Yayınlarım...
TÜRK DÜNYASINDA BİLİM ve EĞİTİM*
Türk dünyâsında ilim ve eğitim konusunu, esas olarak, Türklerin İslâm medeniyeti dâiresine girmelerinden îtibâren ele almak durumundayız. Çünkü, Türk dünyâsında İslâm öncesine âit örgün eğitim müesseselerine tesâdüf edemi-yoruz. Zîrâ, anayurtları olan Türkistan’ın değişik yerlerinde çeşitli yerleşim mekânları -şehirler- bulunmasına rağmen, İslâm öncesi dönemde Türkler, daha ziyâde göçebe bir hayat tarzı sürdürüyorlardı; dolayısıyla, yerleşik bir medeniyet ve hayat tarzı gerektiren müesseselere dayalı bir tahsil faaliyetini, ekseriyeti göçebe bir cemiyetin sürekli yer değiştirmeği âdet hâline getirmiş yaşayış ortamında işletmek, pek tabiî olarak, kolay değildi. Bugün bu dönemden yazılı eserlerden ziyâde sözlü (şifâhî) kültür ürünlerinin kalmış olmasının mühim bir sebebi, kanaatimizce, işte bu hayat tarzıdır[1].
Türklerin IX. yüzyılın ortalarından îtibâren, gittikçe artan bir şekilde, din değiştirerek İslâm’ı kabûl etmeleri,[2] yukarıda sözü edilen sosyal yapıyı yavaş yavaş değiştirmeğe başladı, Karahanlılardan başlamak üzere, Gazneliler ve bilhassa Büyük Selçuklular zamanlarında merkezî Horasan ve Mâverâünnehir olmak üzere, Türk orta-doğusunda kudretli ilim ve kültür merkezleri kuruldu[3]. Böylece, yerleşik bir medeniyeti gerektiren örgün eğitim mekanizması hızla teşekkül etti. Bu vâkıanın tabiî bir netîcesi olarak, yerleşik bir şehir medeniyetini temsil eden İslâm dîninin şemsiyesi altında oluşmuş bulunan kültür atmosferinin düşünce kalıplarıyla birlikte muhtelif müesseseleri de bir süre sonra Türkler arasında tanınıp benimsendi ve kendi coğrafyalarına taşındı. Yakın Doğu ve Türkistan arasında, deyim yerinde ise, sürekli gelip geçeni bulunan bir kültür köprüsü oluştu. Dolayısıyla, eğitim-öğretim faaliyetleri ile bu faaliyetlerin netîcesi olan ilmî cehdi ve bu cehdin ürünlerini, böyle bir çerçeve içerisinde ele almak kadar tabiî bir şey olmayacaktır. Esâsen, XVI. yüzyılın başlarında İran’da Şiî-Safevî devletinin târih sahnesine çıkarak, Sünnî Doğu ve Batı Türklüğü arasına -deyim yerinde ise- set çekip, eskiye nisbetle bu iki dünyâ arasındaki gidiş-gelişleri nisbeten yavaşlatmasına kadar hızlı ve yaygın bir ilmî sirkülasyon söz konusu idi. Dolayısıyla, Buhâra’da veyâ Semerkand’da icrâ-yı faaliyet eden bir ilim adamı, kısa bir süre sonra, Sünnî İran’ın her hangi bir şehrine veyâ Bağdad, Şam, Halep ve Kāhire gibi nüfûsu Arap ağırlıklı İslâm beldelerine intikal ediyor, buralarda ilmî mahfil ve yönetici çevrelerden hüsn-i kabûl görüyor, kısa zaman zarfında çevresinde bir ilim halkası oluşturuyor, bu şehirlerin medreselerinden birinde tedris faaliyetlerine iştirak edebiliyordu. Pek tabiî olarak, aynı hareketlilik, bunun tersi için de vâritti[4]. Böyle bir ilmî geleneğin, birbirlerinden binlerce kilometre uzaktaki bölgelerde teessüs eden eğitim-öğretim hayâtı kadar fikir ve ilim anlayışını da birbirine yaklaştırdığını; İslâm ülkelerinin büyük bir kısmında klâsik kaynakların aşağı yukarı aynı eserlerden oluşmasını kolaylaştırdığını söylemeğe, sanırız, gerek yoktur. Bu sebeple, Türk dünyâsında İslâmî dönemle birlikte şekillenen ilim ve eğitim anlayışı ile bu anlayışın neşv ü nemâ bulduğu mekânlar olan müesseselerin ortaya çıkış safhalarını anlayabilmek için, aynı safhaların, ana hatlarıyla da olsa, klâsik İslâm coğrafyasında nasıl başlayıp geliştiğini kısaca gözden geçirmek yerinde olacaktır, Zîrâ, Türklerin hâkim oldukları topraklar üzerinde bilâhare ortaya çıkan ilim ve eğitim müesseselerinin, klâsik İslâm geleneği çerçevesinde vücut buldukları râhatça ifâde edebilir.
Burada sözü edilen bin yıllık uzun bir târihî mâcerâyı, bu çalışmanın sınırlı içerisinde ele almanın güçlüğü ortadadır. Binâenaleyh, bu yazının konusu, ana hatlarıyla olmak üzere, başlangıçtan XV. yüzyılın ortalarına kadar olan dönem içerisinde ele alınacak, daha teferruatlı bir çalışma gerektiren Anadolu ve Osmanlı sâhası ise, yeri geldikçe vurgulanması gereken bâzı noktalar dışında, bir tarafa bırakılacaktır.
İslâm dünyâsında ilim ve eğitim meselelerini muhtelif açılardan ele alıp inceleyen çeşitli kaynakların[5] umûmî tedkîkinden ortaya çıkan netîceyi kısaca şu şekilde vermek mümkündür:
İslâm dünyâsında eğitim-öğretim faaliyetlerin başlangıcı, Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretinin hemen sonrasına kadar götürülebilir. Fakat, pek tabiî olarak, bu sırada düzenli bir eğitim-öğretim faaliyeti yürütüldüğünden söz etmek mümkün değildir. Bu dönemin eğitim-öğretim faaliyetleri, tabiî olarak, öncelikle insanlara yeni dînin esâslarının öğretilmesini hedef almış, dolayısıyla dînî bir husûsiyet kazanmış, bu sebeple de yeni dînin mukaddes mekânı olan câmi etrâfında odaklaşmış idi. Henüz oluşmakta bulunan ilk İslâm cemaatinin dar çerçevesi içerisinde, Hz. Peygamber ve çevresi birer tabiî muallim durumunda idiler; bu ilk muallimler, bu cemaatin ekseriyetle yeni dinle ilgili öğrenmek istediklerini sözlü olarak öğretiyorlardı. İlk dönemlerde talebenin öğrendiği konulan, esas olarak Kur’ân (başlangıçta bilhassa ezberleme[6]) ve Peygamberin söz ve fillerinden ibâret olan hadîs öğrenimi teşkil ediyordu[7]. Öte yandan, yeni İslâm cemiyeti, fikrî bakımdan son derece sâde ve mazbut bir hayat yaşamakta idi. Diğer bir deyişle, insanların zihinlerini ve düşünce dünyâlarını meşgul edecek olan yoğun fikrî ve felsefî faaliyetleri, bu küçük cemiyet henüz üretecek seviyeye gelmemişti. Bu ilk hareket noktası, ileride teşekkül edecek olan İslâmî ilimlerin öğretileceği merkezlerin de yine câmi çevresinde, ya aynı çatı altında, ya ona bitişik olarak veyâ bünyesinde câmiin merkez rol oynadığı bir kompleks (külliye) içerisinde yer alarak kurulmalarına yol açacak[8] ve böylece, Petersen’in vurguladığı gibi,[9] İslâmiyet’in tesiri altında doğan ilimler bünyeleri îtibâriyle ekseriyetle dînî bir nitelik taşıyacak ve câmie bağlı olacaklardı. Binâenaleyh, İslâm âleminde eğitim-öğretim mahalleri başlangıçtan îtibâren ekseriyetle câmiler olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, câmiler, henüz küttâb ve medrese gibi müstakil ilim ve eğitim müesseselerinin ortaya çıkmadığı bir dönemde, kullanılmağa müsâit ve hazır yerler olarak görülmüşlerdi. Bu arada, yine ilk dönemlerden başlamak üzere, öğrenilen konular, hemen bütünüyle dînî nitelikli idi; bu yüzden de eğitim-öğretim mahalli olarak, bu mukaddes mekânlar durumundaki câmilerin seçilip kullanılması yadırganmamış olmalıdır[10]. Fakat, câmilerin ihtiyâcı karşılamadığı veyâ buraların her zaman müsâit olmadığı durumlarda, yâhut ders verenlerin başka yerleri tercih etmeleri hâlinde, imkân ve şartlara göre başta ulemâ ve ilmî tecessüs ve merak sâhibi devlet yöneticilerinin evleri olmak üzere, cemiyetin önde gelen insanlarının meskenleri de birer eğitim-öğretim mahalli olarak kullanılmıştı[11]. Bilâhare, daha ziyâde çocukların eğitimine mahsus küttâb denilen ilk tahsil müesseseleri[12] ve yüksek tahsil mekânları olan medreseler onaya çıktılar ise de, bunlar ne câmileri bütünüyle devreden çıkarabildiler, ne de kapılarını bu faaliyetlere her zaman açık bulunduran insanların hânelerini saf-dışı edebildiler. Ancak, ilim sâhibi kişilerin çevresinde oluşan belli eğitim merkezlerinin teşekkülü, daha ziyâde İslâm’ın birinci ve ikinci yüzyılında olmuştu. Esâsen Fazlur Rahman’ın haklı olarak belirttiği gibi, “İslâm’ın ilk günlerinde İslâm öğreniminin başlayış ve yayılışına, okullardan çok kişiler ön ayak olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, İslâm düşüncesinin muhtevasını belirleyen tesir, ‘şahsî gayret’ti.[13]“ Binâenaleyh, her ne kadar müstakil öğrenim müesseseleri kurulmuş olsa bile, bilâhare teşekkül eden maarif sistemini esas îtibâriyle şahısların etrafında odaklaştıracak, müesseselerden çok bizzat dersleri veren âlimleri ön-plâna çıkaracak ve hattâ kişilerin icâzet-nâmelerini tahsil gördükleri müesseselerin adlarından ziyâde, bizzat dersi veren hocaların nâmlarına izâfeten almalarına imkân sağlayacak olan işte bu ‘şahsî gayret’tir[14].
Temelde birer ibâdet mahalli olan câmilerin, gerek çocukların, gerekse büyüklerin eğitim-öğretiminde tıpkı birer mektep ve medrese gibi değerlendirilmelerine gelince: Bu gelenek Emevî, Abbasî, Selçuklu ve hattâ Osmanlı dönemlerinde devam edecek ve bu durum günümüze kadar sürecektir[15]. Bu durumu tabiî karşılamak gerekir. Çünkü, sosyal hayâtın son derece sâkin olduğu, fikrî tagayyür ve tebeddülün ziyâdesiyle yavaş ilerlediği Orta-çağ İslâm cemiyetinde, insanlar cemiyet içerisindeki ilişkilerini ve içtimâî rollerini, hemen bütünüyle câmiler etrafında şekillendiriyorlar, yürütüyorlar, mânâlı kılıyorlar ve bu sûretle mutlu oluyorlardı. Binâenaleyh, câmilerin insanları etkileme bakımından cemiyet içerisinde oynadıkları rol o kadar büyüktü ki, bünyelerinde cereyan eden tedris veyâ irşat faaliyetleri ile, zaman zaman siyâsî mekanizmayı kontrolleri altında tutanların müdâhalelerine yol açacak ölçüde sosyal hayâtı yönlendirebiliyordu[16]. Bu arada, şunu belirtmekte fayda vardır ki, birer ilim ve eğitim mekânı olan müstakil medreselerin yaygınlık kazanmasından önce, câmiler kadar her an ve her tarafta bulunmasalar da, bilhassa büyük şehirlerdeki ve üst yöneticilerin himâyelerindeki kütüphânelerinde İslâm ulemâsının bizzat kendisinin yetişmesinde olduğu kadar talebe yetiştirmesinde mühim bir yerleri vardır. Daha ilk dönemlerden, Emevîlerden başlamak üzere, Abbasîler ve onların taşradaki hâkimiyetlerini yitirmelerini müteâkıp ortaya çıkan mahallî hânedanlar tarafından bilhassa saraylarda halka ihtiyâcı hâsıl olmağa başladı. Bu da ancak düzenli açık olmayan mektepler[17] ve geniş imkânlı kütüphâneler kurulmağa başlamış bulunuyordu[18]. Pek çok ilim adamının yanı sıra Fârâbî’nin İbn Sînâ’nın ve XV. asır Türkistan’ının yüz akı durumundaki Ali Kuşçu’nun yetişmesinde saray kütüphâne-lerinin ne kadar büyük rolleri bulunduğu bilinmektedir. Kezâ, X. yüzyıldan îtibâren Bağdad ve Rey gibi hükümet merkezlerinde icrâ-yı faaliyet eden hastahânelerin (dâru’ş-şifânın) bitişiklerinde yer alan tıp medreseleri, tıp ilminin tedrîsinde olduğu kadar tekāmülünde de mühim roller oynuyorlardı[19].
