Yayınlarım...
KĀNÛNÎ DEVRİ ŞEHZÂDE MÜCÂDELELERİ VE BUNUN OSMANLI SİYÂSÎ VE SOSYAL TÂRİHİ BAKIMINDAN ÖNEMİ(*)
Giriş
Osmanlı devletinin kuruluşundan XVII. yüzyılın başlarına kadar şehzâdeler arasında çıkan taht mücâdeleleri, devletin dâhilî hâdiseleri arasında mühim bir yer tutar. I. Murad zamanında fiilen başlayan bu mücâdeleler, Fetret Devrinde Yıldırım Bâyezid'in oğulları arasında devleti parçalanma ve dağılma noktasına getirmiş; Fâtih Sultan Mehmed'in oğullan Bâyezid ve Cem; II. Bâyezid'in oğullan Ahmed, Korkud ve Selim arasında yeni boyutlar kazanmıştır. Her taht mücâdelesi, devletin düzen ve istikrârında ve sosyal hayatta bir takım aksaklıklara sebep olmuş, uzun süren iç mücâdelelere yol açmıştır.
Bu mücâdelelerin, Osmanlı saltanat verâsetli usûlünden tutalım devletin içinde bulunduğu siyâsî, sosyal, iktisâdî, kültürel ve bünyevî yapısına varıncaya kadar zamana ve döneme göre değişen çok çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeple, söz konusu mücâdeleleri sâdece “saltanat hırsı” gibi basit ve tek bir sâike bağlamak, oldukça sathî ve kolay bir îzah tarzı olur.
Şehzâde mücâdeleleri içinde Kānûnî Sultan Süleyman'ın oğulları Sultan Mustafa, Selim ve Bâyezid arasında zuhur eden mücâdeleler, doğurdukları netîceler bakımından husûsî bir ehemmiyeti hâizdir. Çünkü, bu mücâdeleler sonunda sosyal ve siyâsî huzursuzluklar bir yana, şehzâdelerin yönetime hazırlanması safhasında da mühim değişiklikler ortaya çıkacaktır. Bu sebeple, söz konusu mücâdeleleri incelemeğe geçmeden önce, onlara zemin hazırlayan târihî ortamı, diğer bir ifâdeyle, Kānûnî'nin hükümdarlığının son on yılındaki Osmanlı devletinin iktisâdî ve içtimâî durumunu, askerî vaziyetini gözden geçirmemiz, konumuz açısından faydalı olacaktır. Zîrâ yukarıda da kısaca işaret edildiği gibi, konunun tek boyuttan incelenmesi, durumun îzâhı ve anlaşılması için yeterli değildir.
1550'lerden Sonra Osmanlı Devletinin Durumu:
Bilindiği ve bir “müteârife” hâlinde tekrarlandığı gibi, Kānûnî devri (1520-1566), Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun târihi içinde, devletin en parlak dönemlerinden biri ve belki yegânesi sayılmıştır. Bu görüş, muhtelif yönlerden hakîkaten doğrudur. Esâsen, XVI. yüzyıl Osmanlı devletinin çeşitli teşkilâtları ve müesseselerinin teşekküllerini tamamladıkları ve en üst seviyelerine gelerek klâsikleştikleri bir yüzyıl idi. Bu yüzden siyâsî ve iktisâdî çöküşün ileri safhalara ulaştığı daha sonraki yüzyıllarda, zuhur eden aksaklıkları ıslâh etmek için tedbirler aranırken, XVI. yüzyıl ve bilhassa Kānûnî dönemi üzerinde ısrarla durulmuş ve devleti eski gücüne kavuşturmanın tek yolu, aynı dönemdeki kānun ve nizâmların tekrar ve ciddî bir şekilde uygulanmasında görülmüştü[1]. Ancak bu parlak görünüşün yanında, Kānûnî döneminin şâşaası içinde varlıkları yeterince hissedilmeyen fakat tesirleri ve sıkıntıları daha sonraki yüzyıllarda çok daha bâriz bir şekilde müşâhede edilen pek çok bozukluk da esas olarak bu devirde belirmeğe başlamıştır[2].
Kānûnî'nin bilhassa 1550'lerden sonraki hükümdarlığı esnâsında yavaş yavaş hissedilmeğe başlayan bozuklukların âmillerini çok daha eski târihlerde aramak gerekir. Bilindiği gibi, 1490'larda Doğu'ya uzanan Ümit Burnu yolunun bulunması ve Amerika'nın keşfi gibi hâdiselerle İngilizler, Hollandalılar ve Portekizliler denizlerde hâkim duruma geçmişler[3], dünyâ ticâret yolları tedrîcen Doğu Akdeniz ve Ön-Asya'dan açık denizlere kaymış[4] ve aynı dönemde Batı dünyâsında meydâna gelen ticâret ve sanâyi sâhasındaki gelişmeler, Osmanlı devletinin dış ticâretini etkilemeğe başlamıştı. Kānûnî zamanında fazla bunaltıcı olmayan bu etkileme, iç ticârete de yansıyarak yavaş yavaş iktisâdî yapının bozulmasına yol açmış ve buna muvâzî olarak içtimâî bünye üzerinde kötü tesirler bırakmıştı[5].
Dikkati çeken ilk sıkıntı para darlığı şeklinde kendini gösterdi. Bu darlık eskiden beri hissedilmekle beraber[6], XVI. asırda tımarlı ordunun muhtelif sebeplerle işe yaramamağa başlaması ve Yeniçeri ordusunun sayışının arttırılması, bunların doğrudan merkezî hazmeden beslenmeleri sebebiyle, daha ağır ve sürekli bir hâl almıştı[7]. Diğer taraftan, imparatorluk hudutları fevkalâde genişlemiş bulunuyordu. Bu yüzden aylarca suren uzun seferler, yeteri kadar fayda temin edici olmadığı gibi, devlet harcamalarını da artırıyor, bu harcamaları karşılayabilmek için kâfî kaynaklar bulunamıyor, ancak sık sık vergilerin artırılması yoluna gidiliyordu[8]. Meselâ, eskiden sâdece seferler öncesinde konulan ve geçici bir vergi türü olan tekâlif-i dîvâniyye, dâimî vergi hâline getirilmişti[9]. Buna paralel olarak, gümüşe dayalı para sistemi olan akçenin sürekli değer kaybetmesi ve zaman zaman akçe içindeki gümüş oranının düşürülmesi[10], alım gücünü zayıflatıyordu. M. Akdağ'a göre, 1548'den îtibâren ülkede eşya fiyatlarında dikkate değer artışlar meydâna gelmişti[11].
Aynı dönemdeki ikinci sıkıntı ise, tımar sisteminin bozulmağa başlaması oldu[12]. Mâliyesi büyük ölçüde tarıma ve dolayısıyla tımar sistemine bağlı olan Osmanlı devletinde bu sistemin bozulması, hem ordunun ekseriyetini oluşturan ve doğrudan hazîneden beslenmeyen tımarlı ordunun kuvvet kaybetmesine, hem de tarım ürünlerinin azalmasına ve bu yüzden mevzî kıtlık ve yoksulluklara yol açmıştı[13].
