ilm ü amel ile olur.” Dolayısıyla, ilim ve amel arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kişi bilmelidir ki, “...bî-’amel olan ilm vebâl ve bilâ-’ilm olan amel dalâldur.” Şu hâlde, kişi “... amelde taksîr ü ihmâl iderse ilminde kemâl olmaz.[157]“ Binâenaleyh, Taşköprülü-zâde’nin düşündüğü âlim tipi, hem âlim ve hem de âmildir; diğer bir deyişle o, bildikleriyle amel etmek durumundadır; bu amel ise her şeyden önce uhrevîdir.

d) İlimlerin Tasnifi

Buraya kadar Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışını; talebe denince aklına kimlerin, hangi vasıfları hâiz insanların geldiğini, âlim (hoca, üstâz / üstâd, mu’allim, müderris) kelimesinin şemsiyesi altına topladığı insanlarda olmasını arzûladığı ilmi veya ahlâkî niteliklerin neler olduğunu gözden geçirdik. Burada, karşımıza başka bir soru çıkmaktadır: Peki, Taşköprülü-zâde’nin bakış açısıyla, kendisine ilim sıfatı verilen konular veya çalışma alanları nelerdir? Diğer bir deyişle, Taşköprülü-zâde ilimleri nasıl tasnif etmektedir?

Bu sorunun cevâbını, yine kendisinden almak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, yukarıda, kendisi de bir âlim olan ve yıllarca Osmanlı medreselerinde talebe okutmuş bulunan Taşköprülü-zâde’nin, Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde adlı eserini İslâm dünyâsında üzerinde çalışılan ilimlerin tertip ve tasnîfine tahsis ettiğini ve Arapça yazılan bu eserin, bizzat yazarın oğlu Kemâlü’d-din Mehmed tarafından Mevzû’âtü’l-Ulûm adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu belirtmiştik[158].

Yukarıdaki sorunun cevâbını ararken, biz esas olarak, Miftâhu’s-Sa’âde’nin tercümesini, Mevzû’âtü’l-Ulûm’u, kulla-nacağız[159].

Taşköprülü-zâde’nin, bütün ilimleri esas olarak yedi ana başlık altında tasnif ettiği görülür. Bu ana başlıklar, devha kelimesi ile tavsif edilmiştir. Devha, “ulu ağaç” mânâsına gelir. H. Atay’ın da belirttiği gibi[160], bu ulu ağacın sayısız dalları ve budakları bulunduğuna göre, her bir ilim devhasının da çok sayıda alt bölümleri, alt bölümlerin alt bölümleri bulunacak demektir. Esâsen, her devha altında sıralanan ilim dalları da bunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu ilimlerin önce devhalara ayrıldığı, sonra şu’belere ve bilâhare ilmlere yer verildiği görülür.

Bu devhalar şunlardır:

1- Hatt ilimleri (ulûm-ı hattıyye),

2- Söz / lafız ilimleri (ulûm-ı lafzıyye),

3- Mefhum ve mantık (ma’kûlât-ı sâniye) ilimleri,

4- Felsefe ve mevcûdât (ulûm-ı hikemiyye; ahvâl-i mevcûdât-ı hâriciyye) ilimleri,

5- Amelî hikmet (hikmet-i ameliyye),

6- Şer’î (dînî) ilimler (ulûm-i şer’iyye)

7- Batınî-mânevî ilimler (ulûm-ı bâtıniyye).

Taşköprülü-zâde, yukarıda belirtildiği ve aşağıda da ayrıntılı olarak görüleceği üzere, bu asıl devhaları, ihtivâ ettikleri ilim dallarının çokluğuna göre ayrıca alt gruplara (şu’be) ayırır. Söz konusu tasnîfe geçmeden önce, üzerinde durulması gereken hususlardan birisi de, her ilim dalı ile ilgili olarak yazılmış bulunan en mûteber eserlerin -yazarlarıyla birlikte- isimlerinin verilmesidir. Ayrıca yazar, ihtiyaç duyulması durumunda, her ilim dalı ile ilgili hükümleri verir; hangi ilimlerin daha değerli, hangilerinin mutlakā tahsil olunması gereken ilimler olduğu belirtilir; bu arada, zaman zaman tahsilinde mahzur bulunan konulara da temas edilir. Bütün bunlar, bize, Taşköprülü-zâde’nin ve dolayısıyla yaşadığı asrın ilim anlayışı hakkında oldukça teferruatlı bilgiler verirler. Bu bakımdan, Mevzû’âtü’l-Ulûm’da sunulan ilim tasnîfinin, bir yönü geçmişe, Osmanlı öncesi ilim geleneğine uzanmakta, diğer yönü ise bizzat XVI. asrın zihniyet dünyâsına ışık tutmaktadır.

Bu kısa değerlendirmeden sonra, Mevzû’âtü’l-Ulûm’da sunulan ilim tasnîfini daha yakından inceleyebiliriz:

1- Hatt İlimleri (ulûm-ı hattıyye):

Hatt ilimleri, esas olarak yazı âletlerine, kāidelerine, nasıl güzel yazı yazılacağına, bizâtihî harf bilgisine ve bilhassa Arap harflerinin yazılış usûlleri ile mushafların nasıl yazılacağına tahsis edilmiş; hattın fazîletinden söz eden bir mukaddime (s. 119-127) ile, yazı sanatının keyfiyetini ve harflerin tek tek yazılışlarını konu edinen iki şu’beye ayrılmıştır.

A) Birinci Şûbe: Hatla (yazı ile) ilgili ilimler (sanâ’at-ı hattıyyenin keyfiyyetine müte’allık olan ulûm):

1- İlmü edevâti’l-hatt,[161]

2- İlmü kavânîni’l-kitâbe,[162]

3- İlmü tahsîni’l-hurûf,[163]

4- İlmü keyfiyyeti tevellüdi’l-hutût an-usûlihâ,[164]

5- İlmü tertîbi’l-hurûfi’t-teheccî,[165]

B) İkinci Şûbe: Harflerin tek tek yazılışı ile ilgili ilimler (İmlâ’-i hurûf-ı müfredeye müte’allık olan ulûm):

1- İlmü terkîbi’l-eşkâli besâ’iti’l-hurûf,[166]

2- İlmü imlâ’i’l-hattı’l-Arabî,[167]

3- İlmü hattı’l-Mushaf,[168]

4- İlmü hattı’l-’arûz,[169]

2. Lafızlarla İlgili İlimler (elfâza müte’allık olan ulûm):

Töşköprülü-zâde sözlerle (elfâz ile) ilgili ilimleri esas olarak bir mukaddimeden sonra, üç şûbeye ayırarak incelemektedir. Tabiatiyle, söz konusu şûbelerin alt birimleri de bulunmak-tadır. Aşağıda görüleceği üzere, bu başlık altında, haklarında bilgi veriler ilim dallarının hemen hepsi, dilbilgisinin muhtelif konuları ve çeşitli edebî san’at şekilleri ile ilgilidir:

A) Birinci Şûbe: Müfred (tek)lere dâir ilimler (müfredâta müte’allık olan ulûm).

1- İlmü mahârici’l-hurûf,[170]

2- İlmü’l-lüga,[171]

3- İlmü’l-vaz’,[172]

4- İlmü’l-iştikāk,[173]

5- İlmü’s-sarf,[174]

B) İkinci Şûbe: Bitişik sözlerle ilgili ilimler (mürekkebâta müte’allık olan (ulûm):

1- İlmü’n-nahv,[175]

2- İlmü’l-ma’ânî,[176]

3- İlmü’l-beyân,[177]

4- İlmü’l-bedî’,[178]

5- İlmü’l-arûz,[179]

6- İlmü’l-kavâfî,[180]

7- İlmü karzı’ş-şi’r,[181]

8- İlmü mebâdiyi’ş-şi’r,[182]

9- İlmü’l-inşâ’,[183]

10- İlmü’l-mebâdiyi’l-inşâ’ ve edevâtihî,[184]

11- İlmü’l-muhâdara,[185]

12- İlmü’d-devâvîn,[186]

13- İlmü’t-tevârîh,[187]

C) Üçüncü Şûbe: Arapça ilimlerin fürû’una dâir olanlar:

1- İlmü’l-emsâl,[188]

2- İlmü vekāyi’i’l-ümem ve rüsûmihim,[189]

3- İlmü isti’mâlâti’l-elfâz,[190]

4- İlmü’t-teressül,[191]

5- İlmü’ş-şurût ve’s-sicillât,[192]

6- İlmü’l-ahâcî ve’l-uğlûtât,[193]

7- İlmü’l-elgâz,[194]

8- İlmü’l-mu’ammâ,[195]

9- İlmü’t-tashîf,[196]

10-’İlmü’l-maklûb,[197]

11- İlmü’l-cinâs,[198]

12-’İlmü müsâmereti’l-mülûk,[199]

13- İlmü hikâyâti’s-sâliha,[200]

14- İlmü ahbârı’l-enbiyâ,[201]

15- İlmü’l-megâzî ve’s-siyer,[202]

16- İlmü târîhi’l-hulefâ,[203]

17- İlmü tabakāti’l-kurrâ,[204]

18- İlmü tabakāti’l-müfessirîn,[205]

19- İlmü tabakāti’l-muhaddisîn,[206]

20- İlmü siyeri’s-sahâbe ve’t-tâbi’în,[207]

21- [İlmü tabakāti’ş-Şâfî’iyye,)[208]

22- İlmü’ tabakāti’l-Hanefiyye,[209]

23- İlmü tabakāti’l-Mâlikiyye,[210]

24- İlmü tabakāti’l-Hanâbile,[211]

25- İlmü tabakāti’n-nuhât,[212]

26- İlmü tabakāti’l-nükemâ,[213]

27- İlmü tabakāti’l-etibbâ,[214]

3. Mefhum ve Mantık (ma’kûlât-ı sâniye) İlimleri:

Mevzû’âtü’l-Ulûm’da mefhum ve mantık ilimleri, esas olarak bir mukaddime ile, iki şû’beye ayrılmıştır. Mukaddimede belirtildiği üzere, bu kategoriye dâhil ilimler arasında en önde geleni ilm-i mantıktır; hattâ bâzı “hükemâ” bu ilmi “ ulûm-ı akliyyeye re’îs” olarak görmüştür; zîrâ mantık ilmi “Vâcib-i Ta’âlâ’nun ma’rifetine mevkûfun aleyhdür.[215]

A) Birinci Şûbe: Bu başlık altında yer alan ilimler, insanı düşünmede hatâdan koruyan, Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle “kesbde hatâdan ismet” eden ilimlerdir; bunlara ulûm-ı âliye (âlet ilimleri) de denir. Ancak, burada tek bir ilim incelenir.

1-’İlmü mantık[216].

B) İkinci Şûbe: Bu başlık altında incelenen ilimler ise, insanı konuşurken (münâzara ve dersde) hatâdan koruyan ilimler-dir:

1- İlmü âdâbi’d-ders,[217]

2- İlmü’n-nazar,[218]

3- İlmü’l-cedel,[219]

4- İlmü’l-hılâf,[220]

4. Felsefe ve Mevcûdât (ulûm-ı hikemiyye; ahvâl-i mevcûdât-ı hâriciyye) İlimleri

Bu bölüm on şu’be hâlinde tasnif edilmiş; her bir şu’be ise kendi içerisinde alt birimlere ayrılmıştır. Bu şûbeleri ve alt başlıklarını ana hatlarıyla şu şekilde hulâsa edebiliriz:

A) Birinci Şûbe:

1- İlmü ilâhî,[221]

B) İkinci Şûbe: Bu şûbeye giren ilimler, bir önceki şûbede yer alan ilm-i ilâhînin fürû’unu teşkil ederler:

1- İlmü ma’rifeti nüfûsi’l-insâniyye,[222]

2- İlmü ma’rifeti’l-melâ’ike,[223]

3- İlmü ma’rifeti’l-me’âd,[224]

4- İlmü emâreti’n-nübüvve,[225]

5- İlmü makālâti’l-fırak,[226]

6- İlmü takāsimi’l-’ulûm,[227]

C) Üçüncü Şûbe: Bu şûbede de tek ilim yer almaktadır:

1- İlmü tabî’î,[228]

D) Dördüncü Şûbe: Bu grupta yer alan ilimler, ilm-i tabî’înin fürû’unu oluştururlar:

1- İlmü tıbb,[229]

2- İlmü’l-baytara,[230]

3- İlmü’l-beyzere,[231]

4- İlmü’n-nebât,[232]

5- İlmü’l-hayvânât,[233]

6-’İlmü’l-falâha,[234]

7- İlmü’l-ma’âdîn,[235]

8- İlmü’l-cevâhir,[236]

9- İlmü’l-kevn ve’l-fesâd,[237]

10- İlmü’l-kavsı kuzah,[238]

11- İlmü’l-firâse,[239]

12- İlmü’t-ta’bîri’r-rü’yâ,[240]

13- İlmü ahkâmi’n-nücûm,[241]

14- İlmü’s-sihr,[242]

15- İlmü’t-tılsımât,[243]

16- İlmü’s-sîmyâ,[244]

17- İlmü’l-kîmyâ.[245]

E) Beşinci Şûbe: Bu şubede tabiat ilimlerinin alt bölümleri anâkîd: salkımlar) tafsil edilmektedir. Esas olarak dört bölüm (unkûd: salkım) ve bu bölümlerin alt birimleri mevcuttur:

a. Birinci kısım ((unkûd). Bu kısımda tıp ilminin alt birimleri (fürû’u) tafsil edilmektedir:

1- İlmü’t-teşrîh,[246]

2- İlmü’l-kihâle,[247]

3- İlmü’l-et’ıme ve’l-mezverât (?),[248]

4- İlmü’s-saydele,[249]

5- İlmü tabhı’l-eşribe ve’l-ma’âcîn,[250]

6- İlmü kal’ı’l-âsâr mine’s-siyâb,[251]

7- İlmü terkîbi’l-midâd,[252]

8- İlmü’l-cerrâhiyye,[253]

9- İlmü’l-fasd,[254]

10- İlmü’l-hacâme,[255]

11- İlmü’l-makādîr ve’l-evzâni’l-müsta’mele fî ilmi’t-tıbb,[256]

12- İlmü’l-bâh,[257]

b. İkinci kısım (unkûd): Bu kısımda ise, ilm-i firâset, yâni uzuvların dış görünüşünden hareketle ahlâkî davranışları tesbit ilminin dalları(fürûu) tafsil olunmaktadır:

1- İlmü’ş-şâmât ve’l-hîlân,[258]

2- İlmü’l-esârîr,[259]

3- İlmü’l-ektâf,[260]

4- İlmü’l-kıyâfeti’l-eser,[261]

5- İlmü’l-kıyâfeti’l-beşer,[262]

6- İlmü’l-ihtidâ bi’l-berârî ve’l-ekfâr,[263]

7- İlmü’r-riyâka,[264]

8- İlmü istinbâtı’l-ma’âdîn,[265]

9- İlmü nüzûli’l-gays,[266]

10- İlmü’l-’ırâfe,[267]

11- İlmü’l-ihtilâc,[268]

c. Üçüncü kısım (unkûd): Bu kısımda ise, ilm-i nücûmun (astrolojinin) dalları (fürû’u) incelenmektedir. Bunlar:

1- İlmü ihtiyârât,[269]

2- İlmü’r-reml,[270]

3- İlmü’l-fâl,[271]

4- İlmü’l-kur’a,[272]

5- İlmü’t-tayra ve’z-zecr,[273]

d. Dördüncü kısım (unkûd): Bu kısımda büyücülük (sihr) ilminin dalları anlatılmaktadır:

1- İlmü’l-kehânet,[274]

2- İlmü’n-nîrencât,[275]

3- İlmü’l-havâss,[276]

4- İlmü’r-rukî,[277]

5- İlmü’l-’azâ’im,[278]

6- İlmü’l-istihzâr,[279]

 7- İlmü da’veti’l-kevâkib,[280]

8-’İlmü’l-felaktîrât (?),[281]

9-’İlmü’l-ihfâ,[282]

10-’İlmü’l-hıyeli’s-Sâsâniyye,[283]

11-’İlmü’l-keşfi’d-dekk ve îzâhı’ş-şekk,[284]

12- İlmü’ş-şa’bezât ve’t-tahayyülât ve’l-ahz bi’l-’uyûn,[285]

13 İlmü ta’allukı’l-kalb,[286]

14- İlmü’l-isti’âne bi-havâssi’l-edviye ve’l-müfredât,[287]

F) Altıncı Şûbe:[288] Bu başlık altında ele alınan konular ise, riyâzî ilimler (ulûm-ı riyâziyye)dir:

1- İlmü’l-hendese,[289]

2- İlmü’l-hey’e,[290]

3- İlmü’l-’aded,[291]

4- İlmü’l-mûsıkî,[292]

G) Yedinci Şûbe: Hendese (geometri) ilminin dalları (fürû’u):

1- İlmü’l-’ukûdi’l-ebniye,[293]

2- İlmü’l-menâzır,[294]

3- İlmü’l-merâyâ’l-muharrıka,[295]

4-’İlmü’l-merâkizi’l-eskāl,[296]

5- İlmü’l-cerri’l-eskāl,[297]

6- İlmü’l-mesâha,[298]

7- İlmü inbâtı’l-miyâh,[299]

8- İlmü’l’-âlâti’l-harbiyye,[300]

9- İlmü’r-remiy,[301]

10- İlmü’t-ta’dîl,[302]

11- İlmü’l-bengâmât,[303]

12- İlmü’l-melâha,[304]

13- İlmü’s-sebâha,[305]

14- İlmü’l-evzân ve’l-mevâzîn,[306]

15 İlmü’l-âlâti’l-mebniye alâ zarûreti ademi’l-halâ’,[307]

H) Sekizinci Şûbe: Hey’et (astronomi) ilminin dalları. Bu başlık altında zikredilen ilim dalı 26 tânedir.