Ancak, dünyâ sâdece câmi ve çevresi ile halkın her an ulaşma imkânının bulunmadığı saray mekteplerinden ve kütüphânelerden ibâret değildi; dolayısıyla, İslâm devletinin ve cemiyetinin yeni fetihlerle hızla büyümeğe başlaması, pek tabiî olarak, yeni meselelerin de zuhûruna zemin hazırlayacaktı. Bu cümleden olmak üzere, bir taraftan devletin ve diğer taraftan cemiyetin iyi yetişmiş insanlara olan ihtiyaçları anmağa başlamıştı. Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, fethedilen bu bölgeler, kökleri yüzyıllarca geriye giden güçlü Sâsânî, Bizans, Mısır ve Hind medeniyetlerinin kök salmış oldukları yerlerdi; dolayısıyla böyle köklü kültürel geçmişleri olmayım ilk Müslüman fâtihler, önceden hiç tanımadıkları felsefî fikirlerle de karşı karşıya gelmişler ve bu çerçevede oltaya çıkan îtikādî tanışmaların içine düşmüşlerdi. Bilhassa, VIII, yüzyılın ikinci yansından îtibâren görülmeğe başlayan ve IX, yüzyılın başlarında hızlanarak Abbâsî halîfelerinden Me’mûn zamanında zirvesine ulaşan çeviri faaliyetlerinin, Bağdad’da kurulan ilk ilim müessesesi olan Dâru’l-hikme ile bizzat devlet katında güçlü bir himâye bulması, hem ilmî cereyanları hızlandırdı ve hem de İslâm düşünce geleneğine zaman zaman İslâm’ın îtikādî esâslar ile de çatışan felsefî fikirlerin nüfûzuna müncer oldu. Böylece, bir taraftan îtikādî ve amelî tartışmaların netîcesi olarak mezhebî oluşumlar târih sahnesine çıkmağa; diğer taraftan bu oluşumların fikirlerini ve bilgi birikimlerini tâliplerine daha düzenli bir metod ve mekanizma ile aktarma ihtiyâcı hâsıl olmağa başladı. Bu da ancak düzenli eğitim müesseselerinin mevcûdiyetleri ile mümkün olabilirdi. Binâenaleyh, işte bu şartlar altında X. asrın ortalarından îtibâren İslâm dünyâsında, başlangıçta devletin kontrolü dışında ve câmilerden müstakil medreseler boy göstermeğe başladılar[20]. Fakat, bu safhanın da çok yavaş ilerlediği görülüyor. Nitekim, devlet kontrolündeki ilk düzenli medreselerin XI. yüzyılın ikinci yansında (1007) Büyük Selçuklu hükümdârı Alparslan’ın himmeti ve onun ünlü vezni Nizâmü’l-Mülk (ö. 485/1092)’ün gayretleri netîcesinde Nizâmiye medreseleri adıyla hilâfet merkezi Bağdad’da faaliyete geçebilmiş olmaları,[21] söz konusu seyrin ne kadar yavaş olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat, Bağdad’daki Nizâmiye medreselerinin faaliyete geçmelerine paralel olarak bir süre sonra Selçukluların kontrolleri veyâ nüfuzları altında bulunan Belh, Nişâbur, Herat, Isfahan, Basra, Merv, Âmül (Taberistan) ve Musul gibi şehirlerde benzerleri açıldı[22]. Bilâhare Semerkand ve Buhâra’ya kadar uzanan müstakil medreseler tesis olundu. Böylece, müstakil medrese kurma geleneği Orta-doğu İslâm dünyâsının hemen her yerinde adım başı rastlanan, deyim yerinde ise, sıradan bir uygulama hâlini aldı. Selçuklular döneminde Anadolu’nun Kayseri, Konya, Sivas, Erzurum gibi pek çok şehri, eğitim-öğretim faaliyetlerini bünyesinde barındıran medreselerle doldu. Konya’nın Sırçalı, Karatay, İnce Minâreli medreseleri, Sivas’ın Gök Medresesi, Erzurum’un Çifte Minâreli ve Hâtûniyye medreseleri, böyle bir geleneğin devâmı olarak vücut bulmuşlardı. Türklerin hâkimiyetindeki İran ile Türkistan’ın belli başlı başka şehirleri için de aynı durum söz konusu içli. Bütün bu müesseselerin, esas olarak, vakıf sistemi çerçevesinde finanse edildiklerini ise, kayda bile gerek yoktur. Bu şekilde ve bizzat devlet eliyle açılıp vakıflar kanalıyla beslenen eğitim-öğretim müesseseleri, devletin gözetiminde olmak üzere, zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmağa başladılar.
Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Nizâmiye medreseleri, bir dönüm noktasını temsil ediyorlardı. Binâenaleyh, devlet destekli Nizâmiye medreselerinin kuruluşunu, İslâm dünyâsında ‘eğitimin bir devlet işi olarak kabûl edilmesi’ şeklinde değerlendirmek de mümkündür. Ancak, böyle bir anlayışın kendiliğinden ortaya çıkmadığı; bilhassa siyâsî çekişmelerde ve iktidar mücâdelelerinde cemiyeti etkileyen bir âlet olarak kullanılan Sünnî-Şiî rekābetinin veyâ münâferetinin, söz konusu anlayışın ortaya çıkmasında mühim bir rol oynadığı ileri sürülebilir. Hakîkaten, hem siyâsî ve hem de mânevî gücünü ehemmiyetli ölçüde yitirmiş bulunan Sünnî Bağdad hilâfetine rakip olarak X. asrın ortalarına doğru târih sahnesine çıkan ve Mısır’da Şiî-İslâm inancına dayalı bir devlet kuran Fâtımîlerin[23] açtıkları devlet destekli medreselerde[24] yetiştirilen ve kendilerine da’î denen propagandacılar vâsıtasıyla Sünnî-İslâm dünyâsında meydâna getirdikleri tedirginlik ve bunun arkasından gelen sosyal, siyâsî ve hattâ dînî huzursuzluklar, gerek Bağdad yönetimini ve gerekse, Sünnî-İslâm dünyâsının cismânî hâkimiyetini hemen tamâmiyle ele geçirmiş bulunan Türkleri mukābil tedbirler almağa itmiş; bunun netîcesi olarak “Şi’îliği İslâm için bir tehlike sayan sünnî halife ve emirler eğitime el atmışlar ve medreselerin İslâm’da ortaya çıkışında” mühim bir rol oynamışlardır[25]. Fakat, şurası muhakkak ki, İslâm dünyâsında medreselerin ortaya çıkmasına ve gelişmesine katkı bakımından, Araplara nisbetle Arap olmayanlar, bilhassa Türkler ve İranlılar daha büyük bir pay sâhibidirler. Nitekim bu noktaya dikkat çeken M. Dağ ve H. R. Öymen, konuyu şu şekilde değerlendirirler:
“İranlılar ve Türkler halk arasında yaygın eğilimleri benimsemek sûretiyle onların sevgisini kazanmak, ellerindeki fırsatları din ve eğitim alanında değerlendirmek yolunda çabalar harcamışlardır. Dolayısıyla kısa zamanda devletten destek güren okulların sayı-sının hızla arttığı görülüyor. Bu artışın nedenlerini kısaca şu 3 noktada toplamak mümkündür:
l)Arap olmayan prens ve sultanlar öteki dünyada ödül kaşanmak amacıyla okullar kurmuşlardır. Bu yol, İslâmda vakıf sisteminin öğretim ve eğitim hizmetinde yer almasında ve yaygın bir hale gelmesinde etkili olmuştur, ki sonra bu sistem özellikle Fatih külliyesi başta olmak üzere Osmanlı devrinde hattâ meşrûiyete kadar türlü şekillerde devam etmiştir.
2) Bu prens ve sultanlar okulları, aksi takdirde aç gözlü ve doymak bilmez yüksek tabakadan kimselere gidebilecek olan zenginliklerini cömertçe üzerinde sarf edecekleri uygun bir yatırım sâhası olarak görmüşlerdir.
3) Kurucularının kendi dinî inanç ve mezheplerini yaymak amacıyla okullar açılmıştır[26].
Gerçi bu değerlendirmeyi bir ölçüde ‘apolojik’ bulmak ve meselâ, Arap soylu yöneticiler, ‘‘öteki dünyada ödül kazanmak”, “kendi dinî inanç ve mezheplerini yaymak” istemeyen insanlar mıydı veyâ, “halk arasında yaygın eğilimleri benimsemek sûretiyle onların sevgisini kazanmak” kendi yönetim mekanizmalarının işleyişini kolaylaştıracağına göre, böyle bir fırsatı değerlendirmek basîretinden mahrum mu idiler, sorularını yöneltmek mümkündür. Yukarıdaki değerlendirmeyi olduğu gibi doğru kabûl etmek sûretiyle bu sorulara mantıkî ve tatmin edici bir cevap vermek mümkün gözükmüyor. Binâenaleyh, meseleyi bu şekilde vaz’ etmek yerine, Türklerin ve İranlıların bu konuda oynadıkları rolü, İslâm dünyâsının eğitim-öğretim sâhasında İslâm’ın zuhûrundan beri yaşanan tecrübe ve birikimin daha iyi kullanılacak duruma gelmesine bağlamak ve böyle bir dönüm noktasında, devlet dizginlerini ve imkânlarını ellerinde bulunduranların Türkler ve İranlılar olduklarını görmek zor olmasa gerektir. Ancak, her hâlükârda, medreselerin, Türklerin İslâm dünyâsının cismânî hâkimiyetini bütünüyle ellerine almalarını müteâkıp hızla arttıkları; Müslüman yöneticilerin bu müesseseleri, kendi siyâsî ve dînî anlayışlarını hâkim oldukları coğrafya üzerindeki insanlara kabûl ettirmek için güçlü bir âlet olarak kullandıkları ve hattâ bu durumun Osmanlılarda da aynen devam ettirildiği târihî bir hakikattir.
Mevcut veriler ve bilgiler, medreselerde tahsil ve tedris faaliyetlerinde, başlangıçtan îtibâren mihverin, eğitim-öğretimin sürdürüldüğü müesseseler (mektepler, medreseler) değil, yukarıda bir vesîleyle ifâde edildiği üzere, hocalar (âlimler, müderrisler) olduğunu ortaya koyuyor[27]. Görülen dersler ise, ihtivâ ettikleri konular ekseriyetle dînî çerçevede olmak üzere, hemen her zaman belirli kitaplardan meydâna geliyordu. Yâni verilen eğitim, temelde muayyen kitaplarda yer alan bilgilerin bölüm bölüm ayrılarak tedrîcen işlenip öğretilmesinden ibâretti. Belirli bir müfredat programı tesbit etmek her ne kadar mümkün değil ise de, öğrenilen konulan sırası ile şu şekilde isimlendirmek mümkündür: Arapça dilbilgisi (sarf ve nahiv), Arap dili, edebiyat, matematik, felsefe, fıkıh, fıkıh usûlü, kelâm, Kur’ân tefsîri ve hadis[28]. Ancak, medreselerde tahsil olunan ilimlerin ekseriyetle dînî muhtevâlı oldukları, herkesçe müsellemdir. S. H. Nasr, bu husûsu söyle belirtir: “Aklî ilimlere gelince, bunlar özellikle geçen bir kaç yüzyıldır medreselerin hepsinde daima okutulmaktadır. Medreselerdeki ders programlarının temelini hep dinî ilimler oluşturmuştur. Bununla birlikte felsefe, mantık ve matematik gibi aklî ilimlerin çoğu, yüzyıllarca çeşitli medreselerde okutulmuş ve hâlâ okutulmakladır[29]. Bu aslî ders konulan, ufak tefek değişikliklerle İslâm dünyâsında ilimlerin tasnîfinde de karsımıza çıkmaktadır. Bu durum, esas îtibâriyle Osmanlı medreseleri ve ulemâsı için de geçerli olacaktır. Bunu da tabiî karşılamak gerekmektedir. Zîrâ, Osmanlılardan önce oluşan söz konusu gelenek, ilim anlayışı ve oluşan mekanizma, yukarıda da kısaca işâret olunduğu üzere, daha Büyük Selçuklular zamânından başlamak üzere, Anadolu’yâ, bilâhare XVI. yüzyılın ortalarına kadar diğer İslâm beldelerinden Osmanlı ülkesinin her tarafına taşınmıştı[30].
***
Peki, Anadolu’dan Türkistan’a, Arabistan’dan Âzerbay-can’a kadar uzanan bu geniş İslâm coğrafyasında ortaya çıkan ilim ve eğitim müesseselerinde esas olarak hangi ilimler tahsil olunuyordu? Veyâ daha umûmî bir ifâdeyle, içlerinde Türklerin ağırlıklı bir yerlerinin bulunduğu İslâm ülkelerinde ilim olarak tahsîle değer görülen konular nelerdi? Bu konular zaman içerisinde nasıl bir ilmî tasnif ve değerlendirmeye tâbi tutulmuşlardı? Türklerin bu tür çalışmalardaki yerleri ne idi?
İslâm dünyâsında daha erken dönemlerden başlamak üzere, konuyla ilgili olarak çeşitli çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Ancak, hemen ifâde edelim ki, bunlar arasında etnik bakımdan Türk olanlar başta gelmektedir. Bu çerçevede konuyu derli toplu bir şekilde ilk defa ele alan kişi, ünlü âlim Fârâbî (ö. 339/950} olacaktır. Asıl adı Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Turhan ve künyesi Ebû Nasr olan ve doğduğu yer Türkistan’ın Fârâb beldesi olması, dedelerinin Türkçe isimler taşıması hasebiyle Türklüğünde şüphe bulunmayan Fârâbî,[31] İhsâ’u’l-Ulûm -İlimlerin Sayımı- adlı eserinde[32] (1989: 54-57), ilimleri beş ana gruba ayırarak inceler, İslâm dünyasındaki ilim tasniflerinin Aristo’dan mülhem olduğuna dâir görüşler de vardır[33]. Fakat, nereden mülhem olursa olsun, bu tasniflerin içlerinin zaman içerisinde İslâmî bir bakış açısı, terminoloji ve muhtevâ ile doldurulduğu muhakkaktır. Kendisinden sonra aynı konuyu ele alanlar ise, Fârâbî’nin çizdiği ana çerçevenin çok dışına çıkmış değillerdir. Fârâbî’ye göre, ilimleri şu şekilde tasnif etmek gerekir:
1- Lisan ilmi ve bölümleri: Gramer, bedî, beyân ve aruz gibi dilin muhtelif durumlarım konu edinen bilgiler.
