Yayınlarım...
OSMANLILARDA MEDRESE EĞİTİMİ*
Bilindiği gibi, ilk Osmanlı medresesi XIV. yüzyılın ilk yarısında, 1330-31 (731)’de İznik’te kuruldu. Bu medrese Orhan Bey tarafından kurulmuştu; dolayısıyla kurucusuna nisbetle İznik Orhaniyesi adıyla da anılır. İznik Orhaniyesi’nin kuruluşuna kadar, Osmanlı topraklarında eğitim-öğretim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğü hakkında elimizde fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak kanaatimizce, umûmiyetle İslâm dünyâsının müstakil medrese binâları bulunmayan diğer yerlerinde olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de, bu konuda câmiler ve mescitler hizmet vermiş olmalıdırlar. Yeni devletin eğitim almış kalifiye eleman ihtiyacı, daha ziyâde dışarıdan, muhtemelen ve pek tabiî olarak, Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas ... gibi eskiden birer kültür merkezi durumundaki büyük Selçuklu şehirlerinde ve kuruldukları bölgelerin İslâmî geçmişleri daha eski ve köklü olan Anadolu'nun öteki beyliklerinin başkentlerinde yetişen âlimler tarafından karşılanmıştı.
Osmanlı Beyliği’nin sınırlarının genişleyerek bir devlet hâline gelmeğe başlaması safhasında, söz konusu dış kaynaklar tabiatiyle yetersiz kalacaktı. İlk Osmanlı medresesisin kurulması, işte böyle bir gelişme ile yakından ilgilidir. Bu süreç, daha sonra Bursa ve Edirne gibi, yeni devlete başkentlik eden büyük şehirlerde, bizzat sultanlar tarafından kurulan medreselerle sürdürüldü. İstanbul'un fethinin ardından Osmanlıların en îtibar ettikleri medreseler, artık bu şehirde kurulmağa başlayacaktır. Bu medreseler, başlangıçtan îtibâren, dışarından gelen ilim adamları tarafından idâre olundukları için, kendi eğitim-öğretim sistemini oluşturmaktan ziyâde, buralarda ders veren ilim adamlarının yetişmiş bulundukları, daha önceden İslâm coğrafyasında kurulmuş ve faaliyetlerini yüzyıllarca sürdürmüş olan medreselerin ilmî zihniyetlerini ve tedris geleneklerini devralmışlardı.
Osmanlı medreselerinde acabâ nasıl bir tedris geleneği söz konusu olmuştu? Veya, geleceğini ilmiye mesleğinde gören birisi, tahsiline başlayışından îtibâren meslek hayâtı boyunca nasıl ilerlemekte ve bu sırada öğrenilen ilimleri nasıl öğrenmekte idi? Bu kısa soruya tatmin edici bir cevap verebilmek için biraz geriye, Osmanlı öncesi eğitim târihine kısaca bakmak gerekmektedir:
İslâm dünyâsında eğitim sisteminin başlangıcı, Hz. Peygamber zamânına kadar çıkarılabilir. Başlangıçta sistemli bir eğitim-öğretim faaliyetinden söz etmek mümkün olmasa gerektir. Eğitim faaliyetleri, her şeyden önce yeni dinin prensiplerinin öğretilmesine yönelikti. Bu durum, Müslümanları câmie yöneltti. Dar cemaat yapısı içerisinde Hz. Peygamber ve çevresi, tabiî birer öğretmen durumundaydılar; bu ilk öğretmenler, bu cemaatin daha ziyâde yeni dinle ilgili öğrenmek istediklerini sözlü olarak öğretiyorlardı. İlk dönemlerde öğrenilen konular, ekseriyetle Kur’ân ezberlemek, hadis toplamak ve bunlara dayanarak hüküm çıkarmağa çalışmaktan ibâretti. İnsanların zihinlerini ve düşünce dünyâlarını meşgul edecek olan yoğun fikrî ve felsefî faaliyetleri bu küçük