Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-18                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI İLMİYE TARÎKİNDE  “PÂYE”Lİ TÂYİNLER YÂHUT DEVLETTE KAZANÇ KAPISI*

 

Osmanlı devletinin ilmiye teşkilâtı, şimdiye kadar muhtelif cihetlerden tedkik mevzûu edilmiş ve konuyla ilgili olarak çeşitli yayınlar yapılmış bulunmasına[1], bu hususta bâzan ilmî kriterleri aşarak sübjektif duyguların da işe karışması yüzünden lehte ve aleyhte bir takım görüşler ileri sürülmesine rağmen, altı yüz yılı mütecâviz târihî geçmişi bulunan böyle bir teşkilâtın, hâlâ incelenmeği ve araştırılmağı bekleyen pek çok karanlık veya yeterince aydınlanmamış yönü bulunmaktadır. İncelenmeği ve araştırılmağı bekleyen bu karanlık veya yeterince aydınlanmamış yönlerin tamâmını böyle bir yazıda ele almak tabiî ki mümkün değildir. Bu zorluğu göz önünde tutarak, biz bu yazımızda daha ziyâde tek bir konu üzerinde durmak istiyoruz: Bilhassa XVI. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren gittikçe artan bir şekilde ortaya çıkan pâyeler ve bu çıkışın arkasında yatan siyâsî, sosyal ve kültürel âmiller.

Pâye nedir, bu kelime ile neyi kastediyoruz? Söz konusu kelimeye, Şemseddin Sâmî merhûmun lügatinde: “1. rütbe, mertebe, câh ve mansıb derecesi. 2. tarîk-i ilmî ashâbına verilen rütbe.” karşılığı verilmiştir. Ancak -kelimenin bu mânâları da bulunmakla birlikte- bizim burada sözünü ettiğimiz pâye, bu mânâların birazcık dışında mütâlaa edilmesi gereken bir konuyla ilgilidir. Şüphesiz ki, bu mânâlardan ikincisi, kelimenin bizzat ifâde ettiği bir mânâ olmayıp, XVII. yüzyıldan îtibâren ortaya çıkan ve bizim aşağıda ele alacağımız konu çerçevesinde kelimeye sonradan yüklenmiş bulunan bir mânâdır. Hemen belirtelim ki, incelenmek istenen konu, görünüş îtibâriyle, üzerinde durulan kelimenin -sonradan yüklenmiş bile olsa- mânâ sınırları içinde cereyan etmekle berâber, biz burada bu cereyan tarzının arkasında yatan sosyal ve siyâsî hâdiseyi; bu hâdiseyi doğuran, besleyen ve asırlarca yaşamasına imkân hazırlayan sâikleri anlamağa çalışacağız. Gerçekten, aşağıda görüleceği üzere, ortada, bir takım ilmiye tarîki ashâbına bir takım rütbelerin verilmesi hâdisesi bulunmaktadır; öte yandan bu rütbe vermelerde Osmanlı ilmiye, adliye ve hukuk düzeni içerisinde -şeklen- bir kānunsuzluk da söz konusu değildir. Binâenaleyh, bu konuda resmî prosedürün nasıl işlediği ve işleyen şeyin kānun karşısındaki durumu bizi ilgilendirmiyor. Ancak bize öyle geliyor ki, kitâba uygun bu uygulamanın ardında, üzerinde ciddî bir şekilde durulması, tedkik edilmesi ve mânâlandırılması gereken; dahası, varlığı bugüne kadar ulaşan bir mantık ve anlayış yatmaktadır. Bu anlayış, kestirmeden târif etmek gerekirse, işe göre adam bulmak değil, adam için iş veya kazanç kapısı bulmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu anlayışın Osmanlı siyâsî, idârî ve hukûkî mekanizmaları ile adliye, ilmiye ve maarif teşkilâtlarında cereyân eden o kadar bol örneği vardır ki, manzara bir bakıma herkes tarafından kanıksanmış gibidir; dolayısıyla ciddî mânâda hiç de rahatsızlık duyulmaz. Bu sebeple de söz konusu müesseseler üzerinde çalışanlar tarafından, basit bir terfi’ ve tasvir konusu olarak görülüp geçilir. Meselâ, Osmanlı ilmiye teşkilâtı üzerinde - fazla yoruma girmeden- ilk defa derli toplu bilgi veren merhum Uzunçarşılı, bizim burada sözünü ettiğimiz ve bir sağlıklılık belirtisi olarak görmediğimiz konuyu, daha ziyâde müderrislerin terfi’ileri çerçevesinde kısaca tasvir etmekle yetinmektedir[2].

Bu zarûrî açıklamalardan sonra, meselenin târihî seyrine geçebiliriz.

Osmanlı devleti, bilindiği gibi, târih sahnesine dağılmakta olan Anadolu Selçuklu devletinin Bizans karşısındaki batı sınırlarında, Söğüt ve çevresinde küçük bir uç beyliği olarak çıkmıştı. Bu küçük beyliğin istikbâlde dünyâ siyâsetinde oynayacağı rol husûsunda, emîniz ki, onun başında bulunanlar da fazla bir şey bilmiyorlardı. Ancak, o sırada Anadolu’da bulunan diğer Türkmen beyliklerinin aksine, çevresi kendisi gibi Türk ve Müslüman beyliklerle çevrili olmayan ve batısında aleyhinde genişleyebileceği zayıf ve küfr diyârı bir Bizans bulunan Osmanlı Beyliği, bu coğrafî, siyâsî ve konjonktürel avantajları kullanmasını iyi bildi. Bizans’a yönelik olarak devreye soktuğu gazâ ideolojisi ile bir taraftan idâresi altındaki toprakların sınırlarını genişletirken, diğer taraftan öteki Türkmen beyliklerinin insanları nazarında cihâd faaliyetleriyle kazandığı gâzîler topluluğu kimliği ile, bir câzibe merkezi hâline geldi. Böylece, Osman Beğ’in beyliğin başına geçişinden kısa bir süre sonra, diğer bir deyişle yarım yüz yılı bile bulmayan bir zaman zarfında -Bursa ve İznik gibi büyük ve ehemmiyetli şehirlerin de ele geçirilmesiyle-, bu küçük beylik hızla devlet olma yoluna girdi.

Bu küçük beyliğin sınırları içerisinde başlangıçta bir tâne bile medrese bulunmuyordu. 1330 (731)’ da İznik’te kurulan ve İznik Orhâniyesi adıyla da anılacak olan ilk Osmanlı medresesinin[3] kuruluşuna kadar, Osmanlı Beyliği’nde eğitim ve öğretim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğüne dâir elimizde bugün için hemen hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak pek muhtemeldir ki, Anadolu’nun ve İslâm dünyâsının medrese bulunmayan yerleşim yerlerinde olduğu gibi, Osmanlı Beyliği topraklarında da, bu hususta câmi ve mescitler mühim bir rol oynuyorlar, hem ibâdet ve hem de -küçük ölçekli de olsa- eğitim ve öğretim mahalli olarak hizmet veriyorlardı. Gerek kazâ ve gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş elemanlar ise, pek tabiî olarak, Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, vs. gibi birer kültür merkezi durumundaki eski büyük Selçuklu şehirlerinde yetişen, fakat buralarda siyâsî ve sosyal istikrârın bozulmasıyla huzûru kaçtığı için sığınabileceği emniyetli yerler arayan, bu sebeple Osmanlı topraklarını bir melce’ ve me’men olarak gören insanlar tarafından karşılanıyordu.

Beyliğin, sınırlarını genişleterek hızla büyümeğe ve bir devlet hâline gelmeğe başlaması netîcesinde bu dış kaynakların yetersiz kalması ve bundan böyle dışarıdan gelecek insanlarla ihtiyâcın karşılanamayacağının anlaşılması iledir ki, ilk defa İznik’te olmak üzere Osmanlı topraklarında bizzat Osmanlı medreseleri kurulmağa başlandı. Bursa ve Edirne gibi aynı zamanda yeni devlete pâyitaht olan büyük şehirlerde, bizzat sultanlar tarafından peşpeşe medreseler kuruldu[4].