2. Mantık ilmi ve bölümleri: Aristotales’in Organon adlı eserinin sekiz bölümünü içine almaktadır.
3. Ta’lîmî ilimler ve bölümler: Hesap, hendese, hey’et, nücûm, müzik, ağırlıklar, vb. gibi konular.
4. Tabîiyyât ve tabîiyyât: Tabiat felsefesinin prensipleri, basit cisimlerin incelenmesi, oluş ve bozuluş, unsurların keyfiyeti, mâdenler, bitkiler ve hayvanlarla ilgili konular, ilimlerin prensibi olarak varlık ilmi ve cisimsiz varlıkların tartışıldığı metafizik konular.
5. Medenî ilimler ve bölümleri: Bu kategoriye sâdece fıkıh ve kelâm ilimleri dâhil edilmiştir[34].
İlimlerin tasnîfi üzerinde çalışan ve bunu sistemli bir şekilde ortaya koyan âlimlerden ikincisi ise, Ebû Abdullah b. Muhammed b. Yûsuf el-Hârezmî (ö. 387/997)’dir. Batı dünyâsında da meşhur olan ve adı “alogarizm-algoritma-logaritma” kelimesinde hâlâ yaşayan[35] Türkistanlı Hârezmî, Mefâtihu’l-’Ulûm adlı eserinde, benzeri bir tasnîfi etraflı bir şekilde sunmaktadır[36].
Kezâ: ölümünden otuz yıl sonra doğmasına rağmen, eserlerinin son derece te’sîri altında kalması dolayısıyla,[37] bir bakıma Fârâbî’nin talebesi sayabileceğimiz Buhâra'lı -dolayısıyla Türk[38]- İbn Sînâ (ö. 429/1037) ise, mânevî hocasının tasnîfini biraz daha genişletmiş, ancak çalışma alanı olarak dînî konular dışında kalan aklı ilimleri (el-ulûmu’l-akliyye) seçerek, bunları kendi içlerinde ‘hakikat peşinde koşan (spekülatif) ilimler’ ve ‘refah ve mutluluğu amaçlayan (uygulamalı) ilimler’ olarak iki gruba ayırmıştır[39].
Aynı şekilde, benzer bir tasnîfi Büyük Selçukluların kurdukları ve ünlü vezirlerine nisbetle Nizâmiye medreseleri adıyla anılan çeşitli şehirlerdeki medreselerde ders veren ve daha sonra dönemin en meşhur medresesi cayılan Bağdad Nizâmiye medresesi müderrisliğine tâyin edilen Horasanlı Ebû Hâmid Muhammed el-Gazzâlî[40] (450/1058-505/1111)’de de görürüz[41]. Aynı geleneği tâkip eden ünlü târihçi ve sosyolog İbn Haldun (ö. 809 / l406) da, meşhur Mukaddime’sinde İslâm dünyâsında takdir ve tahsîle değer görülen ilimler hakkında oldukça geniş bilgiler verir[42]. Nihâyet, ilimleri tasnif konusunda, kendisinden önceki tasniflerin umûmî bir değerlendirmesini yapan ve bunları oldukça geniş bir açıdan alarak, bize en geniş ilim tasnîfini sıman başka bir şahıs ise, Osmanlı sâhasında yetişmiş bir ilim adamı, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmü’d-dîn (901/1495-968 / 156l)’dir[43].
Görüldüğü üzere, İslâm dünyâsında ortaya çıkan, ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinde çalışma mevzûu edilmiş olan ilimler üzerinde derli toplu bilgi veren, bunların deyim yerlerinde ise felsefesini yapan, metodolojilerini tartışan ve ortaya koyan kişilerin ekseriyeti, ya doğrudan Türkler arasından çıkmıştır veyâ Türklerin hâkim oldukları, bilfiil idâre ettikleri beldelerde doğmuş, büyümüş, yetişmiş ve eser vermişlerdir.
Yukarıda sözü edilen tasnifler ne kadar uzun ve teferruatlı olurlarsa olsunlar, bunların hepsi netîce îtibâriyle iki büyük kategori içerisinde mütâlaa olunurlar: Aklî ilimler (el-ulûmu’l-akliyye) ve naklî ilimler (el-ulûmu’l-nakliyye). Aklî ilimler esas olarak pür insan zekâsının ürünü olarak görülüp kabûl edilirken, naklî ilimler temeli vahye dayanan, dolayısıyla nesilden nesile aktarılan bilgiler bütününü ifâde ediyordu[44]. Bu umûmî çerçeve içerisinde kalmak şartıyla, ilim adamlarının iştigal ettikleri bütün bilgi dalları ve bugün hurâfe olarak görülen sihr, ilm-i nücûm (astroloji kısmı), reml, vs. gibi akla gelebilecek her bilgi alanı değerlendirmeye veyâ tasnîfe konu edilebiliyordu.
Burada kısaca sözü edilen ilim tasniflerinin teferruâtını bir tarafa bırakırsak, İslâm dünyâsında tahsil ve ta’lîme konu olan ilimleri esas olarak şu ana başlıklar altında toparlayabiliriz: Tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm ve felsefe, târih, coğrafya. Bugün ayrı birer ilim dalı olarak târif olunan bir çok ilmin, temelde burada zikredilen ilim dallarından birinin allında değerlendirildiği düşünülürse, bu sayıyı hiç de az bulmamak gerekir. Nitekim mantık, fizik [bunun altında olmak üzere tıp, tarım, büyü, tılsım, hokkabazlık, simyâ, metafizik, matematik [bu başlık altında ise aritmetik, hesap, cebir, ticarî istemler, miras taksimi gibi sayı ilimleri; küre geometrisi ve konik geometri, yüzölçümü hesapları, optik gibi geometri ilimleri], astronomi [astronomi ile ilgili çizelgeler, müneccimlik] ve mûsikî gibi, bugün başlı başına birer iştigal sâhası olan konular bütünüyle felsefî ilimler başlığı altında mütâlâa olunuyordu[45].
Bu umûmî değerlendirmeden sonra, şimdi de yukarıda sözü edilen ilim dallarında yetişmiş Türk menşe’li ilim adamlarını ve en tanınmış eserlerini gözden geçirelim. Hemen belirtelim ki, İslâm dünyâsında ilim olarak görülmüş her bilgi sâhasında, kudretle kalem kullanmış pek çok insan bulunmaktadır. Fakat, netîce îtibâriyle hacmi sınırlı bir yazıda, burada sözü edilen ilim dallarında, deyim yerinde ise isim yapmış, her şahsiyeti, tanımak ve tanıtmak imkânından, pek tabiî olarak, mahrumuz:
1. Tefsir: İslâm’ın mukaddes kitâbının Müslümanlar tarafından lâyık-ı veçhile anlaşılmasına yönelik çalışmalar, İslâm dünyâsında ilk dönemlerden îtibâren başlamış ve konu, üzerinde ehemmiyetle durulan bir ilim dalı olarak ortaya çıkmıştır. Muhtelif kaynaklarda ilk müfessir olarak Hz. Muhammed’in amcası Abbâs’ın oğlunun (İbn Abbâs) adının geçmesi bunu gösterir[46]. Peygamber’in sağlığında, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına yönelik taleplerin bizzat onun tebliğcisi tarafından karşılanmasına mukabil, O’nun vefatından sonra böyle bir imkânın ortadan kalkmış olması, tabiatiyle tefsir çalışmalarının ilk hareket noktasını oluşturdu. Tefsir, basit bir yorum, kapalı ifâdelerin herkesin anlayabileceği duruma getirilmesi işi olmayıp, bunun çok daha ötesinde bir ehemmiyet taşıyordu. Zira, Kur’ân, İslâm hukukunun ana kaynağı durumunda idi; hukukçular sâdece dînî hayâta, ibâdet ve benzeri meselelere değil, sosyal hayâtın her yönünü ilgilendiren konulara dâir karar verirken, evvel-emirde Kitâb’a başvurmak mecbûriyetinde idiler. Binâenaleyh, Kur’ân’ın doğrudan anlaşılması kadar, onun hüküm ihtiva eden âyetlerinin nasıl bir ortamda, hangi şartlar altında indiğini, İslâmî terminoloji ile nüzul sebebini bilmek de son derece ehemmiyetli idi. Bu sebeple, L. Gardet’nin ifâdesiyle, “Kur’ân’ı yorumlamanın bilgisi yahut tefsir, İslâm kültürünün kutuplarından biri” oldu[47]. Binâenaleyh, Kur’ân’ın tefsîri Müslüman milletlerin âlimlerinin hemen hepsinin öncelikli çalışma sâhası hâline geldi[48]. Konuyla ilgili geniş târihî mâlumat vermek, yazı hacmimizi zorlayacağı ve esâsen konumuz bu olmadığı için. biz burada sâdece Türk menşe’li ilim adamları üzerinde duracağız.
Bunların en meşhûru, “ey Araplar, gelin size atalarınızın dilini öğreteyim”diye bağıracak kadar Arap diline ve kültürüne hâkim olan Zemahşerî (ö. 539/1143)’dir. Asıl adı Ebü’l-Kāsım Câru’llâh Muhammed (veya Mahmûd) Ömer ez-Zemahşerî olan ünlü müfessir, Hârezm yakınlarında bulunan Zemahşer köyünde dünyâya gelmiştir. Kendisi, sâdece tefsirde değil hadis, fıkıh, lügat, me’ânî, beyân, nahv gibi ilim dallarında, Bursalı M. Tâhir’in ifâdesiyle, “asrın imamı idi[49]. Zemahşerî’nin el-Keşşâf ‘an-Hakā’ıkı’t Tenzîl adlı meşhur tefsîri, muhâlifleri, bilhassa katı hadisçiler tarafından akla dayandırılmakla suçlanmışsa da bütün İslâm dünyâsında[50] ve bilhassa Osmanlılarda sâhasının en önde gelen eseri olarak görülmüştür[51].
Aynı zamanda fukahâdan olmasıyla ve Tenbîhü’l-Gâfilîn, Bustânu’l-Ârifîn, Te’sîsü’n-Nezâ’ir, Hızânetü’l-Fıkh, el-Muhtelif fi’l-fıkh, Hâşiyetü ‘ale’l-Husûl ve en-Nevâzil fi’l-Fürû’ gibi eserleri bulunan Ebü’l-Leys-i Semerkandî (ö. 373/9S3) ise, Tefsîr-i Şerîf’i ile müfessirler arasında mühim bir yer edinmiştir[52].
Akā’idde Hanefî mezhebi mensuplarının imâmı olan Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâturidî (ö. 333/945) de Türk menşeli bir ilim ve din adamıdır. Buhâra ve Semerkand arasında bulunan Mâturid nâhiyesinde dünyâya gelmiştir. Tefsir. hadis, fıkıh, kelâm ilimlerinde asrının imâmı olarak görülen Mâturidî’nin Me’hazu’ş-Şerâyi’, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, Kitâbu Tevhîd, Kitâbu Makālât, Kitâbu Beyân ve Kitâbu Reddi’l-Edille li’l-Ka’bî adlı eserleri ile meşhur olmuştur; ayrıca kendi adına izâfe edilen bir de tefsîri vardır[53]. Akā’id imâmı olarak, Eş’arî ölçüsünde olmasa bile, akla mühim bir yer verdiği için, kendisini ehl-i re’y olarak tavsif etmek de mümkündür[54].
İslâm dünyâsında Kütüb-i Sitte olarak bilinen altı meşhur hadis kitâbı külliyatının birincisinin ve en meşhurunun sâhibi olan Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâ’il-i Buhârî (194-256/810-870), aynı zamanda tefsir sâhibi bir zat olmasına rağmen, Sahîh’i, bu eserini gölgede bırakmıştır[55].
Bir diğer müfessir, Cemâlü’d-dîn Ebû Abdullâh-ı Belhî (ö. 699/1299), 80 ciltlik Hafîl adlı eseri ile meşhur olmuştur[56].
Kezâ, diğer bir Türk müfessir ise Ebû Hafs Ömer b. İshak b. Ahmed el-Gaznevî (ö. 773/1370)’dır. Aynı zamanda fukahâdan olan yazar, Gazne’li olması hasebiyle Hind ulemâsından sayılmış bu sebeple tefsiri Sirâcü’l-Hindî (Hind’in Çerağı) adıyla meşhur olmuştur. Daha ziyâde fıkhî konulara ve Arap diline tahsis edilmiş bulunan eserlerinden bâzıları şunlardır: Şerh-i Muğnî, Şerh-i Hidâye, Şerh-i Bedî’-i İbn Sağânî, Şerh-i Tâ’iyye-i İbn Fâriz, Şâmil fi’l-Fıkh, Gurre fî Şerh-i Mezheb-i Ebû Hanîfe[57].
Yukarıda, Türkistan’da yetişen ilim adamlarının bu yörede yetişip orada kalmadıklarını, aslî vatanlarını bırakarak, İslâm dünyâsının diğer beldelerine de gittiklerini belirtmiştik. Bu zatlardan birisi de Mevlânâ Şeyh Ali es-Semerkandî (ö. 928/1522)’dir. Bursalı M. Tâhir, Şeyh Ali’nin “Bahru’l-Ulûm ismindeki tefsirleri ârif ve fâzıllar meyânında canları gibi korunmaktadır.” der ve Ankara yakınlarında vefat ettiğini belirtir[58].
Ebû Hafs Ömer en-Nesefî ise hem müfessirîn, hem de mütekellimîn (kelâmcılar) arasında yer almakta olup Teysîr adlı eseri ile tanınmıştı r[59].
Bir diğer ünlü Türk müfessir, Medârikü’-t-Tenzîl adlı tefsîri ile tanınmış olan Hâfızu’d-dîn Ebü’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî’dir. Tabiatiyle sâdece tefsir sâhibi olmayan yazarın Kenz (fıkıhla ilgili), Menâr (usûl-i fıkha dâir), Umde, Kitâbu Menâfi’ fi Şerhi’n-Nâfi’, Müstasfâ Kāfi fi Şerhi’l-Vâfî adlı eserleri vardır[60].