İktisâdî bozuklukların umûmîleşmesi ve vergilerin artması, netîce olarak, toprağa bağlı çiftçi-köylü zümresini de fakirleştirmeğe başladı. Bu durumdan istifâdeye kalkışan bir takım fâizciler, devlet tarafından % 10-15 ve hattâ bâzan 20'ye kadar varan fâize müsaade edildiği hâlde[14], bu nisbeti % 50-60'lara çıkararak halkı soymağa başlamışlardı[15].
İster para darlığından[16], ister iktisâdî ve mâlî sıkıntıdan, ister vergilerin arttırılmasından ve isterse fâizcilerin ifratından olsun, şu veyâ bu şekilde, sosyal ve ekonomik durumu sarsılan çeşitli zümreler oluşmuştu. Bunları, ekonomik durumları bozulan ve hoşnutsuzlar zümresi hâline gelen tımar erbâbı; vergilerin artması ve yoksulluklar neticesi toprağını terk eden çift-bozan (levendât) tâifesi ve medreselere yığılan, ancak mezun olduktan sonra kısa sürede bir is basma geçemeyen talebe grupları (suhtevât) olarak sıralamak mümkündür. Bunlara, kendi çıkarlarını kovalayan ve bu uğurda küçük kıpırdanmaları tahrikten çekinmeyen bâzı Kapıkulu erkânı (devşirme zümresi) ile münferit zaîm, kadı ve beyleri de ilâve etmek mümkündür.
Bunlardan geçimleri dirlik gelirlerine bağlı bulunan ve savaşlarda aslî yükü taşıyan tımar sâhiplerinin, uzun süreler dirlik gelirlerinin hiç artmaması ve mevcûdun da kıymetten düşmesi yüzünden refah seviyeleri gerilemiş ve nihâyet merkezî hükûmete cephe almalarına yol açmıştı[17]. Meselâ, merkezî idare tarafından “âsî” sayılan şehzâdelerin etrâfına toplanan tımar sâhiplerinin çoğunlukta olduğu Orta Anadolu'da bu durum çok daha bârizdir. 1575/76 tarihli Bozok tahrir defterine göre, Bozok sancağında toplam 683 tımar sâhibi vardı ve bunların 629'un geliri 4000 akçenin altında bulunuyordu[18]. Aynı sancaktaki zaîmlerin gelirleri de, çok daha yüksek olması îcap ederken, 20.000 akçenin altında kalmaktadır[19]. Bu durum, aynı bölgede yer alan diğer sancaklarda da aynı idi. Diğer taraftan, tımar sâhiplerinin sayışı artarken, dirlik gelirleri azalmıştı[20].
Toprağa bağlı çiftçi-köylü zümresi ise, ekonomik açıdan durumları sarsılan tımar sâhiplerinin tazyîki; miktarı ve türü artırılan vergi yükleri altında borçlarından kurtulmak için fâizci zümresine sığınmış ve dolayısıyla daha fazla borç altına girmişti. Bütün bu baskı ve yüklerden kurtulmanın yolunu, çiftini-çubuğunu bırakarak köyünü terk etmekte bulan çiftçiler, çift-bozan veyâ levendât adı altında etrâfa yayılmağa ve gittikleri yerlerde “harâmîliğe” başlamışlardı[21]. F. Braudel, 1550'den ve bilhassa 1560'lardan sonra bütün Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de bu tür “haydutluk” hâdiselerinin yoğun olarak görüldüğünü tesbit etmiştir[22].
Gayr-i memnun zümreler içerisinde medrese talebelerinin durumları biraz daha farklıdır. Bunlar, fiilen şehzâde mücâdelelerine karışmamışlar, ancak gruplar hâlinde etrâfa dağılarak, oluşan istikrarsız ortam içerisinde leventler gibi pek çok soygun, hırsızlık ve yol kesicilik hâdiselerine karışmışlar, hattâ gittikleri yerlerde çeşitli ahlâksızlıklara sebebiyet vermişlerdi[23]. Devlet tarafından bütün bu hareketlerin önü alınamıyor, bu ise halkın devlete olan güvenini sarsıyordu[24].
Yukarıda kısaca belirtilen zümrelerin şehzâde mücâdelelerinde ehemmiyetli bir rol oynadıkları anlaşılıyor. Hattâ ileride göreceğimiz gibi, Şehzâde Mustafa'nın öldürülmesinden sonra 1555'te Rumeli'nde patlak veren Düzmece Mustafa hâdisesinde, şehzâde olduğunu iddiâ eden kişinin etrâfında toplananların hemen hemen hepsi söz konusu iktisâdî ve içtimâî bozukluklardan etkilenen bu gayr-i memnun zümrelerden oluşmuştu[25]. Bu duruma kısaca işâret eden F. Braudel, Selim-Bâyezid hâdisesinde devrin sosyal manzarasının, Osmanlı kaynaklarının gösterdikleri sebeplerden daha az etkili olmadığını belirtir[26].
Osmanlı sultanlarının merkezî otoriteyi güçlendirmek için çeşitli tedbirler aldıkları mâlumdur. Bunlardan birisi de sosyal tabanları olmayan ve tek dayanakları hükümdar olan devşirmelerden müteşekkil Yeniçeri ordusudur. Yerli aristokrasinin teşekkülünü önlemek veyâ hiç değilse başka bir güçle dengelemek şeklinde bir politikanın ürünü olan Yeniçeriler, başlangıçta sosyal bir tabanları ve dayanacak sınıfları olmamasına rağmen, bilâhare kendi aralarında çok güçlü bir “ocaklı” sınıfı ve şuuru oluşturdular. Esasen, devletin cismânî gücü de büyük ölçüde devşirmeler arasından sivrilmiş devlet adamlarının eline geçmiş bulunuyordu. Aynı “ocağa” mensup olmanın tesiriyle yüksek mevkilere daha ziyâde kendileri gibi “ocaklı” olanların geçmesini temin için yoğun gayretler gösteriyorlardı. Bu durum, Yeniçerilerle tımar sâhipleri arasında dikkati çeken olumsuz bir ortam vücûda getirmişti. Ş. Turan, bu durumu söyle îzah eder:
“Çünkü sipahilerin para darlığı çekmelerine mukabil Kapıkulları, maaşlarını doğrudan doğruya devlet hazinesinden para olarak aldıkları ve ellerine geçen para miktarı sâbit kaldığı için bu darlığı hissetmemişlerdi. Bundan dolayı, Kapıkullarının inhisârı altında bulunan ümerâ sınıfına yükselmek hakkından mahrum olan tımar erbabı, onları kıskanmağa ve vaziyetlerini düzeltmek için Kapıkulu olmayı şiddetle istemeğe başlamışlardı”[27].
İşte yukarıda ana hatlarıyla belirtmeğe çalıştığımız Osmanlı devletinin 1550'lerden sonraki durumu, taht mücâdelelerinin kanlı ve sarsıcı olmasına uygun bir zemin hazırladı. Esâsen, iktisadî ve sosyal manzarayı göz önüne almadan, hâlinden memnun zümrelerin, durup dururken isyan sayılacak hareketlere kalkışmalarının ve her isyanda isyan eden şehzâde tarafında yer almalarının îzahı, sırf taht hırsı ve şehzâde sevgisine dayanmakla mümkün olamaz. Şimdi, söz konusu şehzâde mücâdelelerine daha yakından bakabiliriz.