cemiyet henüz üretecek duruma gelmemişti[1]. Bu durum, ileride teşekkül edecek olan İslâmî ilimlerin öğretileceği merkezlerin, câmi çevresinde, ya aynı çatı altında, ya ona bitişik olarak veya bir kompleks içerisinde yer alarak kurulmalarına yol açacaktı[2]. J. Petersen’in vurguladığı gibi,[3] İslâmiyetin tesiri altında doğan ilimlerin daha ziyâde dînî nitelikli olması, böyle bir geçmişle yakından ilgilidir. Bundan dolayı, İslâm âleminde eğitim-öğretim mekânları başlangıçtan îtibâren ekseriyetle câmiler olmuştu. Henüz küttâb ve medrese adlı müstakil eğitim müesseselerinin ortaya çıkmadığı bir dönemde, câmiler, kullanılmağa en elverişli ve hazır yerler olarak görülmüş olmalıdır. Fakat, câmilerin ihtiyâcı karşılamadığı veya her zaman müsâit olmadığı durumlarda, yâhut ders verenlerin başka yerleri tercih etmeleri hâlinde, imkân ve şartlara göre başta ulemâ ve devlet yöneticilerinin evleri olmak üzere, cemiyetin önde gelen insanlarının meskenleri de birer eğitim-öğretim mahalli olarak kullanılmıştı. Ancak, bunlar câmileri eğitim-öğretim konusunda bütünüyle devreden çıkaramadılar. İlim sâhibi insanların çevresinde şekillenen belli eğitim-öğretim merkezlerinin teşekkülü ise, daha ziyâde İslâm’ın birinci ve ikinci yüzyılında olmuştu[4]. Birer ibâdet mahalli olan câmilerin, çocukların ve büyüklerin eğitim-öğretiminde birer mektep ve medrese gibi kullanılmaları Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ve hattâ Osmanlılar zamânında devam edecek ve bu durum günümüze kadar sürecektir.
Câmilerin birer ibâdet mahalli olarak insanlar üzerindeki etkileri ve cemiyet içerisinde oynadıkları roller o kadar büyüktü ki, tedris veya irşat faaliyetleri zaman zaman yöneticilerin müdâhalelerine yol açacak ölçüde sosyal hayâtı yönlendirebiliyordu[5]. Ancak, İslâm devletinin ve cemiyetinin yeni fetihlerle hızla büyümeğe başlaması, bâzı yeni meselelerin de ortaya çıkmasına yol açacaktı. Bu cümleden olmak üzere, bir taraftan devletin, diğer taraftan cemiyetin iyi yetişmiş insanlara olan ihtiyaçları artmağa başlamıştı. Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, fethedilen bu bölgeler, kökleri yüzyıllarca geriye giden güçlü Sâsânî, Bizans, Mısır ve Hind medeniyetlerinin kök salmış olduğu yerlerdi; dolayısıyla böyle köklü kültürel geçmişleri olmayan ilk Müslüman fâtihler, önceden hiç tanımadıkları felsefî fikirlerle de karşı karşıya kalmışlar ve ister istemez bu çerçevede ortaya çıkan îtikādî tartışmaların içine düşmüşlerdi. Dolayısıyla, bu şartlar altında X. asrın ortalarından îtibâren İslâm dünyâsında, devletin kontrolü dışında ve câmilerden bağımsız medreseler boy göstermeğe başladılar[6]. XI. asrın ikinci yarısında Selçuklular tarafından Bağdad’da faaliyete geçirilen Nizâmiye medreselerini (459/1065), bu medreselerin birer benzeri olan Merv, Herat, İsfahan, Belh, Basra, Musul, Amül, Taberistan ... gibi şehirlerde kurulan medreseler tâkip etti[7]. Böylece, bizzat devlet eliyle açılıp vakıflar kanalıyla beslenen eğitim-öğretim müesseseleri, devletin gözetiminde olmak üzere, zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmağa başladılar.