2. Hadîs: Hadîs denince İslâm dünyâsında Hz. Muhammed’in her türlü tasarrufu anlaşılır. Allâh’tan aldığı vahiyleri insanlara ulaştıran ve bu vâsıtayla şâri’-i dîn olan Peygamber, hayatta iken Müslümanların karşılaştıkları meseleleri çözümleyerek, kendisine yönelttikleri sorulan cevaplandırarak onların sıkıntılarını ânında gideriyordu. Onun tavrı, hareketleri, sözleri; sosyal hayatta karşılaşılan hâdiseler karşısında tepkisi veyâ tepkisizliği, İslâm’ın anlaşılıp yaşanması konusunda, bilhassa ahkâm vaz’ında Kur’ân’dan sonra ikinci kaynak olarak görülüp kabûl edildi. Başlangıçta, Kur’ân’la karıştırılma ihtimâli ve tehlikesi bulunduğu için, bizzat Peygamber Kur’an dışında kendisinden duyulan sözlerin yazılmasını men’ etmişti. Bu sebeple, sâhabe, Resûlullah’ın sözlerini ya ezberlemekle yetiniyor veyâ fiillerini hâfızalarına nakşetmekle iktifâ ediyordu. İlk halîfeler zamanında hızla genişleyen İslâm sınırları, ezbere çok sayıda hadis bilen kimselerin uzak diyarlara dağılmalarına yol açtı. Bu sebeple, Köprülü’nün ifâdesiyle, “Her sâhabenin hâfızasında ayrı ayrı hadisler saklı olduğu için, onları öğrenmek isleyen herkes, muhtelif İslâm merkezlerine giderek, onları bizzat erbâbından işitip öğrenmek zorunda bulunuyordu. Halîfe Osman’ın şehit düşmesinden sonra meydana çıkan anarşi zamanında türlü inançlarda ve iddialarda türlü fırkalar zuhûr etti; her fırka, kendi iddiâsının yayılıp kuvvetlenmesini te’min için, deliller ileri sürmeğe ve hadîsler uydurup ortaya atmağa mecbûriyet gördü. Bilhassa Halifelik ve Halifelik şartları gibi siyâsî meselelerde, bunun gibi, inanç (i’tikad)larla ve yapılması gereken işlerle (‘amel) alâkalı birçok hususlarda, muhtelif sebepler/e, türlü türlü hadîsler uyduruldu. Tarihte hadîs ortaya atmakla şöhret kazanmış, hattâ bunu kendisi de itiraf etmiş olanlar vardır; hâlbuki hadîsleri bilmek, Müslümanlar için pek büyük ve pek tabiî bir ihtiyaç idi: binâenaleyh, fetret devirleri geçip hakikati arama ve tenkîd devirleri başlayınca, sonradan konulan ve doğru olmayan (mevzu’) hadîslerin çokluğu dikkati çekmiş, bu hususlarda birçok derin tedkiklerde bulunularak, rivayet edenlerin ve rivayet edilenlerin doğruluğunu te’min için, mümkün olduğu kadar kuvvetli ve çok ince bir usûl uücûda getirilmiştir[61]. Netîce îtibâriyle, hadîsler doğruluk derecelerine göre tasnîfe tâbi tutulmuş ve böylece sahîh, hasen, za’if, mürsel, münkatlı’, ahad, mevzû’ gibi otuz küsûr civârında bir kategori oluşmuştur. Böyle bir gelişme, güçlü bir hadis ilmi geleneği ortaya çıkarmış, hadis ekolleri teşekkül etmiş, hadis rivâyet edenlerde bulunması gereken vasıflar tesbit edilmiş ve bu işin mütehassısı olan müfessirler, kılı kırk yararcasına titiz bir çalışma içerisine girmişler; derledikleri hadisleri tertip ve tasnif ettikleri eserlerine geçirmişlerdir. İslâm dünyâsında yetişmiş ünlü müfessirlerin tamâmını gözden geçirmek, bu yazının sınırlarını aştığı için, biz tıpkı tefsir konusunda olduğu gibi, bu konuda da sâdece Türk menşe’li müfessirler üzerinde duracağız[62].
Hadis sâhasının en büyük âlimi, hiç şüphesiz, Buhâra’lı Ebû Abdullâh Muhammed b. İsmâ’il (194-256/810-870)’dir. Câmi’u’s-Sahîh veyâ Sahîh-i Buhârî adıyla da anılan meşhur eseri, Bursalı M. Tâhir’in ifâdesiyle, “Kur’an-ı Kerîm’den sonra usul ve fürû’ bakımından din-i mübin-i İslâmın içtihad ve ihticac kaynağı bulunan altı muteber kitabın [Sıhah-ı Sitte: Altı sahih hadis külliyâtı] birincisi”dir. Sahîh-i Buhârî, Osmanlı devletinde medreselerde tahsil olunan en başta gelen hadis külliyâtıdır. Binâenaleyh, “Bu değerli eserlerinden dolayı İslâm âlemi kendilerine minnettardır.[63]”
Diğer büyük bir muhaddis ise, yukarıda belirtilen Kütüb-i Sitte külliyâtını oluşturan eserlerden bir diğerinin sâhibi olan Muhammed b. Îsâ (ö. 279/S92)’dır. Kendisi, Buhâra’nın Tirmiz köyündendir; dolayısıyla Tirmizî adıyla meşhur olmuştur. Eseri, Sahîh-i Tirmizî olarak tanınır[64].
Kezâ, Kütüb-i Sitte külliyâtını oluşturan eserlerden bir diğerinin yazarı da Türk’tür: Ebû Abdu’r-rahmân Ahmed b. Şu’ayb en-Nesâ’î (ö. 303/916). Batı Türkistan’ın köylerinden Nesâe’de doğmuştur. Eseri Sünen veyâ Sünen-i Kübrâ olarak bilinir[65].
En az bunlar kadar veyâ bunlardan daha meşhur bir âlim vardır ki, kendisi Ehl-i Sünnet’i oluşturan dört mezhepten birinin imâmı olması ile tanınmıştır: İmâm Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855). Babası, “Türkistan’ın Kuru kasabasından olup valideleri ve Merv’den Bağdad’a hazreti imama hamile oldukları halde gelmiştir.[66]” Meşhur eserinin adı Muvatta’dır. Ahmed b. Hanbel’in kurduğu ekol, diğer mezhepler arasında hadîse bağlılık bakımından oldukça katıdır; bu yüzden, “akılcı ekolün sünnî muhâlifi” olarak tavsif olunan imâmının yolu (Hanbelîlik), daha sonra İbn Teymiye’nin çalışmaları ile iyice güçlenmiş ve bilâhare bugünkü Vehhâbîlik’in de temelini oluşturmuştur[67].
Semerkand’da doğan muhaddislerden bir diğeri de Ebû Muhammed Abdullâh b. Abdu’r-Rahmân-ı Drâmî (6. 25 5/869)’dir. Kitâb-ı Müsned’i sahih hadis kitapları arasında zikredilmektedir[68].
Şâfiî mezhebinin önde gelen fakîh ve muhaddislerinden olan Mâverâünnehir (Şaş)’lı Ebûbekr-i Şâşî (ö. 366-976), Âdâbu’l-Kādî adlı eserin sâhibidir[69].
Hârezm’in Burkān nâhiyesinden olduğu için Hârezmî adıyla meşhur olmuş bulunan Ebûbekr Ahmed b. Muhammed (ö. 425/1034), fıkıh ve hadis âlimlerinin önde gelenlerinden idi. Kendisi Buhârî ve Müslim’in hadis kitaplarında ortak olarak geçen hadisleri bir araya getirmişti. Kitâb-ı Câmi’ adlı eseri Câmi’u’s-Sahîbeyn-i Burkānî adıyla da bilinir[70].
Osmanlı ulemâsının üzerinde en fazla çalıştığı hadîse dâir eserlerden biri olan Meşârıku’l-Envâri’n-Nebiyye min Sıhahi’l-Ahbâri’l-Mustafiyye’nin[71] sâhibi İmâm Raziyyü’d-dîn Hasan b. Mehmed-i Sagânî (ö 650/1253)’de Türk menşe’li ulemâdandır. Ünlü âlimin diğer meşhur eserleri ise şunlardır: Şerh-i Buhârî, Mecma’u’l-Bahreyn, İbâdu’z-Zehrâ, Şevârid, Tekmile-i Sıhah, Esmâ’u’d-Dîn, Kitâbu’l-Eser[72].
3. Fıkıh: Köprülü’nün ifâdesiyle, “Müşterek İslâm medeniyetinin en dikkate değer mahsullerinden biri de fıkıh (fıkh) dediğimiz İslâm hukûku’dur. İslâmiyet dâiresine giren kavimler, evvelce ne gibi hukuk müesseselerine mâlik olurlarsa olsunlar, fıkıh hükümlerini kabûle ve ona bağlı kalmağa mecbûr oluyorlardı. Bununla berâber, eski hukûkî an’anelerin, asırlarca onlara tâbi olmuş kavimler tarafından kolay kolay unutulmayacağı pek tabiî idi; bu an’aneler İslâm fıkhının inkişâfı üzerinde te’sir icra ettiği gibi, meselâ Türk, Arap, Fars hukûkî vicdanlarının birbirinden farklı olması da, yine onun te’siri iledir.[73]” Bilindiği gibi, İslâm hukûkunun ilk iki aslî kaynağı Kur’ân ve hadistir. Başlangıçtan çok kısa bir süre sonra bu iki temel kaynağa icmâ’ (İslâm ulemâsının bir konu üzerinde görüş birliği) ve kıyâs (hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir konunun, illet bakımından hakkında açık hüküm bulunan başka bir konu ile mukāyese edilerek bir karâra varılması) da eklendi. Bu son iki kaynak, ulemânın içtihâd yapmasını, diğer bir deyişle, mevcut kaynakları göz önünde bulundurmak sûretiyle, karşısına çıkan problemlerin çözümünde akıl ve re’yini de kullanmasını gerektiriyordu. Binâenaleyh, fıkıh ilmi, netîceleri ile İslâm cemiyetinin dünyevî ve uhrevî meselelerini tanzim etmesi dolayısıyla, İslâm ulemâsının en temel çalışma sâhalarından biri hâline geldi; bu çalışmalar netîcesinde IX. ve X. asırlarda fıkıh ekolleri olarak nitelenebilecek olan mezhepler teşekkül etti[74].
Türk menşe’li ulemânın diğer İslâmî ilimlerde olduğu gibi, fıkıh sâhasında da mühim bir rol oynadığını; dolayısıyla eserleri bütün İslâm dünyâsında temel kaynaklar arasına giren ilim adamları yetiştiğini görüyoruz. Bunların en dikkati çekeni, aynı zamanda Hanefî fıkhının akā’idde imâmı olan ve hakkında yukarıda kısaca bilgi verilen Ebû Mansûr-ı Mâturidî’dir. onun tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm âlimi olarak ortaya koyduğu eserlerin başlıcaları yine yukarıda zikredilmiştir.
Yine bir müfessir olarak yukarıda kendisinden ve eserlerinden söz edilen Ebü’l-Leys-i Semerkandî, aynı zamanda meşhur bir fakîh idi.
Kezâ, Osmanlı ulemâsının temel referans kaynaklarından birisi olan Vikāye şerhlerinden birinin yazan da Türk menşe’li bir ilim adamıdır. Bilindiği gibi, Burhânu’ş-Şerî’a Mahmûd (ö. XIII. yy.)’un Vikāye adıyla bilinen ve tam adı Vikāye er-Rivâye fi Mesâ’ili’l-Hidâye olan ve kızdan torunu Sadru’ş-Şerî’a-i Sânî (ö. 750/1349) adına yazılmış bulunan, bu sebeple daha ziyâde Sadru’-Şerî’a nâmıyla tanınan fıkhın mu’âmelât kısmıyla ilgili bu eser üzerine Osmanlı ulemâsının çok sayıda çalışması bulunmaktadır[75]. Vikāye’cilerden Sadru’ş-Şerî’a Abdullâh b Mes’ûd-ı Herevî’in başlıca eserleri Tenkîh ve şerhi, Tavzih, Şerh-i Vikāye, Vaşşâh (me’ânîye dâir) ve Ta’îlü’l-Ulûm fî Aksâmi’l-Ulûmi’l-Akliyye’dir[76].
Bir diğer Türk fakîh ilim adamı ise, Tarab kasabası civârında bulunan doğum yeri İtkān’a nisbetle İtkānî nâmıyla tanınmış olan Emîr Kâtib ibn Ömer el-Âmidî (ö. 75S/1357)’dir. İtkānî’nin Şerh-i Müntehabât-ı Âhestegî ve Gâyetü’l-Beyân adıyla tanınan Hidâye’si ve şerhi bulunmaktadır[77].
Bursalı Mehmed Tâhir, Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri isimli eserinde tabakātu’l-fukahâyı teşkil eden âlimler içindeki Türk fukahâsı başlığı altında 52 kişinin ismini vermektedir ki, hemen tamâmı geniş mânâda Türkistanlıdır; bu çalışmanın sınırlarını zorlamamak için bunların tamâmını burada zikretmek istemiyoruz[78].
4. Kelâm ve Felsefe: Kelâm ile akā’id ve bilâhare felsefî akımlar arasında, ele alınan ve tartışma konusu yapılan meselelerin benzerliği bakımından, kesin bir ayırım yapmak mümkün gözükmemektedir, İslâm dünyâsında İlk felsefi cereyanların hicretin birinci yüzyılından îtibâren ve ilm-i kelâm adıyla ortaya çıktığı bilinmektedir, İslâm, henüz klâsik Arap coğrafyasının sınırları dâhilinde iken burada sözü edilen türden akımların görülmemesine rağmen, Müslümanların daha ikinci halîfe zamanından îtibâren hızla eski kültür ve medeniyet merkezleri olan Suriye, Irak, Mısır ve İran’ı ele geçirmesi ile, buralarda öteden beri yayılmış bulunan felsefî telâkkiler, İslâm düşünce dünyâsına hızla girmeğe başladı. Yine kısa zamanda bu çerçevede bir çok dînî fırkalar ortaya çıktı. Bunlar arasında en tanınmış ve kendine has nazariyeler üretmiş olanı Mu’tezile’dir. Bu akımın önde gelen isimlerinden olan Vâsıl b. Atâ (80-131/699-748) ve Amr b. Ubeyd (ö. 144-145/701-762), bilhassa Allah’ın sıfatlan, kader, irâde-i cüz’iyye, imamet gibi konular üzerinde, Ehl-i Sünnet’in bu hususlardaki düşüncelerinin aksine görüşler ileri sürdüler. Böylece, Köprülü’nün ifâdesiyle, “Ehl-i sünnet’in Fıkh-ı Ekber’ine karşılık, Mu’tezilenin ilm-i kelâm’ı vücûde geldi.[79]” Bu akım, Abbasî halîfelerinden Mansûr’dan başlayarak bilhassa Me’mûn zamanında (IX. yüzyılın başları), yaygınlık kazanan Yunan, Iran, Hind, Hristiyan ve Yahûdî kaynaklarının Arapça’ya tercüme edildiği dönemlerde, tercüme eserler vasıtasıyla giren felsefî düşüncelerden faydalanmanın yolunu bulmakla kalmadı; aynı zamanda arkasına devlet desteğini de alarak, İslâm dünyâsında kendisine güçlü bir yer edindi.