Şehzâde Mustafa Hâdisesi:
Şehzâde Mustafa hâdisesi[28], eski kaynaklarımızda üzerinde pek fazla durulmayan bir hâdisedir[29]. Kaynaklara göre, Mustafa'nın etrâfına toplanan bâzı “alçak ve rezil” kişiler, şehzâdeye “babanız ihtiyarladı, artık seferlere çıkamıyor, kendisine kalsa sizi halef tâyin edecek, ama buna Rüstem Paşa engel oluyor. Ordu da sizi istiyor. Ordunun başına geçip Sadrâzam'ı öldürürseniz, babanızda Dimetoka sarayında ömrünün geri kalan kısmını taat ve ibâdetle geçirse” diyerek onu kandırmışlar[30], şehzâde de buna inanarak harekete geçmiş, bunu haber alan ve o sırada Anadolu'da bulunan Rüstem Paşa ise, durumu pâdişâha bildirmiş, Kānûnî de oğlunu öldürtmek sûretiyle tehlikeyi önlemiştir.
Eski kaynaklarımız ve hattâ İ. H. Uzunçarşılı ve İ. H. Dânişmend gibi yakın dönem müelliflerimiz, hâdisenin mâhiyeti ve bunu hazırlayan âmiller üzerinde hiç durmayarak, şehzâdenin babasının otağında yedi dilsiz tarafından boğulmasını canlandıran faciâ sahnesiyle ilgilenmekten ve hâdiseyi sâdece taht hırsına ve saray entrikalarına bağlamaktan ileri gitmemişlerdir. Hattâ Hammer[31] ve Busbecq[32] gibi yabancı müellifler de bunlardan pek farklı bir şey söylemezler. Bütün kaynakların ittifak ettikleri tek husus, şehzâdenin öldürülmesinin Hurrem Sultan[33] ile dâmâdı Rüstem Paşa[34] ve kızı Mihrimâh Sultan[35] tarafından hazırlanmış bir tertibin netîcesi olduğudur. Konuyu lâyıkıyla değerlendiren tek eser ise, Ş. Turan tarafından telif edilen eserdir.
Hâdise, kaynakların belirttiği gibi sâdece saray entrikalarının ve bâzı “müfsid “leri n ifsâdı netîcesinde mi vukû' bulmuştur? Değilse, saray entrikalarının ve “müfsid”lerin rolleri nedir? Şehzâde Mustafa gerçekten babasına karşı harekete geçmeğe niyetlenmiş miydi? Ve en mühimi, çevresine toplananlar var mıydı ve bunlar kimlerdi? Konunun tam olarak değerlendirebilmesi için bütün bu soruların cevâbının verilmesi gerekir.
Gerek Kânûnî'nin eşi Hurrem Sultan'ın ve gerekse dâmâdı ve kızının hâdiseyle yakından ilgili oldukları anlaşılıyor. Hurrem Sultan'ın Şehzâde Mustafa aleyhinde tavır takınması bir dereceye kadar normal görülebilir. Çünkü, Şehzâde Mustafa, Hurrem'in kendi öz oğlu değildi. Kânûnî'nin Hurrem'den önceki eşinden doğmuştu. Şehzâde Mustafa'nın, babasının ölümünden sonra tahta geçmesi hâlinde, normal olarak, gerek Hurrem Sultan'ın, gerekse öz oğullarının hayâtı tehlikeye girecek demekti. Bu hesaplar içinde hareket eden Hurrem Sultan, hem kendi geleceğini, hem de oğullarının istikbâlini emniyet altına almak için faaliyete geçmiş ve Şehzâde Mustafa lehine gelişen müsbet ortamı ve çıkarılan bir takım rivâyetleri, kendisinin gerçekten büyük tesiri altında bulunan kocası Kânûnî'ye aktarmış, bu ortamı şehzâde aleyhine çevirmek için bütün gayretini göstermişti[36]. Devşirme menşe'li Rüstem Paşa, kayın-vâlidesinin tâlimâtıyla harekete geçerek[37], Mustafa'nın mührünü taklitle, onun ağzından İran Şahı Tahmasb'a babasına karşı kendisine yardım etmesini isteyen bir mektup yazdırmış ve yine aynı şekilde güyâ aldığı cevâbı hâvî mektûbu Kânûnî'ye iletmişti[38]. Kānûnî, evvelâ buna inanmamışsa da[39], hem karısının sürekli telkinleri[40], hem de müstakbel bir sefer hazırlıkları dolayısıyla Aksaray'da bulunan Vezîr-i a'-zam Rüstem Paşa'nın gönderdiği mektup sonunda oğlunun kendisine karşı harekete geçeceğine kanaat getirerek Şeyhülislâm'a an aldığı bir fetvâ ile[41] konuyu meşrûlaştırmağa çalışmış ve nihâyet oğlunu öldürtmüştür[42].
Kaynakların ortaklaşa belirttiklerine göre, sağlam karakterli, fazîlet sâhibi, cesur, âdil, ilim-sever, âlimlere ve şâirlere hürmetkar, mütevâzı ve cömert bir insan olan Şehzâde Mustafa'nın hem halkın, hem de ordunun sevgisini kazandığı ve herkes tarafından tabiî “velîahd” olarak görülmeğe başlandığı anlaşılmaktadır. Esâsen bu fazîletlerine ilâveten Mustafa, diğer bütün şehzâdelerin yaşça en büyüğü idi.
Şehzâde Mustafa'nın, babasına karşı hiç bir fiilî harekete geçmediği bilinmektedir. Ancak, ordunun ve halkın kendisine yönelik teveccühünden haberdar olduğu ve bu yüzden bâzı teşebbüslerde bulunduğu[43], hattâ çok uzaklardan bâzı kişilerin yerlerini terk ederek kendisinin sancak beği olarak bulunduğu Amasya'ya gelip hizmetine girdikleri anlaşılıyor[44]. Bununla birlikte, şehzâdenin bütün faaliyetlerinin babasının ölümünden sonrasına yönelik olduğu söylenebilir. Zîrâ, isyâna niyetlenmiş bir şehzâdenin, hiç bir tedbir almağa gerek duymadan babasının otağına girmekte tereddüt etmemesi ve hattâ başına bir hâl gelebileceği endîşesini belirten yakınlarının uyanlarına ehemmiyet vermemesi, başka bir şekilde îzah edilemez.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda vardır. Ordunun, halkın ve ulemânın Şehzâde Mustafa'ya teveccühlerinin sebepleri, sâdece onun hâiz olduğu yüksek meziyetlere ve bundan kaynaklanan sevgiye hamledilemez. Asıl sebepleri, bu yüksek meziyetlerden ziyâde, ülkenin o sıralarda içinde bulunduğu iktisâdî ve mâlî sıkıntıda, diğer bir ifâdeyle, vergilerin artması, devlet masraflarının çoğalması, çift-bozan “reâyâ” ve “suhtelerin”, yukarıda işâret edildiği gibi sosyal huzûru bozmaları ve fâizcilerin yavaş yavaş halkı soyar bir tavır takınmaları netîcesinde oluşan gayr-i müsait ortamda aramak lâzımdır. Bu ortamdan huzursuz olanlar, dirlikleri bozulanlar ve diğer muhâlefet grupları, uzun süre tahtta kalmış ve zâten yaşlanmış bulunan Kânûnî'den ümitlerini keserek, Şehzâde Mustafa'yı, yakın bir gelecekte hükümdar olması muhtemel biri sıfatıyla haklarının tabiî koruyucusu olarak görmeğe başlamışlardı. Bütün bu gruplar, Kânûnî'nin yaşlılığı sebebiyle düzen ve istikrârı sağlayamadığına, iktisâdî sıkıntılara çâre bulamadığına inanıyor ve onun yerine, bu zorlukları göğüsleyeceğine kânî oldukları oğlunun tahta geçmesini arzûluyorlardı. Yeniçerilerin de, şu veyâ bu sebeple, onu çok sevdikleri ve tahtta görmek istedikleri anlaşılmaktadır[45].