Bu sûretle, eğitim-öğretim faaliyetleri daha sistemli, plânlı ve düzenli bir mâhiyet kazandı. Bu müesseselerde oluşan ilim ve eğitim-öğretim anlayışı, zaman içerisinde İslâm dünyâsının tamamında benimsendi. Dolayısıyla Sünnî İslâm dünyâsının büyük bir kesiminde yetişen âlimler gibi, Osmanlı ulemâsı da hemen hemen aynı eğitim sisteminden geçmiş ve aynı kaynaklardan beslenmişti. Bu bakımdan, Türkistan'lı bir âlimle İstanbul'lu bir âlimin veya Mısır'lı yâhut Irak'lı bir âlimin doğruları arasında fazla bir fark görülmemesi, ilmen ve fikren beslenilen kaynakların aynı veya benzer oluşundan başka bir sebebe bağlanamaz. Nitekim son yıllarda yapılan bâzı çalışmaların açıkça ortaya koyduğu üzere, bir iki örnek dışında, Osmanlı medreselerinde ders kitâbı olarak okunan veya ulemânın üzerinde çalışmış oldukları bütün eserler, Osmanlı sınırları dışında, Mâverâünnehir, Horasan, Mısır, Irak ve Sûriye gibi Sünnî İslâm'ın ilk olarak yayılıp yerleştiği bölgelerde ve kültür merkezlerinde, bilhassa IX.-XV. yüzyıllar arasındaki bir dönemde, diğer bir deyişle, Osmanlı medreselerinin henüz emekledikleri bir çağda kaleme alınmışlardı. Belirtilen bölgeler, aynı zamanda, XVI. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ulemâsının tahsil görmek üzere gittikleri merkezlerdi[8].
Osmanlı medreselerinin eğitim-öğretim faaliyetlerini üç açıdan ele alabiliriz: Teşkilât yapısı, eğitim öğretim elemanları ve müfredat programları.
1. TEŞKİLÂT YAPISI
Saray bünyesinde bulunan ve umûma açık olmayan Enderun mektebi hâriç, eğitim-öğretim müesseselerinin hepsi, umûmî bir tâbirle medrese adıyla anılıyorlardı. Bu müesseseler hiyerarşik bir yapı hâlinde teşkilâtlanmışlardı. Yâni, birbirinin benzeri olarak, gittikçe yükselen bir medrese teşkilâtı söz konusu idi. Buna göre, en alt seviyede kelâmla ilgili Hâşiye-i Tecrîd adlı kitabın okutulduğu Tecrîd medreseleri bulunmakta idi; bu medreselerde ders veren müderrislere günlük 20-25 akçe arasında ücret ödendiği için, bu tür medreseler “Yirmili” adıyla da anılmışlardı. İkinci sırada belâgata dâir Miftâh adlı eserin okutulduğu Miftâh medreseleri bulunmakta ve bunların müderrislerine ise günlük 30-35 akçe arasında bir maaş verilmekteydi. Miftâh medreselerinden sonra, müderrislerine günlük 40 akçe verilen Kırklı medreseler geliyordu. Kırklı medreselerin üzerinde ise Hâriç Ellili medreseler yer almaktaydı. Bu medreselerin isminden de anlaşılacağı üzere, müderrislerine günlük 50 akçe ücret ödenmekteydi. Hâriç medreseleri, umumiyetle Osmanlılardan önceki Müslüman devlet yöneticileri, yâni hükümdarlar, onların oğulları, kızları veya devlet erkânı tarafından yapılmışlardı. Osmanlı döneminde devlet adamları tarafından yaptırılan medreseler de daha ziyâde bu kategoriye dâhil edilmişti. Hâriç Ellili medreselerin hemen üstünde Dâhil Ellili olarak bilinen medreseler bulunuyordu. Bunlar Osmanlı pâdişahlarıyla şehzâdeler, vâlide sultanlar, hanım sultanlar ve pâdişah kızları tarafından yaptırılmışlardı. XVI. yüzyıldan sonra, devlet erkânı tarafından yaptırılan bir çok medrese de Dâhil statüsünü kazanacaktır. Bu medreselerin müderrisleri de, Hâriç Ellili medreselerde olduğu gibi, günlük 50 akçe ücret almaktaydılar. Her iki medrese arasındaki fark, ‘îtibârî’ idi. Zîrâ, ulemâ nezdinde hükümdarlar tarafından yaptırılan medreselerde ders vermek bir imtiyaz ve îtibar göstergesiydi. Ayrıca, bu medreseler, ilmiye tarîki içinde eğitim yolunun sonunu belirliyorlardı. Zîrâ buralardan kadılıklara geçilmekteydi.