1- İlmü’z-zîcât ve’t-takāvîm,[308]

2- İlmü kitâbeti’t-takāvîm,[309]

3- İlmü hisâbi’n-nücûm,[310]

4- İlmü keyfiyyeti’l-irsâd,[311]

5- İlmü âlâti’r-rasadiyye,[312]

6- İlmü’l-mevâkît,[313]

7- İlmü’l-âlâti’z-zılliyye,[314]

8- İlmü’l-ülker,[315]

9- İlmü’l-ülkeri’l-müteharrike,[316]

10- İlmü tastîhi’l-kürre,[317]

11- İlmü suveri’l-kevâkib,[318]

12- İlmü makādîri’l-’ulviyyât,[319]

13- İlmü menâzili’l-kamer,[320]

14- İlmü coğrafya,[321]

15- İlmü mesâliki’l-büldân ve’l-emsâr,[322]

16- İlmü ma’rifeti’l-bürüd ve mesâfâtihâ,[323]

17- İlmü havâssı’l-ekālîm,[324]

18- İlmü’l-edvâr ve’l-ekvâr,[325]

19- İlmü’l-kırânât,[326]

20- İlmü’l-melâhim,[327]

21- İlmü mevâsimi’s-sene,[328]

22- İlmü mevâkîti’s-salât,[329]

23- İlmü ameli’l-usturlâb,[330]

24- İlmü vaz’ı rub’ı’d-dâ’ireti’l-müceyyeb ve’l-mukanta-rât,[331]

25- İlmü rub’ı’d-dâ’ire,[332]

26- İlmü âlâti’s-sâ’a,[333]

I) Dokuzuncu Şûbe: Sayı ilminin dalları. Bu başlık altında on bir ilim zikredilmiştir:

1- İlmü hisâbi’t-teht ve’l-meyl,[334]

2- İlmü’’l-cebr ve’l-mukābile,[335]

3- İlmü hisâbi’l-hatâ’eyn,[336]

4- İlmü hisâbi’d-devr ve’l-vesâyâ,[337]

5- İlmü hisâbi’d-dirhem ve’d-dînâr,[338]

6- İlmü’’l-ferâ’iz,[339]

7- İlmü hisâbi’l-hevâ,[340]

8- İlmü hisâbi’l-’ukûd,[341]

9- İlmü a’dâdi’l-vefk,[342]

10- İlmü havâssı’l-a’dâdi’l-mütehâbit ve’l-mütebâga-zit,[343]

11- İlmü’t-te’âbî’l-’adediyye fi’l-hurûb,[344]

J) Onuncu Şûbe: Mûsıkî ilminin dalları. Mûsıkînin dalı olara 3 ilim zikredilmiştir:

1- İlmü’l-âlâti’l-’acîbe,[345]

2- İlmü’r-raks,[346]

3- İlmü’l-gınç,[347]

5. Amelî Hikmet (hikmet-i ameliyye):

Bu ana kategoride ele alınan ilimler ‘pratik felsefe’ olarak da adlandırılabilir. Bir mukaddimeden sonra dört şu’beye ayrılmış bulunan bu gruptaki ilimler ahlâk, ev idâresi, siyâset/devlet idâresi ve benzeri konulara tahsis edilmiştir:

A) Birinci Şûbe: Bu başlık altında sâdece ahlâk ilmi ( ilm-i ahlâk) incelenmiştir. Taşköprülü-zâde’ye göre, ahlâk ilmi ile “... envâ’-ı fezâ’il” bilinir. Burada sözü edilen ahlâk ve fazîletlerde vurgunun dînî değil, pratik felsefe üzerine olduğu görülüyor. Nitekim, “fezâ’ilden dahi maksad üç kuvvetdür ki kuvvet-i nazariyye ve gazabiyye ve şeheviyyedür,” ibâresinden sonra, bu üç kuvvetin değerlendirilişi, daha ziyâde mantıkî ve felsefî bir temele oturtularak incelenmelidir[348].

B) İkinci Şûbe: Bu başlık altında da, aynı şekilde, yalnız bir ilim dalı, İlmü tedbîri’l-menzil, diğer bir deyişle, ev idâresi ilmi zikredilmiş ve incelenmiştir. Taşköprülü-zâde’ye göre, bu öyle bir ilimdir ki, “anunla insânun nefsi ile zevcesi ve evlâdı ve huddâmı beyninde müşterek olan ahvâlde tahsîl-i i’tidâl bilinür.[349]

C) Üçüncü Şûbe: Burada kısaca sâdece ilm-i siyâset tedkik edilmektedir. Yazara göre, bu ilimle “... envâ’-ı riyâsât ve siyâsât ve temeddün cihetinden olan ictimâ’ât ve anlarun ahvâli ki ahvâl-i selâtîn ü mülûk ü ümerâ ve ehl-i hisâb ve kuzât u ulemâ ve zu’amâ’u’l-emvâl ve vükelâ’ü’l-beyti’l-mâl ve bunlarun mecrâsına cârî olan mübâşirîn-i a’mâl ahvâli” bilinir. Bu konulara geniş bir şekilde girilmemiştir. Ancak, konuyla ilgili bir kaç kitap adının zikrettiği görülüyor. Bunlar, Aristo’nun “İskender’e irsâl itdüği Kitâbu Siyâset”, Fârâbî tarafından yazılan Ârâ’u’l-Medîneti’l-Fâzıla, Hâce Nasîrü’d-dîn-i Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’si ve Celâlü’d-dîn-i Devvânî’nin Ahlâk-ı Celâlî’sidir[350].

D) Dördüncü Şûbe: Bu başlık altında zikredilen ilimler ise amelî hikmetin dalları (fürû’u)dır. Burada 4 ilim dalı kısaca gözden geçirilmiştir:

1- İlmü âdabi’l-mülûk,[351]

2- İlmü âdabi’l-vezâret,[352]

3- İlmü’l-ihtisâb,[353]

4- İlmü kûdi’l-’asâkir ve’l-cüyûş,[354]

6. Şer’î (dînî) İlimler ( ulûm-ı şer’iyye):

Bu başlık altında ele alınan ilimler Mevzû’âtü’l-Ulûm’un en büyük kısmını oluşturmaktadır. Birer ilim olarak zikredilen konuların tedkîki, dînî çerçevede mütâlaa olunan teferruâta müteallık, başka ilim dalları altında da pekâlâ yer alabilecek mevzûların hemen tamâmının ayrı bir ilim olarak zikredildiğini gösteriyor. Diğer bölümler (devhalar) için söz konusu olan şey, yâni konunun şûbelere ayrılarak incelenmesi, bu bölüm için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, ulûm-ı şer’iyye, bir mukaddime, sekiz şu’be ve bu şûbelere dâhil alt ilim dallarına (fürû’a) ayrılarak tasnif edilmiştir.

Bu ilimlere niçin şer’î (şerî’at) ilimler denilmiştir? Taşköp-rülü-zâde, bu soruya şöyle cevap verir: “ulûm-ı mezbûreye ulûm-ı şerâyi’ tesmiye olunduğunun vechi, cemî’-i nâs anlardan ahz eyledüklerindendür. Zîrâ lügatde şerî’at mevrid-i şâribedür, ya’nî şürb-i mâ’ isteyen vürûd idüp ahz-ı mâ’ idicek mekândur ki Türkîde Pınarbaşı dirler”[355].

Şu hâlde, şer’î ilimler bütün insanların faydalandıkları mevzûları ihtivâ etmekte; herkes sıkıntısını bu ilimler sâyesinde çözmektedir.

Taşköprülü-zâde’ye göre, îtikāda dâir ilimler (ulûm-ı i’tikādiyye), “ya nakle müte’allık ola, yâhûd fehm-i menkûle. Ve yâhûd menkûlü edille ile takrîr ü teşyîde ve yâhûd ahkâm-ı müstenbataya istihrâca müte’allık ola.” Binâenaleyh, buna göre, ortada vahiy kanalıyla gelen bir bilgi manzûmesi bulunmakta, bunun lâyıkı veçhile anlaşılması, anlaşılanın delillerle takviye edilmesi ve nihâyet buradan hareketle ahkâm üretilmesi gerekmektedir. Bütün bu faaliyetler, dînî (şer’î) ilimler söz konusu olduğunda, ayrı ayrı isimlerle tavsif olunmakta, dolayısıyla ilim grupları teşekkül etmektedir. Bu bakımdan, Taşköprülü-zâde’nin îzâhını tâkip edecek olursak:

İmdi nakle dahi müte’allıka olan eğer Rasûl’ün vâsıta-ı vahy ile getürdüğine olursa ilm-i kırâ’atdür. Ve yâhûd Rasûl’ün ismet ile mü’eyyed olan nefs-i enfesinden sâdır olana ise ilm-i rivâyet-i hadîsdür. Fehm-i menkûl dahi eğer Kelâmu’llâh’dan fehm ise ilm-i tefsîr-i Kur’ân’dur. Eğer kelâm-ı Rasûl’den fehm ise ilm-i dirâyet-i hadîsdür. Takrîr-i menkûl dahi eğer ârâ’ u mezâhibe müte’allık ise ilm-i usûl-i dîndür ki ilm-i kelâm ile dahi tesmiye olunur. Eğer ef’âle müte’allık ise ilm-i usûl-i fıkhdur. Eğer ahkâmı edillesinden istihrâca müte’allık ise ilm-i fıkhdur.

Bu cümleler, bir taraftan Taşköprülü-zâde’nin şer’î ilimlerin esâsını oluşturan çalışma alanlarını nasıl belirlediğini ortaya koyarken, diğer taraftan zikrolunan ilim dallarının aslî mevzû’larını ve sınırlarını çizmektedir[356]. Esâsen, “ulûm-ı mezbûre cümle-i usûl-i şerî’atdür. Ve her birinün fürû’-ı kesîresi vardur.” Kezâ, “bu yedi ilmden her birini bir şu’bede ve şu’belerini bir şu’be-i uhrâda zikr” etmek gerekiyor. Bu temel tasnîfe dayalı olarak şer’î ilimlerin nelerden ibâret olduğunu aşağıda göreceğiz. Fakat, burada bir noktanın daha altını çizmekte ve en azından Taşköprülü-zâde’nin gözüyle söz konusu ilimlerin “menâfi’i”ni vurgulamakta fayda vardır. Diğer bir deyişle, bu ilimleri niçin öğrenmek gerekiyor, faydaları nelerdir?

Mevzû’ât’ın muhtelif yerlerinde dînî çerçevede mütâlaa olunan konularla ilgili olarak, bunların faydalarına dâir çeşitli açıklamalara sık sık rastlanmakta ise de, yukarıdaki sorunun daha kısa bir cevâbını, yukarıya aktarılan pasajın devâmında da bulmak mümkündür:

Ve bu ulûmun menâfi’i bisyâr ve fevâ’idi bî-hadd ü şümârdur. Ammâ dünyâda hıfz-ı ... emvâl ve intizâm-ı sâ’ir-ahvâldür. Ve ammâ âhirîde azâb-ı elîmden necât ve na’îm-i mukîme fevz-ı ref’ u derecâtdur.

Burada üzerinde durulan ilimlerin her birinin dünyevî menfaatleri, faydaları varsa da, asıl olan, hayâtımızı bu ilimlere göre tanzim etmek, böylece Allâh’ın rızâsına nâil olmak ve âhirette acıklı bir azâba dûçâr olmaktan kurtulmaktır[357].

Bu kısa değerlendirmeden sonra, ulûm-ı şer’iyyenin tasnîfine geçebiliriz:

A) Birinci Şûbe: Doğrudan doğruya şerî’atle ilgili ilimlere tahsis edilmiş olmakla birlikte, burada sâdece ilm-i kırâ’at (Kur’ân okuma ilmi) zikrolunmuştur. Bu başlık altında kırâ’at usûlleri ve bu usûlleri temsil eden kırâ’at imamları hakkında teferruatlı olarak bilgi verilmektedir (I, s. 444-507).

B) İkinci Şûbe: Bu başlık altında da yine tek bir ilim zikredilmiştir (I, s. 507-508): ilm-i rivâyet-i hadîs (hadis rivâyet/nakletme ilmi).

C) Üçüncü Şûbe: Bu şûbede ise, ilm-i tefsîrü’l-Kur’ân (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, yorumlama ilmi) ele alınmış; esas olarak tefsir, müfessirler ve meşhur tefsir kitaplarına yer verilmiştir (I, s. 509-575).

D) Dördüncü Şûbe: ilm-i dirâyetü’l-hadîse tahsis edilmiş olan bu bölümde, esas olarak hadis usûlü (metodolojisi) üzerinde durulmakta; bir hadîsin nasıl anlaşılması gerektiğine dâir kısaca mâlumat ile, meşhur muhaddisler ve eserleriyle ilgili bilgiler verilmektedir (I, s. 575-594).

E) Beşinci Şûbe: Bu başlık altında ele alınan tek ilim kelâmdır. Taşköprülü-zâde, kelâm üzerinde de oldukça geniş bir şekilde durmaktadır (I, s. 594-634). Bu ilim, aynı zamanda usûlü’d-dîn (din usûlü, ilâhiyât ve metodolojisi) olarak da adlandırılır. Kelâm ne işe yarar? Taşköprülü-zâde’nin bu soruya verdiği tek cümlelik karşılık şudur: “... anunla iktidâr olunur akā’id-i dîniyye isbâtına îrâd-ı edille vü hücec ve ref’-i şübhe vü şükûk itmekle”; yâni, kelâm, temel dînî inançlar konusunda ortaya çıkabilecek olan şüpheleri, güçlü aklî delillerle ortadan kaldırmak ve dînî kāideleri isbat etmek için kullanılan bir ilimdir.

Kelâm ilminin bu şekildeki tavsîfi, Taşköprülü-zâde’nin klâsik sünnî kelâm anlayışını benimsediğini göstermektedir. Mu’tezile’nin kelâm metodolojisi, kelâm ilmi çerçevesinde ele alınan konulardan bilhassa Allâh’ın zâtını ve sıfatlarını aklî metodlarla ve deyim yerinde ise kıyasıya sorgulamağa kalkışır; bizzat Kur’ân üzerinde spekülatif yorumlara girişir, kâinâtın oluşumu ile ilgili yine spekülatif değerlendirmelere giderken, sünnî kelâmı bütün bu hususlarda şer’î sınırları zorlamağa, aklî değerlendirmelerinde kitâb (Kur’ân) ve sünnet (hadis)i aşmamağa îtinâ etmiş ve zamanla bütün aklî delilleri Allâh’ın varlığını, birliğini, zât ve sıfatlarını Kur’ân’ın mantığına uygun olarak isbât için kullanmağa yenilmiştir[358]. Bu husûsu, Taşköprülü-zâde’nin şu satırlarından kolayca anlamak mümkündür:

Bunun mevzû’u Hakk Ta’âlâ’nun zât u sıfâtıdur mütekaddimîn katında. Ba’zıları dimişlerdür ki mevzû’u mevcûddur min haysi hüve mevcûd; ol takdîrce ilm-i ilâhîden ki Mevcûd-ı Mutlak ahvâlinden bâhisdü; imtiyâzı gâyetleri i’tibârı iledür; zîrâ kelâmda bahs kavâ’id-i şer’ üzerinedür ve şer’-i ilâhîde muktezâ-yı ukûl üzerinedür, ve müte’ahhirîn katında kelâmun mevzû’u ma’lûmdur ki ana isbât-ı akā’id-i dîniyye ta’alluk eylediği haysiyyetden; gerek ta’alluk karîb olsun, gerek ba’îd; ve dîniyyeden dahi maksad Nebiyy-i Kerîmimüz Muhammed Mustafâ (s.a.v.) dînine mensûbe olandur ki ası müdde’â Hazretün dîninden ahz olunup müslim oldukdan sonra anun üzerine bürhân-ı aklî ikāmet oluna”[359].

Nitekim, Ebû Mansûr bin Muhammed bin Mahmûd el-Mâturîdî (Hanefî) ile Ebu’l-Hasan el-Eş’ârî el-Basrî (Şâfi’î)’nin “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ’atün ilm-i kelâmda re’îsi” olarak zikredilmesi de bunu göstermektedir[360].

F) Altıncı Şûbe: Sâdece İlmü usûli’l-fıkh (fıkıh usûlü, metodolojisi) incelenmiştir[361].

G) Yedinci Şûbe. Kezâ, yalnızca bir ilim, İlmü’l-fıkh[362] zikrolunmuştur.

H) Sekizinci Şûbe[363]: Bu bölüm ise şer’î (dînî) ilim dalları(fürû’u)na tahsis edilmiştir. Fakat, yukarıdaki şu’belerin her birinin dallarının tek tek ele alındığı görülüyor:

a) Kırâ’at ilminin dalları:

1- İlmü ma’rifeti’ş-şevâzz ve’t-teferrukatihâ mine’l-mütevâtir,[364]

2- İlmü mahârici’l-hurûf,[365]

3- İlmü mahârici’l-elfâz,[366]

4- İlmü’l-vukûf,[367]

5- İlmü ileli’l-kırâ’at,[368]

6- İlmü resmi kitâbeti’l-Kur’ân fî’l-Masâhif,[369]

7- İlmü ma’rifeti’l-Masâhif,[370]

b) Hadis ilminin dalları:

1- İlmü şerhi’l-hadîs,[371]

2- İlmü esbâbı vürûdi’l-ehâdîs ve ezmine ve emkine,[372]

3- İlmü nâsıhı’l-hadîs ve mensûhıhî,[373]

4- İlmü te’vîli akvâli’n-Nebî,[374]

5- İlmü rumûzı akvâli’n-Nebî ve işârâtihî,[375]

6- İlmü garâ’ibi’l-lügâti’l-hadîs,[376]

7- İlmü def’i mattan ani’l-hadîs,[377]

8- İlmü telfîkı’l-ehâdîs,[378]

9- İlmü ahvâli rivâyeti’l-ehâdîs,[379]

10- İlmü tıbb-ı Nebevî,[380]

c) Tefsir ilminin dalları:

1- İlmü ma’rifeti’l-Mekkî ve’l-Medenî,[381]

2- İlmü ma’rifeti’l-hadarî ve’s-seferî,[382]

3- İlmü ma’rifeti’n-nehârî ve’l-leylî,[383]

4- İlmü ma’rifeti’s-sayfî ve’ş-şitâ’î,[384]

5 İlmü ma’rifeti’l-firâşî ve’n-nevmî,[385]

6 İlmü ma’rifeti’l-’arzî ve’s-semâ’î,[386]

7 İlmü ma’rifeti evvelî mâ-nüzile,[387]

8 İlmü ma’rifeti sebebi’n-nüzûl,[388]

9- İlmü ma’rifeti mâ-nüzile alâ lisâni ba’zı’s-sahâbe,[389]

10- İlmü ma’rifeti ma-tekerrere nüzûlihâ,[390]

11- İlmü ma’rifeti mâ-te’ahhara hükmuhû an-nüzûlihî ve mâ-te’ahhara nüzûluhû an-hükmihî,[391]

12- İlmü ma’rifeti mâ-nüzile müferrikan ve mâ-nüzile cemî’an,[392]

13- İlmü ma’rifeti mâ-nüzile meşî’an ve mâ-nüzile müfreden,[393]

14- İlmü ma’rifeti mâ-nüzile minhü alâ ba’zı’l-enbiyâ,[394]

15- İlmü ma’rifeti keyfiyyeti inzâli’l-Kur’ân,[395]

16- İlmü ma’rifeti esmâ’ihî ve esâ’i süverihî,[396]

17- İlmü ma’rifeti cem’ihî ve tertîbihî,[397]

18- İlmü ma’rifeti adedi süverihî ve âyâtihî ve kelimâtihî ve hurûfihî,[398]

19- İlmü ma’rifeti huffâzıhî ve ruvvâtihî,[399]

20- İlmü ma’rifeti’l-âlî ve’n-nâzil mine’l-esânidihî,[400]

21- İlmü ma’rifeti’l-mütevâtir ve’l-meşhûr ve’l-âhâd ve’ş-şâzz ve’l-mevzû’ ve’l-münderic,[401]

22- İlmü ma’rifeti beyâni’l-mevsûli lafzan (ve)’l-mefsûli ma’nen,[402]

23- İlmü ma’rifeti’l-imâle ve’l-feth ve beynehâ (ve kezâ) İlmü ma’rifeti’l-idgâm ve’l-inhâr ve’l-ızhâr ve’l-ıhfâ ve’l-ıklâb,[403]

24- İlmü ma’rifeti’l-medd ve’l-kasr (ve kezâ) İlmü ma’rifeti tahkîkı’l-hemze,[404]

25- İlmü ma’rifeti keyfiyyeti tahammüli’l-Kur’ân,[405]

26- İlmü ma’rifeti cevâzi’l-iktibâs ve mâ-cerâ mecrâhu,[406]

27- İlmü ma’rifeti garîbi’l-Kur’ân,[407]

28- İlmü ma-vaka’a fîhi bi-gayri lügati’l-Hicâz,[408]

29- İlmü mâ-vaka’a fîhi min gayr-i lügati’l-Arab,[409]

30- İlmü ma’rifeti’l-vücûhi ve’n-nezâ’ir,[410]

31- İlmü ma’rifeti ma’âni’l-edevât elletî yehtâcu ileyhâ’l-müfessir,[411]

32- İlmü ma’rifeti i’râbihî,[412]

33- İlmü ma’rifeti kavâ’idi mühimme, yehtâcu ileyhâ’l-müfessir,[413]