Bütün bu sempatilere karşı şehzâdenin tavrı neydi? Keza, aynı gruplara yönelik mesajlar vermiş miydi? Bu sorulara kaynaklardan yeterli cevaplar bulunamamakla beraber, şehzâdenin söz konusu gruplara karşı tamâmen kayıtsız kalmış olması düşünülemez. Zîrâ, bilindiği gibi, Osmanlı hükümdarları (bilhassa Kānûnî zamanına kadar), şehzâdelerinin her birini geleceğin taht namzetleri olarak görüyor ve eğitimlerini ona göre verdiriyorlardı. Her şehzâde, belli bir yaşa geldikten sonra sarayda husûsî hocalar tarafından eğitiliyor ve bilâhare idârî kābiliyetlerinin gelişmesi için Amasya, Karaman ve Manisa gibi muhtelif vilâyetlere sancak beği olarak gönderiliyorlardı. Ayrıca, bu vilâyetlerde bulunurlarken maiyyetlerinde kabiliyetlerini isbat etmiş devlet adamları da bulunuyordu. Şu hâle göre, kaynaklarımızın meziyetleri îtibâriyle biraz Yavuz Sultan Selim'e benzettikleri bir şehzâdenin, Sultan Mustafa'nın, geleceğe ve tahta yönelik hiç bir düşünce içinde olmadığı söylenemez. Kendi lehinde veyâ aleyhinde oluşan veyâ oluşması ihtimâli bulunan hiç bir hareketi göz ardı etmesi de düşünülemez[46]. Fakat, bütün bunlara rağmen, onun herhangi bir fiilî harekete geçeceğine dâir hiç bir delil yoktur.
Mustafa'nın ortadan kaldırılmasından sonra, hiç değilse zımnen onun etrâfında toplananlar, ölümünün ardından dağılmamışlar, bilhassa çift-bozan reâyâ zümresi ve durumları bozulan tımar sâhipleri ile şehzâdeye ümit bağlayan diğer gayr-i memnun zümreler, onun intikamını almak[47] bahânesiyle, Rumeli'nde vukû' bulan Düzmece Mustafa hâdisesinde, şehzâde olduğunu ve Aktepe'de ölmediğini, bir yolunu bulup kaçtığını iddiâ eden kişinin etrâfında toplanarak yeni karışıklıklar çıkarmışlardır. Mustafa'nın îdâmının en açık ve acıklı akisleri, devrin şâirlerinin yazdıkları mersiyelerde görülür[48].
Bu hâdisede Kânûnî'nin takındığı tavır çok ilgi çekicidir. Onun, fitnenin esâs âmilleri üzerinde fazla düşünmediği, oğlunun gerçekten kendi sağlığında isyan edip etmeyeceğini yeterince araştırmadığını, bir takım telkin ve rivayetlerin haddinden ziyâde tesiri altında kaldığı ve en mühimrni, babası ile dedesi arasında geçen hâdisenin[49] bir benzerinin kendi başına da geleceğinden çok korktuğu anlaşılıyor.
Şehzâde Bâyezid ve Selim Hâdisesi:
Şehzâde Mustafa'nın boğdurularak öldürülmesinden sonra, şehzâde Cihangir'in de eceli ile ölümü üzerine Kânûnî'nin Selim ile Bâyezid'den başka oğlu kalmamıştı. Bâyezid Kütahya'da, Selim ise Manisa'da sancak beği olarak bulunuyorlardı. Bundan sonra, taht üzerinde yavaş yavaş bu iki şehzâdenin rekābeti ortaya çıkacaktır.
Eski kaynaklarımız, Selim ile Bâyezid arasında çıkan mücâdele üzerinde teferruatlı olarak durmakla beraber[50], hâdiseyi, yine Şehzâde Mustafa'da olduğu gibi taht hırsına bağlayarak, suçu Bâyezid'e yükleme yolunu tercih etmişlerdir. Bu kaynakların çoğu, müverrih Âlî'nin verdiği bilgileri[51] nakletmekten ileri gitmezler. Bunlara göre, Bâyezid'in isyanı, vezîr-i a'zam olmak isteyen Lala Mustafa Paşa'nın, Şehzâde Selim lehine tertiplediği bâzı karşılık tertipler neticesi vukû' bulmuş[52], onun “hîle ve fitnesi, rahmetli Sultan Bâyezid'in başını belâya” sokmuştur[53].
Devşirme menşe'li Lala Mustafa Paşa'nın[54] hâdisede mühim rolü olduğu anlaşılmakla birlikte, kanaatimizce bu rol, zâten mevcut olan iki kardeş arasındaki rekābeti açığa çıkarmaktan ibârettir. Zîrâ, Şehzâde Bâyezid, ağabeyi Sultan Mustafa'nın ortadan kaldırılmasından sonra, babasının ardından artık tahta kendisinin geçeceğine iyiden iyiye inanmağa başlamış bulunuyordu[55]. Kaynaklarımızın ortaklaşa belirttiği ve kendisinin sâhip bulunduğu fevkalâde meziyetlerle kardeşi Selîm'e üstün olduğunu düşünüyor ve her hususta kendisinden aşağıda gördüğü Selim'in tahta geçeceğine ihtimâl vermiyordu[56]. Bu düşünceyle, bir an evvel Selim'i bertaraf etmeği ve taht yolunu kendisine açmağı hesaplıyordu. Zîrâ, Selim kendisinden büyüktü ve o hayatta kaldığı müddetçe, kendisinin tahta geçme ihtimâlini zayıf görüyordu. Yine kaynaklarımıza göre, Selim önceleri taht düşüncesiyle ilgilenmiyor, “tevekkül-i cenâb-ı Hazret-i Girdkâr üzre” bulunuyordu[57].