Osmanlı devletinin ilk bir buçuk asırlık târihi içerisinde, diğer bir deyişle İstanbul’un fethine kadar olan zaman zarfında kurulan medreselerin en önde gelenleri, aynı zamanda bir süre devlete başkentlik de etmiş bulunan İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde ortaya çıkmıştı. Bu şehirlerde kurulan ve kendilerine îtibar olunan medreselerin hemen hepsinin sultanlar veya devletin önde gelenleri tarafından tesis edilmiş olmaları, bunların derecelerini olduğu kadar eğitim ve öğretim politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu durum eşyânın tabiatine de uygundu. Zîrâ, önde gelen bütün devlet adamları ve müesseseleri başkentte bulunuyordu; dolayısıyla beylikten devlete dönüşmekte olan ve gün geçtikçe daha merkeziyetçi bir yönetim anlayışının hâkim olmağa başladığı bir siyâsî mekanizma içerisinde yetişen insanların ikbâl ve istikbâl ümitleri, ancak buralarda -ellerinde devlet imkânları bulunanlara hizmet ve sadâkat arzının doğrudan ve kolayca yapılabileceği başkentlerde- gerçekleşme imkânı bulabilirdi.

Gerçekten, bu siyâsî yapı medreselerin îtibar kazanmalarında veya kaybetmelerinde o kadar etkiliydi ki, bir süre başkentlik eden bir şehirdeki medreseler, istikbâlini devlet kapısında ve dolayısıyla ilmiye tarîkinde görenlerin koşuştukları câzibe merkezleri olurken, başkentin değişmesi ve yeni başkentte yeni medreselerin açılması ile, eski başkentin îtibarlı medreseleri otomatik olarak îtibar kaybına uğramakta ve ikinci sıraya düşmekte idiler. Nitekim, önceleri İznik medresesi önde gelen Osmanlı medresesi iken, Bursa’nın alınması ve burada yeni medreselerin kurulması ile bu önceliğini Bursa medreselerine kaptıracak; Edirne’nin başkent olması ve burada yeni medreselerin açılması ile aynı şey Bursa medreselerinin başına gelecekti. İstanbul’un fethinin ardından, bu nihâî ve dâimî başkentte kurulan yeni medreseler ise, bundan böyle Edirne’deki medreseleri geri plâna itecekti.

İstanbul’un fethini müteâkıp Osmanlı devletinin cihan-şümûl bir imparatorluk hâline geldiği; fethin ardından Fâtih Sultan Mehmed’in önderliğinde siyâsî, içtimâî, iktisâdî, askerî, adlî-hukûkî sâhalarda ve bilhassa maarif alanında girişilen yeni düzenlemelerle beylikten devlete ve devletten imparatorluğa giden yolun ehemmiyetli ölçüde tamamlandığı bugün için herkes tarafından kabûl edilen târihî bir vâkıadır[5]. Fâtih, devlet teşkilâtını yeniden tanzim cümlesinden olmak üzere, medrese teşkilâtını da gözden geçirtmiş ve bu sırada mevcut medreseler kendi aralarında bir tasnife ve derecelendirilmeye tâbi tutulmuştu: Buna göre, en alt seviyede Yirmili (müderrislerine günlük 20 akçe ücret ödenen) medreseler bulunuyor, onların üzerlerinde sırasıyla Yirmi-beşli (müderrislerine günlük 25 akçe ödenen medreseler), Otuzlu (müderrislerine günlük 30 akçe ödenen medreseler), Kırklı (müderrislerine günlük 40 akçe ücret ödenen medreseler) ve Ellili (müderrislerine günlük 50 akçe ücret ödenen medreseler) medreseler yer alıyordu[6]. Ellili medreseler kendi aralarında Hâriç ve Dâhil olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlardan Hâriç medreseleri, umûmiyetle devlet erkânı tarafından kurulmuş bulunan medreseler idi. Dâhil medreseleri ise, daha ziyâde Osmanlı pâdişahlarıyla şehzâdeler, vâlide sultanlar, hanım sultanlar ve pâdişah kızları tarafından kurulmuş medreselerdi. Fâtih’in Teşkilât Kānunnâmesine göre, bu medrese derecelenmesinin en üstünde, kendisi de bir Dâhil medresesi olan Sahn medreseleri (medâris-i âliye) yer alıyordu[7]. Fâtih döneminde yegâne Altmışlı medrese, Ayasofya medresesi idi[8]. Ancak, Ayasofya medresesinin Altmışlı medrese oluşu mutlak ve değişmez değildi; meselâ bu medreseye müderris tâyin edilen ünlü Türkistanlı âlim Ali Kuşçu’ya Fâtih tarafından günlük 200 akçe ücret tahsis olunmuştu[9].

Osmanlı medreselerinin bu şekildeki tasnifi ve îtibar derecelenmeleri XVI. yüzyılın ikinci yarısına, yâni Süleymâniye medreselerinin kuruluşuna kadar olduğu gibi devâm etti. Süleymâniye medreselerinin kurulması ve bu medreselerin bânîsinin zamânın hükümdârı olması hasebiyle, önceki dönemlerde inşâ olunmuş bulunan medreseler, ister istemez bir îtibar kaybına uğradılar; bu arada Sahn medreseleri de eski üstünlüklerini bir ölçüde kaybettiler[10]. Uygulamadaki yerlerini korumalarına ve eğitim faaliyetlerini devâm ettirmelerine rağmen, XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonraki medrese tasnifinde, Kırklı medreseler de dâhil, dereceleri düşük görülen medreseler ekseriyetle yer almazlar. Bu yeni tasnife göre, medreseler esas olarak İbtidâ-i Hâriç, Hareket-i Hâriç, İbtidâ-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân, İbtidâ-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Mûsıla-i Süleymâniye, Süleymâniye, Hâmise-i Süleymâniye, Dâru’l-hadîs (-i Süleymâniye) olmak üzere 12 sınıfa ayrılmıştı ki, bu tasnif XIX. yüzyılın sonlarına kadar devâm edecektir[11].

XVI. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren ortaya çıkan yeni medrese tasnifi ve derecelenmesi, aynı zamanda medrese sayısının ve buralarda ders veren ulemânın artması ile de yakından ilgilidir. Aşağıda kısaca hulâsa olunacak olan mülâhazalar, medreseleri sıkı bir denetim altında bulundurma ihtiyâcı hisseden devleti, yeni arayışlara itecek ve böylece ilmiye tarîki ile ilgili olarak o zamana kadar pek görülmeyen yeni uygulamalar ortaya çıkacaktır. Bu uygulamaların en dikkati çeken husûsiyeti, müderrislerin hareketleri[12] esnâsında terfi’ imkânının bulunmadığı bir sırada devreye sokulmuş olmasıdır[13]. Böylece, meselâ Sahn müderrisliğine gelmesi arzûlanan birisine, Sahn medreselerinde münhal kadro bulunmaması durumunda, Sahn dışındaki bir medresenin hükmen Sahn farz edilerek tevcih olunması yoluna gidilmiştir. Artık, ilmiye sınıfına mensup kişilerin yükselebilmesi veya yükseltilebilmesi için bir üst medreselerde münhal kadroların ortaya çıkmasına gerek kalmıyordu. Bu uygulama, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren gittikçe artan bir şekilde, medrese tabakalanması içerisindeki bütün kategorilere teşmil olundu. Müderrislerin yükselmelerine veya yükseltilmelerine lüzum görüldüğünde, bulunduğu medresenin seviyesi düşük bile olsa, burası hükmen bir üst basamak medreseden sayılmak sûretiyle ihtiyaç karşılanmağa başlandı[14].