34- İlmü ma’rifeti’l-muhkem ve’l-müteşâbih,[414]

35- İlmü ma’rifeti mukaddemi’l-Kur’ân ve mu’ahhari-hî,[415]

36- İlmü ma’rifeti âmmi’l-Kur’ân ve hâssihî ve mücmelihî ve beyyinihî,[416]

37- İlmü ma’rifeti nâsıhı’l-Kur’ân ve mensûhıhî,[417]

38- İlmü ma’rifeti müşkili’l-Kur’ân ve mefhûmihi’l-ihtilâfı ve’t-tenâkuz,[418]

39- İlmü ma’rifeti mutlakı’l-Kur’ân ve mukayyedihî,[419]

40- İlmü ma’rifeti mantûkı’l-Kur’ân ve mefhûmihî,[420]

41-İlmü ma’rifeti vücûhi muhâtabâtihî,[421]

42- İlmü ma’rifeti hakîkati’l-elfâzı’l-Kur’ân ve mecâ-zihî,[422]

43- İlmü ma’rifeti teşbîhi’l-Kur’ân ve isti’ârâtihî,[423]

44- İlmü ma’rifeti kinâyeti’l-Kur’ân ve ta’rîzâtihî,[424]

45- İlmü ma’rifeti’l-hasr ve’l-ihtisâs,[425]

46- İlmü ma’rifeti’l-îcâz ve’l-ıtnâb,[426]

47- İlmü ma’rifeti’l-haber ve’l-inşâ’,[427]

48- İlmü ma’rifeti bedâyi’i’l-Kur’ân,[428]

49- İlmü ma’rifeti’l-fevâsılı’l-ây,[429]

50- İlmü ma’rifeti fevâtihi’s-suver,[430]

51- İlmü ma’rifeti havâtimi’s-suver,[431]

52- İlmü ma’rifeti münâsebeti’l-âyât ve’s-suver,[432]

53- İlmü ma’rifeti’l-âyât ve’l-müteşâbihât,[433]

54- İlmü ma’rifeti i’câzi’l-Kur’ân,[434]

55- İlmü ma’rifeti’l-ulûmi’l-müstenbıta mine’l-Kur’ân,[435]

56- İlmü ma’rifeti emsâli’l-Kur’ân,[436]

57- İlmü ma’rifeti aksâmi’l-Kur’ân,[437]

58- İlmü ma’rifeti cedeli’l-Kur’ân,[438]

59- İlmü mâ-vaka’a fi’l-Kurân mine’l-esmâ’ ve’l-künâ ve’l-elkāb,[439]

60- İlmü ma’rifeti mübhemâti’l-Kur’ân,[440]

61- İlmü ma’rifeti esmâ’ men nüzile fîhimi’l-Kurân,[441]

62- İlmü ma’rifeti fezâ’ili’l-Kur’ân,[442]

63- İlmü ma’rifeti efdali’l-Kur’ân ve fâzılıhî,[443]

64- İlmü ma’rifeti müfredâti’l-Kur’ân,[444]

65- İlmü ma’rifeti havâssı’l-Kur’ân,[445]

66- İlmü ma’rifeti mersûmi’l-hatt ve âdâbihî,[446]

67- İlmü ma’rifeti tefsirîhî ve te’vîlihî ve beyânı şerefihî ve’l-hâceti’l-ileyh,[447]

68- İlmü ma’rifeti şurûti’l-müfessir ve âdâbihî,[448]

69- İlmü ma’rifeti garâ’ibi’t-tefsîr,[449]

70- İlmü ma’rifeti tabakāti’l-müfessirîn,[450]

71- İlmü havâssı’l-Kur’ân,[451]

72- İlmü havâssı’r-rûhâniyye mine’l-evfâkı’l-’adediyye ve’l-harfiyye ve’t-teksirâti’l-’adediyye ve’l-harfiyye,[452]

73- İlmü’t-tasarrufi’l-hurûf ve’l-esmâ’,[453]

74- İlmü’l-hurûfi’n-nûrâniyye ve’z-zulmâniyye,[454]

75- İlmü’t-tasrîf bi’l-İsmi’l-A’zam,[455]

76- İlmü’l-kesr ve’l-bast,[456]

77- İlmü ma’rifeti’z-zâ’irçe,[457]

78- İlmü’l-cifr ve’l-câmi’ihî,[458]

79- İlmü def’i mattan ani’l-Kur’ân,[459]

d) Hadis ilminin dalları:

1- İlmü’l-mevâ’iz,[460]

2- İlmü’l-ed’iye ve’l-evrâd,[461]

3- İlmü’l-âsâr,[462]

4- İlmü’z-zühd ve’l-verâ[463]

e) Kelâm (usûl-i dîn) ilminin dalları:

Bu başlık altında, diğerlerinde olduğu gibi tek tek ilim zikredilmemekte, sâdece filozofların kullandıkları metotlardan haberdar olacak kadar felsefe ilmine âşinâ olmanın gereği ve yeterliliği vurgulanmakta; Allâh’ın zâtını ve sıfatlarını, nübüvveti ve benzeri akāidle ilgili konuları bu yolla (mantıkî delillerle) anlayacak ve anlatacak ölçüde bilgi sâhibi olunmasının ehemmiyeti üzerinde durulmakta, filozofların ilm-i ilâhîsinin karşısına şer’î çerçevede bir ilm-i ilâhî koymanın lüzûmuna işâret edilmektedir (II, s. 249-249).

f) Fıkıh usûlü ilminin dalları:

1- İlmü’n-nazar,[464]

2- İlmü’l-münâzara,[465]

3- İlmü’-cedel,[466]

4- İlmü’l-hılâf.[467]

g) Fıkıh ilminin dalları:

1- İlmü’l-ferâ’iz,[468]

2- İlmü’ş-şurût ve’s-cisillât,[469]

3- İlmü’l-kazâ’,[470]

4- İlmü ma’rifeti hikemi’ş-şerâyi’,[471]

5- İlmü’l-fetâvâ,[472]

7. Bâtın-Mânevî İlimler (ulûm-ı bâtıniyye):

Taşköprülü-zâde’nin bâtın ilimleri başlığı altında zikrettiği ilim dallarının niteliklerini tek cümle ile hulâsa etmek gerekirse, yukarıda kısaca gözden geçirilen dînî (şer’î) ilimlerin iç yönünün, sırlarının ve fazîletlerinin söz konusu edildiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, yukarıda hulâsa olunan dînî (şer’î) ilimler, ‘şekil bilgisi’ ise, burada ele alınan bâtınî ilimler ‘öz ve mânâ bilgisi’dir. Dolayısıyla, burada ele alınan bâtın ilimlerin klâsik tasavvuf tefekkürü ile de yakından ilgili olduğu söylenebilir.

Gerçekten de, bâtınî bilgi târifine uygun olarak Taşköprülü-zâde’nin, bu ilmi tahsil edebilmek için, ferdî cehdin fazla bir mânâ ifâde etmediğini vurguladığı görülmektedir. Fakat, Mevzû’ât’ın klâsik bir tasavvuf kitâbı olmadığı göz önünde bulundurulmuş olmalı ki, söz konusu bâtın bilgisinin klâsik tasavvuf tefekkürü ile doğrudan ilişkilendirilmesi yoluna gidilmemiş, bilâkis insanın önüne takvâya giden bir yol açılmağa çalışılmıştır. Bu da, öncelikle yukarıda gözden geçirilen dînî ilimlerin tahsîlini gerektirmektedir. Zîrâ, bâtın bilgisini ancak bundan sonra kullanmak mümkün olabilecektir. Diğer bir deyişle, burada sıralanan ilimler, mümin bir insanı aynı zamanda muttakî bir kimse durumuna getirecektir. Nitekim, “et-tarafu’s-sânî mine’r-risâle” başlığı bile, burada sözünü ettiğimiz dînî (şer’î) ilimlerin ikinci tarafının, bâtınının hedeflendiğini gösterdiği gibi, aynı başlık altındaki değerlen-dirmelerde dikkati çeken ilim ve amel vurgusu da aynı husûsu düşündürmektedir.

Taşköprülü-zâde, bu kategoride ele alınan ilimlerin “tasfiyeye müte’allık” olduğunu belirtir. Burada sözü edilen tasfiye, pek tabiî ki, kalbin tasfiyesi, temizlenmesidir. Bu ise, “ilm ile amelün semeresidür.” Nitekim, hadiste “Her kim Hakk Ta’âlâ rûzî itdiği ilm-i nâfi’ ile âmil ola, Hakk Ta’âlâ ana bilmediği ulûm-ı kesîre ve fevâ’id-i azîzeyi dahi tevrîs ü ta’lîm ider.” buyurulur. Öte yandan da bu “ilm-i mütevârisün dahi semeresi vardur ki ulûm-ı mükâşefe ile tesmiye olunmışdur. Anda cây-ı ibâret yokdur, belki anı kâşif olan ancak işâretdür.” Nitekim yine hadiste, “ulûm-ı ilâhiyye ve ma’rifet-i ledünniyyeden ba’zı ilm vardur ki meknûn u mestûr şeklinde olup zuhûr eylemez ve anı kimse bilmez; meğer âlim-i Rabbânî ve mazhar-ı terbiyet-i Yezdânî olanlar ana ârif ve dekā’ıkına vâkıf olurlar.” buyurulmuştur. Fakat, böyle bir ilme ve dolayısıyla iltifâta mazhar olanların, bunları anlamayacak durumda olanlara anlatmamaları gerekir; zîrâ o, “ ilm-i kesîrü’l-hakā’ıkdan ba’zını nâtık olsalar ehl-i iğtirâr anı inkâr ider.[473]

Bu bakış açısından hareketle, bâtınî ilimler bir devha ile dört şu’beye ayrılarak incelenmiştir. Bu dört şûbe, esas olarak ibârât (ibâreler), âdât (âdetler), mühlikât (helâk edici fiiller) ve münciyâta (kurtarıcı fiiller) tahsis edilmiştir. Tabiatiyle her şûbenin alt başlıkları, yâni fürû’u bulunmaktadır.

Bâtınî ilimlerin tasnîfine geçmeden önce, bir noktanın daha üzerinde durmak, altını çizmek ve şu soruya cevap bulmak gerekiyor? Niçin bâtınî ilimler? Veyâ, bâtınî ilimlere neden gerek vardır?

Bu sorunun cevâbı ile insanın bir mahlûk olarak mâhiyeti arasında doğrudan bir ilişki vardır. Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle, “... insân bir nüsha-i câmi’adur ki iki âlemden mürekkebdür. Zîrâ beden-i kesîfi âlem-i ecsâm ve rûh-ı latîfi âlem-i melekûtdandur.” Dolayısıyla, iki âlemden ibâret olan insanın, maddî yönünün (bedeninin) ihtiyaçlarını karşılamak nasıl gerekli ise, mânevî yönünün (rûhunun) ihtiyaçlarını gidermek de en azından diğeri kadar elzemdir, ki huzurlu ve dengeli bir hayat yaşamak mümkün olabilsin. Rûhun ihtiyaçlarını karşılayacak olan ise ilm-i bâtındır.

Bu kısa değerlendirmeden sonra, şimdi bâtın ilimlerinin dökümüne geçebiliriz.

A) Birinci Şûbe: Esas olarak ibâdâta tahsis edilmiş olup, on altı bölüme (asla) ve tâlî bölümlere (metâlib) ayrılmak sûretiyle incelenmektedir. Bunlar:

a) İlm:

1- Ma’rifet-i fazl-ı ilm ve ta’allüm ü ta’lîm,[474]

2- Müslime vâcib olan İlmün ma’rifeti.

Bu konu, yâni Müslümanın mutlakā öğrenmesi gereken ilimler meselesi, sürekli zihinleri meşgul etmiştir. Hakîkaten, Müslümanın öğrenmek zorunda olduğu ilimleri nasıl ve neye göre belirlemek gerekiyor? Mesele sâdece vâciblerle de sınırlı değildir. Taşköprülü-zâde’nin de belirttiği gibi, ulemâ-i kadîm (eski âlimler) “farz-ı ayn olan ilmde” dahi ihtilâf etmişlerdir. Yine onun ifâdesiyle:

Her tâ’ife kendi katında olan ilmi farzdur diye iddi’â eylemişdür.” Nitekim,

Kelâmî dir ki (farz olan) ilm-i kelâmdur, ki anunla zâtu’llâh u sıfâtu’llâh ve nübüvvet ü me’âd ma’lûm olur.” Aynı şekilde,

Fakîh dir ki ilm-i fıkhdur, ki anunla helâl u harâm ma’lûm olur.” Kezâ,

Müfessir ü muhaddis dir ki ilm-i kitâb u sünnetdür, ki anunla anlar ile cemî’-i ulûma tavassul olunur.” Ve,

“Ba’zılar ayıtdı ki ilm-i bâtındur, lâkin vücûbu akvâm-ı mahsûsadur.”

Peki hakîkat nedir? Müslüman, hangi ilimleri mutlakā öğrenmek zorundadır? Taşköprülü-zâde, yukarıdaki kabûl ve görüşleri gözden geçirdikten sonra, “lâkin böyle değüldür” der ve şöyle devam eder:

Sahîh budur ki ilm-i mevrûs ile maksad ulûm-ı mükâşefe değüldür, belki ulûm-ı mu’âmeledür, ki İslâm’un mebânî-i hemsesini ilmdür. Nitekim hadîs-i Nebiyy-i Sâdık bunu nâtıkdur: Büniye’l-İslâmu alâ hamsin ...” (İslâm beş esas üzerine binâ olunmuştur’ ifâdesiyle başlayan meşhur hadis; İslâm’ın şartları).

Öyleyse, “... âkıl ve bâliğa evvel vâcib kelime-i şehâdeti ta’allümdür.” Daha sonra, kişinin içinde bulunduğu duruma ve anlama kābiliyetine göre (“fehmi mikdârı) çeşitli bilgiler öğrenmesi gerekir. Bu arada, her ilmin herkesi bağlayıcı olmadığını da belirtmek lâzımdır. Meselâ, “... bâliğ olana erkân-ı salâtı sahîh ü fâsid olacak mikdâr ta’allüm vâcibdür, ammâ sabîye vâcib değüldür.” Kezâ, “... ganîye zekât u hâccı ta’allüm vâcibdür, fakîre değüldür.” Diğer hususlar da böyledir. Meselâ, “... ebkem olana hurmet-i kelâmı ta’allüm ya’nî tekellümü harâm olanı ta’allüm vâcib değüldür. Ve dahi a’mâya nazar harâm olan eşyâyı ta’allüm vâcib değüldür.”

Bu değerlendirme, karşımıza, temel ilm-i hâl bilgisini çıkarmaktadır. Diğer bir deyişle, her Müslümanın mutlakā öğrenmesi gereken ilimler, temel ilm-i hâl bilgileri ile sınırlıdır[475].

3- Ulûmdan mahmûd u mezmûm olanlar,[476]

4- Âdâb-ı mu’allim ve müte’allim,[477]

5- Âfât-ı ilm, ulemâ-i dünyâ ve ulemâ-i âhiretin alâmâtı,[478]

6- akl, şerefi, hakîkati ve aksâmı.[479]

b) Kavâ’id-i akā’idiyye:

Bu başlık altında ele alınan ilimler, yazarın ifâdesiyle “aslu’l-usul ve mebnâ-yı İslâm ve mukaddime-i cemî’-i ahkâm”dır; diğer bir deyişle bu ilimler, dînin doğrudan doğruya inanç esaslarını oluşturmaktadırlar. Bu sebeple, aynı zamanda İslâm’ın temelini teşkil etmektedirler[480].

c) İlm-i esrâr-ı tahâret,[481]

d) İlm-i esrâr-ı salât:

1- Salâtın ba’zı merâtib ve tavırları,[482]

2- A’mâl-i kalbde olan şurût-ı bâtına,[483]

3- Her bir rüknde ve her bir şartda ihzâr-ı kalbün keyfiyyeti,[484]

4- İlm-i vezâ’if-i imâmet,[485]

5- İlm-i fazl-ı Cum’a, Cum’anın âdâb u sünneti, (kezâ) âdâb-ı nehâr-ı Cum’a,[486]

6- İlm-i nevâfil-i salât,[487]

e) İlm-i esrâr-ı zekât:

1- Şurût-ı zâhiresi,[488]

2- Âdâb-ı bâtınası,[489]

3- Âdâb-ı kābız-ı sadaka,[490]

4- Sadaka-i tatavvu’, fazlı, âdâb-ı ahzı,[491]

5- Zekâtın alınıp alınmamasına dâir görüşler,[492]

f) İlm-i esrâr-ı savm:

1- Vâcibât-ı zâhiresi,[493]

2- Levâzım-ı iftâr,[494]

3- Sünen,[495]

4- Esrâr-ı savm ve şurût-ı bâtınası,[496]

5- Sıyâmda tatavvu’,[497]

g) İl-i esrâr-ı hâcc:

1- Fazîlet-i hâcc ve fazîlet-i beyt ve Mekke,[498]

2- Mekke’de ikāmetin fazîlet ve keyfiyyeti,

3- Medîne’de ikāmetin fazîleti,

4- Hâccın vücûb u sıhhati, erkân ve vâcibâtı,[499]

5- A’mâl-i zâhiresinün tertîbi (ilm-i âdâb-ı hâcc),[500]

6- Hâcca müte’allık âdâb-ı dakîka ve a’mâl-i bâtına,[501]

h) İlm-i fazîlet-i ezkâr u tilâvet ü evrâd:

1- İlm-i âdâb-ı tilâvet ve fazîleti,[502]

2- Âdâb-ı bâtına,[503]

3- İlm-i fehm-i Kur’ân,[504]

4- İlm-i ezkâr,[505]

5-6-7-8- İlm-i ed’iyye-i me’sûre[506]

9- Du’ânın fazîlet ve âdâbı,[507]

10- Fâ’ide-i du’â,[508]

ı) Taksîm-i evrâd ve fazîlet ü ahkâmı:

1- Fazîlet-i evrâd,[509]

2- Âlimin bir günlük hayâtı ve virdleri,[510]

3- Hâl-i müte’allim,[511]

4- Hâl-i muhterif,[512]

5- Vâlî olanların hâli,[513]

6- Hâl-i muvahhid,[514]

7- Kıyâm-ı leyl,[515]

B) İkinci Şûbe: Bu kısımda âdetler (a’dât) ele alınmış ve zikre değer görülen bütün âdetler birer ilim dalı olarak değerlendirilmiştir. Burada da yine alt birimler (asl) ve bunların alt birimleri (matlab ve kısımlar) söz konusudur:

a) Âdâb-ı ekl (yeme edepleri):

1- Ahvâl-i münferide:

* Kable’l-ekl âdâbı,[516]

* Hâlet-i ekl âdâbı,[517]

* Ba’de’t-ta’âm âdabı,[518]

2- Âdâb-ı cemâ’at,[519]

3- Ihvân-ı zâ’ire takdîm-i ta’âm âdâbı,[520]

4- Âdâb-ı ziyâfet,[521]

b) Âdâb-ı nikâh:

1- Nikâhda tergîb, a’râz ve terhîb,[522]

2- Fevâ’id-i nikâh,[523]

3- Âfât-ı nikâh,[524]

4- akdin şerâ’iti,[525]

5- Menkûhanın ahkâmı,[526]

6- Âdâb-ı mu’âşeret,[527]

c) Âdâb-ı kesb-i ma’âş:

1- Fazîlet-i kesb ve kesbe tahrîz,[528]

2- Ukûd-ı sittenin ahvâli,[529]

3- Muâmelede adâlet,[530]

d) Helâl ve harâm:

1- Fazîlet-i helâl,[531]

2- Derecât-ı helâl ve harâm,[532]