Lala Mustafa Paşa, işte böyle bir ortamda iki şehzâde arasındaki rekābete karışmış ve eskiden hizmetinde bulunduğu Bâyezid'in Selim aleyhinde harekete geçmesini sağlamıştı[58]. Selim'in Lalası olarak Manisa'da bulunan Mustafa Paşa, tahtın kendisine geçmesini sağlamak husûsunda her türlü tedbîri almak için Selîm'den yetki ve ileride “sadrâzam olacağına dâir” söz aldıktan sonra[59], eski efendisi Bâyezid'le temasa geçerek tahta aslâ lâyık olmayan Selim'i bertaraf etmesi için harekete geçmeğe iknâ etmiştir. Böylece çift taraflı oynayan Lala Mustafa Paşa'nın faaliyetleri netîcesinde, kızışan ortamı yatıştırmak için baba Kānûnî, Şehzâde Bâyezid'i Amasya'ya, Selim'i ise Konya'ya vâlî olarak nakletmeğe karar vermiştir.
Şehzâde Selim, bu nakil emrine itaat ederek Konya'ya gitmeği hemen kabûl etmiş; ancak Bâyezid, taht merkezine uzak olan Amasya'ya gitmek istememiş ve türlü mâzeretler ileri sürmüşse de, babası tarafından bu mâzeretler kabûl edilmemişti[60]. Esâsen 1555'te Rumeli'nde vukû' bulan Düzmece Mustafa hâdisesinde ihmâli ve kasdı bulunduğu şeklindeki rivâyetler yüzünden daha önce kendi hakkında tereddütler uyandıran Bâyezid'in babasına gönderdiği pek çok mektup[61], Amasya'ya gitmek istemeyen oğlu hakkında Kânûnî'yi iyice şüphelendirmeğe başlamıştı. Selim ise, babasının küçük kardeşi hakkında edindiği olumsuz intibâların kendi lehine olacağını iyi hesap etmiş ve emre mutî oğul rolü oynamasının kendisi için daha iyi olacağını anlamış bulunuyordu. Sonunda babasını iknâ edemeyen Şehzâde Bâyezid, ister istemez Amasya'ya gitmek için Kütahya'dan ayrılmıştı, ama asıl hâdise de bundan sonra şiddetlenmeğe başlayacaktı. Nitekim Bâyezid, Amasya'ya giderken uğradığı yerlerden etrâfına ordu toplamağa başlamıştı[62].
Şehzâde Bâyezid'in Amasya'ya varışı, etrâfına ordu toplaması, ardından Selim'i bertaraf etmek için Konya üzerine yürümesi ve yapılan savaş sonunda yenilip tekrar Amasya'ya çekilmesi, daha sonra İran'a ilticâ etmesi hayli uzun ve teferruatlı olmakla birlikte, bütün bunlar yazımızın hacmini aştığı için üzerinde durmuyoruz. Asıl onun etrâfında topladığı orduya ve bu ordunun kimlerden oluştuğuna dikkat etmek gerekir.
Kaynaklarımız, hemen ittifakla Şehzâde Bâyezid etrâfına toplanan ve ordusunu oluşturan grupları, “bir sürü eşkıya” olarak tavsif ederler. Hattâ Kınalı-zâde bunları, “bahâdır nâmına bir alay cebân çapanı ve abtâl adına bir kaç battal cânî” ifâdeleriyle tavsif ettikten sonra[63], Konya savaşını müteākıp bozulan ve geri çekilen Bâyezid'in askerlerinin “sâyesini ardına düşmüş leşker tefehhüm” ettiklerini söyler[64].
Ancak Şehzâde Bâyezid'in etrâfına toplananların istisnâsız “eşkıya” veyâ “haydut” olarak vasıflandırılması ne kadar doğrudur? Bu ifâdeler, elbette yenilenin tabiî bir ithâmından öte geçmez. Diğer taraftan, Osmanlı kroniklerinin bu tür mücâdelelerde mutlakā gâlip gelen tarafın yanında yer almaları da bir gelenekten öte geçemez. Gerçekte, sebeplerini yukarıda îzâha çalıştığımız iktisâdî ve mâlî sıkıntıların oluşturduğu gayr-i müsâit ortamdan durumları ve statüleri bozulanlar, bu yüzden merkezî idâreye muhâlif hâle gelenler, yâni tımarlı sipâhî, çift-bozan reâyâ, imparatorluğa ilhak edilişlerinden beri merkeze muhâlefet eden Anadolu'nun bir takım Türkmen ve Kürt aşîretleri, bâzı kadılar ve “ehl-i örf” denen devlet vazîfelileri Bâyezid'in etrâfında toplanmış bulunuyorlardı[65].
Şehzâde Bâyezid, Anadolu'daki huzursuzluk ortamını ve bunun gayr-i memnunlarını yakından tanımış, ne istediklerini anlamış ve bundan istifâde etmeğe çalışmıştır. Bunun için etrâfa adamlar göndererek kendisine katılacaklara “ulûfe” verileceğini ve ileride kendilerinin “Yeniçeri Ocağı”na alınacaklarını bildirmiş; bu vaatler tımarlı sipâhîlerle çift-bozan reâyâyı ve diğer muhâlefet gruplarım yanına çekmeğe kâfî gelmiştir. Daha önce zikredilen Düzmece Mustafa hâdisesinde rol alanlar, Bâyezid'in isyanıyla yeni bir tepki sâhası bulmuş oluyorlardı. Eskişehir, Bozok, Çorum, Kastamonu, Şarkî Karahisar ve Yeşilırmak bölgesi sipâhîleri, topladıkları levent gruplarını Bâyezid'in yanına getirmişlerdi[66]. Nitekim aynı şekilde, Selim'in de babasının tavsiyesi ile, daha düzenli gruplardan olmak üzere, kendisine asker yazmağa başladığı görülüyor. Ancak Selim bunda pek başarılı olamamış[67], belki de söz konusu gayr-i memnun unsurlar saray ve çevresini temsil ettiğine inandıkları Selim yerine Bâyezid'i tercih etmişlerdir. Bu arada şunu da belirtelim ki, Bâyezid'in ordusu, Selim etrâfında toplanan ordudan daha düzensizdi. Zîrâ, Selim merkez tarafından desteklenmiş ve merkezin organize ordusu, bilhassa Yeniçeriler onun kazanmasında mühim bir rol oynamışlardı.
Şehzâde Bâyezid, Konya'da mağlup olduktan sonra, taraftarlarının mühim bir kısmı Anadolu'nun muhtelif yerlerine dağılarak çeşitli soygun ve yağma hâdiselerine karışmışlardır[68]. Çünkü, yukarıda da ifâde edildiği gibi, Bâyezid'in isyânını hazırlayan âmiller, sâdece “taht hırsı”ndan kaynaklanmamış, devletin içinde bulunduğu çeşitli sosyal ve iktisâdî sıkıntılar da isyan ortamının hazırlanmasında çok büyük rol oynamıştı. Şehzâde Bâyezid'in uzun pazarlıklar ve bir takım tavizler sonunda İran'da öldürülmesinden sonra[69], isyâna zemin hazırlayan söz konusu bozuklukların düzeltilmesi, sıkıntılara çâreler bulunması yoluna gidilmemiş, aksine şiddetle “Bâyezid taraftarı” tâkibine başvurulmuştu. “Bâyezid taraftarı” ithâmıyla pek çok tımar erbâbı ve levent zümresi öldürülmüş, pek çoğunun dirlikleri, malları-mülkleri müsâdere edilmiştir[70]. Kânûnî'nin Bâyezid taraftarlarını sindirmekle vazîfelendirdiği oğlu Selim'e, “işleri çiftçilik olduğu hâlde, bunu terk edip siyâsete karışan ve isyancı şehzâde tarafını tutan köylülerin yaşamalarındansa toptan ortadan kaldırılmasının evlâ olduğunu” söylemesi[71] ilgi çekicidir. Bu yüzden Ankara, Amasya ve civârlarında Bâyezid'e “yevmlü” (günlük ücretli asker) yazılanlardan yakalananlar hemen öldürülmüş ve tımar sâhiplerinin ellerinden dirlikleri alınmış, keza “yevmlü teftişi” adı altında, “ehl-i örf” denen merkezî yönetim elemanlarının pek çok yolsuzluğu görülmüştür[72].