1470 yılında kuruluşlarından îtibâren, yukarıdaki medrese hiyerarşisinin tepesine Fâtih Sultan Mehmed tarafından kurulan Sahn-ı Semân medreseleri geçti. Bu medreselerin müderrislerine de günlük 50 akçe ücret ödenmesi, bunların Dâhil medreseleri olarak telakkî edildiğini göstermektedir. Fâtih medreselerinin üzerinde yer alan ve fethin sembolü olması hasebiyle istisnâî bir yeri bulunan tek medrese ise, Altmışlı îtibar olunan, Ayasofya câmii bünyesindeki medrese idi.
Bu medrese hiyerarşisine Gelibolulu Mustafa Âlî’de de aynen rastlıyoruz[9]. Söz konusu teşkilât yapısı, Fâtih’in ünlü teşkilât kānunnâmesinde de yer almaktadır[10].
XVI. yüzyılın ikinci yarısında Süleymâniye medreselerinin yapılışıyla, medreselerin yukarıdaki tasnîfi kısmen değişmiş ve genişletilmiştir. Bu dönemden sonraki tasnifte Kırklı medreseler de dâhil, alt seviyedeki medreseler bulunmamakla birlikte, bunlar eğitim-öğretime devâm ediyorlardı. XIX. yüzyılın sonlarına kadar varlığını sürdürecek olan bu tasnîfi[11], Cevdet Paşa şu şekilde verir: 1) İbtidâ-i Hâriç, 2) Hareket-i Hâriç, 3) İbtidâ-i Dâhil, 4) Hareket-i Dâhil, 5) Mûsıla-i Sahn, 6) Sahn-ı Semân 7) İbtidâ-i Altmışlı, 8) Hareket-i Altmışlı, 9) Mûsıla-ı Süleymâniye, 10) Süleymâniye, 11)Hâmis-i Süleymâniye, 12) Dâru’l-hadîs (-i Süleymâniye)[12]. Bu tasnifte Sahn’dan sonraki medreselerin ekseriyetinin Süleymâniye külliyesi bünyesinde yer aldığı görülmektedir. Fakat, zaman içerisinde, bilhassa kadrosuzluk yüzünden, başka medreseler de Altmışlı hükmolunmuştur. [13] XVIII. yüzyılın sonlarından îtibâren, bilhassa Batı tesiriyle kurulan, Batı tipi bir eğitim-öğretimi öngören ve daha ziyâde askerî nitelik taşıyan tahsil müesseseleri, bu değerlendirmelerin dışındadır.
2. EĞİTİM-ÖĞRETİM ELEMANLARI
Klâsik eğitim sisteminde teşkilâtlanma çerçevesinde Osmanlı medreselerinde eğitim-öğretim elemanı olarak tek şahsiyet, yâni müderris bulunmaktadır. Sahn-ı Semân ve Süleymâniye medreseleri gibi İstanbul’daki birkaç büyük medresede, müdderisin dışında bir de onun yardımcı durumunda mu’îd bulunmakta idi. Bunların dışındakiler ise talebe ile diğer hizmetli elemanlardan ibâretti. Mu’îdin vazifesi, müderrisin verdiği dersleri medrese talebesine (dânişmend-lere) tekrar etmekten ibâretti. Ayrıca, mu’îdler, alt birimleri (tetimmeleri) bulunan medreselerde okuyan talebeye (sûhteye) de nezâret etmekteydiler.