Yukarıda, bu tür uygulamalara, müteâkıp yüzyıllardaki kadar yaygın olmamakla birlikte, daha XVI. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren rastlandığını söylemiştik. Bu cümleden olmak üzere, 983 (1575)’te Edirne Halebiye medresesi müderrisi olan Mevlânâ Ya’kûb (öl. 1002/ 1593), bir süre sonra yerinde “pâye-i Sahn i’tibâr” olunmuştu[15]. Trablus-Şam kadılığına kadar yükselen Mevlânâ Abdü’l-hamîd (öl. 998/1589-90), 993 (1585)’te Üç Şerefeli medresesi müderrisi iken önce yerinde “Sahn-ı hükmî” kılınmış ve sonra da Edirne Bâyezîdiyyesi müderrisi olmuştu[16]. Salıncak lakaplı Mevlânâ Rıdvan Efendi (öl. 1015/1606), 1588 (996)’de Kalender-hâne medresesi müderrisi iken, “Sahn-ı hükmî” ile yerinde bırakılmıştı[17]. Mevlânâ Mustafa Efendi (öl. 1016/1607), 1004 (1595)’te Manisa’da Hâtuniyye medresesi müderrisi iken “pâye-i Sahn-ı i’tibârî ile Dâhil rütbesine nâ’il” olmuştu[18]. Mevlânâ İbrâhim Efendi (öl. 1020/1611), 1003 (1594-95)’te Üsküdar Mehmed Paşa medresesine tâyin edilmiş ve daha sonra aynı yerde “pâye-i Sahn ile terfi’” olunmuştu[19]. Kezâ, Mevlânâ Tâcü’d-dîn (öl. 1020/1611) de 1017 (1608)’de Bursa Molla Yeğen medresesinde müderris iken, aynı şekilde, yerinde “pâye-i Sahn’a” terfi’ olunmuştu[20]. “Kadı-zâde dimekle meşhûr Mevlânâ Mehmed Efendi (öl. 1040/1630-31), 1623 (1033)’te Hâric medreseleri arasında bulunan Mahmud Paşa medresesine “pâye-i Sahn-ı i’tibârî ile” müderris tâyin edilmişti; diğer bir deyişle, Mahmud Paşa medresesi Hâric iken bu tâyinle Dâhil oluvermişti[21].

XVII. yüzyılın başından îtibâren bu tür uygulamaların hızla arttığı görülmektedir; yine de yüzyılın ilk yarısına âit örnekler[22], aynı yüzyılın ikinci yarısına âit örneklere nisbetle biraz daha azdır. XVII. yüzyılın ikinci yarısından sonraki örnekler ise, bütün medrese derecelerine teşmil edilebilecek kadar çoğalmakta[23] ve gitgide medrese derecelenmeleri ile ilgili olarak yukarıda verdiğimiz tasnif alt-üst olmaktadır. XVI. yüzyılda Hâric medreselerinden olan medreselerin, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda sık sık hükmen Sahn, İbtidâ-i Altmışlı, Mûsıla-i Süleymâniye sayılmak sûretiyle kendilerine müderris tâyin edilmesi ve böylece medreselerin bile klâsik pozisyonlarından iki üç basamak yukarı çıkarılması, bu durumun en açık göstergeleri ve artık sıradan işlerdendir. Bu sıradan işlerden birisi de, derecesi yükseltilen bir medresenin, kendisine tâyin edilen müderrisin ya başka bir medreseye veya kazâya çıkması ile derecesinin tekrar eski hâline döndürülmesi, diğer bir deyişle rütbesinin tenzil edilmesidir[24]. Bu uygulama da bize, yapılan tâyin muâmelelerinin aslında gayr-i tabiî olduğunu, söz konusu yükseltmenin sâdece tâyin edilen müderrisi taltif ve tatmin etmek gâyesini güttüğünü göstermektedir. Bu durumu, başka bir ifâde ile “işe adam bulma” değil, “adama iş bulma” olarak da görmek mümkündür. Söz konusu uygulamaların -kānûnî altyapısı hazırlanmış olsa bile-, başlangıçta hatırı sayılır veya ilmiye tarîki içinde belirli bir mevkie gelmiş kişilerle ilgili olarak ortaya çıkması da bunu ortaya koyuyor. Esâsen, bu uygulamanın dikkatimizi çekmesi ve bu çalışmaya konu teşkil etmesi de buradan kaynaklanmaktadır. Yüzlerce örnek arasından rastgele seçilen ve aşağıda sûretleri verilecek olan değişik dönemlere âit dört vesîka, bu uygulamanın XX. yüzyılın başına kadar hiç değişikliğe uğramadan sürdüğünü ortaya koyuyor (bkz. Ek I-IV).

Medreselerde karşılaşılan bu uygulamanın bir benzerini, daha doğrusu uzantısını kadılıklara tâyin konusunda da görüyoruz. Söz konusu uygulamanın medreselerde ortaya çıkmasıyla adliye ve kazâ teşkilâtında tatbik sâhası bulmağa başlamasında görülen zaman paralelliği, bir taraftan umûmî Osmanlı tökezlemesinin başladığı döneme rastlaması, diğer taraftan eğitim-öğretim ve kazâ faaliyetlerinin bir bütün olarak ilmiye teşkilâtı içerisinde yer alması dolayısıyla, tabiî görülmelidir. Hakîkaten, terfi’ler ister tabiî yollardan hareketle ve isterse pâyeler kazanmak sûretiyle söz konusu olsun, medreseler ve adliye/kazâ teşkilâtı, aynı yolun üzerindeki menziller gibidir. Adliye mekanizması içerisinde rol ve vazîfe alacak olanların, esas olarak bir takım medrese kademelerini geçerek bulundukları yerlere ulaşabilecekleri keyfiyeti, pâyeli tâyinlerin medreselerde ortaya çıkışıyla, kadılıklarda ortaya çıkışı arasındaki çakışmayı anlaşılır kılmaktadır.

Bu bakımdan, pâyeli tâyinler medreselerde nasıl XVI. yüzyılın ikinci yarısından ve bilhassa bu yüzyılın sonlarından îtibâren tatbik sâhasına çıkıyorsa, aynı tür tâyinlerin kazâ teşkilâtında ortaya çıkması ve gitgide yaygın bir uygulama hâlini alması da aynı zaman dilimine tesâdüf etmektedir. XVII. yüzyılın başlarında tek-tük karşımıza çıkan pâyeli kadı tâyinleri, yüzyılın ortalarına doğru hızlanmakta, XVIII. asırda ise umûmî bir uygulama hâline dönüşmektedir. Bunda, Osmanlı fetihlerinin artık durmasının ve medreselerdeki mûtad hizmet sürelerini veya kademelerini geçerek kadı olmak isteyenlerin gelebilecekleri mevki’lerin yetersiz hâle gelmesinin de büyük rolü olsa gerektir. Kadılıkların sayıları sınırlı, kadı olmak isteyenlerin sayılarının ise fazla olması, tâliplerin ya bulundukları mevki’de bir üst kadılığın pâyesini almalarına veya daha müderrisken, hiç kadı olmadan kadılık pâyesi edinmelerine yol açmıştır[25]. XVII. ve XVIII. yüzyıllar boyunca bu tür örneklere bol bol rastlamak mümkündür. Önceleri, sâdece tekā’üd muâmelelerinde rastlanan bu pâye tevcihleri, bilâhare bilfiil aktif vazîfeler hâline dönüşmüştür[26]. Meselâ, ünlü târihçi Şeyhülislâm Hoca Sa’dü’d-dîn Efendi’nin oğlu Şeyhülislâm Es’ad Efendi (öl. 1034/1624-25), daha sonra yeniden aktif vazîfe alacak olmakla birlikte, 1004 (1595-96)’te Edirne kadısı bulunduğu bir sırada “Anadolu Sadâreti pâyesi” ile mütekāit olmuştu[27]. Bâzı medreselerde müderris olarak çalıştıktan sonra 1017 (1608)’de Sahn müderrisliğine ulaşan Mevlânâ Muslihü’d-dîn (öl. 1020/1611) adlı bir başkası, 1018 (1609)’de “Kudüs pâyesiyle vazîfe-i tekā’üd”e ayrılmıştı[28]. Mevlânâ Ahmed (öl. 1031/1621-22) adlı başka bir müderris, 1029 (1619-20)’da “tahille-i Sahn[29] ile Bağdâd [kadısı] pâyesine mütesâ’id ve yevmî seksen akçe ile mütekā’id” olmuştu[30]. Bu tür pâye tevcihlerini birer ikrâm olarak görmek de mümkündür ve bu ikrâmları, emekli olan kişilere sıkıntısız bir hayat temin etme arzûsu ile te’lif etmek de kanaatimizce pek tatmin edici gözükmemektedir.