1559'larda Bâyezid hâdisesinin doğurduğu siyâsî kargaşadan faydalanarak Anadolu'nun muhtelif yerlerine dağılıp buralarda toplu soygun ve “harâmîlik” hâdiselerine katılanlar, sâdece yerlerinden edilen tımar erbâbı ve çift-bozan reâyâ olmamış, bunlara şehzâde hareketlerine katılmayan, ama aynı soygun ve harâmîlik hareketlerine iştirak eden “suhte”ler de dâhil olmuşlardır[73].
Bu hâdise sonunda, devletin aldığı zecrî tedbirlerin, tımarlı ordunun geleceği açısından olduğu kadar, bunların dayanakları olan tımar sisteminin geleceği açısından da mühim menfî tesirleri olduğu inkâr edilemez. Ayrıca, hâdisenin doğurduğu sosyal kargaşa da toplumun düzen ve istikrârını büyük ölçüde sarsmış, halkın merkezî otoriteye olan güvenini zedelemiştir.
Hem Şehzâde Mustafa, hem de Bâyezid hâdisesi, Osmanlı devletinin geleceği açısından mühim neticeler doğuran iki hâdise olarak ortaya çıkıyor. Bunların neticesinde devlette bir takım idarî ve zirâî değişiklikler yapılmıştır.
Bu değişikliklerden birisi, şehzâdelerin statülerinde olmuştur. Bu hâdiselerden sonra şehzâdeler artık sancaklara vâlî olarak gönderilmeyecek, kuruluştan bu yana tâkip edilen böyle bir gelenek terk edilecek, saltanat verâsetli usûlünde tahtın babadan oğula intikâli benimsenecektir[74]. Gerçi Şehzâde Bâyezid'in ortadan kaldırılmasından 1603'e kadar arada geçen zaman biraz uzun olarak görünüyorsa da, şehzâdelerin sancaklara gönderilme usûlünün hâdiseden kısa süre sonra terk edildiği söylenebilir. Çünkü, Şehzâde Bâyezid'den sonra sancak beyi olarak vazife verilen tek şehzâde, ileride pâdişâh olacak olan III. Murad'dır. Esâsen o da, babası II. Selim zamanında değil, yine dedesi Kânûnî'nin zamânında Manisa'ya sancak beği olarak gönderilmiştir. Bu usûlün terki ile şehzâdelerin sarayda tutulması, onların hem sürekli göz önünde tutulmalarını ve kontrol edilmelerini kolaylaştırıyor, hem de kuvvet ve çevre edinmeleri önlenmiş oluyordu.
Şehzâde hâdiselerinde pek büyük bir âmil olmasa bile, 1603 yılma kadar Osmanlı devlet geleneğinde belli, kesin ve herkes tarafından itirazsız kabûl edilebilecek bir saltanat verâsetli usûlünün bulunmayışı da söz konusu hâdiselerini Anadolu'da da sürdüren umûmî bir an'aneye göre[75] ülkenin, hükümdar âilesinin ortak malı sayılması ve aileye mensup her erkeğin eşit derecede hâkimiyet haklarının bulunması[76], sağlam bir saltanat verâsetli usûlünün teşekkülüne engel olmuştur denilebilir. Gerçi, Osmanlı devletinin kurulusundan îtibâren tahtın her hangi bir sûrette boşalması durumunda en büyük şehzâdenin hükümdar olması umûmî bir teâmül olarak bulunmakla berâber, bu durum kesin bir kânun hükmünde değildi[77]. Meselâ, Yavuz Sultan Selim, diğer kardeşlerinden küçük olduğu hâlde, tahtı ele geçirmeğe muvaffak olabilmişti.
Diğer taraftan sancaklara vâlî olarak gönderiler, şehzâdelerin bulundukları yerin saltanat merkezi İstanbul'a uzak veyâ yakın olması, onlar için çok mühim bir mânâ ifâde ediyordu. Pâdişâhın ölümü hâlinde, merkeze daha yakın olan şehzâdenin daha çabuk gelip tahta geçebilmesi imkân dâhilinde idi. Böyle bir durumda, ilk gelen şehzâde yaşça diğerlerinden küçük de olsa, tahta geçer geçmez devlet erkânını ve merkez güçlerini etrâfına toplayabilir ve büyük kardeşlerini bertaraf etmede mühim bir avantaj elde edebilirdi. Bu takdirde diğer şehzâdelere sâdece muhâlefet ve mücâdele etmek kalıyordu.
Taht kavgaları yüzünden devletin zarar görmesini önlemek gâyesiyle Fâtih tarafından konulan ve kardeş katline “cevâz” veren meşhur kānun da[78], bu mücâdeleleri bir ölçüde etkileyebiliyordu. Zîrâ, tahttan uzak kalan şehzâdenin taht arzûsunun yanında, ayrıca “can korkusu” da isyâna yöneltebiliyordu. Çünkü, isyan eden şehzâde bir ihtimal gâlip gelecek olursa, ortadan kaldırılmaktan da kurtulmuş demekti.
Bununla birlikte, I. Ahmed'in tahta çıkısına kadar (1603), hükümdarın seçiminde başlıca şu üç usûl iç-içe görülmüştür: a) En büyük şehzâdenin tahta geçirilmesi (ekber evlâd an'anesi), b) hükümdarın daha sağlığında yerine geçecek şehzâdeyi “veliahd” tâyin etmesi, c) devlet ileri gelenlerinin ve ordunun tuttuğu bir şehzâdenin başa geçirilmesi[79].
I. Ahmed'den îtibâren bu usûlde bâzı değişiklikler olmuş, yukarıda da belirtildiği gibi, hükümdar âilesinin en yaslı üyesinin tahta geçmesi usûlü benimsenmiş; 1876'ya kadar süren bu durum, o târihte Kānûn-ı Esâsî'ye girerek yazılı bir hüküm hâlini almıştır[80].