İslâm dünyâsında faaliyet gösteren medreselerde tahsil ve tedris faaliyetlerinin mihverinde, başlangıçtan îtibâren eğitim-öğretimin sürdürüldüğü müesseseler (mektepler, medreseler) değil, hocalar (âlimler, müderrisler) bulunuyordu. Bu durum, Osmanlı medreseleri ve ulemâsı için de geçerli olacaktır. Çünkü, Osmanlılardan önce oluşan bu gelenek, ilim anlayışı ve oluşan mekanizma, XVI. yüzyılın ortalarına kadar diğer İslâm beldelerinden Osmanlı ülkesine taşınmıştı[14].
Eğitim-öğretim faaliyetlerinin umûmî niteliğine kısaca baktığımızda, şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Osmanlı devletinde eğitim-öğretim faaliyetleri devlet tarafından, belirli ve kesin kānunlara bağlanmış bir vazife olarak üstlenilmemişti. Bu faaliyetler –hükümdarlar tarafından kurulan müesseseler da dâhil– vakıf sistemi çerçevesinde, bir bakıma husûsî teşebbüsler denebilecek bir yapılanma içerisinde yürütülmüştü. Gerçi bu sistemin başında, yine bir devlet memuru ve ulemânın başı olan şeyhülislâm bulunuyordu. Bu bakımdan, ilk tahsil de dâhil olmak üzere, II. Mahmud dönemine kadar mecbûrî eğitim söz konusu değildi; II. Mahmud döneminde, sâdece ilk tahsil mecbûrî hâle getirilecektir ki, o da birkaç büyük kentle sınırlı kalmıştır. Devlet, teşekkül etmiş bulunan eğitim-öğretim müesseselerini yakından tâkip etmekle birlikte, bunu aslî vazifeleri arasında değerlendirmiyordu; dolayısıyla fertlerin bu imkânlardan faydalanmaları, sosyal çevrelerinin durumuna ve yakalayabildikleri fırsatlara bağlı kalıyordu.
Daha önceki bir çalışmamızda ulemânın sosyal tabanı üzerinde dururken, mevcut verilerden hareketle şöyle bir tablo çizmiştik: “... istikbâlini ilmiye tarîkinde gören bir taşralı, önce en yakın çevresindeki bir âlimden -ki bunlar daha ziyâde imamlardır- ders alacak, ondan ne kadar bilgi edinmesi mümkünse edinecek, bilâhare hocasının veya tanıdık birisinin tavsiyesi ile en yakın bir yerleşim yerine -bir kasabaya veya kazâya- gidecek ve orada yeni bir hoca yâhut düşük seviyeli bir medrese bulacaktır. Ardından buradaki hocanın tavsiyesine ve referansına dayanarak daha büyük bir yerleşim birimine gidecek, daha ileri seviyede bir medreseye girecek, böylece alttan üste doğru medreseleri basamak basamak geçerek ülkenin en büyük ve en îtibarlı medreselerinin bulunduğu merkeze -başkente- ulaşacaktır. Böylece merkeze ulaşan tâlibin işi bu safhada da bitmemektedir. Merkezde sığınılacak bir kapı ve himâye edecek nüfuzlu bir hâmî bulunmadan veya böyle birisinin tavsiye ve referansını elde etmeden başarılı olmak bir hayli zordur. Çünkü, bir taraftan eğitim ve öğretim mecbûriyeti, diğer taraftan, merkeze ulaşan yolda işleyen mekanizmayı düzenleyen hukûkî müeyyide veya kānûnî düzenleme bulunmamaktadır. Mühim olan, belirli bir sıralama içerisinde okunması gereken dersleri, daha doğrusu kitapları okumuş olmak ve bu müddet zarfında nüfuzlu çevrelerle iyi ilişkiler kurabilmektir.