3- Merâtib-i şübühât, onları helâl ve harâmdan temyîz,[533]

4- Elde edilenin keyfiyyetinin araştırılması,[534]

5- Elde edilen mâlın sarfının şartları,[535]

6- Selâtînin idrârât ve atiyyâtı,[536]

e) Âdâb-ı sohbet ve esnâf-ı halk ile mu’âşeret:

1- Uhuvvetin fazîleti,şurubu, derecât ve fevâ’idi,[537]

2- Ma’âsîrin aksâmı ve ahkâmı,[538]

3- Musâhib olunan kimsede meşrût olan sıfât ve şurût,[539]

4- Hukûk-ı sohbet.[540]

5- Esnâf-ı halk ile mücâlese âdâbı,[541]

6- Hakk-ı müslim ve rahm ve hakk-ı civâr-ı mülk,[542]

7- Hukûk-ı civâr,[543]

8- Hukûk-ı akārıb,[544]

9- Hukûk-ı mülk,[545]

f) Âdâb-ı uzlet:

1- Uzletin fazîlet ve kerâheti,[546]

2- Fevâ’id-i Uzlet,[547]

3- Âfât-ı Uzlet,[548]

g) Âdâb-ı sefer:

1- Evvel-i nühûzdan âhir-i rücû’a varınca olan âdâb,[549]

2-Seferin evvel-i hareket ü nühûzdan âhir-i zamânına değin olan âdâbı,[550]

3- Seferin âdâb-ı bâtınası,[551]

4- Ruhas-ı müsâfirde ve edille-i Kıble ve evkātda,[552]

h) Âdâb-ı semâ’ ve vecd:

1- Hill u hurmeti,[553]

2- Mevâzı’-ı hurmet-i semâ’,[554]

3- Semâ’ın âdâb ve semerâtı,[555]

ı) Emr bi’l-ma’rûf ve nehy ani’l-münker:[556]

1- Fezâ’ili,[557]

2- Erkân ve şerâ’iti,[558]

3- Âdâb-ı muhtesib,[559]

i) Ahlâk-ı nübüvvet.[560]

C) Üçüncü Şûbe: “Şu’be-i sâlise” yerine, yanlışlıkla “devha-i sâlise” olarak zikredilen üçüncü grupta, insanı felâkete götüren helâk eden ve kötülüğe sürükleyen (mühlikât) veyâ bu kötülüklerden alıkoyan, insanı kurtuluşa erdiren (münci-yât) çeşitli hususlar gözden geçirilmekte ve bütün bunlar bilinmesi, sakınılması veyâ ona göre hareket edilmesi gereken konular olmaları bakımından birer ilim dalı şeklinde sıralanmaktadır. Diğer şûbelerde olduğu gibi, burada da altı gruplar söz konusudur. Binâenaleyh, mühlikât ve münciyât esas olarak on bir alt başlıkta (aslda) hulâsa olunmaktadır. Tabiatiyle, bunların da teferruâta müteallık başka alt başlıkları vardır. Bunları şu şekilde hulâsa etmek mümkündür:

a) Şerh-i acâ’ib-i kalb:

1- Cünûd-ı kalb,[561]

2- Kalbin hakîkati idrâk husûsundaki durumu,[562]

3- akl ve kalb,[563]

4- Kalbin bâbları,[564]

5- Bu kapılara götüren “tarîkın vacûdu, imkânı ve maksûda îsâli” husûsu,[565]

6- Kalbe vârid olan sûretler,[566]

7- Ahvâl-i şeytân,[567]

8- Vesvese,[568]

9- Vesveselerin zikir esnâsında ortadan kalkıp kalkmadığı meselesi,[569]

10- Kalbin sür’at-i sıkleti,[570]

b) Riyâzât-ı nefs ve tehzîb-i ahlâk:

1- Nefsin “hulk-ı hasen” ve “hulk-ı sey’î” cihetinden durumu,[571]

2- Ahlâkın riyâzat tarîkı ile tağyîri,[572]

3- İ’tidâl ve riyâzat ilişkisi,[573]

4- Nefsin ve kalbin ma’rifeti,[574]

5- Riyâzat-ı sıbyân,[575]

6- Şerâ’it-i sülûk,[576]

c) Kesr-i şehvet:

1- Fazîlet-i cû’,[577]

2- Kesr-i şehvet-i batn,[578]

3- Şehvet-i ferc,[579]

d) Âfât-ı lisân:

1- Mâlâ-ya’nîde kelâmın âfâtı,[580]

e) Gazab u hıkd ve hasedin zemmi:

1- Gazab,[581]

2- İlâc-ı gazab,[582]

3- Esbâb-ı gazabın ma’rifeti,[583]

4- Hıkd, afv ve rıfk,[584]

5- Hased,[585]

f) Zemm-i dünyâ (dünyânın kötülenmesi):

1- Dünyâda meylin kötülüğü ve bunun yerilmesi,[586]

2- Dünyâ mâlını elde etmek için gayr-i meşrû’ yollara baş-vuranlar,[587]

g) Zemm-i mâl, mahabbetin kerâheti ve buhlun zemmi (malın kötülenmesi, malı sevmenin kötülüğü ve cimriliğin kötülenmesi):

1- Mâlın zemm ve medh edildiği yerler,[588]

2- Sehâ,[589]

3- İlâc-ı buhl,[590]

4- Abdin mâlı husûsunda vezâ’ifi,[591]

5- Medh-i fakr ve zemm-i gınâ,[592]

6- Küçük günâhları (sagâ’ir) büyük günâhlar (azîme) hâline getiren şeyler,[593]

7- Tebvenin tamâmı, şurût ve âdâbı,[594]

8- Tabakāt-ı tâ’ibîn,[595]

h) Sabr u şükr:

1- Sabrın fazîlet ve hakîkati,[596]

2- Sabrın kuvvet ve za’f hasebiyle aksâmı,[597]

3- Abdin her hâlde sabrdan istiğnâsı olmadığı,[598]

4- Sabra mü’eddî olur mu’âcelât,[599]

5- Şükr ve fazîleti,[600]

6- Hakk Te’âlânın hakkında şükr,[601]

7- “Tahsîl-i şükrde” her şeyin ne için yaratıldığının bilinmesi,[602]

8- Hakîkat-i ni’met ve ahkâmı,[603]

9- Halkı şükrden sârif olan sebeb ve ilâcı,[604]

10- Sabr ile şükrün müşterek oldukları umûr,[605]

11- Sabr ve şükrün birbirine karşı efdaliyyet durumları,[606]

ı) Recâ ve havf:

1- Hakîkat-i recâ,[607]

2- Fazîlet-i recâ,[608]

3- Havf,[609]

4- Fazîlet-i havfın akl ve nakl karşısındaki durumu,[610]

5- Havfı isticlâb eden hususlar,[611]

i) Fakr u zühd:

1- Hakîkat-i fakr,[612]

2- Fakrın fazîleti,[613]

3- Fakîrin fakrında olan âdâb,[614]

4- Min gayri zarûretin su’âlin tahrîmi,[615]

5- Hakîkat-i zühd ve fazîleti,[616]

6- Derecât-ı zühd ve aksâmı,[617]

7- Kadar-ı hâceti fuzûldan temyîz,[618]

j) Tevekkül:

1- Fazîlet-i tevekkül,[619]

2- Devâhî-i mevt,[620]

3- Hakîkat-i mevt ve ahvâli[621].

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264.

[1] Bu çerçevede kaleme alınan bir çalışmamız için bkz. “Bir XIV. Yüzyıl Yazarının Kaleminden Çağının İlim ve Âlim Anlayışı”, Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek), Sayı 3 (2002), s. 359-381 (bu yazı, elinizdeki kitapta da bulunmaktadır).

[2] Bkz. dipnot 1. Bu çalışma elinizdeki yazıdan önce hazırlanmış olmakla birlikte, daha sonra yayımlanmıştır.

[3] Bu kabûl ve değerlendirmeler için bkz. Ahmet Davutoğlu, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması”, Dîvân İlmî Araştırmalar”, 1 (İstanbul 1996), s. 2-3.

[4] Yukarıdaki çalışma, esas olarak İslâm medeniyeti dâiresinde teşekkül eden ilmî geleneği bu cihetlerden incelemekte ve netîce olarak, karşımızda nev’i şahsına münhasır bir İslâm ilmî zihniyetinin bulunduğu belirtilmektedir (bkz. s.1-37).

[5] Nşr. A. Subhi Furat, (İ. Ü. Edebiyat Fakültesi yay.) İstanbul 1985, s. 552-560; Mecdî Mehmed Efendi trc. Hadâ’iku’ş-Şakā’ık (bkz. Şaka’ık-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, 1; nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 524-526; Taşköprülü-zâde’nin Mevzû’âtü’l-Ulûm’unun sonunda da aynı hayat hikâyesi bulunmaktadır.

[6] Hakkında bkz. Şakā’ık (Mecdî trc. ), s. 139-142.

[7] A.g.e., s. 391-393.

[8] A.g.e., s. 393-394.

[9] Eserin müellifi meçhuldür; bir rivâyete göre eser İmâm-ı A’zam’a âittir (bkz. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, Ankara 1988; s. 30, dipnot 1. Ayrıca bkz. Kâtib .Çelebi, Keşfü’z-Zünûn ‘an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, II (nşr. Ş. Yaltkaya, R. Bilge), İstanbul 1943, s. 1806.

[10] Eser, Şeyh İzzü’d-dîn Ebu’l-fezâ’il İbrâhîm (öl. 655/1256) tarafından kaleme alınmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1138.

[11] Eserin tam adı Merâhu’l-Ervâh; Ahmed b. Ali b. Mes’ûd (öl. ?) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1651.

[12] Şeyh Abdü’l-kâdir-i Cürcânî (öl. 471/1078)’nin Arap nahvine dâir eserinin orijinal adı el-’Avâmilü’l-Mi’e; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1179.

[13] Müellifi, İmâm Nâsır b. Abdü’s-seyyid Matrizî (öl. 610/1213); bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1708.

[14] Eserin tam adı el-Kâfiye fi’n-Nahv; İbn Hâcib ( İbn Ömer Osmân) (öl. 646/1248) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1370.

[15] İranlı şâir, âlim ve mutasavvıf Câmî (Nûru’d-dîn Abdu’r-rahmân b. Ahmed b. Mehmed; öl. 898/1492)’nin şerhi.

[16] Kâfiye’nin şerhlerinden olan bir eser.

[17] Asıl adı el-Elfiyye fi’n-Nahv olup sâdece İbn Melek olarak da bilinen eser, Cemâlü’d-dîn Ebû Abdu’llâh Muhammed b. Abdu’llah-ı Tâ’î (öl. 762/1360-61) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I (1941), s. 151.

[18] Sarf, nahiv, lügat ve bunların kavâ’idine tahsis edilmiş bir eser.

[19] Riyâziyeci ve hey’et âlimi Esîrü’d-dîn Mufazzal b. Ömer-i Ebherî (öl. 700/1300) tarafından yazılan Risâle-i Ebheriyye (bizde İsagoci adıyla meşhur olmuştur) isimli mantıkla ilgili eser; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 309.

[20] İsagoci’nin Hüsâmü’d-dîn Kâtî (öl. 760/1359) tarafından yapılan muhtasar şerhi.

[21] Nasîrü’d-dîn-i Tûsî’nin talebelerinden Necmü’d-dîn Ömer b. Alî-i Kazvînî (Kâtibî) (öl. 693/1294)’nin mantıkla ilgili muhtasar eseri; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 1063.

[22] Şemsü’d-dîn Mahmûd b. Abdu’r-rahmân-ı İsfahânî (öl. 749/1348)’nin Abdullah b. Ömer Beyzâvî (öl. 685/1286)’nin Tevâli’u’l-Envâr (bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1116) adlı eserine yazmış olduğu kelâmla ilgili şerhtir; Şerh-i Tevâli’ olarak da bilinir; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 26.

[23] Kadı Sirâcü’d-dîn Mahmûd b. Ebû Bekr-i Urmevî (öl. 683/1283)’nin mantıka dâir Metâli’ü’l-Envâr adlı eserinin bir şerhine yazılan hâşiye; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1715 vd.

[24] Nasîrü’d-dîn-i Tûsî (öl. 672/1273)’nin Tecrîdü’l-Kelâm’ının bir şerhi; Tecrîd ve şerhleri hakkında bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 346-351.

[25] Mecdî., a.g.e., s. 387-389.

[26] Allâme Sirâcü’d-dîn Ebû Ya’kûb Yûsuf Ebûbekr-i Sekkâkî (öl. 626/1228)’nin ma’ânîye dâir Miftâhu’l-Ulûm adlı eserinin bir şerhi; Miftâh ve üzerinde yapılan çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1762-1768.

[27] Mecdî., a.g.e., s. 315-316.

[28] Adudu’d-dîn Abdu’r-rahmân b. Ahmed el-Îcî (öl. 756/1355)’nin kelâma dâir eserine Seyyid Şerîf-i Cürcânî (Ali b. Mahmûd-ı Cürcânî) (öl. 816/1413) tarafından yazılmış olan meşhur şerh; diğer çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1891-1894.

[29] Ebu’l-Kâsım Câru’llâh Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî (öl. 538/1143)’nin el-Keşşâf ‘an-Hakā’ıkı’t-Tenzîl adlı meşhur tefsîri; eser ve üzerinde yapılan çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1475-1484.

[30] Mecdî., a.g.e., s. 338-339.

[31] Meşhur Türkistanlı âlim Ali Kuşçu (öl. 879/1474)’nun hey’etle ilgili eseri.

[32] Mecdî., a.g.e., s. 452-453.

[33] Kadı İyâz (öl. ?)’ın hadîse dâir eseri.

[34] Sa’du’d-dîn-i Taftazânî (öl. 791/1389)’nin belâgata dâir eseri; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 26-27.

[35] Burhânü’ş-şerî’a Mahmûd (öl. XIII. yy.)’un Vikâye adıyla bilinen ve tam adı Vikâye er-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye olan ve kızdan torunu Sadru’ş-şerî’a-i Sânî (öl. 750/1349) adına yazılmış bulanan, bu sebeple daha ziyâde Sadru’ş-şerî’a nâmıyla tanınan fıkhın mu’âmelât kısmıyla ilgili eseri; Vikâye üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 2020-2024.

[36] İmam Hüseyin b. Mes’ûd el-Ferra’ el-Begavî (öl. 516/1126)’nin Mesâbîhü’s-Sünne adlı hadisle ilgili eseri; eser üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1698-1702.

[37] İmam Raziyyü’d-dîn Hasan b. Mehmed-i Sagânî (öl. 650/1253)’nin asıl adı Meşârıku’l- Envâri’n-Nebiyye min Sıhahi’l-Ahbâri’l-Mustafiyye olan hadîse dâir eseri; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1688.

[38] Hidâye, fıkhın fürû’ kısmıyla ilgili olup Şeyhülislâm Burhânü’d-dîn Ali b. Ebûbekr-i Mergınânî (öl. 593/1196-97)’nin yine kendisi tarafından yazılan Bidâyetü’l-Mübtedî adlı eserinin şerhi; Hidâye üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s.2032-2040.

[39] Sa’dü’d-dîn-i Taftazânî (öl. 792/1389-90)’nin et-Telvîh fî Keşfî Hakā’ıkı’t-Tenkîh adıyla Şerefü’d-dîn Ahmed (öl. 771/1369)’in Tenkîhu’l-Ahdâs fî Refî’i’t-Teyemmümi’l-Ahdâs adlı eserine yazdığı şerh.

[40] Nâsıru’d-dîn Sa’îd Abdu’llah b. Ömer el-Beyzâvî (öl. 692/1292-93)’nin tam adı Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl olan meşhur tefsîri; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 23.

[41] Buraya alınan hâl tercümesi için bkz. Şakā’ık (Mecdî trc.), s. 524-526; kezâ, Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’iku’l-Hakā’ik fî Tekmileti’ş-Şakā’ık (Zeyl-i Şakā’ık; Şakā’ıku’n-Nu’mâniye ve Zeyilleri 2; nşr. A. Özcan), I, İstanbul 1989, s. 524-524; Taşköprülü-zâde’nin hâl tercemesi Mevzû’âtü’l-Ulûm’un sonunda da verilmiştir; ayrıca bkz, M. Münir Aktepe, “Taşköprülü-zâde” (Ebu’l-Hayr İsâmeddin Ahmed Efendi), İA, 12 / I (1979), s. 42-44.

[42] Eser, üç cild halinde 1328’de Haydarâbâd’da basılmıştır. İslâm dünyâsında üzerinde çalışılan ilimlerin tertip ve tasnif edildiği Miftâhu’s-Sa’âde, bizzat yazarın oğlu Kemâlü’d-dîn Mehmed tarafından Mevzû’âtü’l-Ulûm adıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve bilâhare iki cild hâlinde 1313’te İstanbul’da basılmıştır.

[43] Bkz. Dipnot 5. Taşköprülü-zâde’nin kayda değer diğer eserleri ise şunlardır: Nevâdirü’l-Ahbâr fî Menâkıbi’l-Ahyâr (üç fasıl, 1. fasıl, sahâbe ve âbidlerin, ikinci fasıl içtihat sâhiplerinin ve üçüncü fasıl ise müneccim ve tabiplerin hâl tercümelerine tahsis edilmiştir.); Risâle fi ‘İlmi Âdâbi’l-Bahs (mübâhese ve münâzara âdâbına dâir); Hâşiye ‘alâ hâşiyeti’s-Seyyid Şerîf ‘alâ Şerhi’t-Tecrîd; Şerhu’l-Ahlâkı’l-’Adudiyye; Risâle fi’l-Ferâ’iz (Şerh-i Ferâ’iz’e dâir); Şerhu Mukaddimeti’s-Salât (Mollâ Fenârî’nin namâza dâir yazdığı risâlenin şerhi). Çoğu risale olan diğer eserleri için bkz. Aktepe, a.g.m., s. 44.

[44] Taşköprülü-zâde, umûmî olarak ilimlerle ve âlimlerle ilgili düşüncelerini, yukarıda adı geçen Miftâhu’s-Sa’âde adlı eserinde toplamıştır. Bu çalışmada, eserin, bizzat yazarın oğlu Kemâlü’d-dîn Mehmed tarafından yapılan tercümesi olan Mevzû’âtü’l-Ulûm kullanılmıştır.

[45] Bkz. yukarıda, dipnot 1.

[46] Mevzû’ât, I, s. 23-24.

[47] Tâhâ, 114.

[48] Yûsuf, 76.

[49] Mevzû’ât, I, s. 23.

[50] A.g.e., I, s. 25.

[51] Bkz. Mecdî trc. s. 153-154.

[52] Nitekim, İmam Gazzâlî, kelâmla ilgili olarak şöyle der: “Onun maksadı, sünnet ehlinin akîdesini muhâfaza ve bunu bid’at ehlinin tehlikesinden korumaktır.” (el-Munkızu mine’d-Dallâl (Dalâletten Hidâyete, çev. A. Subhi Furat), İstanbul 1978, s. 45); ayrıca bkz. Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye (Vidâdî trc.) İstanbul 1256, s. 43; H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 176; bu çerçevede ilk dönemlerde kelâmcılarla hadisçiler arasında cereyân eden münâkaşalar için bkz. Talat Koçyiğit, Hadiscilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV yay., 3. baskı, Ankara 1988.

[53] Bu tasnif için ayrıca bkz. F. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 321-323.

[54] Mevzû’ât, II,s. 257.

[55] A.g.e., II, s. 257-258.

[56] Rahmân, 5.

[57] Yâsin, 39.

[58] Mevzû’ât, II, s. 258.

[59] A.g.e., II, 259.