İlmiye zümresine mensup hatırlı kişileri taltif etmek de dâhil, aşağıda gözden geçirilecek olan başka bir takım mülâhazalarla, biri “paye” olmak üzere iki vazîfenin bir kişinin uhdesine verildiği çok sayıda örneğe rastlanmaktadır: Çeşitli medreselerde bulunduktan sonra Sahn’a ulaşan, bilâhare Edirne kadısı olan Seyrek-zâde Seyyid Yûnus Efendi (öl. 1062/1652), 1057 (1647) yılında “Anadolu kazaskerliği pâyesi zamîmesiyle Nakîbü’l-eşrâf” olmuş, bilâhare aynı vazîfede iken kendisine “Rûmeli kazaskerliği pâyesi ihsân” olunmuştu[31]. “Vükelâ-yı devlete müfevvaz ve muhtas olan umûra müdâhale” ettiği ithâmıyla îdâm olunan eski Sahn müderrislerinden Şâmî Nu’mân Efendi (öl. 1069/1658-59), 1059 (1649)’da “Kudüs pâyesi zamîmesiyle Kayseri kadısı tâyin edilmişti[32]. Bostan-zâde Ebûbekir Efendi (öl. 1083/1672), 1080 (1669-70)’de “Kudüs pâyesi” ile Eyüp kadısı olmuştu[33].

Yukarıdan beri verilen örnekler ve bu uygulamaların XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren ortaya çıkarak, gittikçe artan bir şekilde yaygınlaşması, ne mânâya gelmektedir?

Bize göre, bu tür uygulamaları, eğitim müesseseleri etrâfında olup biten basit hâdiseler, sıradan uygulamalar ve sırf müderrisleri gönüllemek için başvurulan sıradan terfi’ vâsıtaları olarak görmek pek mümkün değildir. Bu tür uygulamaların böyle bir değerlendirmenin çok ötesinde mânâları olması gerekir. Nedir bu mânâlar?

Burada tartışılmakta olan uygulamanın ortaya çıkış dönemi ile, Osmanlı devletinin içtimâî, iktisâdî siyâsî ve askerî durumunda görülen sarsıntıların aynı döneme rastlaması tesâdüfî olmamalıdır. Bu dönem, belirtildiği üzere XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın başlarıdır. Dönemin belirtilen yönlerden husûsiyetlerine anahatlarıyla baktığımızda şunları görürüz: Osmanlı devleti, XVI. yüzyılın ortalarından îtibâren hissedilir bir durgunluk içine girmiştir. Yüzyılın sonlarına kadar askerî sâhada bir takım mevziî başarılar elde edilirse de, bu başarılar katlanılan külfetleri karşılayacak ölçüde getirisi olmayan, bilakis yoğun kaynak sarfını gerektiren başarılardır. İhtiyaç duyulan bu kaynakların halktan toplanması gerekmektedir; bu ise daha fazla vergi toplanması mânâsına gelir. Oysa, gelir kaynakları belli ve sâbit, hattâ gitgide azalmakta olan ve ekseriyetle tarımla uğraşan Osmanlı tebeasının üzerine yüklenecek ilâve her bir akçelik vergi yükü, onun daha da huzursuz olmasına ve bu da sosyal kargaşalara yol açacaktır. Zâten, yüzyılın ortalarında, kendisini şehzâde mücâdeleleri sırasında açığa vuran bu huzursuzluklar, zirâî ekonomiyi çoktan sarsıntıya uğratmıştır[34]. Eğitim müesseseleri bile tam bir çıkmaz ve anarşi içine yuvarlanmış durumdadır[35].

XVI. yüzyılın sonlarında ve bilhassa XVII. yüzyılın ilk onlu yıllarında yaşanan ve Osmanlı literatüründe büyük kaçgun olarak nitelendirilen büyük göç hareketlerine de zemin hazırlayan bu tür huzursuzluklar, devleti, kullanabileceği her vesîleyi âzamî nisbette değerlendirmeğe yöneltecektir. Öncelikle devletin, yönetimi altındaki insanları kontrol ve denetim altında tutması lâzımdır. Bu ihtiyaç göz önünde bulundurulduğunda, eskiden beri İslâm toplulukları üzerinde fevkalâde nüfûzu bulunan ulemânın, bu hususta son derece mühim rol oynayacağı da anlaşılacaktır. Esâsen, Osmanlı devletinde başlangıçtan beri bu yönde bir gelişme görülmekle birlikte, bilhassa XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra, ulemânın devlet işleriyle doğrudan alâkadar olmağa ve siyâsî çekişmelerde bilhassa aktif rol oynamağa başladıkları; ülke içerisindeki umûmî îtibarlarıyla mütenâsip olarak merkezî idâre nezdindeki nüfuzlarını daha da arttırdıkları görülmektedir[36]. Böylesi bir durumda, ne pahasına olursa olsun ulemânın devletin yanında, onun eli altında ve gözetiminde tutulması; bir takım maddî menfaat ve imkânlarla bu zümrenin tatmin edilmesi gerekecektir. Yukarıda kısaca ele almış olduğumuz pâyeli tâyinlerin ardında, biz işte böyle bir zarûreti görüyoruz. Hiç şüphe yok ki, fetihlerin durması yüzünden yeni toprakların elde edilememesi; kezâ medreselerin sayılarının ve dolayısıyla verdikleri mezun mikdarlarının artması; buna bağlı olarak, yükselme arzûsundaki ulemâya her zaman münhal kadro temin edilmemesi gibi âmilleri de dikkate almak îcâb ederse de, kanaatimizce bunların tesirlerini tâlî ehemmiyette görmek gerekmektedir. Bu hususta asıl belirleyici faktör olarak, ulemânın devlet karşısındaki pozisyonunu ve devletin ulemâya biçtiği rolün niteliğini görmek, bize daha isâbetli gözükmektedir[37].

Osmanlı devletin kuruluşundan başlamak üzere, bu karşılıklı ilişki mekanizmasının nasıl gelişip oluştuğunu anahatlarıyla gözden geçirmek, konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

Osmanlı topraklarında medreselerin nasıl kurulmağa başladığını ve bu hususta zamanla nasıl bir yapı oluştuğunu, yukarıda gözden geçirmiştik. Bu konuda verilen bilgileri burada bir kez daha hatırlamakta fayda vardır.

Gerek ilk bir buçuk asırlık süre içerisinde ve gerekse İstanbul’un alınışının ardından kurulan büyük ve îtibarlı medreselerin tamâmının ya sultanlar veya devletin önde gelen diğer erkânı tarafından tesis edilmiş olmaları, yukarıda da işâret olunduğu gibi, bu müesseselerin eğitim-öğretim politikalarının belirlenmesinde ve kurucularının kendilerinden beklentilerinde son derece mühim bir rol oynarken, onların devlet karşısındaki pozisyonlarının tesbitinde de belirleyici olmuş ve teşekkül eden bu yapı, hemen hemen devletin inkırâzına kadar ciddî bir değişikliğe uğramamıştır:

 Medreselerin aslî fonksiyonları devlete ihtiyaç duyduğu elemanları yetiştirmektir. Diğer bir deyişle, medreseler ve buralarda vazîfe alan ulemâ, öncelikle devlet için vardır; onun geleceğini teminat altına alması gerekenlerden ve bu işten fiilen mesul olanlardan birisi de bunlardır. XVII. yüzyılın ünlü lâyihacısı Koçi Beğ, ulemânın başı durumundaki şeyhülislâmlarla ilgili olarak şöyle der: “Mukaddemâ şeyhü’l-islâm olan kimesneler, menba’-ı fazl u kemâl olduğundan gayri nâtık bi’l-hakk olup, pâdişâh-ı ‘âlem-penâh hazretlerine dâ’imâ nush-ı cemîlden hâlî olmazlardı. Ve intizâm-ı dîn ü devlete sâ’î olup ahvâl-i ‘ibâdu’llâh ile mukayyedler idi.[38]” Bu durum sâdece, şeyhülislâmlar için değil, bütün ulemâ için geçerlidir. Nitekim, yine Koçi Beğ’e göre, fiilî hizmet dönemi bir tarafa, azledilmiş bile olsalar, onlar “bakıyye-i ‘ömrlerin ‘ilm u ‘ibâdet ile ve du’â-i devlet-i pâdişâh-ı İslâm ile geçürürler idi ...[39]” Ve, varlıkları devlet ile kāimdi. Çünkü, medreselerden mezun olanlar -en alt seviyedeki bir câmi müezzininden en üst seviyedeki şeyhülislâma kadar bütün ilmiye mensupları-, bir vesîleyle devlet memuru idi. Ancak hemen belirtelim ki bu memûriyet, bugün anladığımız mânâda bir memûriyet değil, patrimonyal yönetim mantığının gerekli kıldığı ve hükümdârın, sâdık tebe’asına lütf u ihsân ettiği bir memûriyetti. Bu memurlar -halkla ilişkileri nasıl olursa olsun-, memûriyetleri hükümdârın bir lütfu ve ihsânı olduğu için, esasta hükümdarla onun tebe’ası durumundaki kitleler arasında daha ziyâde hükümdar lehine çalışan bir aracı mevkiinde bulunuyorlardı; dolayısıyla aynı zamanda bir devlet adamı idiler. Halkla devlet söz konusu olduğunda, önceliği tabiî olarak mensup oldukları tarafa, yâni devlete vermek durumundaydılar. Çünkü, halka karşı değil, kendilerini memur eden hükümdâra karşı sorumlu idiler. Yetiştirildikleri müesseseler -medreseler- vakıf esprisi ile ayakta duran, ihtiyaçları vakıflar kanalıyla karşılanan kuruluşlar olsalar dahi, söz konusu vakıfların da hükümdarlar -devlet- tarafından tahsis edilmiş olması[40], diğer bir deyişle maîşetlerini karşılayan iktisâdî kaynakların hemen bütünüyle devletin kontrolü altında bulunması[41], kendilerine aynı zamanda tabiî bir minnet hissi ve mes’ûliyet yüklüyordu. Bu mes’ûliyet, onlara başka mükellefiyetler de tahmil ediyordu: Üzerlerinde büyük nüfuz tesis ettikleri kitleleri, mümkün mertebe kendi metbû’larının arzûları istikāmetinde yönlendirme; geniş kitleleri kontrol etme ve böylece hükümdarların yönetimlerini kolaylaştırma. Bu mükellefiyetler, yine devlet kademelerinde vazîfe alınarak yerine getirilir; ya bir câmi kürsüsünde ve minberinde vaaz edip hutbe okuyarak, ya bir medrese rahlesinde ders vererek, ya bir şehirde müftî olarak, ya bir kazânın kadılığında bulunularak veya başka bir şekilde bir hizmet yürütmek sûretiyle îfâ olunabilirdi. Bu hizmetler sırasında takınılan tavırlar ne olursa olsun, ne ölçüde hakka ve adâlete riâyet edilirse edilsin, netîce îtibâriyle değişen bir şey olmamaktaydı ve kendileri birer memur olarak öncelikle hükümdâra tâbi idiler.

Şunu da hemen ifâde etmelidir ki, böylesi bir durumda söz konusu memurlar hükümdâra ve dolayısıyla devlete ne kadar bağımlı ve muhtaç iseler, aynı şekilde hükümdar ve dolayısıyla devlet de kendilerine o ölçüde bağımlı ve muhtaçtı. Çünkü, hükmünün büyük bir kısmını ancak onlar kanalıyla yürütebilmekte; siyâsî, askerî, adlî-kazâî ve dînî sâhada ve hattâ maarif alanında onlar eliyle iş görebilmekte idi; onlar aynı zamanda devletin -ve hükümdârın- gören gözü, işiten kulağı, düşünen aklı durumundaydılar.

Osmanlı siyâsî, sosyal ve kültürel hayâtını göz önüne getirdiğimizde, söz konusu memurların eğitimlerini tamamladıktan sonra, devlet mekanizmaları ve mevkileri dışında hizmet arz edebilecekleri ikinci bir cihetin olmadığını görürüz. Bu durum, devletle kendileri arasında kelimenin gerçek mânâsıyla bir bağımlılık meydâna getirmiştir; bu sebeple de Osmanlının bürokrat-ulemâsı kendisini devletten ve devlet kapısından uzakta aslâ düşünemezdi; onun velî-i nimeti devlet, ekmek kapısı devlet, halk nezdinde gördüğü saygı ve îtibârın kaynağı -belirli ölçüde- devletti; çünkü kendisi devletlü idi.

Bu çift taraflı bağımlılık, devletin ulemâyı, ulemânın da devleti gözardı edemeyeceği sosyal ve siyâsî bir ortam hazırlamıştı. Her hâlükârda, devletin ulemâyı kendisine muhâlif ve gayr-i memnun bir pozisyona itmemesi, ulemânın sürekli kontrol ve el-altında tutulması, onun zaman zaman hırçınlıklarına ve kaprislerine katlanılması, -muhâlefete geçtiği takdirde devletin, diğer bir deyişle patrimonyal hâkimin başına açacağı gâileler düşünüldüğünde- lâzım ve hattâ elzemdi. Öyleyse, her ne pahasına olursa olsun bu zümre, yöneticinin yanında ve hizmetinde tutulmalı ve onun halk üzerindeki etkisinden ve nüfûzundan faydalanılmalı, hak etmese dahi kendisine bir takım tavizlerin verilmesinden kaçınılmamalı idi... Bürokrat-ulemâ da kendisinin devletsiz bir hiç olduğunu çok iyi bilmekte, nefsini onunla özdeşleştirmekte, kendisini onun sâhibi olarak görmekte ve böylece istikbâlini teminat altında tuttuğuna inanmaktaydı. Devletin hükümdârın mülkü olduğuna inanılan bir devirde, ulemânın münhasıran ilmî hakîkatleri ön plânda tutmak, diğer bir deyişle münhasıran âlim ve aydın kimliği ile temâyüz etmek yerine, bürokrat-ulemâ kimliğini kabûllenmek sûretiyle daha ziyâde dîn ü devlet menfaatini savunur şekilde karşımıza çıkmasının mühim bir sebebi de bu olsa gerektir.

Binâenaleyh, Osmanlı döneminde XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren görülmeğe başlanan ve gitgide yaygınlık kazanan, gerek eğitim sâhasında ve gerekse adliye mekanizmasında sık sık karşımıza çıkan pâyeli tâyinleri, bir de bu cihetten ele almak ve değerlendirmek faydalı olacaktır.

           

EKLER**

 

I

İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İbnü’l-emin, Tevcîhat, Nr. 1275:

Ma’rûz-ı dâ’îleridir ki,

Sahn müderrisi Mustafa Efendi Fethiye’de İsmihan Sultan medresesine İbtidâ-i Altmışlı ile, yerine Mûsıla-i Sahn ile İbrâhim Paşa-yı Cedîd müderrisi Süleymân Efendi Sahn’a, yerine İkinci Dâhil ile Hacı Hasan-zâde müderrisi İsma’îl Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İkinci Dâhil ile Mi’mâr Sinân müderrisi Tâhir Mehmed Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Neccâriye müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâric ile Hurremiye müderrisi e’s-Seyyid ‘Abdu’llah Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâric ile Baba-zâde ma’a Dersiyye-i Halîl Ağa müderrisi ‘Abdu’llah Efendi İkinci Hâric ile, yerine Kırkdan ma’zûl İbrâhim Efendi İbtidâ-i Hâric ile.

Sahn müderrisi Feyzu’llah Efendi Fethiye’de Sinân Paşa medresesine İbtidâ-i Altmışlı ile, yerine Mûsıla-i Sahn ile Ûlâ-yı Husrev Kethudâ müderrisi Hüseyin Efendi Sahna, yerine İkinci Dâhil ile Fâtıma Sultan müderrisi Yûsuf Efendi Mûsıla-i Sahn ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Bali Efendi müderrisi ‘Ömer Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile Dâmâd Efendi müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâric ile ‘Abdu’r-rahman Paşa müderrisi Halîl Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâric ile Dersiyye pây-zen Yûsuf Paşa müderrisi Mehmed Efendi İkinci Hâric ile, yerine Kırkdan ma’zûl ‘Ali Efendi İbtidâ-i Hâric ile.

İbtidâ-i Dâhil ile Bâzergân-başı Ahmed Efendi Etmekci-zâde medresesine İkinci Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Dâhil ile ... Mahmûd Ağa müderrisi Ahmed Efendi İkinci Dâhil ile, yerine İkinci Hâric ile Yûsuf Paşa müderrisi Hüseyin Efendi İbtidâ-i Dâhil ile, yerine İbtidâ-i Hâric ile Ahmed-i Yorgânî müderrisi Mehmed Efendi İkinci Hâric ile, yerine Kırkdan ma’zûl Ahmed Efendi İbtidâ-i Dâhil ile.