Aynı şey, büyük şehirlerde veya hükûmet merkezinde bulunanlar için de geçerlidir. İkbâlini ilmiye mesleğinde gören birisi, eğer hükümet merkezinde bulunuyor ve âilesi nisbeten tanınıyorsa, ilmiye zümresi arasına girip ilerlemesi daha kolay olmakla birlikte, yine de güçlü bir hâmî ve kefil bulmak, mânen onun kapı halkından sayılmak sûretiyle çok daha rahat hareket edebilirdi. Güçlü bir şahsın desteğini, himâyesini ve kefâletini elde etmek, bir ilmiye mesleği mübtedîsi için son derece mühimdi. Böyle bir seyir içerisinde hızla ilerlerken, kendilerini himâye edenlerin ölümü veya vazifeden alınmaları üzerine, yıllarca aynı mevkilerde kalanlara ve yâhut mevkilerini kaybedenlere Osmanlı târihinin her döneminde sık sık rastlamak mümkündür[15].”
Bu tabloyu, aşağı yukarı aynı şekilde, Koçi Bey de çizer: “Mukaddemâ bir tâlib-i ‘ilm dânişmend murâd eylese ‘ulemâdan birisi müteharrik olup evvelâ andan mahrec dersi okuyup isti’dâd ü liyâkatin müşâhede itdükden sonra müderrisînden birine gönderürdi. Andan birine, andan birine, böyle böyle Hâricde ve Dâhilde ve Sahn’da nice müddet dânişmend olup ba’dehû murâd itdüği yirde karâr idüp yolı geldükde mülâzım olup Rûz-nâmçe-i Hümâyûn’a nâmı yazılurdı. Yolı geldükde Sahn dânişmendlerinün eskileri, ki mu’îdlerdür, her birine birer Tetimme ta’yîn olunup anda sâkin olan sûhtegân tâ’ifesine ifâde-i ‘ulûm iderlerdi.”[16]
Bu mekanizma ve sistem Osmanlılarda yüzyıllarca sürdü. Öyle ki, medreselerde okutulan veya müderrisler tarafından verilen dersler bile zaman içerisinde kalıplaşıp kaldı. Nitekim, Osmanlı ulemâsının hâl tercümelerini veren biyografik nitelikli kaynaklarda okunduğu, okutulduğu, üzerinde şerh, hâşiye, hamiş, ta’lîk ve kelimât türü çalışmalar yapıldığı haber verilen bütün eserler, deyim yerindeyse, üç aşağı beş yukarı, hemen hemen aynı eserlerdi[17].
Belirtildiği gibi, Osmanlı medreseleri, kendi içlerinde basamak basamak yükselen hiyerarşik bir yapı arz etmekte ve her müderris (veya ilmiye mensûbu), eğitim-öğretim hayâtına en alt seviyedeki medreselerden başlamakta, her medresede okuması gereken dersleri okuyup başarılı olduktan sonra, bir üst medreseye geçebilmekte ve böylece en yüksek dereceli medreselere ulaşmak mümkün olmaktaydı. Aynı şey, müderrisin tedris hayâtı müddetince de geçerliydi. Yâni, o da akademik hayâta en alt seviyedeki medreselerden başlamakta, geçilmesi gereken medreseleri basamak basamak geçtikten sonra, yüksek medreselere ulaşmakta ve bilâhare buradan yönetici olarak, yâhut başka bir vazife ile devlet hizmetine girmekteydi.
Söz konusu mekanizma, bu konuda en belirleyici faktörlerin başında bizim patronaj ilişkileri olarak da adlandırdığımız bir ilişkiler ağının bulunduğunu göstermektedir. Patronaj ilişkileri derken, kısaca bir ferdi himâye etmeği, onu her hangi bir memuriyete veya mevkie getirebilmek için desteklemeği ve böyle birisine kefil olmağı kastediyoruz.