[60] Aynı yer.

[61] Aynı yer.

[62] A.g.e., II, s. 260-261.

[63] A.g.e., II, s. 261.

[64] Aynı yer.

[65] A.g.e., II, s. 261-264.

[66] Mevzû’ât, I, s. 25.

[67] Mücâdele, 11.

[68] Âl-i İmrân, 18

[69] Nitekim, “Bir kişinün mâdihi kim ola Hakk

     Halk anı medh itmeğe olur ahakk.

[70] Zümer, 9

[71] Mevzû’ât, I, s. 27.

[72] Şu hadis de aynı husûsu vurgulamaktadır (I, s. 28): “Âhâd-ı nâsdan derece-i nübüvvete akrab olanlar ‘ulemâ-i dîn ile fî sebîli’llâh mücâhidîn olanlardur. Zîrâ ‘ulemâ halkı enbiyânun getürdükleri şerâyi’a delâlet ve mütâba’at-ı sünnet-i Rasûle irşâd u hidâyet eylediler. Erbâb-ı cihâd dahi enbiyâ vü rusül ...ün getürdükleri şerî’at u ahkâma muvâfık kılıçları ile cihâd u mukātele ve a’dâdan rû-gerdân olmayup mukâbele eylemişlerdür.

[73] Bu mâhiyette nakledilen diğer hadislerden bâzıları şöyledir (I, s. 28-30): “Hakk Te’âlâ yevm-i kıyâmetde, ki ‘ibâdını ba’s ider, evvelâ ‘avâm-ı ehl-i İslâm’ı, ba’dehum zümre-i ‘ulemâ’-i a’lâmı ba’s ider. Andan sonra buyurur ki, ‘yâ ma’şere’l-’ulemâ!’ Ben sizün kulûbunuzda ‘ilmi vaz’ eylemedüm, illâ sizi bildüğüm içün vaz’ eyledüm. Ya’nî ‘ilm-i ezelîmde sizün ol sa’âdete fâ’iz olmağa isti’dâdunuz muhakkak oldığı içün. Ve ben sizde ‘ilmümi size ‘azâb içün vaz’ eylemedüm. İmdi gidün ve mahall-i Rıdvâna dühûl idün ki ben sizi tahkîk mağfiret eyledüm”; “Bir kimse taleb-i ‘ilmi Allâh içün itmeyüp tahsîl-i câh u mâl ve yâhûd bunlarun emsâli ahvâl içün eylese, ol kimse dünyâdan çıkmaz, tâ ki yine ana gelüp niyyeti hâliseten li-vechi’llâh olmayınca. Ve her kimse ki ‘ilmi li-vechi’llâh taleb eyleye, ömrinün cemî’-i eyyâmında sâ’im ve leyâlinde kâ’im gibi olur. Ve bir kimsenün ta’allüm itdiği ‘ilmden bir bâb ol kimseye hayrdur andan ki Cebel-i Ebû Kays cümleten dînâr olup sebîlu’llâhda ol kimse infâk eyleye”.

[74] Bu satırların orijinali (I, s. 29): “‘İlm mâldan efdaldür yedi vechile: Evvelâ ‘ilm mîrâs-ı enbiyâ; mâl mîrâs-ı ferâ’inedür. İkinci ‘ilm infâk ile noksân-pezîr değüldür; ammâ mâla noksân gelür. Üçünci mâl bir hâfıza muhtâcdur; ‘ilm muhtâc değüldür. Belki sâhibini hıfz idüp ma’âsî ve menâhîden zecr ider. Dördünci mâldâr fevt olsa mâlını dünyâda terk idüp gider, ‘âlim fevt olsa ‘ilmi anunla bile kabre girer. Beşinci mâl mü’mine ve kâfire nasîb olur, ‘ilm nasîb olmaz, illâ mü’mine. Altıncı cemî’-i halk emr-i dînlerinde ‘âlime muhtâc olur, ammâ sâhib-i mâla kimse muhtâc olmaz. Yedinci ‘ilm sâhibini sırât üzre mürûrda takviyyet idüp bâ’is-i huzûr olur, mâl sâhibini mürûrdan men’ ider.

[75] Mevzû’ât, I, s. 30.

[76] A.g.e., I, s. 29.

[77] A.g.e., I, s. 30.

[78] A.g.e., I, s. 29.

[79] A.g.e., I, s. 30.

[80] Tevbe, 122: “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir tâifenin dîni iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.

[81] Nahl, 43: Âyetin tamâmı şöyledir: “Ey Muhammed! Doğrusu senden önce de kendilerine kitaplar ve belgelerle vahyettiğimiz bir takım adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız kitaplılara -ehl-i zikre- sorun.” Taşköprülü-zâde’nin burada biraz tevil yaptığı anlaşılıyor.

[82] Mevzû’ât, I, s. 30-31.

[83] A.g.e., I, s. 31.

[84] A.g.e., I, s. 31-32.

[85] Âl-i İmrân, 187: “Allâh, kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı.

[86] Nahl, 125.

[87] Mevzû’ât, I, s. 32. Bu mânâya gelen hadislerden bâzıları da şöyledir: “Hased, ki bir ni’metün gayrden zâ’il olup kendüsinde hâsıl olmasını temennîdür -câ’iz değüldür-, illâ iki kimseye câ’izdür: Evvelki ol kimseye ki Hakk Te’âlâ ana tarîk-ı helâlden bir mikdâr mâl vire ve ol malı tarîk-ı Hakkda sarf u helâk mesleğine islâk eyleye. İkinci ol kimseye ki Hakk Te’âlâ ‘ilm ü hikmet vire, dahi anunla ‘ibâdu’llâh arasında kazâ bi’l-hakk eyleye ve âhara dahi ta’lîm eyleye.” Peygamber “bir gün hâne-i bâ-sa’âdetlerinden çıkup iki meclis gördiler ki bir meclisün ehli zikru’llâh idüp Cenâb-ı Hakk’a tazarru’ ve du’â iderler. Ve meclis-i âharun ehli ta’lîm-i ‘ilm iderler. Pes zikru’llâh idenler içün buyurdılar ki “Ammâ bunlar Hakk Te’âlâ’dan su’âl iderler. Hakk Te’âlâ dilerse merâmlarını virüp hâcetlerini kabûl ider. Dilerse men’ ü redd ider. Ammâ bunlar nâsa ta’lîm iderler. Tahkîk ben dahi ta’lîm içün meb’ûsum” diyüp ba’dehû ta’lîm idenler cânibine ‘udûl ve anlar ile ku’ûdu kabûl eylediler.” (I, s. 33)

Taşköprülü-zâde, ilim öğretmenin fazîletine dâir, başka dinlerin kitaplarından da bilgiler nakleder. Meselâ, “Zebûr’da dahi mektûbdur ki Hakk Te’âlâ Hz. Dâvûd ...a buyurmuşdur ki, ‘Benî İsrâ’îl’ün ahbâr u ruhbânına söyle ki Hakk’dan etkıyâ ile musâhabet eylesünler. Eğer merd-i takî bulamazlar ise ‘ulemâ ile. Eğer ‘âlim bulamazlar ise ‘ukalâ ile. Zîrâ takvâ ve ‘ilm ü ‘akl üç mertebedür. Anlarun hiç birini bir kimseye nasîb itmezem ki anun helâkini irâdet itmiş olayum. Ve ma’lûm ola ki ‘akl beden gibidür, ‘ilm şecer gibidür ve takvâ semer gibidür. Anun içün Hakk Te’âlâ takvâyı ‘ilm üzre ve ‘ilmi ‘akl üzre takdim eyledi. Ammâ İncîl’de mezkûrdur ki Hakk Te’âlâ İncil’ün on yedinci sûresinde buyurmuşdur ki, ‘Veyl ü helâk ol kimseye ki ‘ilmi işidüp taleb eylemeye. Ferdâ-yı kıyâmetde göre ki ne vechile cehhâl ile haşr olunup nâra idhâl olunur. ‘İlme tâlib olup ta’lîm eyleyün, zîrâ ‘ilm size sebeb-i sa’âdet olmaz ise bârî mâni’-i şakāvet olur. Ve eğer derecenüzi ref’ eylemez ise bârî vaz’ dahi eylemez. Eğer sizi ganî eylemez ise muzırr dahi eylemez. Dimen ki tahsil-i ‘ilmden havf iderüz ‘amel itmeyevüz diyü. Belki dimek gerekdür ki recâ iderüz ki ‘âlim olup ‘amel müyesser ola. Zîrâ ‘ilm sâhibine şefâ’at ider. Ve Hakk Te’âlâ üzerine muktezâ-yı lutfı üzre hakk u vâcibdür ki ol kimseye cezâ vü helâk virmeye. Ve Hakk Te’âlâ rûz-ı kıyâmetde eyidür ki “yâ ma’şere’l-’ulemâ’, Rabbünüze zannunuz nicedür?” Anlar dahi dirler ki “zannumuz oldur ki bize rahmet ü mağfiret eyleye. Ol vaktde Hakk Te’âlâ buyurur ki sizde ‘ilm ü hikmetüm vedî’at koymışumdur. Böyle eyledüğüm size şerr irâdet itdüğümden değüldür, belki hayr irâdet itdüğümdendür. İmdi ‘ibâd-ı sâlihînüm ile cennet ve rahmetüme dâhil olun” (I, s. 34-35).

[88] A.g.e., I, s. 33-34.

[89] A.g.e., I, s. 35.

[90] A.g.e., I, s. 35-37.

[91] A.g.e., I, s. 37-39.

[92] A.g.e., I, 39-41.

[93] A.g.e., I, s. 41-42.

[94] Teferruat için bkz. a.g.e., I, s. 42-46. Taşköprülü-zâde’nin dünyânın idrâk edilişi ile ilgili şu düşünceleri, ilim ile âhiret arasında bir bağ tesis etme gayretini anlamamızı kolaylaştırmaktadır: “... ma’lûm olmak lâzımdur ki dünyâ bir cây-ı kesîrü’l-mesâ’ib ü mükedderü’l-meşâribdür, cemî’ berâyâ tasliyet-ı belâyâ ider ve her lokmasında bir gussa ve her safâsında kederden bir hisse mukarrerdür. İmdi eğer zamân-ı mâzî içün müte’ellim olursan aslâ müfîd olmayup zâyi’ olan mâl içün te’ellüm perîşân olanı cem’ ve vâki’ olan husrânı men’ ü def’ eylemez. Eğer hâzır içün ise ana dahi her ne isâbet iderse iktizâ-yı kazâ vü kader ile idüği mukarrerdür. Ve ma’a-hâzâ yine elbette noksânı muhakkakdur. Eğer müstakbel içün ise ol dahi eğer muhtemelü’l-vukû’ kabîlinden ise ol dahi humk u sefehdür. Zîrâ vukû’u muhtemel olan emr içün hüzn muhakkak hâric-i tavr-ı ‘akldur. Eğer vukû’u muhakkak ise ol dahi mevt içün te’ellüm kabîlindendür” (I, s. 44).

[95] Tâhâ, 114.

[96] Yûsuf, 76.

[97] Teferruat için bkz. Mevzû’ât, I, s. 46-48. Şu cümleler, burada üzerinde durulan husûsu tamamlar niteliktedir: “İmdi cemî’ evkāti tahsîl-i kemâlât itmeğe sarf itmekde hîle oldur ki, kaçan ki bir ‘ilmden melâl gelse âhar ‘ilme iştigâl eyleye. Nitekim Hz. Abbas (r.a.) her kaçan ki ta’lîm-i müte’allimînden se’met ü melâl hâsıl olsa, ‘dîvân-ı şu’arâyı getürün’ diyü buyururlar idi. Hz. İmâm Muhammed bini’l-Hasan, dâ’imâ leyâlde bîdâr olup sâkin olduğu dârda her nev’den kütüb ü defâtir vaz’ ider idi. Kaçan ki bir nev’den melâl gelse nev’-i âhar mütâla’asına iştigâl idüp ve gâhî bir mikdâr âb ile def’-i hâb idüp su’âl idenlere cevâb virürler idi ki, ‘nevm harâretdendür. Pes anı bir mikdâr mâ ile itfâ’ itmek gerekdür” (I, s. 47).

[98] Kâf, 37.

[99] Şu cümleler de aynı düşünceleri tamamlar niteliktedir: “Üstâdun cümle (-i) ta’zîminden biri oldur ki evine vardukda dakk-ı bâb ile ıztırâb virmeye. Belki taşra çıkınca tevakkuf eyleyüp istikbâr u te’ennüf itmeye ... Ve dahi şer’-i şerîfde mübâh olanlardandur, her ne emr iderse muhâlefet eylemeyüp cümlesinde rızâsını ri’âyet eyleye. Hz. Nebî (a.s.), dâ’imâ mev’ıza zamânında sahâbe-i kirâmını yoklayup va’zdan kesel ve se’met gelmesün diyü hâtırlarına ri’âyet iderdi. İmdi emr-i ta’lîmde bu mertebe ri’âyet lâzım olıcak, ta’allümde hod evleviyyet ile lâzım olur” (Mevzû’ât, I, s. 50).

[100] Teferruat, a.g.e., I, s. 48-55.

[101] A.g.e., I, s. 53-54.

[102] Bu düşüncenin dile getirildiği orijinal metin ilgi çekici olabilir: “Müte’allim olan kimse ‘ulûmun envâ’ından bir nev’ ve fünûnundan bir fenn okumayup elbette her birine bir mikdâr nazar idüp gâyet ü maksad u tarîkinden bâ-haber ola. Andan sonra eğer ‘ömrde müsâ’ade ve esbâbda muvâfakat olursa şey’en fe-şey’en tahsîle mübâderet ve her birinde tebahhür ve cümlesinde temehhüre himmet eyleye. Zîrâ cemî’-i ‘ulûm biribirine müte’âvin ve ba’zîsı ba’zîsına mürtebıt ü mukārindür” (A.g.e., I, s. 55).

[103] A.g.e., I, s. 55-56.

[104] Atıfta bulunulan âyetin tamâmı şöyle (Ahkâf, 11): “İnkâr edenler, inananlar için: “Eğer İslâmiyet’te hayır olsaydı, bu hususta bizden öne geçemezlerdi,” derler. Bununla doğru yola girmedikleri için de, “Bu eski bir uydurmadır” derler.”

[105] A.g.e., I, s. 56.

[106] Aynı yer.

[107] Oysa, bir XIV. yüzyıl yazarı olan Şeyhoğlu’nun, bu hususta hiç de Taşköprülü-zâde gibi düşünmediğini biliyoruz (bkz. dipnot 1). Daha sonraki dönemlerde de Şeyhoğlu gibi düşünenlere bol bol rastlanacaktır (Meselâ bkz. Kâtib Çelebi, Mîzânu’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ahakk (nşr. O. Şaik Gökyay), İstanbul 1980, s. 114; ayrıca bkz. Kitâb-ı Müstetâb, nşr. Yaşar Yücel, Ankara 1983, 24).

[108] A.g.e., I, s. 57-58.

[109] Meselâ bkz. Gazzâlî, a.g.e., s. 50-60; kezâ yukarıda dipnot 106; Unan, Fâtih Külliyesi, s. 329-331.

[110] A.g.e., I, s. 58-59.

[111] A.g.e., I, s. 56.

[112] A.g.e., I, s. 59.

[113] A.g.e., I, s. 59-60. Teferruat, I, s. 55-63. Aynı hususla ilgili uzunca bir iktibâs için bkz. yukarıda dipnot. 65.

[114] A.g.e., I, s. 61.

[115] M. Aktepe, a.g.m., s. 43.

[116] Mevzû’ât, I, s. 63-64.

[117] Bkz. el-Munkız, s. 20.

[118] Şu mısra’lar da aynı şeyi ifâde etmektedir:

          “Hırs ider cem’-i kütüb itmege bir merd-i fakîh

          Götürür döşüne alup bir iki esfârı

          Göricek didüm ana ‘sen şu hımâr oldun kim

          Sûre-i Cumu’a’da zikr eyledi anı Bârî” (Mevzû’ât, I, s. 65).

Burada Cumu’a Sûresi’nin şu âyetine (5) telmîh var: “Kendilerine Tevrat öğretildiği hâlde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allâh’ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allâh zâlimleri doğru yola eriştirmez.”

[119] Mevzû’ât, I, s. 64-66.

[120] A.g.e., I, s. 66-67.

[121] Mevzû’âtü’l-Ulûm, I, s. 67-68.

[122] Meselâ bkz. Şeyhoğlu, dipnot 1; bu hususta çeşitli örnekler için ayrıca bkz. F. Unan, Fatih Külliyesi, s. 250, 332-333.

[123] Mevzû’at, I, s. 68.

[124] A.g.e., I, s. 68-69.

[125] A.g.e., I, s. 70.

[126] A.g.e., I, s. 71-72.

[127] Teferruat, a.g.e., I, s. 72-73.

[128] A.g.e., I, s. 73.

[129] A.g.e., I, s. 74.

[130] Teferruat, a.g.e., I, s. 73-76.

[131] Fusûsu’l-Hikem, ünlü mutasavvıf Muhyi’d-dîn-i Arabî’nin tasavvufa dair eseri. Eser, tercüme ve şerh olarak dört cilt hâlinde Türkçe’ye de çevrilmiştir (bkz. Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercümesi ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı - Selçuk Eraydın, 1. baskı, İstanbul 1989; 2. baskı İstanbul 1994).

[132] Mevzû’ât, I, s. 76-77. Yukarıda işâret olunduğu üzere, kendisinin Halvetî Tarîkati’ne mensûbiyeti, bu tenbîhi anlaşılır kılmaktadır.

[133] A.g.e., 1, s. 78.

[134] Teferruat, a.g.e., I, s. 76-82.

[135] A.g.e., I, s. 82.

[136] A.g.e., I, s. 86-87.

[137] Dokuzuncu vazîfe olarak zikredilen hususlara, Mevzû’ât’ta yaklaşık 13 sayfa ayrılması (I, s. 87-100), bu bakımdan fevkalâde dikkat çekicidir.

[138] A.g.e., I, s. 87-89.

[139] A.g.e., I, s. 89-90.

[140] A.g.e., I, s. 90.

[141] A.g.e., I, s. 91.

[142] A.g.e., I, s. 93.

[143] A.g.e., I, s. 89-94.

[144] Teferruat, a.g.e., I, s. 94-96.

[145] A.g.e., I, s. 97-98.

[146] A.g.e., I, s. 98.

[147] Teferruat, Mevzû’ât, I, s. 98-100.

[148] A.g.e., I, s. 100-101.

[149] A.g.e., I, s. 103.

[150] A.g.e., I, s. 103-104.

[151] Teferruat a.g.e., I, s. 105-107.

[152] Teferruat a.g.e., I, s. 107-109.

[153] Teferruat a.g.e., I, s. 109-110.

[154] A.g.e., II, s. 430.