Mu’tezile’nin Ehl-i Sünnet’in inanç kapılarını zorlayan çalışmaları, kısa bir süre içerisinde karşılığını bulmakta gecikmedi, Bilhassa, önceleri Mu’tezilî iken, bilâhare bu akımdan vazgeçen ve önceden dâhil olduğu ekolün düşünce kalıplarını, mücâdele, münâkaşa ve muhâkeme metodlarını ustaca kullanan Ebü’l-Hasani’l-Eş’arî (260-324/837-935), Mu’tezilî kelâmının karşısına bir Ehl-i Sünnet kelâmı çıkarmağa muvaffak oldu[80]. Onun, bu sâhadaki çalışmaları ve düşünceleri, bilâhare akā’idde Eş’arî mektebi veyâ mezhebi olarak karşımıza çıkacaktır. Hemen hemen aynı dönemlerde, Ehl-i Sünnet’in ikinci akā’id mektebi veyâ mezhebinin kurucusu olarak, Türkistanlı Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâturîdî (ö. 333/945)’yi görüyoruz, iki büyük imam arasında temelde fazla bir görüş ayrılığının olmadığı bilinmektedir. Her ikisi de, çalışmalarında akıl ve re’ye hak ettiği yeri vermiş, fakat İslâm’ın açık nasslarını, zorlamaktan kaçınmışlardır[81]. Ancak, birinci daha ziyâde Arap dünyâsında taraftar bulurken, ikincisi Türk dünyâsında öncelikli imam olarak kabûl edilmiştir. Kezâ, her iki akā’id mektebi, Mutezile kanalıyla İslâm dünyâsına giren felsefî görüşleri ve mantık yürütme metodlarını kullanmaktan çekinmemiştir. Bununla birlikte Mu’tezile kelâmının ve bu arada Yunan felsefesinin İslâm dünyâsında büyük bir tesir icrâ ettiği bilinmektedir. Ancak, bilhassa İmâm Gazzâlî gibi şahsiyetlerin çalışmalarıyla, bu felsefenin aşırı uçları yontulmuş ve böylece Sünnî-İslâm kelâmının içerisinde mühim bir yer edinmiştir. Türk menşe’li Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozof-ilim adamlarının çalışmaları, hem antik Yunan felsefesine ve hem de klâsik İslâm düşünce geleneğine ehemmiyetli katkılar sağlamıştır[82].
Yukarıda bir vesîleyle işâret olunduğu üzere, İslâm ilimleri tasnîfinde felsefenin çok geniş bir çerçevesi vardır ve bugün pek çoğu bizzat müşâhedeye dayalı (müsbet ve tecrübî) ilimler arasında yer alan bilgi alanlarının hemen tamâmı, felsefe umûmî başlığı altında yer almıştır. Bu sebeple, aşağıda isimleri zikredilecek olan ilim adamlarının münhasıran felsefe veyâ kelâm değil, diğer ilim dallarında da eser verdiklerini hatırlamak durumundayız.
Bu sâhanın en tanınmış Türk ilim adanılan, yukarıda adları geçen İmâm Mâturidî, Fârâbî, İbn Sînâ’dır. Mâturidî hakkında yukarıda kısaca bilgi verildi. Kezâ, ilimlerin tasnîfi dolayısıyla Fârâbî’nin ve İbn Sînâ’nın da adları zikredildi. Bunlardan Fârâbî, İslâm filozoflarının en önde gelenlerinden olup, Aristo felsefesi ile alâkası ve bu sâhadaki başarılı çalışmalarından dolayı, Mu’allim-i Sânî (ikinci muallim, ikinci Aristo) lakabıyla da meşhur olmuştur. Aristo’nun eserlerini ve felsefesini Arap, dolayısıyla İslâm dünyâsına asıl tanıtan odur. Eserlerinin ekserisi Avrupa dillerine de çevrilmiş bulunan Fârâbî’nin yekûn 80 civârında eserinin olduğu belirtilir. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Şerh-i Öklides, el-Muhtasaru’l-Evsat fi’l-Mantık, Seyâhatü’l-Medîne, Fusûsu’l-Hikme, Medînetü’l-Fâzıla, İhsâ’u’l-Ulûm ve’t-Ta’rîf, Kitâbu’n-Nefs, Kitâbu’l-Burhân, el-Muhtasaru’l-Mu’ciz, Kitûbu’l-Mûsıkî, Şerh-i Kütüb-i Aristo. Mûsikî sâhasında da mühim çalışmaları ve yeri bulunan, mûsikî aletlerinden kānunu, îcat eden Fârâbî 339/950’da Şam’da vefat etmiştir[83].
Eş-Şeyh, er-Re’îs, el-Feylesof ve et-Tabîb lakaplarıyla anılan Avrupa’nın Avicenna’sı İbn Sînâ ise, Buhâra’nın Hartmesen köyünde doğmuş bir Türk’tür. Tıbb ve hikmete dâir Kānûn’u Latince’ye çevrilen ve iki-iki buçuk asır evveline kadar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okunan İbn Sînâ’nın -bâzıları muhtelif Avrupa dillerine aktarılmış- pek çok eseri bulunmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır: el-Kānûn fi’-Tıbb, Kitâbu’ş-Şifâ, İşârât, Kitâbu’l-İrsâd, Kitâbu Uyûni’l-Hikme, Risâle-i Ecrâm-ı Semâviyye, Fusûl-i İlâhiyye, Lisânu’l-Arab, 22 cildlik Levâhıku’l-İnsâf, 20 cildlik Kitâbu’l-Hâsıl ve’l-Mahsûl, Risâletü’l-Âleti’r-Rasadiyye, 20 cildlik Kitâbu’l-İnsâf. Eser yazmağa 21 yaşında başlamış olan İbn Sînâ Türkçe, Arapça, Farsça ve Yunanca biliyordu. Kendine has bir varlık ve bilgi teorisi bulunan İbn Sînâ, ilgili eserlerinde çeşitli metafizik konularla birlikte, ruh-beden münâsebeti, nübüvvet, Allâh ve âlem gibi konuları derinliğine işlemiştir[84].
Bilhassa kelâm ve felsefe (İslâm ilimleri tasnîfinde felsefe umûmî başlığı altında ele alınması dolayısıyla pek tabiî olarak tıbb) sâhasında eser vermiş Türk menşe’li ilim adamları, hiç şüphesiz, bunlardan ibâret değildir. Bu cümleden olmak üzere, meşhur Arap filozofu el-Kindî’nin talebelerinden Nüzhetü’n-Nüfûs, el-Medhal ilâ Sınâ’ati’n-Nücûm, Kitâbu’n-Nefs, Kitâbu’l-Mesâ’il, Kitâbu’l-Aritmetikî fi’l-A’dâd ve’l-Cebr, Kitâbu’l-Medhal ilâ Sınâ’ati’t-Tıbb ve Kitâbu‘l-Celsâ ve’l-Mecâlise sâhibi Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Tabîb-i Serahsî (ö. 283/896); Agrâzu’t-Tayyibât ve Zâhire-i Hârezm-şâhiyye müellifi Ebû İbrâhîm-i Cürcânî (ö.531/1136-37); Hoca Fahrü’d-dîn b. Evhadî-i Sebzevârî (ö. 868/1463), Hakîm Ezrâk-ı Mervî, Akribezin adlı 49 bölümden oluşan bir tıbb kitâbının sâhibi Bedru’d-dîn-i Semerkandî; Kitâbu Agdiyeti’l-Marîz, Kitâbu’l-Esbâb ve’l-Alâmât, Kitâbu’l-Akribezini’l-Kebîr gibi tıbbî eserlerin sâhibi Necmü’d-dîn Ebû Hâme-i Semerkandî; el-Ahadu’l-Aksâ ve Beyânu Vücûhi’l-Hikme adlı tıbbî eserlerin müellifi Ebû Yezîd-i Belhî; felsefe, tıp ve matematik sâhasının meşhurlarından Kitâbu’r-Ravza fi’l-Ensâb, Resâ’ilü fi’t-Tıbb ve Şenâbetü fi’l-Hey’e adlı eserlerinin sâhibi Abdu’r-rahmân el-Hasanu’l Kattâni’l-Merzevî; Yâdigâr-ı Tıbb ve Hanefiyyü’l-Alâ’î müellifi Şerif Şerefü’d-dîn gibi daha pek çok ilim adamını saymak mümkündür[85].
5. Diğer Tabiî İlimler: Türk dünyâsı ve bilhassa Türkistan nücûm (astroloji), hey’et (astronomi) ve matematik sâhalarında da büyük ilim adamları yetiştirmiştir. İlm-i nücûm, hey’et ve benzeri ilimler, İslâm dünyâsında ilk dönemlerden îtibâren, bilhassa namaz dolayısıyla vakitlerin doğru tesbîtine olan ihtiyaç, bu ilimleri Müslüman âlimler nezdinde hatırı sayılır bir mevkie yükseltmiştir[86]. Bu âlimler arasında Türklerin de yer almış olmaları gayet tabiîdir. Bunların ortaya koydukları ürünleri İslâm dünyâsının her tarafında olduğu gibi, XV. yüzyılın ikinci yansına kadar uzanan bir zaman çizgisi üzerine Osmanlı başkenti İstanbul’a kadar ulaştığı ve hattâ ünlü Ali Kuşçu vâsıtasıyla bu sâhadaki anlayış ve bilgi birikiminin Osmanlı medreselerine intikal ettirildiği bilinmektedir. Bu cümleden olmak üzere, isimlerini ve bâzı eserlerini zikredebileceğimiz ilim adamları şunlardır: Zîcü Ebi’l-Ma’şer, el-Medhal, el-Müzâkerât, et-Tabâyi’, el-Kırenât, ed-Düvel ve’l-Milel. el-Ekālim, el-Mes’elât, es-Salâh, el-Mevâlid gibi eserlerin sâhibi Ebû Ma’şer-i Belhî; ünlü matematikçi ve cebir üstâdı, Kitâb-ı Fahrî, Sind-i Hind ve Hikmetü’d-Dâhile adlı eserlerin müellifi Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî: eserleri Latince’ye de çevrilmiş bulunan Kitâbu’l-Hareketi’s-Semâviyye ve Cevâmi’u’n-Nücûm müellifi Ahmed b. Kāsır-ı Fergânî (ö. 226/840); Âsâru’l-Bâkıye, Makālidü’l-Hey’et, Kānûn, el-İrşâd fî Ahkâmi’n-Nücûm ve İsti’âb fi Tashîhi’l-Kürre gibi eserleriyle Avrupalılarca da tanınan ünlü âlim Ebü’r-Reyhân el-Bîrûnî el-Hârezmî (ö. 430/1038-39)[87]; hey’etle ilgili olup Seyyid Şerif ve Kādî-zâde-i Rûmî tarafından da şerh edilmiş bulunan meşhur Çağmînî adlı eserin müellifi Muhammed b. Muhammed-i Çağmînî; geometriye dâir Eşkâlü’l-Te’sîs’in müellifi Şemsü’d-dîn-i Semerkandî (ö. 600/1203); Muhammed-i Hocendî, Abdullah b. Sehlü’l-Fergânî, Ali Şâh-ı Buhârî, Muhammed b. Muhammed Ömer el-Belhî (ö. 772/1370); el-Câmi’ adlı eserinde Batlamyus’un Mecesti isimli kitâbında yer alan meseleleri açıklayan ve ayrıca el-Medhal adlı başka bir eserin müellifi olan Ahmed b. Muhammed el-Fergânî[88].
Fakat, Osmanlı sâhasıyla doğrudan ilişkileri dolayısıyla asıl dikkati çeken ve isimleri Anadolu sâhasında da meşhur olan iki şahsiyet daha vardır. Bunlar, bir hükümdar olan Uluğ Beğ (ö. 863/1459)[89] ve onun himâyesi altında yetişmiş bulunan Mevlânâ Ali Kuşçu (ö. 879/l474)’dur. Uluğ Beğ, bir hükümdar olarak Semerkand’da tesis ettiği rasad-hânede bizzat çalışmalarda bulunmuş ve Zîc-i Elfî adıyla bir cedvel tertip etmekle kalmamış, aynı zamanda ünlü rasad-hânesinde himâyesi altında çalıştırdığı Ali Kuşçu gibi bir âlimin yetişmesine katkı sağlamıştır. Uluğ Beğ’in sâbit yıldızlar hakkındaki yeni rasad kayıtlarıyla ünlü eseri, daha 1665 gibi nisbeten erken bir târihte İngiltere’de Oxford’da basılmış ve bu arada muhtelif Batı dillerine de tercüme olunmuştur. Osmanlı ilim âleminin bu sâhadaki en tanınmış sîmâlarından birisi olan Kādî-zâde-i Rûmî’nin, Uluğ Beğ’in rasat-hânesinde Ali Kuşçu ile birlikte çalıştığı ve onun Zîc’inin tertîbinde kendisine yardım ettiği mâlumdur[90].