[...]

Ve İbtidâ-i Altmışlı ile Bayram Paşa müderrisi Mehmed Efendi yerinde İkinci Altmışlı i’tibâr buyurulup ‘inâyet buyurulmak recâ olunur.

Mine’d-dâ’î el-fakîr Mehmed ‘ufiye ‘anh.

Sahh,

Tertîbleri üzre tevcîh olmak buyuruldu. Fî 19 C. sene 1115(1703).”

 

II

İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Cevdet, Maarif, Nr. 6087:

Ma’rûz-ı dâ’î-i devletleridir ki,

Medrese-i Dâru’l-hadîs-i Süleymâniye Süleymâniye müderrisi ‘Abdu’r-rahman Efendi-zâde ‘Ali Rızâ Efendi dâ’îlerine, yeri Hâmise-i Süleymâniye ile Cedîde-i Nûr-ı ‘Osmânî müderrisi Mehmed-i Mekkî Efendi dâ’îlerine, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Şâhzâde müderrisi Tokatî Mustafa Efendi dâ’îlerine bâ-Hâmise-i Süleymâniye, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Kalender-hâne müderrisi Hamza-zâde Hâfız İbrâhim Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Mahmûd Paşa müderrisi Yahyâ-zâde İbrâhim Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye, yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Pîrî Paşa müderrisi Sa’îd Efendi-zâde İbrâhim Nedim Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye, yeri Hareket-i Altmışlı ile Gâzî Turhan der-Cisr-i Ergene müderrisi ‘Osman Efendi hazretleri mahdûmu e’s-Seyyid Mehmed Kâmil Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Süleymâniye, yeri İbtidâ-i Altmışlı ile Ahmed Paşa der-kurb-ı Sultan Selîm müderrisi Hâşim-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu’llah Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Altmışlı, yeri Sahn müderrisi Fetvâ Emîni Ebûbekir Efendi birâderi Müsevvid ‘Ömer Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Altmışlı, yeri Mûsıla-i Sahn ile Yarhisâr müderrisi Kefevî Mehmed Efendi-zâde Ahmed Necîb Efendi dâ’îlerine, yeri Hareket-i Dâhil ile Sâniyye-i Ken’ân Paşa müderrisi Gîlânî-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu’l-latîf Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn. Ve Dersiyye, der-câmi’-i Meydancık ‘an-vakf-ı Mustafa Ağa, İbtidâ-i Dahil ile Dersiyye-i Hâce Fâtıma Hâtun müderrisi ‘Alâ’iyyeli ‘Abdu’l-Me’men Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Dâhil; yeri Hareket-i Hâric ile Dersiyye-i ‘Abdu’l-kādir, der-câmi’-i Zeyrek, müderrisi Kebîrî-zâde e’s-Seyyid ‘Abdu’r-rahman Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâric ile Dersiyye, ‘an-vakf-ı Emetu’llah Hâtun, müderrisi Kebîrî-zâde e’s-Seyyid Mehmed Nûru’d-dîn Şeref Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Hâric; Medrese-i Süleymâniye Hâmise-i Süleymâniye ile Süleymâniye, der-Çorlu, müderrisi Esîrî dâmâdı Yahyâ Efendi dâ’îlerine; yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Cedîde-i el-Hâc Beşîr Ağa müderrisi Samakolî (?) Hasan Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye; yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Kılıç ‘Ali Paşa müderrisi Yahyâ Paşa imâmı Hâfız Mehmed Sadık Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye; yeri Mûsıla-i Süleymâniye ile Nişâncı Paşa-yı Cedîd müderrisi Bükâ’î-zâde Ahmed Efendi dâ’îlerine bâ-hareket-i misliyye; yeri Hareket-i Altmışlı ile Debbâğ-zâde müderrisi Mollâ-zâde Mehmed Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Süleymâniye; yeri Sahn müderrisi Müsevvid Mustafa Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Altmışlı; yeri Mûsıla-i Sahn ile Kirmâstî müderrisi Başmakcı-zâde e’s-Seyyid Mehmed Selîm Efendi dâ’îlerine; yeri Hareket-i Dâhil ile Dersiyye-i İsma’îl Efendi, der-câmi’-i el-Hâc Hasan-zâde, müderrisi ‘Âtıf Efendi rebîbi Süleymân Efendi-zâde Feyzu’llah Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn; İbtidâ-i Dâhil ile Dersiyye-i el-Hâc İlyâs müderrisi Erzurumî Müsevvid Hâfız Mehmed Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i misliyye; ve Dersiyye, der-Mescid-i Bıçakcı ‘Alâ’ü’d-dîn ‘an-vakf-ı e’s-Seyyid el-Hâc Mehmed, bâ-Hareket-i Hâric ile Dersiyye, der-Câmi’-i Mahmûd Paşa ‘an-vakf-ı Çukacı el-Hâc Ebûbekir Efendi müderrisi Tokatî Mustafa Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâric ile Dersiyye, der-câmi’-i Sultân Mehmed ‘an-vakf-ı Kırîmî ‘Abdu’r-rahîm Efendi Yahyâ Mollâ-zâde Mehmed Sa’îd Efendi dâ’îlerine bâ-hareket-i Hâric [...] tevcîh buyurulmak mercûdur.”

e’d-Dâ’î Cezerî-zâde Mustafâ, ‘ufiye ‘anh.

Sahh,

İşâretleri mûcebince tevcîh olunmak buyuruldu. 14 M(uharrem) sene (1)177 [1763].”

***

III

İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İbnü’l-emin, Evkāf, Nr. 7901:***

Medâris-i Hareket-i Dâhil, Der-Burûsa

Şücâ’iyye: Na’lbûr-zâde İsmâ’îl Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fî 10 C. sene 205).

Hâce Menteş: Levhî-zâde e’s-Seyyid Mehmed Sa’îd Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fî 21 C., sene 204).

İklîm (?) Şâh: Sa’dî-zâde Abdullah Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fî 22 Câ., 204).

Sabbâğ Hayrü’d-dîn: Ahmed Ağa-zâde Hüseyin Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 27 Râ., sene 205).

Hâce Bahrî: Hâdî-zâde e’s-Seyyid Mehmed ... Efendi’ye tevcîh, fî 26 S., sene 198 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fî 13 C., sene 206).

Ebû İshak Kâzrûnî: Abdî-zâde e’s-Seyyid İbrâhîm Efendi’ye tevcîh, fî gurre-i R., sene 198 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 9 C., sene 205).

Hâce Ni’metu’llah Efendi: İmâm-zâde İsmâ’îl Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 201 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, fî 6 C., sene 206).

Sâniyye-i Sûfî Sinân: e’s-Seyyid Mustafa Efendi’ye tevcîh, fî 6 Ş., sene 201 (Yerinde Mûsıla-i i’tibârî verilmişdir, 27 Râ., sene 207).

e’s-Seyyid Ali: e’s-Seyyid Mehmed Râşid Efendi’ye tevcîh, fî 6 Ş., sene 201.

Sâniyye-i Ebû İshak Kâzrûnî: Yörük-zâde Mehmed Hayyât Efendi’ye tevcîh, fî 6 Ş., 201 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 5 L., sene 204).

Ferhâdiyye: e’s-Seyyid Yûsuf Efendi’ye tevcîh, fî 14 Râ., sene 202 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 17 Râ., sene 207).

Dersiyye-i Nişâncı Ali Paşa: Âmidî e’s-Seyyid Abdullah Efendi’ye tevcîh, fî gurre-i Râ., sene 202 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 5 L., sene 204).

Kemâl Beğ: Haffâf-zâde Mehmed Emîn Efendi’ye tevcîh, fî 3., Ş., sene 203 (Medresesiyle Sahn’a gitmişdir, 26 M., sene 206).

İklîm (?) Şâh: Ders-i âmm Hâfız Ahmed Efendi’ye tevcîh, fî 22 Câ., sene 204 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 13 R., sene 207).

Hâce Menteş: Demircili e’s-Seyyid Abdu’llah Efendi’ye tevcîh, fî 21 C., sene 204 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 25 R., sene 208).

Dersiyye-i el-Hâcc Süleymân, der-Câmi’-i Kebîr: İbtidâ-i Dâhil ile müderris Kandilci-zâde Mustafa Efendi’ye yerinde i’tibâr tevcîh, 21 C. sene 204 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 29 C., sene 204).