Osmanlı literatüründe bu ilişkilerin karşılığı intisâb mekanizmasıdır. Cemiyet ve ulemâ nezdinde îtibarlı bir yer edinebilmek için -hükümdar da dâhil-, yönetim kademelerinde söz sâhibi olan, hatırı sayılan veya elinde yetki bulunan birisine dayanmak, onun mânevî nüfûzu ve kefâleti altına girmek, bu yolla vazîfe tevcih edecek olan merkezî yönetimin güvenini kazanmak gerekmiştir. Geleceğini ilmiye mesleğinde gören birisi, şâyet hükûmet merkezinde bulunuyor ve ailesi az çok tanınıyorsa, ilmiye mensupları arasına girmesi daha kolay olmakla birlikte, yine de güçlü bir hâmî ve kefil bulmak ve mânen onun kapı halkından sayılmak sûretiyle girmek istediği kuruluşlara çok daha kolay girebiliyordu. Güçlü şahısların desteğini, himâyesini ve kefâletini elde etmek, bir ilmeye mesleği mübtedîsi için son derece tercihe şâyandı. Böyle bir seyir içerisinde hızla ilerlerken, hâmîsinin ölümü veya vazifesinden azli üzerine, yıllarca aynı mevkilerde kalanlara veyâhut mevkilerini kaybedenlere rastlamak, her zaman mümkündür[18]. Bu mekanizma içerisinde babaları veya yakınları yüksek mevkilerde bulunanlar, diğerlerine göre çok daha avantajlı durumdaydılar. Çünkü imkânları ve fırsatları değerlendirmeleri hem çok daha kolay ve hem de yüksek rütbeli ulemâ çocukları için bir takım husûsî kānunlar bulunmaktaydı.
Ulemânın yetişme safhasında üzerinde durulması gereken bir konu da -bir bakıma tahsil hayâtının sona erdiğini gösteren- mülâzemet usûlüdür. XV. yüzyılda ve XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde mülâzemet usûlü fazla yaygın olmasa gerektir. mülâzım kelimesi Fâtih kānunnâmesinde de geçmektedir[19]; fakat burada daha ziyâde mezun mânâsına kullanıldığı dikkati çekiyor. Ancak eldeki kānunnâme metni XVI. yüzyılın sonlarına doğru kaydedilmiş olduğu için, mevcut durumu tesbit etmiş olma ihtimâli de vardır.
Bu uygulamanın bir zarûret neticesi ortaya çıktığı söylenebilir. Çünkü, önceleri medrese mezunları ile bunların istihdam edildikleri kadrolar arasında sayı bakımından fazla bir uçurum bulunmuyordu. Devlet sürekli genişlediği için yeni istihdam sâhaları da açılmaktaydı. Mevcut medreselere, en azından Süleymâniye medreseleri gibi son derece teşkilâtlı ve geniş kadrolu yeni medreseler katılmış değildi. Ülkenin ihtiyâcı olan üst seviyedeki elemanların çoğu medreselerden yetişiyordu. Oysa, medreselerin sayılarının artığı XVI. yüzyılda ve müteâkıp asırlarda mezunlar da çoğalmıştı. Kadrolar ise sınırlı kalmıştı. Bu yüzden, XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere, yoğun talebe hareketleri ve medreseli isyanları patlak verecekti[20]. Bu sebeple medrese mezunlarının bir yere gelebilmeleri için, münhal kadro açılması, dolayısıyla bir süre beklenilmesi kaçınılmaz olmuştu.
Meşhur Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin Rumeli kazaskeri olduğu târihe kadar (944/1537), tahsilini tamamlayıp icâzetnâmesini alan talebenin mülâzım kaydedilmesi kesin bir kāideye bağlanmış değildi. Bir yolunu bulan veya nüfuzlu bir şahsiyete intisâb eden, onun tavassutu, tekeffülü veya başka bir vesileyle mülâzım oluyordu. Kişinin mülâzım olması, kendisine vazife verilebilmesi için liyâkatinin tasdiki, kadı veya müderris olabileceğinin vurgulanması demekti. Bu târihte, Anadolu kazaskeri bulunan Çivi-zâde Muhyiddin Efendi (ö. 954/1547), bu şekilde mülâzım olanların mülâzemetlerini iptal etmişti. Bundan zarar görenler, pâdişaha başvurarak durumdan şikâyetçi olmuşlar; hükümdar da, konuya bir çözüm bulması için Ebussuud Efendi’ye emir vermişti. Ebussuud Efendi, mülâzemet verilmesini belirli bir kāideye bağlamağa çalıştı. Buna göre, mülâzım olması gerekenlerin isimleri Matlab veya Rûz-nâmçe denilen bir deftere yazılacaktı. Anadolu’da müderrislik veya kadılık edeceklerin Anadolu kazaskerinin mülâzemet defterine, Rumeli’de vazife alacak olanların ise Rumeli kazaskerinin defterine adlarını yazdırmaları öngörülmüştü. Ayrıca mezun durumdaki dânişmentlerin mülâzım yazılmalarına devlet kademelerinde vazife almış olan yüksek rütbeli ulemâ tavassut ettikleri için, bunların her pâyede (makamda) ve hangi vesilelerle kaçar mezunu mülâzım kaydettirebilecekleri de tesbit edilmişti. Bütün bunlara ilâve olarak, yedi senede bir, mülâzım yazılmasını sağlamak için, nevbet îlân edilmesi kararlaştırılmıştı[21].