[155] Burada kısaca hulâsa olunan bir günlük programın orijinal metni şöyledir: “Şimdi mâ-beyn-i fecrden tulû’-ı şemse varınca ve andan vakt-i duhâya varınca evkâtini ifâde-i ‘ulûm ve ta’lîm-i ders ve teksîr-i ma’lûm itmeğe tahsîs eyleye. Eğer hıdmetinde tahsîl-i sa’âdet-i âhiret içün istifâde-i ‘ilme ‘azîmet ider kimse var ise ve illâ hemân evkât-i mezkûreyi ‘ulûmda tefekküre ve müşkilât-ı ‘ulûm-ı dîniyyeyi hall içün mülâhaza ve tedebbüre sarf eyleye. Zîrâ zikrden ferâğdan sonra ve iştigâl-i hümûm-ı dünyâdan evvel mâ-beyninde olan vaktde safâ’-i kalb ekser u evferdür. Ve dahi vakt-i duhâdan ‘asra varınca olan evkatini tasnif ü mütâla’aya sarf eyleye; illâ meğer ekl-i ta’âm u tahâret ve yâhûd salavât-ı mektûbeye mübâşeret zamânı ola, ve yâhûd nehâr tavîl olursa kaylûle-i hafîfe eyleye. Ve dahi ‘asrdan ısfırâr-ı şemse varınca meclisinde ve huzûrunda kırâ’at olunan tefsîr ü hadîs veyâ ‘ilm-i nâfi’ün semâ’ına iştigâl eyleye. Ve dahi ısfırârdan gurûb-ı şemse ve inkıta’-ı nehâr zamânına varınca istiğfâr u tesbîhe iştigâl eyleye Pes vird-i evvel ‘amel-i lisân, vird-i sânî ‘amel-i kalb ü cenân olur; vird-i sâlisi ‘amel-i ‘ayn u yedd ve vird-i râbi’i ‘amel-i sem’ olur. tâ ki ol zamânda bir mikdâr ‘aynına ve yeddine râhat hasıl ola. Zîrâ ba’de’l-’asr mütâla’a ve kitâbet gâh olur ki basara îsâl-i mazarrat ider’ Isfırâr vaktinde ‘amel-i lisâna ‘avdet ider.” (bkz. Mevzû’ât, II s 430)

[156] A.g.e., II, s. 431.

[157] A.g.e., l, s. 110-111.

[158] Bkz. yukarıda, dipnot 42.

[159] Taşköprülü-zâde’nin ilimleri tasnifi daha önce Hüseyin Atay tarafından (Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 60-71) Miftâh’tan hareketle, fakat sâdece ilim konularının sâdeleştirilmiş isimlerinin alt alta sıralanmasından ibâret olmak üzere çıkarılmıştı. Biz burada, söz konusu ilim dallarının isimleri olan orijinal terminolojiyi de göz önüne almak ve gerekli bâzı açıklamalarda bulunmak sûretiyle , konuyu biraz daha geniş bir çerçevede ele alacağız.

[160] A.g.e., s. 60

[161] Kalem, divit ve benzeri yazı âlet ve edevâtını konu edinen ilim (I, s. 127-130).

[162] Yazı yazma kâideleri ilmi (I, s. 130).

[163] Harfleri güzel yazma ilmi (I, s. 130-131).

[164] Çizgilerin doğuş şekil ve usûllerinin keyfiyeti ilmi (I, s. 131).

[165] Harflerin sıralanış biçimlerine mahsus ilim (I, s. 131-134).

[166] Harflerin basit şekillerini birleştirme ilmi (1, s. 134-136).

[167] Arap yazısını yazma ilmi (I, s.136).

[168] Mushaf (Kur’ân)’ın yazılışı ilmi (I, s. 136-137).

[169] Aruz (şiir) hattı (yazısı) ilmi (I, s. 137-138).

[170] Harflerin çıkış yerleri (mahreçleri) ilmi (I, s. 141-142)

[171] Söz, kelime (lügat) ilmi (I, s. 142-169).

[172] Söz vaz’ etme ilmi. Taşköprülü-zâde, bu ilmi çok ehemmiyetli görmekle birlikte, bu ilimle ilgili olarak kadîm ulemânın da daha sonra gelen âlimlerin de konuya yeterli ilgiyi göstermediklerini, dolayısıyla “bu ‘ilme kitâb-ı müstakill tedvîn” etmediklerini belirtiyor (I, s. 169).

[173] Kelime türetme ilmi (I, s. 169-171).

[174] Fiillerin tasrîfi (çekimi)ne dâir ilim (I, s. 171-181).

[175] Nahiv (sentaks, sözdizimi) ilmi (I, s. 171-228).

[176] Mânâlar ilmi; nahvin ince meselelerinden bahseden ve ekseriyetle bedî’ ve beyân ile birlikte tedris olunan bir ilim; duruma göre söz söyleme sanatı (I, s. 228-229).

[177] Beyan ilmi; belâgatın teşbih, isti’âre ve kinâye gibi çeşitli kısımlarından bahseden ciheti; muhtelif sûrette söz anlatma ilmi (I, s. 229-231).

[178] Güzel, süslü, akıcı ve edebî söz söyleme ilmi (I, s. 231-242).

[179] Arûz ilmi; şiirde kullanılan ve mûteber olan vezinlerin durumlarını bilme ilmi (I, s. 242-248).

[180] Kâfiye (şiirde) ilmi (I, s. 248-249).

[181] Şiirde kullanılan kelimelerin ahvâlinden söz edilen ilim (I, s. 249).

[182] Şiirin esaslarıyla ilgili ilim; tahayyülün mukaddemâtından, ilk öğrenilmesi lâzım gelen hususlardan bahseden ilim (I, s. 250).

[183] Yazıyı güzel yazma, kompozisyon ilmi (I, s. 250-254).

[184] Yazıyı güzel yazma (inşâ)nın esasları ve inşâ âletleriyle ilgili ilim (I, s. 254-255).

[185] Muhâdara, başkasının sözlerinden terkip ve mânâ îtibâriyle güzel olanlarını, uygun bir durumda nakletme ilmi (I, s. 255-263).

[186] Şiirde dîvânların düzenlenmesi, güzel şiir okuyup nakletme ilmi (I, s. 263-281).

[187] Târih ilmi (I, s. 281-295).

[188] Atasözleri ilmi; lügat ilminin fürû’undandır ((I, s. 295-296).

[189] Milletlerin vekâyii, örf ve âdetleri ilmi; muhâdarât ve târîhin fürû’undandır (I, s. 296).

[190] Kinâye, mecaz, isti’âre türü sözlerin kullanılması ilmi (I, s. 296-297).

[191] Yazışma ilmi; kâtibin, mektup ve bunların ahvâline dâir bilgi veren ilim; inşâ’nın fürû’undandır. (I, s. 297).

[192] Şartları ve sicilleri tutma ilmi; lafzî bakımdan inşâ ilminin, medlûlü îtibâriyle fıkıh ilminin fürû’undandır. Fıkhî bakımdan şer’î ahkâm ile ilgili kelîmat-ı inşâ’dan söz eder; mebâdîsi, ilm-i inşâ ve ilm-i fıkhdır (I, s. 297).

[193] Zâhiren Arapça kāidelere aykırı görünen sözlerden ve bu sözleri kāidelere tatbikten söz eden ilim; lügat, sarf ve nahvin fürû’undandır (I, s. 297).

[194] Lügaz (bilmece) ilmi; ilm-i beyânın fürû’undandır(I, s. 298-301).

[195] Muammâ ilmi (I, s. 301-303).

[196] Kelimeleri yanlış yazma ilmi; ilm-i bedî’in fürû’undandır; Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle, “bunun mevzû’u bülegâdan vârid ü sâdır olan kelimât-ı musaffahadur.” (I, s. 303-305). Tashîf kelimesi lügatte yanlış yazma, ibâresini yanıltma, tahrif etme gibi mânâlara gelmektedir. Fakat, Şemseddin Sâmî merhûma göre (Kāmûs-ı Türkî, İstanbul 1317, I, s. 409), “tashîf ile tahrîf arasında fark vardır. Tashîf hem ma’nâyı hem de lafzı tağyîr etmekdir. Tahrîf ise lafzı tağyîr edip ma’nâya dokunmamakdır.”

[197] Kelimeleri v cümleleri tersten okuma (kalbetme) ilmi; ilm-i bedî’ veyâ muhâdaranın fürû’undandır (I, s. 305-306).

[198] Cinas, aynı şekilde yazıldıkları hâlde, mânâları farklı olan kelimeleri bilme ilmi; bedî’in fürû’undandır (I, s. 306-309).

[199] Kral ve hükümdarların gece sohbetleri ilmi; muhâdarâtın fürû’undandır (I, s. 309).

[200] Sâlih (iyi) insanların hikâyeleri ilmi; tevârîh ve muhâdarâtın fürû’undandır (I, s. 309-310).

[201] Peygamberler târihi ilmi; târîhin fürû’undandır (I, s. 310).

[202] Hz. Muhammed’in savaşları ve yaşayışı ile ilgili ilim; târîhin fürû’undandır (I, s. 310).

[203] Halîfeler târihi ilmi; târîhin fürû’undandır (I, s. 310).

[204] Kur’ân’ı hıfz edenler, hâfızlar târihi ilmi; bu ilim çerçevesinde Kur’ân’ı kırâ’at türleri de öğrenilir (I, s. 310).

[205] Tefsirciler târihi ilmi; târîhin fürû’undandır (I, s. 310).

[206] Hadisçiler târihi ilmi; târihin fürû’undandır (I, s. 311).

[207] Sahâbenin ve tâbi’înin târihi ilmi; muhâdarâtın fürû’undandır (I, s. 311).

[208] Mevzû’ât’ta Şâfî’î ulemâsı atlanmıştır; oysa Miftâh’ta zikredilmektedir.

[209] Hanefî ulemâsı târihi ilmi (I, s. 311).

[210] Mâlikî ulemâsı târihi ilmi (I, s. 311).

[211] Hanbelî ulemâsı târihi ilmi (I, s. 311).

[212] Nahvi (gramer)ciler târihi ilmi (I, s. 311).

[213] Filozoflar târihi ilmi (I, s. 311-312).

[214] Tabipler târihi ilmi (I, s. 312).

[215] Mevzû’ât, I, s. 312; teferruat, I, s. 312-321.

[216] Mantık ilmi; bu ilme ilm-i mîzân (ölçü, tartı ilmi) da denir; bu ilimler esas olarak meçhûlün tasavvuruna dayanır; hareket noktası dâimâ akıldır (I, s. 321-330).

[217] Ders âdâbı ilmi; talebe ile hoca arasında cârî olan görgü kāidelerini ihtivâ eder (I, s. 331).

[218] Münâzara ilmi; münâzara esnâsında konuşmacılar arasında uyulması gereken kāideleri muhtevîdir (I, s. 331-332).

[219] Cedel, mücâdele ilmi; konuşmada hasmı susturmanın yolları ile ilgili ilim; ilm-i nazarın fürû’undandır (I, s. 332-333).

[220] Hilâf ilmi; muhtelif fikirlerin muhtelif delillerle ifâde edilip ortaya konması ilmi (I, s. 334-335).

[221] İlâhiyat ilmi; metafizik. Taşköprülü-zâde, bu ilmin en yüksek ilim olduğunu; bu ilim vâsıtasıyla Hakka ulaşıldığını ve böylece “tahsîl-i sa’âdet-i ebediyye ve tekmîl-i siyâdet-i sermediyye”nin imkân dâhiline girdiğini söyler (I, s. 336-346).

[222] İnsânî nefislerin bilinmesi ilmi; rûhun davranış ve tepkilerini bilme ilmi; psikoloji. Bu ilim vâsıtasıyla insanın psikolojik davranışları anlaşılır; bunların yaratılıştan (kadîm) mı geldiği, yoksa sonradan (hâdis) mı ortaya çıktığı incelenir (I, s. 346).

[223] Melekleri bilme ilmi (I, s. 346).

[224] Nefsin (rûhun) bedenden ayrılmasından sonraki ahvâli bilme ilmi; âhiret ilmi (I, s. 346).

[225] Peygamberliğin emâreleri, alâmetleri ilmi (I, s. 346-347).

[226] Fırkaların sözlerini (fikirlerini) bilme ilmi (I, s. 347-348).

[227] İlimleri taksim (tasnif, bölümlere ayırma) ilmi (I, s. 348-349).

[228] Tabiat ilmi; fizik ilmi. Bu ilimde tabiat cisimleri ve onların çeşitleri incelenir (I, s. 349-350).

[229] Tıp ilmi; mühim bir ilim dalıdır; nitekim Hz. Ali, “ ‘ulûm beşdür; fıkh ki edyân içündür ve tıbb ki ebdân içün ve hendese ki bünyân içün ve nahv ki lisân içün ve nücûm ki zamân içündür” demiştir (I, s.350-354).

[230] Baytarlık (veterinerlik) ilmi (I, s. 354-355).

[231] Avcılık ilmi (I, s. 355).

[232] Bitkiler ilmi (I, s. 356).

[233] Hayvanlar ilmi (I, s. 356).

[234] Çiftçilik ilmi (I, s. 356-357).

[235] Mâdenler ilmi (I, s. 357).

[236] Cevherler ilmi (I, s. 357).

[237] Oluşma (kevn) ve bozulma (fesâd) ilmi (I, s. 357).

[238] Ebem kuşağı ilmi (I, s. 358).

[239] Dış görünüşten hareketle ahlâkî davranışı tesbit ilmi (I, s. 358-360).

[240] Rüyâ tâbiri ilmi (I, s. 360-362).

[241] Astroloji; yıldızlardan hareketle hâdiseleri keşfetme; değerlendirme ilmi (I, s. 363).

[242] Sihir, büyücülük ilmi (I, s. 363-364).

[243] Tılsımlar ilmi (I, s. 365).

[244] Simyâ (sıradan mâdenleri altın yapma) ilmi (I, s. 365-366).

[245] Kimyâ ilmi (I, s. 366-373).

[246] Teşrih ilmi; bedenin cüz’lerinin keyfiyeti ve tertîbi incelenir (I, s. 373-374).

[247] Göz doktorluğu ilmi (I, s. 374).

[248] Aşçılık ve ... ilmi (I, s. 374).

[249] Eczâcılık ilmi (I, s. 374).

[250] Mâcun (hap) ve şerbet (şurup) yapma ilmi; bir çeşit eczâcılık (I, s. 374-375).

[251] Elbisede bulunan lekeleri çıkarma ilmi (I, s. 375).

[252] Mürekkep yapma ilmi (I, s. 375).

[253] Cerrahlık ilmi (I, s. 375-376).

[254] Kan alma âletleri ilmi (I, s. 376).

[255] Kan alma ilmi (I, s. 376).

[256] Tıpta kullanılan ölçüler ve tartılar ilmi (I, s. 376).

[257] İktidarsızlığı tedâvî ilmi (I, s. 376-377).

[258] Benlerin ve uzuvların ilmi (I, s. 377).

[259] İnsanın elindeki ve alnındaki çizgilerden hareketle ahvâli bilme ilmi (I, s. 377-378).

[260] Koyun ve keçi gibi hayvanların kürek kemiklerinin şeklinden kâinâtta olup biten veyâ olup bitecek olan hâdiseleri bilme ilmi (I, s. 378).

[261]İlm-i kıyâfet de denir; ayak izlerinden ahvâli bilme ilmi (I, s. 378-379).

[262] Beşer kıyâfeti ilmi; insanların uzuvlarından hareketle aralarında bir ilişki (nesep, vs. gibi) olup olmadığını bilme ilmi (I, s. 379-380).

[263] Çöllerde ve ıssız yerlerde yol ve yön bulma ilmi (I, s. 381).

[264] Arâzîde su bulma ve çıkarma ilmi (I, s. 382).

[265] Mâdencilik, mâden bulup çıkarma ilmi (I, s. 382).

[266] Şimşek, bulut ve rüzgârın durumundan hareketle yağmurun yağıp yağmayacağını bilme ilmi (I, s. 382-384).

[267] Bu günün hâdiselerinden hareketle gelecek hâdiseleri bilme ilmi (I, s. 384-388).

[268] İnsanın uzuvlarının seğirmesinden hareketle vukû’ bulacak bâzı ahvâli bilme ilmi (I, s. 389).

[269] Hayır ve şer vakitleri bilme ilmi (I, s. 389).

[270] Reml (kum üzerine çizilen bir takım çizgilerle geleceği bilme) ilmi, kum falı) (I, s. 389-390).

[271] Fal ilmi; ‘câiz değildir’ (I, s. 390-392).

[272] Kur’a ilmi (I, s. 392).

[273] Uğursuzluğu kovmak için kuş uçurtma ilmi; falın zıddıdır, fakat câiz değildir (I, s. 392-394).

[274] Kehânet ilmi; ruhlardan ve cinlerden kaybı, mevcut olmayanı (gayb) öğrenme ilmi (I, s. 395-396).

[275] Nîrencât, bir tür tılsım ilmi (I, s. 396).

[276] Havâss ilmi; Zebûr, İncil ve Kur’ân gibi mukaddes kitaplardan okuyarak bir şeyler öğrenme ilmi (I, s. 396-397).

[277] Efsunculuk; Taşköprülü-zâde’ye göre “vukiyyenün ekser vukû’u emrâzdadur ... ve dahi isâbet-i ‘ayn (göz değmesi) ve anun emsâlinde olur” (I, s. 397-398).

[278] Ruhları kontrol ve idâre ilmi (“anunla ervâhı teshîr ve makāsıdında istihdâm keyfiyyeti ta’arruf ve isti’lâm olunur.”) (I, s. 398-399).

[279] Ruhları çağırma ilmi (“istihzârdan murâd ervâhı kavâlıb-ı eşbâhda istinzâl ve da’vet kuvveti ile mütecessid olup sâhib-i da’vete mülâkāt ve emrine imtisâldür.”) (I, s. 399).

[280] Yıldızları çağırma ilmi; Taşköprülü-zâde’ye göre “mukaddemâ beyân olundı ki cinni ve ba’zı melâ’ikeyi ihzâr mümkindür. Kezâlik rûhâniyyet-i kevâkibi, husûsan seb’a-i seyyâreyi dahi mümkindür.” (I, s. 399-400). Bu düşünceler, eski felsefenin ve kozmos bilgisinin kabûl ettiği ‘semâvî cisimlerin ruhları bulunduklarına’ dâir düşüncelerle örtüşmektedir.

[281] Şekiller ve harfler ilmi (“felaktîrât (?), hutût-ı tavîledür ki üzerine hurûf u eşkâl ya’nî halkalar ve dâ’ireler ‘akd olunmışdur. Ve böyle zu’m iderler ki ol hutût u hurûfun bi’-hâssiye tes’îrâtı ola. Ba’zı kırâ’at dahi olunur.”) (I, s. 400).

[282] İnsanın kendisini, huzûrunda bulunduklarından gizlemesi ilmi; o insanları görür, fakat insanlar onu görmezler. Taşköprülü-zâde, bunun kolay olmadığını, belki kerâmet yoluyla olabileceğini söyler (I, s. 400).

[283] Sâsânî hîleleri ilmi (“... anunla celb-i menâfi’ ve tahsîl-i evmâlde tarîk-ı ihtiyât bilinür.”) (I, s. 400-401).

[284] Sanat hîlelerini bilme ilmi; halkın kandırılması söz konusu olduğu için haramdır (I, s. 401).

[285] Göz bağcılık ilmi ve sanatı (“... dîde-i nazara ba’zı tahayyülât ile ef’âl-i garîbe ve a’mâl-i ‘acîbe gösterme.”) (I, s. 401).

[286] (“Bu bir ‘ilmdür ki ba’zı ezkiyâ hafîfü’l-’akl olan ağbiyâya ızhâr ider. Hattâ şöyle zann iderler ki eğer şahs-ı mezkûr ism-i a’zama ‘ârif ve yâhûd da’vet-i cinne mâlik ola. Gâh olur ki hâletden havf u infi’âl o ahmakun bir maraza ibtilâsına bâ’is ü bâdî ve yâhûd havfından ol şahsun ba’zı makāsıd u murâdâtına mutâva’at itmeğe sebeb-i kavî olur.”) (I, s. 402).

[287] İlaçların ve cisimlerin husûsiyetleri, duyarlılıkları ilmi (I, s. 402).

[288] Burada yanlışlıkla “şu’be-i hâmise” başlığı verilmiştir; hâlbuki “hâmise” daha önce geçmiştir. Bundan sonraki şûbeler, buna göre düzeltilerek aktarılmıştır.