Dersiyye-i el-Hâcc Süleymân, der-Câmi’-i Kebîr: e’s-Seyyid Ebûbekir Efendi’ye tevcîh, 29 C., sene 204 (Medresesiyle Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 12 R., sene 207).

Sâniyye-i Hâce Ni’metu’llah: Vardârî Şeyh-zâde Hafîdî Abdu’llah Efendi’ye, 29 C., sene 204 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 15 C., sene 209).

Dersiyye-i Nişâncı Ali Paşa, der-Burûsa: Burûsavî Hüseyin Efendi’ye, 5 L., sene 204 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 24 R., sene 208).

Ebû İshak Kâzrûnî, der-Burûsa: Ders-i âmm Burûsavî el-Hâcc Ebû Bekir Efendi’ye, 9 M., sene 205 (Mûsıla-i Sahn’a gitmişdir, 13 R., sene 209).

[ ... ]

 

Medâris-i Mûsıla-i Sahn, der-Burûsa

 

Hüseyin Çelebi: Eşref-zâde e’s-Seyyid Mehmed Safiyyü’d-dîn Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Sahn’a gitmişdir, fî 22 Câ., sene 204)

Dersiyye-i Süleymân Paşa, der-İznik: Hasan Efendi-zâde Ali Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Terhîn ?, 29 C., sene 204).

Dersiyye-i Yıldırım Bâyezid: e’s-Seyyid Mustafa Efendi’ye tevcîh, fî 11 C., sene 197 (Sahn’a gitmişdir, fî 21 C., sene 204).

Çoban Beğ: Şeyh-zâde Hüseyin Efendi’ye tevcîh, fî 11 Câ., sene 197 (Mûmâ-ileyhe bâ-misliyye Yıldırım Bâyezid Medresesi verilmişdir, fî 21 C., sene 204; Sahn’a gitmişdir, 5 L., sene 204).

Leysî Çelebi: Nakîb-zâde e’s-Seyyid Mehmed Efendi’ye tevcîh, fî 26 S., sene 198 (Sahn’a gitmişdir, fî 13 C., sene 206).

Göbekli: Mollâ-zâde Ahmed Efendi’ye tevcîh, fî gurre-i N., sene 198 (Sahn’a gitmişdir, fî 13 C., sene 206).

Râbi’a-i Cezerî Kāsım Paşa: el-Hâcc Eyyûb Efendi-zâde Ahmed Efendi’ye tevcîh, fî gurre-i N., sene 198 (Sahn’a gitmişdir, sene sitte seb’a).

Başçı İbrâhîm Efendi: Es’ad-zâde e’s-Seyyid Abdu’l-hâdî Efendi’ye tevcîh, fî 11 C., sene 201 (Sahn’a gitmişdir, 1 Zâ., 205).

Esediyye: ‘Aynı Ekber-zâde Fahru’d-dîn Efendi’ye tevcîh, fî 6 Ş., sene 201 (Sahn’a gitmişdir, 9 M., sene 205).

Hasan Paşa: Manav-zâde e’s-Seyyid Mehmed Sâlim Efendi’ye tevcîh, fî 6 Ş., sene 201 (Sahn’a gitmişdir, 17 Râ., sene 205).

Kara Gâvî: e’s-Seyyid Abdu’l-’azîz Efendi’ye tevcîh, fî 14 Râ., sene 202 (Sahn’a gitmişdir, 15 Z., sene 207).

Lutfiyye: Eşref-zâde e’s-Seyyid Mehmed Necmü’d-dîn Efendi’ye tevcîh, fî gurre-i Râ., sene 202 (Sahn’a gitmişdir, 25 R., sene 208).

Hüseyin Çelebi: Sa’dî-zâde Abdu’llah Efendi’ye tevcîh, fî 22 Câ., sene 204 (Sahn’a gitmişdir, 13 R., sene 209).

[ ... ]

***

IV****

Münhale olan Dizdâriye medresesi Hareket-i Dâhil ile Serverî Beğ medresesi müderrisi Midillüli Emîn Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn; yeri İbtidâ-i Dâhil ile Fîrûz Ağa medresesi müderrisi Alablılı (?) ‘Ali Niyâzî Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Dâhil; yeri Hareket-i Hâric ile ‘Abdu’llah Şemsî-i Sivâsî medresesi müderrisi Zağferanbolulu Mehmed Zühdî Efendi-zâde Ahmed Kâzım Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâric ile ‘Atâ’iye medresesi müderrisi Ereğlili Mustafa Efendi dâ’îlerine bâ-Hâreket-i Hâric. Ve yine münhale olan ‘Ali Paşa, der-Çatalca, medresesi Hareket-i Dâhil ile Dâru’l-hadîs-i ‘Osmân Efendi medresesi müderrisi Hezâr-gradlı Mahmûd Hilmi Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn; yeri İbtidâ-i Dâhil ile Hânkāh-ı Mütevekkil Efendi medresesi Ürgübî Mustafa Rüşdî Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Dâhil; yeri Hareket-i Hâric ile Sâniyye-i Ferruh Beğ medresesi müderrisi Batumlu ‘Osmân Zühdî Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâric ile Râbi’a-i Mollâ Fenârî medresesi müderrisi Karluhlu (?) Hüseyin Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Hâric. Ve yine münhale olan Müftî-zâde Hüseyin Efendi medresesi Hareket-i Dâhil ile Ûlâ-yı Sâlim Efendi medresesi müderrisi Kastamonulu İbrâhim Hakkı Efendi dâ’îlerine bâ-Mûsıla-i Sahn; yeri İbtidâ-i Dâhil ile Şehr-emîni medresesi müderrisi Aydoslu Mehmed Fevzî Efendi dâ’îlerine bâ-Hareket-i Dâhil; yeri Hareket-i Hâric ile ‘Atâyî-zade medresesi müderrisi Sivaslı Mehmed Sa’îd Efendi dâ’îlerine bâ-İbtidâ-i Dâhil; yeri İbtidâ-i Hâric ile Ûlâ-yı Rahîmiyye medresesi müderrisi ... Hasan Efendi dâ’îlerine bâ-Hâreket-i Hâric [...] tevcîh buyurulmak mercûdur. Hurrire fî gurre-i Zi’l-hicceti’ş-şerîfe, seneti isneyn ve ‘ışrîn ve selâse-mi’eti ve elf [1322/1904].”

_____________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Belleten, LXII/233 (Ankara 1998), s. 41-64

[1] Bu yayınlar için şunları örnek gösterebiliriz: Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fak. Mec., İstanbul 1332, s. 137-144; Muallim Emin Beğ, “Târihçe-i Tarîk-ı Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; O. Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II (iki cilt bir arada), İstanbul 1977; M. Ş. Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 463-467; A. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üni. Yay., İstanbul 1946; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, 3. baskı, İstanbul 1988; Şehabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi 1973, İstanbul 1975, s. 3-37; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1976; Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnameler”, Vakıflar Dergisi, XIII (1981), s. 171-236; aynı yazar, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İstanbul 1983); Ekmeleddin İhsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 1-48.

[2] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 61-63; aynı anlayışın kadılık müessesesi ile ilgili yönü hakkında bkz. aynı eser, s. 87-98.

[3] Sultan Orhan tarafından kurulun bu medreseye, ilk olarak Dâvûd-ı Kayserî (öl. 751/1351) adlı birisi müderris tâyin edilmişti (bkz. Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’iku’ş-Şakā’ık (Terceme-i Şakā’ık; Şakāyık-ı Nu’mâniye ve Zeyilleri, I, haz. A. Özcan, İstanbul 1989, s. 27; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1).

[4] Bu medreselerle ilgili derli toplu bilgi almak için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 15; Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, 1984, s. ; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1-2.

[5] Bu konuyla ilgili olarak bkz. Halil İnalcık, “Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un Fethi ve İmparatorluk”, Türk Kültürü (Ankara 1964), Sayı 20, s. 8-13; aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 979; kezâ, “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi (İA), VII (1979), s. 534.

[6] Bu tasnif, Fâtih’in meşhur Teşkilât Kānunnâmesi’nde bulunmaktadır; bkz. Abdülkadir Özcan, “Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizam-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İst. Üni. Edebiyat Fak. Tarih Dergisi, Sayı 33 (Mart 1980-81), İstanbul 1982, s. 39.