Aslen Mâverâünnehir’li olan ve yukarıda belirtildiği gibi Uluğ Beğ’in himâyesinde yetişmiş bulunan Ali Kuşçu, hâmîsinin vefâtının ardından İstanbul’un büyük fâtihi, Ebü’l-feth Sultân Mehmed Hân’ın dâveti üzerine İstanbul’a gelmiş; yol boyunca Fâtih’in emri gereğince kendisine olağanüstü i’zâz ve ikramlarda bulunulmuş; bizzat Fâtih tarafında fevkalâde hüsn-i kabûle mazhar olmuş bir zattır. Pek çok eseri bulunan âlimin, yirmi ilimden bahseden Mahbûbu’l-Hamâ’il fî Keşfi’l-Mesâ’il, Meserretü’l-Kulûb, Kāfiye, Sâfiye ve Tecrîd’e dâir şerhleri, sarf ilmi ile ilgili Unkûdu’z-Zevâhir’i ve Vaz’iyye adlı eser ve risâlelerinden başka, bizzat Fâtih Sultân Mehmed adına kaleme alınan hey’etle ilgili Risâle-i Fethiyye’si ile hesâba dâir Muhammediyye’sini bilhassa belirtmek gerekir[91].
6. Coğrafya ve Târih: Türk menşe’li Müslüman ilim adamlarını icrâ-yı faaliyet ettikleri ilim dallarından birisi de coğrafya ve târîhdir. İslâmiyetin on küsur yıl içerisinde Arabistan’ın sınırları dışına taşarak Mısır, Suriye, Irak, Îran ve bilâhare Orta-Asya’ya kadar oluşan geniş bir mekâna yayılmış olması, Müslümanların bu geniş coğrafyayı çok iyi tanımalarını kaçınılmaz kıldı. Arabistan dışındaki bölgeleri konu edinen ilk coğrafî eserler, başlangıçta sırf hukûkî âmiller dolayısıyla kaleme alınmıştı; bilhassa, Köprülü’nün belirttiği üzere, “Cizye, haraç, mukāta’ât gibi hükümlerin, fethediliş tarzına göre değişmesinden dolayı, bir memleketin yalnız tarihini değil, coğrafyasını da bilmek hukuk ve idare ihtiyaçlarından idi; ticaretin, askerliğin, hacc’ın, ilmî malûmat elde etmek maksadı ile muhtelif memleketlere gitmek ihtiyacı’nın da coğrafya çalışmalarının inkişafında yeri olduğu, şüphesiz inkâr edilemez[92]. Daha başka faktörlerin de devreye girmesiyle, çok geçmeden coğrafya üzerine çeşitli eserler yazılmağa başlandı[93]. Aynı şekilde, târih ilminin de benzeri sebeplerle, hızlı bir gelişme kaydettiği muhakkaktır. Esâsen, İslâm öncesinde Araplar kendi kabîle geçmişlerini araştırmak, bu hususta geniş bilgi birikimine sâhip olmak ve şecerelerini çok gerilerine götürmek husûsunda oldukça hassas idiler; bu sebeple Arap geçmişinde târihe karşı husûsî bir alâka vardı. “İslâmiyet’ten sonra, Kur’ân’ın ve hadîslerin toplanması ve tefsîri ile meşgûl olunduğu sırada, âyetlerin nâzil olduğu, yâhut hadîslerin söylendiği yerlerin ve o esnadaki hal ve şartların tahkik ve tedkikine lüzum görüldü. Böylece Peygamber’in hayatı hakkındaki malûmat da toplandı ve bir müddet hıfz ve nakl sûretleriyle tedavül ettikten sonra, nihayet, tedvin ve te’vil olundu.[94]” Bu çalışmaların ilk ürünü olarak siyer ortaya çıktı; bilâhare fethedilen ülkelerin fetih durumları, yâni harple mi, sulh yoluyla mı, yoksa emân verilmek sûretiyle mi elde edilmiş oldukları meselesi, yavaş yavaş daha şümûllü çalışmaları ve târih eserlerini doğurdu. Meselenin târihî seyri ile ilgili teferruâtı bir tarafa bırakarak, sâdece Türk menşe’li coğrafyacılara kısaca bakacak olursak:
Bu ilim adamları arasında, Kitâbu’l-Memâlik ve’l-Mesâlik, Fezâ’il-i Bağdad ve Ahbâruhû. Kitâbu Menfa’ati’l-Cibâl ve Kitâbu Zâde’l-Hafîr’in müellifi, aynı zamanda bir tabip olan ve yukarıda adı geçen Ahmed b. et-Tabîb es-Serahsî (ö. 283/896)’yi; on cildlik Târih-i Merv’i, kezâ on cildlik Zeyl-i Târîh-i Hatîb-i Bağdâdî ve sekiz cildlik Kitâb-ı Ensâb’ı ile Ebû Sa’id Sem’ânî el-Mervîzî (ö. 562/1166-67)’yi; Târîh-i Taberî’ye yazdığı zeyl ile Muhammed-i Fergânî’yi; Zübdetü’t-Tevârîh sâhibi Hâfız Ebrû (ö. 834/l430-31)!yu; Ravzatu’l-Ahbâr’ı ve ünlü âlim Ali Şîr Nevâ’î adına yazdığı Kitâbu Tekmîli’s-Sınâ’a sâhibi Cemâlü’d-dîn Atâ’ullâh-ı Nişâburî (ö. 917/1511)’yi; Hulâsatu’l-Ahbâr, Ceybü’s-Siyer, Mekârim-i Ahlâk, Cevâhirü’l-Ahbâr, Me’serü’l-Mülûk, Garâ’ibü’l-Esrâr adlı eserlerin müellifi Gıyâsü’d-dîn Muhammed (o. 942/1535)’i; Uluğ Beğ’in emriyle yazılmış olan Çin Seyâhat-nâmesi müellifi meşhur âlim Ali Kuşçu’yu; Rezmü’l-Arz adlı eseriyle meşhur matematik âlimi el-Hârizmî’yi bir çırpıda saymak mümkündür[95].
7. Edebiyat: Burada son olarak, kısaca da olsa, Türk kültürünün mühim bir cüz’ünü oluşturan tasavvuf edebiyâtı ve ünlü mutasavvıflar ile dîvân sâhibi meşhur Türk edebiyatçıları üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği gibi, İslâmiyet Türk dünyâsına daha ziyâde tasavvuf kanalıyla intikal etmiş ve bu vesîleyle Türk derviş ve babaları, ekseriyeti göçmen Türkmenler nezdinde nüfuzlu bir yer edinmişlerdir. XI-X1II. yüzyıllar arasında Horasan menşe’li çok sayıda Türkmen dervişinin Ön-Asya’ya geldiği; bunların Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında mühim bir rol oynadığı, bugün artık harc-ı âlem bilgiler arasındadır. Bu şahsiyetlerin başında, herkesin adını bildiği Hoca Ahmed-i Yesevî gelir[96]. Ancak, Yesevî’den başka, bâzıları bizzat tarîkat kurucusu büyük mutasavvıflar da vardır. Bunların başında Şâh-ı Nakşbendî lakaplı Muhammed Bahâ’üd-dîn (ö. 791/1389J gelir. Buhâra yakınlarında Kasr-ı Ârifân köyünde doğmuş olan Şâh-ı Nakşbendi, Nakşbendî tarîkatinin de pîri ve kurucu olarak kabûl edilir. Delîlü’l-’Âşıkîn ve Hayât-nâme adlı tasavvufa dâir eserlerin sâhibidir. Nakşbendîlik, dünden bugüne Türkistan’da en çok taraftar toplamış bir tarîkat olarak, zaman içerisinde Yesevî geleneğini ehemmiyetli ölçüde kendi düşünce sistemi içerisinde yoğurma başarısını göstermiştir[97].
Diğer bir tarikat pîri ise, Şeyh Necmü’d-dîn-i Kübrâ ( ö. 618/122l)’dır. Aslen Hârezm’li olan Kübrâ ve Ebü’l-Cenâb lakaplı Şeyh Necmü’d-dîn’in Usûl-i Aşera adlı eseri, İsmail Hakkı İzmirli tarafından şerh ve tercüme edilerek yayımlanmıştır. Kübrevîlik tarîkatinin pîri olan şeyhin müntesipleri, Anadolu’da da bulunuyordu[98].
Tasavvuf erbâbından olmak üzere, Türkistan diyârında yetişmiş kişiler olarak adlarını zikretmekle yetineceğimiz diğer şahsiyetler ise şunlardır: Şakîk-ı Belhî (ö. 174/790); Hâtem-i Âsanım (ö. 237/851); Ebû Türâb-ı Nahşebî (ö. 245/859); Belh’li Sultan İbrâhîm b. Edhem (ö. 261/874-75); Ali Ramtinî-i Buhârî (ö. 322/934); Ebü’l-Hasan-ı Hırkānî (ö. 415/1024); Menâzilü’s-Sâ’irîn, el-Makāsıdu’l-Aksâ, Keşfü’l-Hakā’ık[99] ve Zübdetü’l-Hakā’ık adlı eserlerin müellif Azîz-i Nesefî (ö. 618/1221); Nakşbendî tarîkati mensûbu Abdu’l-hâlık-ı Gücdüvânî (ö. 618/1221); Emir Sultân olarak bildiğimiz Bursa’da medfun Muhammed Şemsüddîn-i Buhârî (ö. 833/1429); Kenzü’l-Cevâhir müellifi, Necmû’ddîn-i Kübrâ müntesiplerinden Şeyh Ebü’1-Vefî-yı Hârizmî ve daha niceleri[100]...
Aynı dönemlerde yine aynı coğrafyada yetişmiş yüzlerce edîb ve dîvân sâhibi şâirler arasından isimlerini anlakla yetinmek mecbûriyetinde kaldığımız şahsiyetler ise şunlardır: Hakîm Senâ’î-i Gaznevî (ö. 455/1063), Şâh-ı Bedehşânî, Zâhir-î Faryâbî, Kemâlü’d-dîn-i Çemendî, Ziyâ’-ı Buhârî; Emîr Hüseyn-i Dehlevî (ö. 725/1325); Mecâlisü’l-Uşşak sâhibi Sultân Hüseyin Baykara; Çağatay edebiyâtının zirvesi Ali Şîr Nevâ’î (ö. 906/1500); kadın şâirlerden Ayşe-i Semerkandî, Azîmet-i Semerkandî, Mihrî, Nurcihân Begüm, Lala Hâtûn, İsmetî, Duhter-i Kâşgarî...[101]
Burada son olarak, Karahanlı döneminin ünlü lügatçisi Kâşgar’lı Mahmûd’un Dîvânü Lügâti’t-Türk (yazılışı, 466/1073)’ünü[102];Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig (yazılışı, 462/1069/70)’ini[103]; Edîb Ahmed’in Hibetü’l (veyâ Atabetü’l-Hakāyık’ını[104]; başlı başına bir kültür merkezi hâline gelmiş bulunan Hârezm’de vücut bulmuş pek çok edebî ürünü[105] ve Türkistan şehirlerini adetâ birer ilim ve kültür merkezi hâline getiren Timur ve ahfâdının zamânında ortaya çıkan ilmî ve fikrî çalışmaları ise, sâdece zikretmekle yetinmekle yetinmek durumundayız[106].
***
Bu hacmi sınırlı yazı çerçevesinde Türk dünyâsında -sâdece geniş mânâda Türkistan coğrafyası da olsa- yetişmiş ilim, fikir, tasavvuf ve edebiyat erbâbını bütünüyle gözden geçirmenin güçlülüğü ortadadır. Bu sebeple, dikkati çektiği üzere, çeşitli ilim dallarında yetişmiş Türk menşe’li ulemânın çok azının isimlerinden ve eserlerinden örnekleri zikredildi. Yukarıda kısaca çizilmeğe çalışılan tablodan nasıl bir mânâ çıkarmak gerekir?
Bir kere, şu husûsun bir defa da altım çizmekte fayda vardır Başta Mâverânnehir, Horasan ve Hârezm bölgeleri olmak üzere, Kâşgar, Semerkand, Merv, Nişâbur, Herat gibi büyük şehirleriyle -geniş mânâ- Türkistan’ın İslâm medeniyeti dâiresine girişinden sonra Türkler, bu medeniyetin bütün unsurlarına büyük bir cehd ile katılmış ve onun gelişip güçlenmesine, söz konusu medeniyetin en azından ilk temsilcileri kadar katkıda bulunmuş; başta tefsir, fıkıh, hadîs, kelâm, tıbb, riyâzî ilimler cümlesinden olmak üzere hey’et, hendese, hesâb gibi ilimleri olmak üzere, İslâm ilimleri olarak tavsif edilen entelektüel bilgi sâhalarının her dalında takdîre değer eserler ortaya koymuşlardır[107]. Müteâkıp yüzyıllarda İslâm dünyâsının ilim ve eğitim müesseselerinde birer ders kitâbı olarak tahsîle konu edilen eserlerin büyük çoğunluğu, yine aynı şekilde bu coğrafya üzerinde kaleme alınmıştır. Fakat, zamânın ilim dilinin Arapça olması dolayısıyla, bunların ekseriyetinin Arap diliyle yazılmış olduğunu belirtmek durumundayız. Bu bakımdan, eserlerini Arapça kaleme almış olan Türk menşe’li ilim adamlarının, aynı zamanda Arap kültürüne de büyük bir hizmet verdikleri îzahtan vârestedir. Batı Türklüğü’nün en büyük temsilcisi olan altı yüzyıllık Osmanlı devletinin de, tıpkı Arap dünyâsı gibi, Türkistan ilim muhîtinde vücut bulmuş ilmî ürünlere ve sâhiplerine çok şey borçlu olduklarını belirtmek de, aynı şekilde, mâlumu îlam olacaktır. Ancak, bir husûsu bilhassa vurgulamamak için hiçbir sebep yoktur: Gerek geniş mânâda Türkistan coğrafyasında ortaya konmuş ilmî, fikrî ve edebî ürünler ve gerekse Anadolu’da hayat bulan aynı nitelikte çalışmalar, hem bizzat kendileri ve hem de onları kaleme alan insanlar açısından, bugün yeterince tedkik edilmiş değildirler ve hâlâ tedkikçilerini beklemektedirler.