[289] Hendese (geometri) ilmi (I, s. 402-403).

[290] Hey’et (astronomi) ilmi (I, s. 403-404).

[291] Sayı ilmi (I, s. 404-405).

[292] Mûsıkî ilmi (I, s. 405-406).

[293] Binâ yapımı ilmi; inşaat mühendisliği (I, s. 406).

[294] Menâzır, yâni optik ilmi (I, s. 406-407).

[295] Yakıcı aynalar ilmi (I, s. 407).

[296] Cisimlerin ağırlık merkezleri ilmi (I, s. 407).

[297] Ağırlıkları çekme, nakletme ilmi; mekanik (I, s. 407-408).

[298] Mesâha, yüzölçümü ilmi (I, s. 408).

[299] Su çıkarma ilmi (I, s. 408).

[300] Harp âletleri ilmi (I, s. 408).

[301] Atıcılık ilmi (I, s. 408-409).

[302] Tâdil ilmi; gece ile gündüzün arasındaki farkı ve saat durumunu bilme ilmi (“ ... anunla keyfiyyet-i tefâvüt-i leyl ü nehâr bilinür. Ve leyl ü nehârda tedâhul-i sâ’at bilinür, sayf u şitâd tefâvüti vaktinde.”) (I, s. 409).

[303] Zaman ölçüsü âletlerini yapma ilmi (I, s. 409).

[304] Denizcilik (kaptanlık) ilmi (I, s. 409).

[305] Yüzme, yüzücülük ilmi (I, s. 410).

[306] Ölçü ve tartılar ilmi (I, s. 410).

[307] Binâlarda boşluk oluşmaması zarûretine binâen âletler yapma ilmi (I, s. 410-411).

[308] Zîc ve takvim ilmi (Taşköprülü-zâde, astronomi ve bu cümleden olmak üzere zîc ve takvîm bilgisinin ehemmiyeti üzerinde dururken, bu ilmin sana ve bilhassa Müslümanlara lâzım olduğunu da anlatmaktadır. Burada dikkati çeken husus, netîce îtibâriyle asıl gâyenin yine dînî olmasıdır. Şu cümleler bu husûsu açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “... anunla hareket-i kevâkibün, husûsan seb’a-i seyyârenün makādîri ve her birinün harekâtını takvîm ü tavâli’i ihrâc ta’arruf olunur. ... Menfa’ati, kevâkibden, husûsan seb’a-i seyyâreden her birinün felekine ve felekü'l-bürûca nisbet-i mevzi’ini bilmekdür. Ve inkılâlâtını ve rücû’-ı istikāmâtını ve teşrîk u tağrîbini ve zuhûr u hafâsını her zamân u mekâda bilüp ta’yîn eylemekdür. Tâ ki umûr-ı mezkûreyi ma’rifet ile kevâkib beyninde olan ittılâsât dahi ta’arruf oluna, ki mukārene vü mukābele ve terbî’ ü teslîs ü tesdîsdür, küsûf-ı şems (güneş tutulması) ve husûf-ı kamer (ay tutulması) ve bu mecrâya cârî olur hâlât dahi muktezâ-yı hisâb u delâlât ile bi-emri’l-Vâhidi’l-Kahhâr ta’yîn ü ızhâr oluna. Ve bu umûr-ı mezkûrenün ma’rifetinden dahi garaz-ı ahîr iki emrün ma’rifetidür: Ya ma’rifet-i sâ’at u evkāt ve fusûl-i sene ve semt-i Kıble ve evkāt-ı salâtdur ve yâhûd ‘âlem-i ‘anâsırda ol evzâ’ sebebi ile câriye olan ahkâmı ma’rifetdür. Lâkin garaz-ı aslî ve maksad-ı küllî emr- evvel olmak lâzımdur. Zîrâ ta’bda ve ‘âdet-i şer’de mühim olan budur.”) (s. 411-412).

[309] Vakitlerin yazılışı, diğer bir deyişle, takvim hazırlama ilmi (I, s. 412).

[310] Yıldızların hesâbı ilmi; takvim hazırlanmasında gereklidir; gerçekte bu ilim sayı (‘aded) ilminin fürû’undandır; ama takvim münâsebetiyle zîcin de fürû’u durumundadır (I, s. 412).

[311] Gök cisimlerini gözetleme ilmi (I, s. 413).

[312] Rasat (gözleme) âletleri ilmi (I, s. 413).

[313] Muvakkitlik ilmi; vakitleri bilme ilmi (I, s. 413).

[314] Gölge âletleri ilmi (“ ... anunla mikyâslarun zılâlinün makādîri ve sâ’ir ahvâli ve etrâfında resm olunan hutûtun ve zılâl-i müsteviyye ve menkûsenün ahvâli ta’arruf olunur. ... Menfa’ati, ma’rifet-i sâ’at-i nehârdur âlât-ı mezbûre ile.”) (I, s. 413).

[315] Küreler ilmi (I, s. 414).

[316] Hareketli küreler (gezegenler) ilmi (I, s. 414).

[317] Küreyi düz satıh hâline getirme ilmi (I, s. 414).

[318] Yıldızların sûretleri, şekilleri ilmi (I, s. 414).

[319] Gök cisimlerinin ölçüleri ilmi (I, s. 414-415).

[320] Ayın menzilleri (yörüngesi) ilmi (I, s. 415).

[321] Coğrafya (“... ma’nâsı sûretü’l-arz dimekdür.”) ilmi (I, s. 415).

[322] Şehir ve kasabalar arasındaki yolları ve geçitleri bilme ilmi (“... bâhisdür miyân-ı bilâdda vâki’ olan turuk-ı mürtefi’a ve vihâddan ve bilâd-ı mezkûre beriyye midür yâhud bahriyye midür ve yâhûd gâmire midür sehliyye midür cebeliyye midür münharife midür...”) (I, s. 415).

[323] Postacılık (“... anunla mesâlik ü emsârun ferâsih ü emyâl cihetinden kemiyyet ü mikdârı ve mesâfe-i şehriyye midür ve yâhûd ekall veyâ ekser midür ta’arruf olunur.”) (I, s. 415-416).

[324] İklimlerin husûsiyetleri ilmi (I, s. 417).

[325] Devirler ve kûrlar ilmi (“... ‘ilm-i nücûm ahkâmınun fürû’undandur.”) (I, s. 417).

[326] Kırânlar (gezegenlerin biribirlerine yaklaşması ve bu yakınlaşmanın mânâlarını bilme) ilmi (I, s. 417-418).

[327] Büyük savaşlar ilmi (I, s. 418).

[328] Senenin mevsimleri ilmi (I, s. 418-420).

[329] Namaz vakitleri ilmi (I, s. 420).

[330] Usturlâb kurma ve kullanma ilmi (I, s. 421).

[331] Müceyyeb rub’ dâireyi ve mukantara (güneşin gölgesiyle saatleri gösteren bir âlet)ları kurma ilmi (I, s. 421).

[332] Rub’ dâire (bir dâirenin dörtte biri olan müselles kā’imü’z-zâviye ki 90 dereceden ibâret olup hey’ette mikyas yerini tutar) ilmi (I, 421).

[333] Saat âletleri ilmi (I, s. 421).

[334] Teht ve meyl hesâbı ilmi (I, s. 422-423).

[335] Cebir ve denklem ilmi (I, s. 423).

[336] İki hatâlı ihtimâlin hesâbı; iki bilinmeyenli hesap ilmi (I, s. 423-424).

[337] Devir ve vasiyetleri hesaplama ilmi (I, s. 424).

[338] Dirhem ve dînâr (para) hesâbı ilmi (I, s. 424-425).

[339] Ferâiz ilmi (I, s. 425).

[340] Hayâlen (ezbere) büyük mikdarlara ulaşan hesapları yapma ilmi (“... anunla emvâl-i ‘azîmenün hayâlden hisâbı ta’arruf olunur.”) (I, s. 425-426).

[341] Dizi hesâbı ilmi; parmak boğumları ile hesap yapma ilmi (I, s. 426-427).

[342] Cetvel hesâbı ilmi, cetvel ile yapılan hesap ilmi (I, s. 427-428).

[343] Sevdiren ve buğuz ettiren sayılar ilmi (I, s. 429-430).

[344] Savaşlara ta’biye (tabya) hesâbı ilmi (I, s. 430).

[345] Acâip mûsıkî âletleri (“... meselâ ‘ûd u mezâmîr ü kānûn, husûsan erganûndur ki vâzı’ı anda envâ’-ı sınâyi’-i acîbe ibdâ’ ve umûr-ı garîbe ihtirâ’ eylemişdür.”) ilmi (I, s. 430).

[346] Raks (oyun, dans) ilmi (“... bu ‘ilm bizüm şerî’atümüzde harâmdur.”) (I, s. 430-431).

[347] Oyunda kırıtma ilmi (“Bir ‘ilmdür ki zarâfet ü kemâl ile ittisâf iden ‘izârı ve nisvân-ı fâ’ikātü’l-cemâlden sudûr iden evzâ’-ı makbûle ve ef’âlün keyfiyyetinden bâhisdür.”); fakat bu konuda aşırı gidilmemelidir (I, s. 431-432).

[348] Teferruat için bk. I, s. 435-436.

[349] Teferruat, I, s. 436.

[350] Bkz. I, s. 437. Siyâset hakkında, burada zikredilen kitapları esas veri kaynağı olarak kullanarak Ahlâk-ı Alâ’î adıyla bir eser yazan XVI. yüzyıl Osmanlı yazarlarından Kınalı-zâde Ali Çelebi’nin siyâset ve devlet idâresi ile ilgili düşünceleri, tarafımızdan hazırlanan İdeal Cemiyet, İdeal Hükümdar, İdeal DevletKınalı-zâde Ali’nin Medîne-i Fâzıla’sı– isimli çalışmada geniş olarak ele alınmıştır (çalışma, bu yazının gözden geçirildiği sırada Lotus Yayınları arasında çıkmak üzere baskıya verilmişti. Muhtemelen 2004 yılının ilk aylarında yayımlanmış olacaktır).

[351] Hükümdarların edepleri, nasıl davranmaları gerektiği ile ilgili ilim (I, s. 438-440).

[352] Vezirlik ve vezirlerin nasıl davranmaları gerektiği ile ilgili ilim (I, s. 440-441).

[353] İhtisâb (belediyecilik) ilmi (I, s. 441).

[354] Askerî kumandanlık ilmi (I, s. 441-442).

[355] Mevzû’ât, I, s. 422.

[356] Burada bilhassa belirtmekte fayda vardır ki, bu tasnif, münhasıran Taşköprülü-zâde’ye âit olmayıp, İslâm dünyâsının hemen her tarafında şer’î ilimler ana hatlarıyla aynı şekilde anlaşılmaktadır.

[357] Teferruat için bkz. Mevzû’at, I, s. 422-443.

[358] İmam Gazzâlî’nin kelâmla ilgili şu cümlesi bu bakımdan mühimdir: “Onun maksadı, sünnet ehlinin akîdesini muhâfaza ve buna bid’at ehlinün tehlikesinden korumaktır.” (el-Munkızu mine’d-Dallâl (Dalâletten Hidâyete, trc. A. Subhi Furat, İstanbul 1978, s. 45). Ayrıca bkz. Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye (Vidâdî trc.), İstanbul 1256, s. 43; H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 176; bu çerçevede ilk dönemlerde kelâmcılarla hadisçiler arasında cereyan eden münâkaşalar için bkz. Talat Koçyiğit, Hadiscilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV yay., 3. baskı, Ankara 1988.

[359] Mevzû’ât, I, s. 594.

[360] A.g.e., I, s. 596.

[361] A.g.e., I, s. 634-642.

[362] Fıkıh ilmi; bu ilim, esas olarak fıkhın uygulamaya yönelik (pratik) yönünü oluşturmaktadır ve Taşköprülü-zâde’nin ifâdesiyle “... ahkâm-ı şer’iyye-i fer’iyyeden bâhisdür.” (I, s. 642-644).

[363] Mevzû’ât’ın ikinci cildi bu bölümle başlamaktadır. Binâenaleyh, bundan sonraki ilimler ikinci ciltte yer almaktadır.

[364] Kırâ’atin şâzz olan (umûmî kāideye uymayan, istisnâ) kısımlarını bilme ve bunları mütevâtir olanlardan ayırma ilmi (Mevzû’ât, cilt II, s. 3-4).

[365] Harflerin mahreçlerini (çıkış yerlerini) bilme ilmi (II, s. 4).

[366] Lafız/kelimelerin çıkış yerlerini bilme ilmi (II, 4).

[367] Kırâ’at esnâsında durulacak yerleri bilme ilmi (II, s. 4-6).

[368] Kırâ’atin illetlerini, okunuş şekillerinin sebeplerini bilme ilmi (II, s. 6).

[369] Kur’ân’ın Mushaflara yazılışı ilmi (“... bu ‘ilmün mevzû’u resm-i hatt-ı Mushafdur.”) (II, s. 6-9).

[370] Kur’ân’ın yazılışının kāidelerini bilme ilmi (“ ... anda Masâhifün keyfiyyet-i kitâbeti bilinür.”) (II, s. 9-13).

[371] Hadis şerhi ilmi (II, s. 13).

[372] Hadislerin söyleniş sebeplerini, zamanlarını ve mekânlarını bilme ilmi (II, s. 13-14).

[373] Hadîsin iptâli ilmi (nâsıh ve mensûh bilgisi) (II, s. 14).

[374] Hz. Muhammed’in sözlerini te’vîl ilmi II, s. 14).

[375] Hz. Muhammed’in sözlerinin remizlerini ve işâretlerini bilme ilmi (II, s. 14-15).

[376] Hadîsin garîb (nâdir) kelimelerini bilme ilmi (II, s. 15).

[377] Hadîse dil uzatılmasını ret ilmi (II, s. 15).

[378] Hadisleri birleştirme ilmi (II, s 15-16).

[379] Hadisleri rivâyet etme ahvâlini bilme ilmi (II, s. 16).

[380] Tıbb-ı Nebevî (Peygamber tıbbı) (“... bir ‘ilmdür ki tıbb-ı marazî hakkında vârid olan ehâdîs-i Nebeviyyeden bâhisdür.”) (II, s 16).

[381] Mekke’de ve Medîne’de inen âyetleri ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 16-17).

[382] Hazerde (barış döneminde) ve seferde (savaş zamanlarında) inen âyet ve sûreleri, bilme ilmi (II, s. 18).

[383] Gündüz ve gece inen âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 18).

[384] Yazın ve kışın inen âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 18).

[385] Otururken ve uyurken inen âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 18-20).

[386] Yerde ve ‘semâda’ inen âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 20).

[387] İlk inen âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 20-23).

[388] Âyetlerin nüzûl sebeplerini bilme ilmi (II, s. 23-26).

[389] Bâzı sahâbenin lisânı üzere inen âyetleri bilme ilmi (II, s. 26-27).

[390] Mükerrer inen âyetleri bilme ilmi (II, s. 27).

[391] Hükmü nüzûlünden ve nüzûlü hükmünden sonra olan âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 28).

[392] Tek tek ve topluca inen sûreleri bilme ilmi (II, s. 28-29).

[393] Cebrâ’il’in tek başına veyâ diğer meleklerle birlikte getirdiği âyet ve sûreleri bilme ilmi (II, s. 29).

[394] Kur’ân’da yer alan Hz. Muhammed’den önce bâzı peygamberlere inen veyâ daha önce hiç kimseye inmemiş olan âyetleri bilme ilmi (II, s. 29-30).

[395] Kur’ân’ın iniş keyfiyetini bilme ilmi (II, s. 30-33),.

[396] Kur’ân’ın ve sûrelerin isimlerini bilme ilmi (II, s. 33-34).

[397] Kur’ân’ın toplanmasını ve tertîbini bilme ilmi (II, s. 34-36).

[398] Kur’ân’ın sûrelerinin, âyetlerinin, kelimelerinin ve harflerinin sayılarını bilme ilmi (II, s. 37-39).

[399] Kur’ân’ın hâfızlarını ve râvîlerini bilme ilmi (II, s. 39).

[400] İsnatların yüksek ve aşağı olarak anılan türlerini bilme ilmi (II, s. 39-41).

[401] Mütevâtir, meşhur, âhâd, şâzz ve münderic rivâyetleri bilme ilmi (II, s. 41-44).

[402] Mânâ bakımından ayrılanı ve lafız îtibâriyle birleşeni bilme ilmi (II, s. 44-45).

[403] İmâleyi, fethayı ve aralarını bilme ilmi; (kezâ, tecvid kāidelerinden) idgâmı, inhârı, ızhârı, ıhfâyı ve ıklâbı bilme ilmi (II, s. 45).

[404] Medd (uzatma) ve kasrı (kısaltmayı) bilme ilmi; (kezâ) hemzeyi okumayı bilme ilmi (II, s. 45-46.

[405] Kur’ân’ı ezberlemenin keyfiyetini bilme ilmi (II, s. 46-54).

[406] Kur’ân’dan iktibâsın âdâb ve usûlünü bilme ilmi (II, s. 54-57).

[407] Kur’ân’ın zor (garîb) lügat (kelime)lerini bilme ilmi (II, s. 57-58).

[408] Kur’ân’da Hicaz dilinin dışındaki dillere âit kelimeleri bilme ilmi (II, s. 58).

[409] Kur’ân’da Arap dilinin dışındaki dillere âit kelimeleri bilme ilmi (II, s. 58-60).

[410] Müşterek ve benzer lügatleri bilme ilmi (II, s. 61-62).

[411] Müfessirin ihtiyaç duyduğu âlet ve edevâtın mânâlarını bilmesi ilmi (II, s. 62-63).

[412] Kur’ân’ın i’râbını bilme ilmi (II, s. 63-71).

[413] Müfessirin ihtiyaç duyduğu mühim kāideleri bilmesi ilmi (II, s. 71-91).

[414] Muhkem ve müteşâbih âyetleri bilme ilmi (II, s. 91-94).

[415] Kur’ân’ın mukaddem ve muahharlarını bilme ilmi (II, s. 94-96).

[416] Kur’ân’ın umûmîsini, husûsîsini, hulâsa (mücmel) ve açık olanını bilme ilmi (II, s. 96).

[417] Kur’ân’ın nâsıh ve mensûhlarını bilme ilmi (II, s. 96-100).

[418] Kur’ân’ın zor, ihtilâflı ve mütenâkız olanını bilme ilmi (II, s. 100).

[419] Kur’ân’ın mutlak ve mukayyedini (şartlısını) bilme ilmi (II, s. 100-101).

[420] Kur’ân’ın mantûkunu (lügat mânâsını) ve mefhûmunu bilme ilmi (II, s. 101-102).

[421] Kur’ân’ın üslûbunu ve hitap şekillerini bilme ilmi (II, s. 102-104).

[422] Kur’ân’ın lafızlarının hakîkatlerini ve mecâzlarını bilme ilmi (II, s. 104).

[423] Kur’ân’ın teşbihlerini ve isti’ârelerini bilme ilmi (II, s. 104-105).

[424] Kur’ân’ın kinâyelerini ve ta’rizlerini bilme ilmi (II, s. 105-107).

[425] Kur’ân’ın hasrını (kasrını, kısıtlamasını) ve ihtisâsını (bir cihete tahsis edilip edilmediğini) bilme ilmi (II, s. 107-113).

[426] Kur’ân’ın îcâz ve ıtnâbını (kısa ve uzun anlatımını) bilme ilmi (II, s. 113-138).

[427] Haber ve inşâyı bilme ilmi (II, s. 138-144).

[428] Kur’an’daki edebî sanatları bilme ilmi (II, s. 144-157).