[7] Bkz. Özcan, a.g.m. aynı yer.

[8] Baltacı, a.g.e. s. 16.

[9] Ünver, a.g.e., s.10; Baltacı, a.g.e. s. 16.

[10] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 58.

[11] Aynı tasnifi XIX. yüzyılın ünlü devlet adamı ve târihçisi Cevdet Paşa da vermektedir; bkz. Târih-i Cevdet, I, İstanbul 1309, s. 111.

[12] Osmanlı ilmiye tarîkinde hareket, basamaklar hâlinde sıralanan medreseleri, en alt seviyedekinden en üst seviyedekine kadar sırası ile tek tek geçmeğe, diğer bir deyişle müteselsil terfi’ sisteminin cereyan şekline denmektedir.

[13] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 62.

[14] Bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 58.

[15] Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’ıku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık, 1 (Şakā’ık-i Nu’mâniyye ve Zeyilleri, 2; haz. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 326.

[16] A.g.e., I, s. 310.

[17] A.g.e., 1, s. 510.

[18] A.g.e., I, s. 525.

[19] A.g.e., I, s. 539.

[20] A.g.e., I, s. 555.

[21] Atâyî, a.g.e. I, s. 744.

[22] Bu döneme âit rastgele seçilmiş örnekler için bkz. Atâyî, a.g.e., II, s. 297, 302, 303, 307, 309, 312, 313, 314, 320, 390, 392, 395, 399, 529,533, 536, 540, 542, 544, 557, 561, 564, 567, 568, 569, 570, 593, 629, 648, 663, 664, 701, 722, 744 ve daha onlarca örnek...

[23] Bu döneme âit olmak üzere, Osmanlı biyografi yazarlarından Şeyhî Mehmed Efendi yüzlerce örnek vermektedir; bkz. Vekāyi‘u’l-Fuzalâ, (Şakā’ıku’n-Nu’mâniyye ve Zeyilleri; haz. A. Özcan), I, İstanbul 1989, s. 16, 44, 208, 211, 245, 246, 249, 270, 271, 293, 300, 302, 304, 309, 312, 314, 318, 319, 321, 322, 326, 329, 331 ....; kezâ II, s. 7, 8, 11, 15, 19, 20, 21, 28, 30, 31, 33, 34, 60, 63, 66, 71, 73, 79, 119, 123, 124, 125...; kezâ III, s. 487, 488, 489, 494, 497, 498, 499, 501, 504, 505, 506, 510, 512, 513, ve yüzlercesi.

[24] Bu konuyla ilgili olarak ayrıca bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 59-60, 62-63. Uzunçarşılı’nın verdiği bilgilere göre (s. 59, dipnot 1), “pâye” olarak verilen medreselerin sayıları zaman içerisinde bir hayli artmıştır. Meselâ, “XVI. asırda Mûsıla-i Sahn müderrisliği pek mahdut iken XVII. asırda Sahn-ı seman müderrislerinin adedi kırk sekiz [Oysa esas olarak 8 Sahn medresesi, dolayısıyla gerçek mânâda 8 Sahn müderrisi bulunuyordu. F. U.] ve daha sonra da bir misli artmıştır. 1300 H. (1882 M.) muayyen bir kadrosu olmayarak miktarı artıp eksilen İbtidâ-i Hâriç müderrisliğinden sonra muayyen kadrosu olan Hareket-i Hâriç müderrisleri kırk ve ibtidâ-i dahil kırk sekiz, Hareket-i dâhil müderrisleri otuz iki, Mûsıla-i Sahn seksen sekiz, Sahn-ı Seman sekiz, İbtidâ-i Altmışlı kırk sekiz ve Hareket-i Altmışlı medreseleri otuz iki idi.”

[25] Kadıların hareketleri (tâyinleri) ile ilgili daha fazla bilgi için bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 87-103.

[26] Siyâsî kadrolar arasında yakınları veya çevreleri bulunan bir kısım insanların, son bulundukları mevki’lerle mütenâsip olmayan bir maddî imkân ile takviye olunmalarına yönelik uygulamalara günümüzde de sık sık şâhit olunmakta ve hiç de hakları olmadığı hâlde, bâzı kimselerin emekliliklerine az bir süre kala ‘danışmanlıklar’ gibi üst mevkilere tâyin edilmek sûretiyle, üst derecelerden emekli olmalarına imkân sağlandığı pekâlâ görülebilmektedir. Çeşitli bakanlıklarda, bakanların yüzlerini bile gördükleri şüpheli olan onlarca danışman bulunması da bu tür taltifler cümlesinden olsa gerektir.  

[27] Atâyî, a.g.e., II, s. 690.

[28] Atâyî, a.g.e., II, s. 551.

[29] Tahille, bir mevki’e bir kaç günlüğüne olacak şekilde kısa süreli bir tâyini müteâkıp, daha üst bir mevki’e yükseltilmeyi anlatmak maksadıyla kullanılan bir terimdir.

[30] Atâyî, a.g.e., II, s. 661.

[31] Şeyhî Mehmed Efendi, a.g.e., I, s. 202.

[32] Şeyhî, a.g.e., I, 270.

[33] Şeyhî, a.g.e., I, s. 389. Benzeri yüzlerce örnekten rastgele seçilmiş bir kaçı için bkz. A.g.e., I, s. 320, 342, 374, 401, 429, 430, 445, 448, 471, 476, 489, 492, 498 ...; II, s. 6, 20, 21, 30, 71, 73, 126, 133, 135, 142, 144, 162, 174, ...; III, s. 490, 501, 504, 506, 507, 508, 510, 512, 515, 520, 522, 541 ...

[34] Burada sözü edilen gelişmelerle ve bilhassa sosyal ve iktisâdî yapıda meydâna gelen değişme ve sarsıntılarla ilgili olarak bkz. Şerafettin Turan, Kanunî’nin Oğlu Şehzâde Bâyezid Vak’ası, Ankara 1961; Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, “Celâlî İsyanları”, 1. baskı, Ankara 1971; kezâ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, II, 2. baskı, İstanbul 1979.

[35] Bu dönemde medreselerin ülke çapında nasıl bir huzursuzluk kaynağı hâline geldiğine dâir bkz. M. Akdağ, “Medreseli İsyanları”, İstanbul Üni. İktisat Fak. Mec., XI (İstanbul 1952), s. 361-387.

[36] Bu hususta bkz. H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 34, 173; kezâ, “Osmanlı İmparatorluğu”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara 1976, s. 981; Albert H. Lybyer, Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi (çev. S. Cılızoğlu), İstanbul 1987, s. 196-203.

[37] Osmanlı ulemâsının, devletin kuruluşundan îtibâren kendisini devlet karşısında nasıl bir pozisyonda bulduğu veya devletin kendisinden ne beklediği konusunu, daha ayrıntılı bir şekilde başka bir yazıda ele almayı düşünüyoruz.

[38] Risâle-i Koçi Beğ, London 1277, s. 10.

[39] Aynı yer.

[40] Dikkate değer ve îtibâr edilir bütün büyük medreselerin sultanlar tarafından kurulduğu ve yine onlar tarafından gerçekleştirilen tahsîs kabîlinden vakıflarla finanse edildikleri unutulmamalıdır.

[41] Bu tahsislerin sahih vakıflardan farklı olduğunu ve dolayısıyla her an başka bir cihete tahsis edilebileceğini unutmamak gerekir. (Sultanlar tarafından gerçekleştirilen tahsis nitelikli vakıfların hukûkî durumu ve bu konuda Şeyhülislâm Ebussuud Efendi tarafından verilmiş olan bir fetvâ için bkz. A. Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, TTT yay., Ankara 1988, s. 444-451).

** Farklı dönemlere âit aşağıdaki 4 adet vesîkanın tamâmı değil, örnek oluşturması açısından her birinin sâdece bir kısmı verilmiştir.

*** Bu belgede geçen târihler, hicrî 1197 ilâ 1209 (1782-83 ilâ 1794-95) yılları arasına âittir.

**** Burada verilen metin, İstanbul Müftülüğü Şer’iyye Sicilleri Arşivi’nin deposunda tasnif edilmemiş bir şekilde bulunan, bir kısmı yırtık numarasız bir defterden sırf örnek olsun diye alınmıştır.