Şehzâde Bâyezid'in ortadan kaldırılmasından sonra görülen diğer bir gelişme ise, tımarlı sipahilerin ve bunlara dayanan tımar ordusunun gözden düşmüş olmasıdır. Hâdiseye fiilen iştirak edenler, şu veyâ bu şekilde cezâlandırıldıktan sonra, tımarlı sipâhîlere eski güven kalmamış, bunların taşrada yüklendikleri vazife ve mes'ûliyetler, yavaş yavaş Kapıkulu erkânına geçmeğe başlamış, bilhassa Anadolu'ya muhafız olarak gönderilen “yasakçı” ve “korucu” adı altındaki Yeniçeriler, yayıldıkları yerlerde yerleşme yolunu seçmişler, bu da zamanla Yeniçeri Ocağındaki intizâmın bozulmasına ve gitgide söz konusu ocağın bir “belâ yuvası” hâline gelmesine zemin hazırlamıştır[81]. Yeniçerilerin ve diğer Enderun çıkışlı devlet memurlarının bulundukları yerlerdeki kötü idâreleri, istismarları ve yolsuzlukları, ileride devletin başına pek çok gâile açacak olan Celâlî isyanlarının oluşmasına da katkıda bulunmuştur[82]. Alınan bu tür tedbirlerle Anadolu'daki Türk soylu zümrenin yetkileri, yavaş yavaş devşirme menşe'li zümrelerin ellerine geçmiştir.
Her iki hâdisede de devşirme menşe’li devlet adamlarının mühim bir rol oynadıkları aşikârdır. Zîrâ Rüstem Paşa olsun, onun etrâfında kümelenenler olsun hep devşirme menşe'lidir. Bunlar, kendi çıkarlarıyla çevrelerinin çıkarlarını nerede görmüşlerse, o yönde hareket etmişlerdir. Kezâ, Lala Mustafa Paşa'nın durumu da aynıdır.
Denilebilir ki, fiilî isyanlar ve ardından çıkan kavgalar, tımarlı sipâhîler ve çift-bozan reâyâ (kısaca Türk menşe’li insanlar) ile Kapıkulu ve saray erkânı (yâni devşirme menşe'li insanlar) arasında, devletin yükselmeğe başladığı dönemden başlayıp süregelen bir mücâdelenin kesin hesaplaşması olup ikincilerin birincilere gâlibiyeti ile neticelenmiştir.
_____________
(*) Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, X/35 (Ankara, Temmuz 1990), s. 9-16.
(**) Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
[1] Ş. Turan, Kanûnî'nin Oflu Şehzâde Bâyezid Vak'ası, DTCF, yay., Ankara 1961, s. 11. Ayrıca bkz. Koçi Bey, Koçi Bey Risâlesi (sâdeleştiren Zuhuri Danışman}, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., Ankara 1985.
[2] S. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (çev. M. Harmancı}, İstanbul 1983, 1,5.159-160.
[3] Kitâb-ı Müstetâb (yayımlayan Y.Yücel, DTCF yay., Ankara 1974, s. VII.
[4] M. Akdağ, “Osmanlı İmparatorluğu 'nün Kuruluş ve İnkişâfı Devrinde Türkiye'nin İktisâdi Vaziyeti”, Belleten, XIII (1949), s. 530.
[5] Aynı yazar, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimai Tarihi, 2.baskı, İstanbul 1979, II, s.197. Kezâ aynı yazar, a.g.m., s. 530-531.
[6] H. İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluş ve İnkişâfı Devrinde Türkiye'nin İktisâdî Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münâsebetiyle”, Belleten, XV(1951 j, s.665. Ayrıca bkz. Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâlî İsyanları”, 1. baskı, İstanbul I975, s. 33-36.
[7] İnalcık, a.g.m., s. 665; Akdağ, a,g.e., s. 33-36.
[8] Akdağ, İçtimaî Tarih, II. s. 407-408.
[9] Shaw, a.g.e., s.160.
[10] Akdağ, a.g.e. , s. 229,394; aynı yazar, “Celâlî İsyanları”, s. 36-41.
[11] Aynı yazar, a.g.m., s. 530.
[12] Aynı yazar, “Timar Rejiminin Bozuluşu”, DTCFD, III/4 (1944-1945), s. 419-431.
[13] Aynı yazar, Celâlî İsyanları, s. 80.
[14] N.Çağatay, “Osmanlı İmparatorluğu'nda Riba-Faiz, Konusu Para Vakıfları ve Bankacılık”, Makaleler ve İncelemeler, Selçuk Üni. yay., Konya 1983, s.162.
[15] Akdağ, İçtimaî Tarih, II, s. 249-250.
[16] F. Braudel, bu darlığın 1590'da bir krize dönüştüğünü söyler (bkz. The Mediterranean and tlıe Mediterranean World in the Age of Philip II, (Fransızca'dan çev. Siân Reynolds) Landon 1973, II, s.1195}.
[17] Turan, a.g.e., s. 13.
[18] Yunus Koç, XVI. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağının İskân ve Nüfus Yapısı, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1989, s. 62.
[19] Bkz. Tapu ve Kadastro Çene! Müdürlüğü, Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Defter No. 223.
[20] Braudel, a.g.e., II, s. 721.
[21] Akdağ, İçtimaî Tarih, II, s. 462.
[22] Braudel, a.g.e., II, s. 744.
[23] Turan, a.g.e., s. 14; Akdağ, Celâlî İsyanları, s. 70.
[24] Turan, aynı eser, s. 15.
[25] Akdağ, a.g.e., s. 71.
[26] Braudel, a.g.e., II, s. 989.
[27] Turan, a.g.e., s. 14.
[28] Kânûnî'nin sırasıyla Mahmud, Mustafa, Murad, Mehmed, Selim, Abdullâh, Bâyezid ve Cihangir adlarında sekiz oğlu olmuş, bunlardan dördü 1550'den önce ölmüştü. Bu târihle sâdece Mustafa, Selim, Bâyezid ve Cihangir hayatta bulunuyordu (bkz. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK yay., Ankara 1983, II, s. 391).
[29] Âlî, Künhü'l-Ahbâr, DTCF Ktb. İ. Saip Sencer yaz. I, no.1783, v. 58a vd.; Küçük Nişancı, Târih-i Mehmed Paşa, İstanbul 1279, s. 245 vd.; Peçevî, Târih-i Peçevî, İstanbul 1283, I, s. 360 vd.; Selânikî, Târih-i Selânikî, İstanbul I281, s.50 vd.; Solak-Zâde, Târih-i Solak-zâde, İstanbul 1289, s.510 vd.; Müneccimbaşı, Sahâ'ifü'l-Ahbâr fî Vekâyi'il-A'sâr (çev. İ. Erünsal), Tercüman 1001 Temel Eser (tarihsiz), II, s. 565; vs.
[30] İsmail Hâmi Dânişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, II. s. 279.
[31] J. von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi (M. Atâ Bey terc.'den haz. M. Çevik - E. Kılıç), İstanbul 1984,VI, s. l676-1680.
[32] O. G. Busbecq Türkiye'yi Böyle Gönlüm (çev. A. Kurutluoğlu), Tercüman 1001 Temel Eser (târihsiz), s. 37-44.
[33] T. Gökbilgin, “Hurrem Sultan”, İA, V/l, s. 593-596.
[34] Aynı yazar, “Rüstem Paşa ve Hakkındaki İthamlar”, İÜEF Tarih Araştırmaları Der., S. 11-12 (19S5), s. 11-50.
[35] Müneccimbaşı, a.g.e., s. 565; Dânişmend, Kronoloji, II, s. 282.