[429] Âyetlerin fâsıla (son)larını bilme ilmi (II, s. 157-164).

[430] Sûrelerin başlangıçlarını bilme ilmi (II, s. 164-165).

[431] Sûrelerin sonlarını bilme ilme ilmi (II, s. 166).

[432] Âyetlerin ve sûrelerin birbirleriyle münâsebetlerini bilme ilmi (II, s. 166-168).

[433] Âyetleri ve müteşâbihleri bilme ilmi (II, s. 168).

[434] Kur’ân’ın i’câzını bilme ilmi (II, s. 168-174).

[435] Kur’an’dan çıkarılan ilimleri bilme ilmi (II, 171-181).

[436] Kur’ân’ın mesel (atasöz)lerini bilme ilmi (II, s. 181-183).

[437] Kur’ân’ın kısımlarını bilme ilmi (184-185).

[438] Kur’ân’ın cedelini (mücâdele, tartışma üslûbunu) bilme ilmi (II, s. 185-189).

[439] Kur’ân’da bulunan isimleri, künyeleri ve lakapları bilme ilmi (II, s. 189-205).

[440] Kur’ân’ın mübhemlerini (kapalı sözlerini) bilme ilmi (II, s. 205-206).

[441] Kur’ân’da haklarında âyet inen kimselerin adlarını bilme ilmi (II, s. 206).

[442] Kur’ân’ın fazîletlerini bilme ilmi (II, s. 206-208).

[443] Kur’ân’ın daha fazîletli ve fazîletli kısımlarını bilme ilmi (II, s. 208-215).

[444] Kur’ân’ın müfredâtını ( “... her bir âyetün ahvâlini) bilme ilmi (II, s. 215-220).

[445] Kur’ân’ın husûsiyetlerini bilme ilmi (II, s. 220-224).

[446] Kur’ân’ın yazısını ve yazılışının edeplerini bilme ilmi (II, s. 224).

[447] Kur’ân’ın tefsîrini, tevilini, şerefini beyânı ve tefsîre olan ihtiyâcı bilme ilmi (II, s. 224-230).

[448] Müfessirin şartlarını ve edeplerini bilme ilmi (II, s. 230-241).

[449] Tefsîrin garîblerini (zor taraflarını) bilme ilmi. Taşköprülü-zâde, bu hususla ilgili olarak bâzı örnekler vermektedir ki, bu örnekler, Kur’ân’da muhtelif sûrelerin başlarında bulunan bir takım harflerin tevil sûretiyle nasıl kullanıldığını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Meselâ, Ha, Mim, ‘Ayn, Sin, Kaf harflerinin harflerini yorumlamağa kalkışan bâzı kimseler, “Ha’dan maksad harb-i ‘Alî ve Mu’âviye’dür ve Mîm vilâyet-i Mervâniyye ve ‘Ayn ‘Abbâsîyye ve Sin vilâyet-i Süfyâniyye ve Kaf kudret-i Mehdî’dür” demişlerdir. Bu harflerin, bu şekilde yorumlanması, dönemin siyâsî irâdesinin cemiyetin gözünde meşrûiyet kazanabilmek için Kur’ân’ı nasıl kullanmağa kalkıştıklarını ve bu hususta nasıl tuhaflıklara başvurduklarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Taşköprülü-zâde, bu tür mânâsız tefsirlerden haberdar olunmasının, yanlış tefsîri önleyeceğini belirtir (II, s. 241-242).

[450] Müfessirlerin hâl tercümelerini (hayat hikâyelerini) bilme ilmi (II, s. 242-243).

[451] Harflerin husûsiyetlerini bilme ilmi (II, s. 243).

[452] Sayıların ve harflerin rûhâniyetlerini bilme ve bunu çeşitli gâyelerle kullanma ilmi (“Bu bir ‘ilmdür ki bâhisdür a’dâdun yâhûd hurûfun tenâsüb ve te’âl üzre keyfiyyet-i temzîcinden, bir haysiyyet ile ki bu ta’dîl vâsıtasıyla ba’zı ervâh-ı mutasarrıfa ta’alluk idüp kavâbilde hasbe’l-maksad ve’l-maksûd a’dâd u hurûfun tertîb ü keyfiyyâtında mevcûd olan havâss üzre te’sîr ide. Bu ‘ilmün mevzû’u a’dâd ve yâhûd hurûfdur ve gâyeti metâlib-i dîniyye ya dünyeviyye ya uhreviyyeye vusûldür.”) (II, s. 244).

[453] Harfleri ve isimleri bir takım maksatların husûlü için kullanma ilmi (II, s. 244).

[454] Nurlu (aydınlık) ve karanlık harfleri bilme ilmi (II, s. 244-245).

[455] İsm-i A’zam (duâsı) ile iş görme ilmi (II, s. 245).

[456] Harflerin kesik yazılması ve karıştırılması yoluyla gâipten haber verilmesi ve talep olunanın hâsıl olması ilmi (II, s. 245).

[457] Zâ’irçeyi (harflerle falcılığı) bilme ilmi (“... bu dahi kesr ü bastdan bir kısmdur.”) (II, s. 245).

[458] Cifr (bir tür falcılık) ve onun ihtivâ ettiklerine dâir ilim (II, s. 246).

[459] Kur’ân’a yönelik îtirazları def’ etme ilmi (II, s. 246-247).

[460] Mev’izalar (vaazlar, hutbeler, nasihatler) ilmi (II, 247).

[461] Duâlar ve virdler ilmi (II, s. 247).

[462] Ulemânın (sahâbe ve sâir ulemâ) hâl tercümeleri (hayat hikâyeleri) ilmi (II, s. 248).

[463] Zühd ve vera’ (takvâ) ilmi (II, s. 248-249).

[464] Mantık ilmi (II, s. 249-250).

[465] Münâzara ilmi (II, s. 250).

[466] Cedel ilmi (II, s. 250).

[467] Bir tür cedel ilmi; mezhepler arasında Teferruata taalluk eden konulardaki ihtilâflar ilmi (II, s. 250),

[468] Ferâ’iz ilmi (II, s. 251).

[469] Şartlar ve siciller (sicil tutma) ilmi (II, s. 251).

[470] Kadılık (karar ve hüküm verme, muhâkeme) ilmi (II, s. 251).

[471] Şeriatin hikmetlerini (felsefesini) bilme ilmi (II, s. 241-252).

[472] Fetvâ (verme) ilmi (II, s. 252-253).

[473] Mevzû’ât, II, s. 253-254.

[474] İlmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletini bilme (II, s. 256). Bu husûsun, Mevzû’ât’ın baş tarafında geniş bir şekilde ele alındığını ve bizim de yukarıda bu meseleyi gözden geçirdiğimizi hatırlayalım.

[475] Teferruat için bkz. Mevzû’ât, II, s. 256-257.

[476] Övülmeğe ve yerilmeğe müstahak olan ilimler (II, s. 257-264). Bu başlık altında zikredilen ilimler, yukarıda, Taşköprülü-zâde’nin hangi ilimleri iyi, hangi ilimleri kötü gördüğü meselesi incelenirken ele alınmıştır.

[477] Muallimin (hoca, üstâd, âlim) ve talebenin edepleri, uymaları, hâiz olmaları ve göz önünde bulundurmaları gereken şartlar (II, s. 264). Bu husûsun Mevzû’ât’ın baş tarafında ayrıca ele alındığını ve konunun yukarıda gözden geçirildiğini hatırlayalım.

[478] İlmin âfetleri (kötülükleri), dünyâ ve âhiret ulemâsının alâmetleri (II, s. 264-270).

[479] Mevzû’ât, II, s. 270-272.

[480] Teferruat, aynı eser, II, s. 272-273.

[481] Temizliğin sırlarını, hikmetini bilme ilmi (II, s. 273-282).

[482] Namazın dereceleri; diğer bütün ibâdetlerin özü, en önde geleni ve temel direği oluşu (II, s. 282-283).

[483] Kalbin amellerinin bâtınî şartları (II, s. 283-289).

[484] Her işte ve şartta kalbi hazır bulundurmanın keyfiyeti (II, s. 289-293).

[485] İmamlığın vazîfelerini bilme ilmi (II, s. 293-295).

[486] Cuma’nın fazîletini, edeplerini ve sünnetini, (kezâ) Cuma gecesinin edeplerini bilme ilmi (II, s. 285-304).

[487] Namazın nâfilelerini bilme ilmi (II, s. 304-310).

[488] Zekâtın zâhirî şartlarını bilme ilmi (II, s. 315-316).

[489] Zekâtın bâtınî şartlarını bilme ilmi (II, s. 316-319).

[490] Sadaka alanın taşıması gereken şartlar (edepler) (II, s. 319-321).

[491] Tatavvu’ sadakası, fazîleti ve alınmasının edepleri (II, s. 321-322).

[492] Burada, sadakayı kabûlün zekâtı kabûlden daha doğru olduğuna; sadakayı verenin gönülden, zekâtı verenin ise mecbûriyetten verdiğine dâir bâzı görüşler zikredilmektedir (II, s. 322-323).

[493] (Orucun) zâhirî vâciplerini bilme (II, s. 323).

[494] İftarda (yeme-içme) kāideler: kazâ, kefâret, fidye, imsak, vs. (II, s. 323).

[495] Orucun sünnetlerini bilme (II, s. 323).

[496] Orucun sırları ve bâtınî şartları (II, s. 324-326).

[497] Oruçlu iken tatavvu’ (II, s. 326).

[498] Haccın, Ka’be’nin ve Mekke’nin fazîletini bilme (II, s. 327).

[499] Haccın mutlak gerekliliği, sıhhati, rükünleri ve vâcipleri (II, s. 327-328).

[500] Haccın nasıl yapılacağını ve bunun için gerekli olan bilgiler ve ameller (II, s. 328-346).

[501] Hacla ilgili ince edepler ve bâtınî ameller (II, s. 346-355).

[502] Kur’ân okumanın edeplerini ve fazîletini bilme ilmi (II, s. 356-360).

[503] Kur’ân okumanın, zikrin ve virdin bâtınî edepleri (II, s. 360-365).

[504] Kur’ân’ı tek başına anlama ilmi (II, s. 365-367).

[505] Zikirler ilmi (tezkîr, temhîd, tehlîl, tekbîr, salât ve istiğfâr) (II, s. 367-371).

[506] Tesirli duâları bilme ilmi (II, s. 371-408).

[507] Duânın fazîleti ve edepleri (II, s. 408-411).

[508] Duânın faydası (II, s. 412-413).

[509] Virdlerin fazîletleri ( günün ve gecenin belirli zamanlarında okunması öngörülen virdler (tekrarlanan duâlar) (II, s. 413-430).

[510] Konu, yukarıda bir ilim adamında aranan şartlarla ilgili kısımda gözden geçirildi.

[511] Talebenin durumu (II, s. 431). Bu husus da daha önce tedkik edildi.

[512] Meslek erbâbının durumu (II, s. 431).

[513] Bkz. II, s.431-432.

[514] Muvahhidin hâli (II, s. 432).

[515] İbâdet için geceleyin kalkma ve bu vesîleyle yapılacak ibâdetler (II, s. 432-438).

[516] Yemek öncesi edepleri (II, s. 438-439).

[517] Yemek esnâsındaki edepler (II, s. 439-440).

[518] Yemek sonrası edepleri (II, s. 440-442).

[519] Cemaatle yemek yenirken bilinmesi ve uyulması gereken edepler (II, s. 442-444).

[520] Ziyâretçi (ve misâfir)lere yemek takdîmi ile ilgili edepler (II, s. 444-446).

[521] Ziyâfet edepleri (II, s. 446-453).

[522] Nikahta rağbet edilmesi ve sakınılması gereken hususlar (II, s. 453-454).

[523] Nikâhın faydaları (II, s. 454-458).

[524] Nikâhın âfetleri, kötülükleri (II, s. 458-460).

[525] Nikah akdinin şartları (II, s. 460-461).

[526] Evlenilecek kadında aranması gereken vasıflar (II, s. 461-463).

[527] Evlilikte uyulması gereken görgü kāideleri (II, s. 463-469).

[528] Kazanmanın, kazancın fazîleti ve kazanmağa teşvik (II, s. 469-470).

[529] Altı tür akdin durumu. Bunlar bey’, rübû’ (ribâlar, fâizler), selem (peşin para ile veresiye mal alma), icâre, kırâz )karzlar, borçlar), şirket (ortaklık) (II, s. 470-473).

[530] Kazançla ilgili faaliyetlerde adâlet (II, s. 474-479).

[531] Helâlin fazîleti (II, s. 479-480).

[532] Haram ve helâlin dereceleri (II, s. 480).

[533] Helâl ve haramlıkları şüpheli olanların dereceleri, bunları helâl ve haramdan ayırt edebilme (II, s. 480-4929.

[534] Bkz. II, s. 493-495.

[535] Bkz. II, s. 497-500.

[536] Sultanların gelirleri ve ihsanlarının niteliği (II, s. 500-501).

[537] Kardeşliğin fazîleti, şartları, dereceleri ve faydaları (II, s. 501-506).

[538] Kötülüklerin kısımları ve bunlarla ilgili hükümler (II, s. 507-508).

[539] Sohbet edilecek kimsede aranması gereken vasıflar ve şartlar (II, 508-510).

[540] Sohbet hukûku (II,s. 510-517).

[541] Halktan çeşitli gruplarla bir araya toplanma edepleri (II, s. 517-520).

[542] Müslümanın hakkı, memleketi ziyâret, konu-komşu ve köle hakkı (II, s. 520-525).

[543] Çevre, konu-komşu hakkı (II, s. 525-526).

[544] Akrabâ hakları (II, 526-528).

[545] Kişinin bakımı altında bulunanların hakları (II, s. 528-529).

[546] Uzletin (bir köşeye çekilmenin) fazîleti ve kerih (kötü) olduğu durumlar (II, s. 529).

[547] Uzletin faydaları (II, s. 529-532).

[548] Uzletin âfetleri (II, s. 532-538).

[549] Yolculuğun başından dönüşün sonuna kadar ola zaman zarfındaki yolculuk edepleri (“taleb-i ‘ilm, “dîni teşvîş ider bir sebebden firâr”, hastalık ve benzeri durumlarda gerekli görülmektedir.) (II, s. 538-542).

[550] Yolculuğa çıkış öncesinden dönüş sonuna kadar olan süredeki edepler (II, s. 543-546 ).

[551] Seferin bâtınî edepleri (II, s. 547-548).

[552] Yolculuk sırasında misâfir için tanınan ruhsatlar, Kıble’yi ve vakitleri tâyinde gerekli deliller (II, s. 548).

[553] Helâl ve haram olduğu durumlar (II, s. 548-558).

[554] Semâ’ın haram olduğu yerler (II, s. 558-559).

[555] Semâ’ın edepleri ve faydaları (II, 559-568).

[556] İyiliği emir /tavsiye etmek ve kötülükten alıkoymak / sakındırmak.

[557] İyiliği emredip kötülükten alıkoymanın fazîleti (II, s. 568-569).

[558] Erkânı ve şartları (II, s. 569-575).

[559] Muhtesip(lik) edepleri (II, s. 575-578).

[560] Peygamberlik ahlâkı (II, s. 578-589).

[561] Kalbin şehvet, gazab ... gibi askerleri (II, s. 590-592).

[562] Bkz. II, s. 592-593.

[563] Bkz. II, s. 593-594.

[564] Kalbin melekût âlemine ve beş duyu (havâs-i hamse)ya açılan iki kapısı (II, s. 594-595).

[565] Bkz. II, s. 592-593.

[566] Kalbe ulaşan bir takım hisler ve bunların incelikleri (II, s. 596-600).

[567] Şeytânın kalbe tasallutu ile ilgili durumlar (II, s. 600-601).

[568] Vesvese ve kalp (II, s. 601).

[569] Bkz. II, s. 601-608.

[570] Kalbın sıkletinin sür’ati (II, s. 602-604).

[571] Nefsin güzel ve kötü ahlâk cihetinden durumu (II, s. 604-605).

[572] Ahlâkın riyâzat yoluyla değiştirilmesi (II, s. 605-607).

[573] Bkz. II, s. 607-608.

[574] Kalbin ve nefsin asıl ma’rifeti (Allâh’ı tanımak, tâbi’ olmak ve O’na muhabbet ile bağlanmak) (II, s. 608-609).

[575] Çocukların riyâzat ile ilgili durumları (II, s. 609-612).

[576] Bir yola ve riyâzata girişin şartları (II, s. 612-614).

[577] Şehvet karşısında açlığın fazîleti (II, s. 614-615).

[578] İçteki şehvet duygusunu alt etmenin yolu (II, s. 615-618).

[579] Kadın-erkek ilişkisinde şehvetin yeri ve durumu (II, s. 618-619).

[580] Mânâsız ve faydasız konuşmanın zararları (II, 619-627).

[581] Bkz. II, s. 627-629.

[582] Gazabın ilâcı (II, s. 629).

[583] Gazaba sebep olan şeylerin bilinmesi (II, s. 629-631).

[584] Kin, af ve yumuşaklık (II, s. 631-632).

[585] Kıskançlık (II, s. 632-633).

[586] Bkz. II, s. 633-634.

[587] Bkz. II, s. 634-635.

[588] Bkz. II, s. 635-636.

[589] Cömertlik (II, s. 636-637).

[590] Cimriliğin ilâcı (II, s. 367-638).

[591] Kulun malı ile ilgili vazîfeleri (II, s. 638).

[592] Fakirliğin medhi ve zenginliğin yerilmesi (II, s. 638-639).

[593] Bkz. II, s. 639.

[594] Tevbenin tamâmı, şartları ve edepleri (II, s. 639-640).

[595] Tevbe edenlerin tabakaları (II, s. 640-642).

[596] Bkz. II, s. 642-643.

[597] Sabrın kuvvet ve zayıflık bakımından kısımları (II, s. 643-644).

[598] Kulun her hâlükârda sabırdan uzak kalamayacağı hususlar (II, s. 644-645).

[599] Sabra sebep ve vesîle olan hususlar (II, s. 645).

[600] Bkz. II, s. 645-647.

[601] Allâh’a şükretmenin mâhiyeti (II, s. 647-651).

[602] Bkz. II, s. 651-654.

[603] Nîmetin hakîkati (mâhiyeti) ve bununla ilgili hükümler (II, s. 654-661).

[604] Halkı şükretmekten alıkoyan şeyler ve bunun ilâcı (II, s. 661-663).

[605] Sabrın ve şükrün ortak yönleri (II, s. 663-665).

[606] Bkz. II, s. 665-667.

[607] Ümîdin hakîkati (mâhiyeti) (II, s. 667-668).

[608] Ümîdin fazîleti (II, 668-679).

[609] Allâh korkusunun niteliği ve mâhiyeti (II, s. 670-672).

[610] Bkz. II, s. 673-674.

[611] İnsanda Allâh korkusunu hâsıl eden hususlar (II, s. 674-679).

[612] Fakirliğin hakîkati (mâhiyeti) (II, s. 679-681).

[613] Bkz. II, s. 681-683.

[614] Fakîrin fakirliğinde olan edepler (II, s. 683-685).

[615] Zarûret hâsıl olmadan soru sorulmasının haramlığı (II, 685-688).

[616] Dünyâya aldırmamanın hakîkati (mâhiyeti) ve fazîleti (II, s. 688-690).

[617] Zühdün dereceleri ve kısımları (II, s. 690-692).

[618] İhtiyaç mikdârını fazlasından ayırt edebilme (II, s. 692-695).

[619] Tevekkülün fazîleti (II, s. 695-705).

[620] Ölümün azameti ve şiddeti (II, s. 705-707).

[621] Ölümün hakîkati (mâhiyeti) ve ahvâli (II, s. 707-712).