________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Yeni Türkiye, 15 (Mayıs - Haziran 1997), s. 725-743.
[1] Bu sebeple, söz konusu dönem, burada işâret olunan sözlü (şifâhî) geleneği vurgulamak için zaman zaman “destanlar devri” olarak da nitelenir (msl. bkz. N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyâtı Târihi, fasikül 1 [Şifâhî Edebiyat], MEB. İstanbul 1971; kezâ aynı dönem için bkz. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 2. baskı, İstanbul 1980, s. 25-82.
[2] Bu sürecin seyri târihi için bkz. H. D.Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980.
[3] Köprülü, daha Karahanlılar zamânında Balasagun ve Kâşgar gibi bugünün Türkistan’ının doğu kıyısında yer alan şehirlerde İslâmî ilimleri iyi bilen büyük âlimlerin yetiştiğini; yine aynı zamanda Buhâra ve Semerkand medreselerinde binlerce talebenin İslâmî ilimler tahsil ettiklerini ifâde eder (a.g.e., s. 155)
[4] Bu ilmî münâsebetlerle ilgili olarak bkz. W. Bardhold, İslâm Medeniyeti Tarihi [İzahlar kısmı, M. Fuad Köprülü’ye âit, TTK, Ankara 1973 (ilk baskı, İstanbul 140), s. 32-33.
[5] Bu hususla ilgili olarak daha fazla bilgi edinebilmek için bkz. I. Goldziher, “Muslim Education”, Encyclopedia of Religion and Ethics, V (neşr. Hastinge), Newyork 1955, s. 198-207; H. A. R. Gibb, Islamic Society and the West, Vol. I, London 1965, s. 81-113; 139-164; G. Makdisî, “Medrese and University in the Middle Ages”, Studia Islamica, Vol. 32, 1970, s. 255-264; Mehmed Dağ – Hıfzurrahman R. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974; Johns Petersen, “Mescid”, İslâm Ansiklopedisi, VIII (1979), s. 1-71; Fazlur Rahman, İslâm (çev. M. Dağ – M. Aydın), İstanbul 1989, s. 84 vd.; aynı yazar, İslâm ve Çağdaşlık (çev. A. Açıkgenç, M. H. Kırbaşoğlu), Ankara 1990, s. 110 vd.; H. Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 24-33; M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münâsebetleri, 2. baskı, İstanbul 1987; S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (çev. İ. Kutluer), İstanbul 1989; aynı yazar, Modern Dünyada Geleneksel İslâm (S. Şafak Barkçın – H. Arslan), İstanbul 1989; Hişam Naşabi [İslâm Dünyâsında] “Eğitim Kuruluşları”, İslâm Şehri, İstanbul 1992, s. 89-120.
[6] Ulemânın pek çoğunun tahsil devrelerinde rastlandığı üzere, bu husus, yâni öncelikle Kur’ân’ın ezberlenmesi geleneği, Osmanlı dönemi de dâhil, İslâm dünyâsının eğitim anlayışında değişmez bir düstur hâline gelecektir. Ayrıca bkz, Nasr, İslâm ve İlim, s. 17.
[7] Dağ – Öymen, a.g.e., s. 100; F. Rahman, İslâm, s. 228.
[8] Nasr, İslâm ve İlim, s. 17.
[9] Petersen, a.g.m., s. 47.
[10] Naşabi, a.g.m., s. 92-94. Naşabi’nin şu cümlesi de bu husûsu desteklemektedir (a.g.m., s. 109): “Öğretim kutsal bir ödev olarak kabul edildiği ve camide gerçekleştirildiği için, öğretmenler derslerine genellikle dua ile başlarlardı.” Derslerden önce duâ geleneğinin Osmanlı medreselerinde de aynen sürdürüldüğü; hattâ bâzı medreselerde asıl derse geçmeden önce duâ edilip ardından da bir hadîsin (meselâ Buhârî’den) okunup yorumlandıktan ve bilâhare duâ salât u selâm getirildikten sonra derse başlandığı bilinmektedir (Meselâ, ünlü âlim Molla Lütfî, derslerine başlamadan önce, Buhârî’den bir hadis okur, onu yorumlar ve daha sonra asıl dersine geçerdi. “Bu minvâl üzre bir gün Buhârî nakl ider iken ... Alî b. Ebî Tâlib hazretlerinün ba’zî gazavâtında cism-i şerîfine sehm ... isâbet” ettiğini, acısından duramaz hâle geldiğinde, çıkartılması esnâsında acısını hissetmemek için namâza durduğunu ve okun ancak o namazda iken çıkarılabildiğini anlatmış ve “hakîkat-i hâl salât budur, yohsa bizüm kılduğumuz ‘amel kuru kıyâm”dır ve onda “fâ’ide yokdur” diye ibâdette ihlâsı vurgulamıştı. Kendisini çekemeyenler, onun, namâzı “kuru kıyâm” olarak nitelediğini ileri sürmüşler ve kendisiyle ilgili akd olunan mahkemede aleyhine delil olarak kullanmağa kalkışmışlardı. Bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 298.
[11] Daha Peygamber zamânında bu gelenek oluşmağa başlamıştı. H. Atay (a.g.e., s. 24): “İslâm’da böyle toplu öğretimin yapıldığı ilk yerin Erkam b. Ebû Erkam’ın evi olduğu sabittir. Hz. Muhammed orada Müslümanlara Kur’an öğretiyordu. Musab b. Umeyr de Medine’de hicretten önce Benu Zafir’in evinde Kur’an öğretti.” der. Bu gelenek, müstakil ilim ve eğitim müesseselerinin ortaya çıkmasından sonra da devam etti.
[12] Bu müesseseler, bizde dâru’t-ta’lîm, mekteb-i sıbyân ve mahalle mektebi gibi isimlerle anılmışlardır.
[13] İslâm, s. 232.
[14] A. Sayılı, “Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı ‘Temel Sebepleri’ (Avrupa ile Mukāyese)”, DTCF Felsefe Araştırmaları Dergisi, I (1963), s. 35-38; F. Rahman, a.g.e., s. 233.
[15] Bugün bile câmiler, okulların tâtile girdikleri dönemlerde –bilhassa taşrada ve Kur’an kursu binâlarının olmadığı yerleşim birimlerinde-, gönüllü talebe istinâden, çocuklara zarûrî ilmihâl bilgilerinin öğretildiği mekânlar olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca bkz. Naşabi, a.g.e., s. 94-101.
[16] Bkz. Petersen, a.g.m., s. 19-20.
[17] Atay, a.g.e., s. 29-30.
[18] F. Rahman, İslâm, s. 229-230; G. Anawati, “Bilim”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti (The Cambridge History of Islam’ın çevirisi), IV (çev. T. Koç), İstanbul 1989, s. 322; nitekim Türkler ve bilhassa Büyük Selçuklular, hâkim oldukları büyük şehirlerinin bir çoğunda pek çok medresenin yanında kütüphâneler de açmışlardı (bkz. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 182-184).
[19] Nasr, a.g.e., s. 19-20). Bu durumun zaman içerisinde gerileyeceğini ve tıp eğitiminin, bilhassa dâru’ş-şifâlarda olmak üzere, usta-çırak ilişkileri çerçevesinde ve pratik ağırlıklı bir karakter kazanacağını belirtelim.
[20] Devletin gözetimi altında düzenli bir eğitim faaliyeti yürüten Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce, 960 (319)’da Ebu’l-Velid Hassan, Muhammed Emevî ve 965 (354)’ten önce İbn Habban Teymî tarafından Nişâbur’da birer medrese yaptırılmıştır; kezâ 1011 (402)’den önce yine Nişâbur’da es-Sâ’idiyye ve 1014-15 (405)’ten önce Ebû Osman Sabûnî ve İbn Farek medreseleri yapılmıştı (bkz. Atay, a.g.e., s. 31; M. F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 183-215. İlk dönem ilim ve kültür müesseseleriyle ilgili olarak ayrıca bkz. Oktay Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Müesseseleri”, Türk Kültürü, 12 (Ekim 1965), s. 34-43; Baltacı, a.g.e., s. 7-14; Naşabi, a.g.m., 97-100. Selçuklu döneminde kurulan medreselerde ve eğitim hayâtı ile ilgili olarak bkz. M. Altan Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IV (Ankara 1975), s. 75-124.
[21] Köymen, a.g.m., s. 92-93.
[22] Bu sırada açılan medreseler hakkında kısaca bilgi edinebilmek için bkz. M. Dağ – H. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 113 vd.; Köymen, a.g.m., s. 88-95; Atay, a.g.e., 32-35; M. Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 1-5.
[23] Barthold, a.g.e., s. 37-38.
[24] Bunların en meşhûru 361/972’de Kāhire’de faaliyete geçen ve Fâtımîlerin târih sahnesinden çekilmelerinden sonra Sünnî bir müessese hâine getirilerek, varlığını günümüze kadar sürdüren el-Ezher’dir.
[25] M. Dağ – H. Öymen, a.g.e., s. 117; kezâ, Köymen, a.g.m., s. 87; F. Rahman (İslâm, s. 230-231), “... Sünnî medresenin Şîîliğe karşı ‘karşı-propaganda’ tedbiri olarak ortaya çıktığı şeklindeki” yaygın görüşü, İslâm dünyâsında Fâtimîlerden önce, Abbâsî halîfelerinden Me’mûn tarafından IX. asrın ilk çeyreğinde, sarayın, dolayısıyla devletin himâyesinde, bilhassa “İslâm ilimleri, tabiî ilimler, mantık, felsefe” gibi farklı sâhalara âit konuları kendisine çalışma mevzûu edinen Dâru’l-hikme’nin mevcûdiyetinden hareketle, “temelde doğru görülmemekle birlikte” ihtirâzî kaydıyla kabûl etmez görünmesine rağmen, sözlerini şöyle sürdürür: “Şurası muhakkak ki Şîa’nın, siyâsî iktidarları sırasında akademik kurumları propaganda âletleri olarak kullanmaları, sonradan sünnî sultanların (Selçuklular ve Eyyûbîler) Şîa hâkimiyeti yıkıldıktan sonra sünnî eğitim müesseselerine devlet desteği sağlamalarına sebep oldu.” Dikkat edilirse, burada sözü edilen kendilerine devlet desteği sağlandığı belirtiler müesseseler ‘eğitim müesseseleri’dir; hâlbuki, Me’mûn Dâru’l-hikme’si, ‘eğitim müessesesi’ olmaktan ziyâde ‘akademik’ bir müessesedir; esâsen medreseler gibi yaygın bir müessese de değildir. Nitekim, F. Köprülü, Nizâmiye medreselerini değerlendirirken, şöyle der: “Nizâmü’l-Mülk’ün böyle her tarafta medreseler, tekkeler, imâretler açarak, memleketin her köşesindeki ilim erbâbını zengin tahsislere bağlamasının sebebi basitti. O sırada pek ziyâde kuvvetlenen Bâtınî propagandasına ve Mısır Fâtımîleri’nin fesadlıklarına karşı, ehl-i sünnet âlimlerini ve sûfîlerini koruyarak kendi gâyesi için kazanmak ve böylece Selçeklu Hânedânının saltanatını kuvvetlendirmek istiyor ve bu maksadla sene 600 bin dînâr gibi pek büyük bir meblağ sarf etmekten çekinmiyordu.” (bkz. Türk Edebiyatı Tarihi, s. 183).
[26] A.g.e., s. 118.
[27] Naşabî, İslâm dünyâsında ilk dönemlerde hocaların derslerini yazılı metin okumaksızın ezbere verdiklerini; bir süre sonra, derslerde önceden hazırladıkları notlardan faydalanmağa başladıklarını; fakat zaman geçtikçe ilk büyük üstadların eserlerinin sonraki hocalar için ders kitâbı hâline geldiğini ifâde eder (a.g.m., s. 109). Naşabi’ye göre, bu durum gitgide kalıplaşmış bir eğitim anlayışına doğru yönelmiş ve hicrî IV. asırdan sonra hocalar, derslerde “sadece büyük üstadların eserlerini” okutmakla yükümlü kılınmışlardır. Hattâ, “ ... Mustansıriyye Medresesinin hocaları bu kurallara karşı gelerek kendi kitaplarını okutmağa başladıklarında, olay vezîre ve sonra da Halifeye nakledildi. Halife de hocaları huzuruna çağırarak sadece eski üstadların (selef) kitaplarını okutmalarını istedi. Bunun üzerine hocalardan birinin kendi kitabını okutma hakkını savunarak Halife’ye ‘Onlar insandı, biz de insanız!’ dediği” ifâde olunmaktadır (a.g.m., s. 106-107). Ayrıca bkz. Sayılı, a.g.m., 38. Bu uygulamanın, fazla bir değişikliğe uğramadan Osmanlı medreselerine de intikal ettiği ve ulemânın talebeye kendi eserlerini okutmak yerine, kendi zamanlarına kadar medreselerde okunarak bir bakıma klâsik ders kitâbı hâline gelen eserleri okuttukları, basit bir tedkikle bile kolayca tesbit edilebilmektedir (ayrıca bkz. Bilge, a.g.e., s. 40-63).
[28] F. Rahman, İslâm, s. 239.
[29] İslâm ve İlim, s. 18-19. Burada vurgulanan ilimlerin, el-Ezher’i bir tarafa bırakırsak, bugün hâlâ okutulduğu medreselerin İran medreseleri olduğunu belirtmek gerekir.