[36] Gökbilgin, “Hurrem Sultan”, s. 594; Shaw, a.g.e., s. 161.
[37] Gökbilgin, “Rüstem Paşa ve ...”, s. 30.
[38] Turan, a.g.e., s. 21.
[39] Dânişmend, a.g.e., II, s. 281.
[40] Busbecq, a.g.e., s. 41-42.
[41] Aynı yazar, a.g.e., s. 39-40. Eski kaynaklarımızda bu fetvâ ile ilgili bilgi verilmez. Ancak, Mustafa'nın öldürülmesine mersiye yazanlardan Nisâyî'nin şu mısraları, buna işâret ediyor:
“Şâh-ı âlemsin velî halk tutdı senden nefreti
Kimsenün kalmadı sana meyl-i şefkati
Bâ'is olan müftîye irmesün Hak rahmeti” (bkz. M. Çavuşoğlu, “Şehzâde Mustafa Mersiyeleri”, İÜEF Tarih Ens. Der., XII (1981-1982), s. 675).
[42] Şehzâde Mustafa 26 Şevval 960 (6 Ekim 1553')da Konya Ereğlisi civârındaki Aktepe (Akhöyük) 'de öldürüldü (bkz. Turan, a.g.e., s. 31).
[43] Msl. bkz. Şehzâde Mustafa, Erzurum Beğlerbeği Ayas Paşa'ya yazdığı mektupta, kendisine yardım edeceklerin memnun edileceğini, ehliyet ve istîdat bakımından diğer şehzâdelerden üstün olduğunu ifâde eder (Turan, aynı eser, s. 181-182).
[44] Turan, aynı eser, s. 25.
[45] Şehzâde Mustafa'nın öldürülmesinden sonra azledilen Rüstem Paşa'nın ikinci sadâretinde (1555-1561), Yeniçerilerin hem Rüstem Paşa'ya ve hem de Kānûni'ye yazdıkları, ağalarından şikâyetle durumlarının kötülüğünden yakınan mektuplarında bu durum akçıkça görülür. Kānûnî'ye hitâben “(...) Gâfilsin, bu mel'ûnun kangı fesâdını ve kangı kabâhatini eyidelüm (...) bizüm günâhumuz nedür ki bu Macar kâfiri -Yeniçeri Ağası- dün gavurdan gelmiş, henüz domuz eti ağzında kokaduruyor, bize havâle idesin, (...) senden dahı ve oğullarından dahi ve paşalarından dahi bîzâr olduk. Bir fesâd ideriz ki Mustafa Ağa zamânında olan fesâd bunun zerresi ola n'olaydı. Sultan Mustafa ölmekden biz kırılayduk. (...) vay bize ne devletsüz başumuz var imiş ki Sultan Mustafa gidüp biz kalduk. Bari ol sağ imişse iş bir dürlü dahı olurdı.” demektedirler (bkz. Uzunçarşılı, “Şehzâde Mustafa'nın Ölümünde Medhali Olan Vezir-i A'zam Rüstem Paşa'nın İkinci Sadâretinde Yeniçerilerin Ağalarından Şikâyeti Hâvi Kanunî Sultan Süleyman ile Rüstem Paşa'ya Pek Ağır Mektupları”, Belleten, XXXI (1967), s. 191-200).
[46] Msl. bkz. dipnot 43.
[47] Busbecq, a.g.e., s. 80.
[48] Çavuşoğlu, a.g.m., s. 641-686.
[49] Bilindiği gibi Kânûnî'nin babası Yavuz Sultan Selim, Trabzon'da sancak beği iken babası II. Bâyezid'e karşı harekele geçerek, onu tahtı terke mecbur bırakmış, bilâhare II. Bâyezid Dimetoka sarayında ikāmet etmek üzere İstanbul'dan ayrılıp buraya giderken yolda vefat etmişti.
[50] Msl. bkz. Peçevî, a.g.e., I, s. 384-408.
[51] Âlî, Künhü'l-Ahbâr, I, v. 75a vd.
[52] Ş. Turan, “Lala Mustafa Paşa Hakkında Notlar ve Vesikalar”, Belleten, XXII (1958), s. 551-555.
[53] Peçevî, a.g.e., I, s. 385-386.
[54] Turan, a.g.m., s. 551.
[55] Ekrem Kâmil, “Hicrî Onuncu, Milâdî Onaltıncı Asırda Yurdumuzu Dolaşan Arap Seyyahlarından Gazzî-Mekkî Seyâhât-nâmesi”, İÜEF Tarih Semineri Der., S.l-2 (1937), s. 3-90.
[56] Turan, Bâyezid Vak'ası, s. 45; Dânişmend, Kronoloji, II, s. 310.
[57] Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü'ş-Şu'arâ (haz. İ. Kutluk), TTK yay., Ankara 1978, I, s. 10l.
[58] Turan, “Lala Mustafa Paşa Hakkında...”, s. 552.
[59] Aynı yazar, Bâyezid Vak'ası, s. 48.
[60] Aynı eser, s. 54-55.
[61] Aynı yazar, “Şehzâde Bâyezid'in Babası Kānûnî Sultan Süleyman'a Gönderdiği Mektuplar”, Târih Vesikaları, S. 16 (1955), s. 118-127.
[62] Peçevî, I, s. 385 vd.
[63] Tezkire, s. 119.
[64] Aynı eser, s.119.
[65] Turan, Bâyezid Vak'ası, s. 85-87.
[66] Aynı eser, s. 86.
[67] Aynı eser, s. 98.
[68] Aynı yer.
[69] Uzunçarşılı, “İran'a İltica Etmiş Olan Şehzâde Bâyezid'in Teslimi İçin Sultan Süleyman ve Oğlu Selim Tarafından Şaha Gönderilen Altınlar ve Kıymetli Hediyeler” Belleten, XXIV (1960), s. 103-110.
[70] Akdağ, “Celâlî İsyanları”, s. 226-241.
[71] Aynı eser, s. 172.
[72] Turan, Bâyezid Vak'ası, s. 165.
[73] Aynı, eser, s.168-169.
[74] Aynı eser, s. 178.
[75] H. İnalcık, “Osmanlılarda Saltanat Verâseti Usûlü ve Türk Hâkimiyet Telakkîsi ile İlgisi”, Siyasal Bilgiler Fak. Der., XIV/1 (1959), s. 69-70; A. Taneri, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Hükümdarlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayatı-Teşkilatı, DTCF yay.., Ankara I978, s. 116.
[76] H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, London 1973, s. 59-60; C. Üçok - A. Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, AÜHF yay., Ankara 1976, s. 155.
[77] Akdağ, Celâli İsyanları, s. 108.
[78] Mehmed Ârif (neşr.), Kānûn-nâme-i Âl-i Osman (TOEM ilâvesi), İstanbul 1330, s. 27.
[79] Üçok - Mumcu, a.g.e., s. 210.
[80] Aynı eser, s. 211-212.
[81] M. Akdağ, “Yeniçeri Ocak Nizamının Bozuluşu”, DTCF Der., V/3 (I947),s.295.
[82] Aynı makāle, s. 295-296.