[30] Meselâ, Gelibolulu Mustafa Âlî, XV. yüzyılın ikinci yarısındaki, yâni Fâtih Sultan Mehmed zamânındaki bu hususla ilgili durumu ve sultânın diğer İslâm ülkelerinde yetişmiş ilim adamlarını kendi ülkesine çekmek için aldığı tedbirleri anlatırken şu cümleyi kullanmaktadır: “... Bu tarîkile fuzalâ-yı Arab ve Acem ve mevâlî-i Hind ü Sind ü Deylem bâb-ı sa’âdetine çehre-sây olmada ve rûz-be-rûz gûn-â-gûn i’zâz u iltifât u in’âmları anlar hakkında sudûr bulmakda idi.” (bkz. Künhü’l-Ahbâr, V, İstanbul 1277, s. 247). Sultânın oluşturduğu câzibe merkezi Osmanlı başkentine koşuşan bu âlimler, elbette bütün ilmî birikimlerini de berâberlerinde getiriyorlardı (ayrıca bkz. Nişâncı-zâde Mehmed, Mir’ât-ı Kâ’inât, II, İstanbul 1290, s. 101).
[31] Barthold, a.g.e., s. 32; Bursalı Mehmed Tâhir, Türkler’in Ulûm ve Fünûna Hizmetleri, İstanbul 1996 (ilk baskı İstanbul 1311/1896), s. 60.
[32] Trc. A. Ateş, İstanbul 1989, s. 54-57.
[33] Bkz. M. Fuad Köprülü, (W. Barthold’un) İslâm Medeniyeti Târihi, îzahlar kısmı, s. 142; kezâ, Anawati, a.g.m., s. 317.
[34] Ayrıca bkz. Atay, a.g.e., s. 40-48; kezâ, Anawati, aynı yer; Nasr, İslâm ve İlim, s. 15.
[35] Cl. Cahen, İslâmiyet –Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar– (çev. E. N. Erendor), Ankara 1990, s. 224,
[36] Bu tasnîfin ana hatları için bkz. Atay, a.g.e., s. 48-53.
[37] S. Pines, “Felsefe”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti (The Cambridge History of Islam’ın çevirisi, IV (çev. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 378-379.
[38] Bursalı M. Tâhir, a.g.e., s. 59.
[39] İbn Sînâ’nın tasnîfinin tamâmı için bkz. Atay, a.g.e., s. 53-56; kezâ, Anawati, a.g.m., 317-318; Cl. Cahen, a.g.e., s. 222,
[40] Gazzâlî’nin hayâtı ile ilgili derli toplu bilgi edinebilmek için bkz. kendisinin Dalâletten Hidâyete, el-Munkız mine’d-Dallâl (çev. A. S. Furat), s. 19-28. Gazzâlî’nin Müslüman bir İslâm adamı ve mütefekkiri olan İslâm düşünce târihîndeki yerine dâir bkz. M. W. M. Watt, Müslüman Aydın (Gazâlî Hakkında Bir Araştırma), (çev. Hanifi Özcan), Dokuz Eylül Üni. Yay., İzmir 1989; M. Said Şeyh, “Gazâlî”, İslâm Düşüncesi Tarihi, 2 (çev. M. Armağan), İstanbul 1990, s. 203-266.
[41] Onun değişik eserlerinde yer alan bu konudaki umûmî tasnîfini ana hatlarıyla görmek için bkz. Atay, a.g.e., s. 56-60.
[42] Bkz. Mukaddime (çev. Z. Kadirî Ugan), İstanbul 1988., C. II, s. 455-609.
[43] Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışı ve ilimleri tasnîfi, Mevzû’atü’l-Ulûm adlı eserinden hareketle, “Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden İlim ve Âlim Anlayışı” başlığı altında tarafımızdan hazırlanan yazı ile değerlendirilmiş olup çok yakında çıkacaktır. Dolayısıyla, yazımızı uzatmamak için burada daha fazla teferruâta girmeyeceğiz [söz konusu çalışma çıkmıştır. Bkz. Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264]. Diğer bâzı tasnifler için bkz. Nasr, İslâm ve İlim, s. 13/16.
[44] Nasr, a.g.e., s. 14; Anawati, a.g.e., s. 318-319.
[45] İbn Haldûn’un tasnîfinin hulâsası için bkz. Anawati, a.g.e., s. 320.
[46] Msl. bkz. L. Gardet, “Din ve Kültür”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti (The Cambridge History of Islam’ın çevirisi; çev. İ. Kutluer), IV, İstanbul 1989, s. 130; tefsîrin ortaya çıkışının kısa bir değerlendirmesi için bkz. Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold), İzâhlar kısmı, s. 143-144.
[47] L. Gardet, a.g.m., s. 130.
[48] Geniş bilgi için bkz. İ. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, T. Diyanet Vak. Yay., Ankara 1989.
[49] A.g.e., s. 29.
[50] L. Gardet, a.g.m., s. 130.
[51] Üzerinde yapılan çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zünûn ‘an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, II (neşr. Ş. Yaltkaya, R. Bilge), İstanbul 1943, s. 1806, II, s. 1475-1484. Diğer eserlerinin bir listesi için bkz. Bursalı M. Tâhir, a.g.e., s. 29-30.
[52] Bursalı M. Tâhir, a.g.e., s. 31, 37-38. Ebü’l-Leys’in Tenbîhü’l-Gâfilîn ve Bustânu’l-Ârifîn (çev. M. Şevket Eygi), Bedir yay., İstanbul 1975). Semerkand’lı ünlü âlimin sayısı 24’e ulaşan eserlerinin mühim bir kısmı İstanbul kütüphânelerinde bulunmakta olup bunlardan bâzıları Arapça olarak yayımlanmıştır (yazarın hayâtı ve eserlerinin tamâmı için bkz. ...Bustânu’l-Ârifîn, s. VI-IX).
[53] A.g.e., s. 31, 37.
[54] Hanefî akāidinin imâmı olan Mâturidî’nin hayâtı, eserleri ve Mâturidîlik için bkz. A. K. M. Eyyüb Ali, “Maturidilik”, İslâm Düşünce Tarihi, I (çev. A. Ünsal), İstanbul 1990, s. 293-310; ayrıca bkz. F. Rahman, İslâm, s. 116-117; kezâ D. B. Macdonald (tâdil ve ikmâl A. Ateş), “Mâturîdî”, İslâm Ansiklopedisi, 7 (İstanbul ?), s. 404-406.
[55] Bursalı, a.g.e., s. 31.
[56] Bursalı, a.g.e., s. 30.
[57] Aynı yer.
[58] Aynı yer.
[59] Aynı yer.
[60] A.g.e., s. 31-32.
[61] Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold), s. 145.
[62] Hadis ilminin doğup gelişmesi ve bu sâhadaki tartışmalarla ilgili olarak bkz. F. Rahman, İslâm, s. 52-83; T. Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV yay., I, 3. baskı, Ankara 1988; L. Gardet, a.g.m., s. 131-132.
[63] Bursalı, a.g.e., s. 33; Buhârî için bkz. Kāsım Kufralı, “Buhârî”, İslâm Ansiklopedisi, 2 (İstanbul 1979), s. 771-772.
[64] Bursalı, a.g.e., s. 33; Tirmizî için bkz. A. J. Wensinck, “Tirmizî”, İslâm Ansiklopedisi, 12/1 (İstanbul 1979), s. 388-389.
[65] F. Rahman, a.g.e., s. 79; Bursalı, a.g.e., s. 33; ayrıca bkz. A. J. Wensinck, “Nesâî”, İslâm Ansiklopedisi, 9 (İstanbul 1964), s. 198-199.
[66] Bursalı, a.g.e., s. 34; daha fazla bilgi için bkz. Goldziher, “Ahmad b. Muhammad Hanbal”, İslâm Ansiklopedisi, 1 (İstanbul 1978), s. 170-173 (Goldziher, Ahmed b. Hanbel’i “Arapların Şeyban âilesine mensup” gösterir; s. 170).
[67] F. Rahman, İslâm, s. 103, 113.
[68] Bursalı, a.g.e., s. 34.
[69] Aynı yer.
[70] Aynı eser, s. 35.
[71] Osmanlı sâhasında eserle ilgili çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1688.
[72] Bursalı, a.g.e., s. 34-35.
[73] İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold), s. 146.
[74] İslâm hukûkunun başlangıcı, yapısı ve hukuk mekteplerinin teşekkülü hakkında ana hatlarıyla bilgi edinebilmek için bkz. F. Rahman, İslâm, s. 84-105; kezâ, Köprülü, a.g.e., 146-148.
[75] Bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 2020-2024.
[76] Bursalı, a.g.e., s. 39.
[77] Aynı yer.
[78] Bu isimler için bkz. a.g.e., s. 41-45.
[79] İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold), s. 149.
[80] Eş’arî’nin hayâtı ve mektebi hakkında derli toplu bir bilgi için bkz. M. Abdul Hayy, “Eş’arîlik”, İslâm Düşüncesi Tarihi, I, İstanbul 1990, s. 255-257.
[81] Kelâm (akā’id-felsefe) ilminin İslâm dünyâsında nasıl ortaya çıktığı ve bu çerçevede tartışılan konularla ilgili olarak bkz. Köprülü, a.g.e., s. 149-151; F. Rahman, İslâm, s. 106-124; 147-159; J. Gardet, a.g.m., s. 133-136.
[82] Hakkında en fazla yayın yapılan bir şahsiyet olarak Fârâbî’nin hayâtı, eserleri ve görüşleri ile ilgili derli toplu bilgi için bkz. İbrahim Medkûr, “Fârâbî”, İslâm Düşüncesi Tarihi, II (çev. O. Bilen), İstanbul 1990, s. 67-86; kezâ, M. S. Hasan el-Ma’sumi, “Fârâbî”, aynı eser (çev. B. Köroğlu), s. 333-347; ayrıca bkz. S. H. Nasır, İslâm ve İlim, s. 50-51.
[83] Bursalı, a.g.e. s. 60.
[84] Onun bu konularla ilgili düşüncelerini daha yakından görmek için bkz. F. Rahman, “İbn Sînâ”, İslâm Düşüncesi Tarihi, II (çev. O. Bilen), İstanbul 1990, s. 99-125; Bursalı, a.g.e., s. 59.
[85] Bu isimlerle ve diğer Türk menşe’li kelâm ulemâsı ile ilgili olarak bkz. Bursalı, a.g.e., s. 37-40, 59-62.
[86] Bu ilimlerin teessüsleri, teşekkülleri, bu sâhanın meşhur âlimleri ve bu çerçevede kurulmuş bulunan müesseselerle ilgili olarak bkz. S. H. Nasr, a.g.e., s. 99-134.
[87] Günay Tümer’in şu satırları, Bîrûnî’nin şahsında bir âlim-i küll ile karşılaştığımızı gösteriyor: “Birûnî gibi târih ve târih metodolojisi, coğrafya, astronomi, astroloji, cebir, geometri, fizik, kimyâ, tıp, jeoloji, jeodezi, mineraloji, zooloji, botanik, kronoloji, farmakoloji, filoloji, edebiyat, felsefe, mitoloji, folklor, etnoloji, pedagoji, sosyoloji, meteoroloji, dinler tarihi vb. ilimlerde derinleşmiş, buluşlar yapmış, kaideler getirmiş bir bilginin...” (bkz. Bîrûnî’ye Göre Dinler ve İslâm Dîni, Diyânet İşleri Bşk. Yay., Ankara 1986, s. 10; hayâtı, şahsiyeti ve eserleri hakkında daha geniş bilgi, aynı eser, s. 29-115).
[88] Bu isimler için bkz. Bursalı, a.g.e., s. 63-66.
[89] L. Bouvat, “Uluğ Bey”, İslâm Ansiklopedisi. 13 (İstanbul 1986), s. 27-29.
[90] S. H. Nasr, a.g.e., s. 105; kezâ, A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. baskı, İstanbul 1982, s. 18-20; ayrıca bkz. Bursalı, a.g.e., s. 64-65.
[91] Ali Kuşçu hakkında geniş bir bilgi için bkz. Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’iku’ş-Şakā’ık (Nu’mâniye ve Zeyilleri, 1; neşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 180-184; ayrıca bkz. Süheyl Ünver, Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1948; Adıvar, “Ali Kuşçu”, İslâm Ansiklopedisi, 1 (İstanbul 1978), s. 321-323; kezâ, a.g.e., s. 47-49.
[92] İslâm Medeniyeti Tarihi (Barthold), s. 154-155.
[93] Daha fazla bilgi için bkz. Köprülü, a.g.e., 154-156.
[94] A.g.e., s. 151.
[95] Bu isimler ve burada zikredilmeyen diğer şahsiyetler içir bkz. Bursalı, a.g.e., s. 67-69.
[96] Hoca Ahmed-i Yesevî üzerinde ilk ve en mufassal çalışma, ünlü târihçimiz ve edebiyatçımız M. Fuad Köprülü tarafından gerçekleştirilmiştir (bkz. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyânet İşleri Bşk. yay., 3. baskı, Ankara 1976).
[97] Bursalı, a.g.e., s. 23; ünlü şeyh için bkz., T. Yazıcı, “Nakşbend”, İslâm Ansiklopedisi, 9 (İstanbul 1964), s. 52-54.
[98] Bursalı, a.g.e., s. 23. Şeyhin hayâtı ve eserleri için bkz. Necmüddin Kübrâ, “Usûlü Aşere – Risâle ile’l-Hâim – Fevâihu’l-Cemâl”, Tasavvufî Hayat (neşr. Mustafa Kara), İstanbul 1980.
[99] Eser, Ayıntâbî Hâfız Mehmed Efendi tarafından Türkçe’ye çevrilerek 1229/1814’te Mısır’da basılmıştır.
[100] Bu isimler ve burada zikredilmeyen bâzı şahsiyetler için bkz. Bursalı, a.g.e., s. 23-28.
[101] Bu şahsiyetler ve benzerleri için bkz. a.g.e., s. 47-58.
[102] Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 156.
[103] Eser hakkında kısa bir değerlendirme, Köprülü, a.g.e., s. 165-173.
[104] Aynı eser, s. 173-176.
[105] Kısa bir hulâsa için bkz. Aynı eser, s. 198-205.
[106] Ünlü Uluğ Beğ’i ve onun yetişmesi Ali Kuşçu’yu hatırlayalım.
[107] Bu husûsa dâir kısa bir mâlumat için bkz. İ. Hâmi Dânişmend, Garp Menba’larına Göre İslâm Medeniyeti, 5. baskı, İstanbul 1977.