Bu uygulama XVI. yüzyılın sonlarına doğru bozulmuş, yine muhtelif vesilelerle ve kişilerin tavassutu ile nizâmî olmayan bir şekilde mülâzemet elde edilmeğe devam olunmuştur. Medreselerde müderrislik vazifesinde bulunan ilim adamlarının yetişme safhalarının tedkiki göstermektedir ki, medrese mezunlarının mülâzım kaydedilmeleri için hiç değişmeyen bir kāide veya kesin prensipler olmamıştır. Hattâ deyim yerindeyse, zaman içerisinde sudan sebepler vesile ittihaz edilerek, ulemânın mülâzemet vermeleri mümkün olmuştur[22].
Kāideye göre, bir talebenin mezun olup mülâzım kaydedilebilmesi için, tanınmış bir âlimin yanında bir süre mu’îd olarak kalıp yetişmesi gerekir veya bu tür mülâzemetler tercih edilirken, zamanla şeyhülislâmların, pâdişah hocalarının, imamlarının, kazaskerlerin, bilâd-ı selâse (üç belde) denilen İstanbul, Edirne ve Bursa kadılarının, daha sonra Mekke ve Medine (Haremeynü’ş-Şerîfeyn) kadılarının, bilâhare bâzı mevleviyetlerin kadılarının, bulundukları makamlara tâyin edilmeleri dolayısıyla (teşrifden) belirli sayılarda mülâzemet vermeleri yaygın bir uygulama hâlini almıştı[23]. Ayrıca hükümdarların tahta çıkışları (cülûsdan), şehzâdelerin doğumları veya sünnet düğünleri, yâhut sultanların ilk seferleri veya zaferle neticelenen seferler birer vesile sayılarak, ulemânın mülâzım kaydettirmelerine zemin hazırlanmaktaydı[24]. Dahası vardı: mülâzemet verme yetkisi bulunan yüksek rütbeli ulemânın çocukları için husûsî uygulamalar bulunmakta (meselâ Hoca-zâdeler kānunu); bunlar normal mezunlar gibi sıraya girmeden, münhal kadroları beklemeden mülâzım sayılmakta, yâhut hükümdarların husûsî hatt-ı hümâyûnları ve ileri gelen ulemânın sundukları müstakil arzlarla mülâzım olabilmekteydiler[25]. Şeyhülislâm, kazaskerler, hükümdar hoca ve imamları başta olmak üzere önde gelen ulemâ, işgâl ettikleri mevkilerin durumuna göre değişen sayıda mülâzım kaydettiriyordu. Her pâye (makam) için belirli bir kontenjan ayrılmıştı. Ancak bu kontenjanlar her zaman sâbit kalmamakta ve sürekli artmaktaydı. Çünkü, bir âlim ne kadar çok sayıda mülâzım verebiliyorsa, o ölçüde îtibâra ve iltifâta mazhar olmuş sayılıyordu.
Yürütülen eğitim-öğretim faaliyetlerinden faydalanan bu insanların sosyal tabanları da fevkalâde ilgi çekici olmalıdır. Osmanlı ilmiye sınıfının sosyal yapısı üzerinde şimdiye kadar fazla bir çalışma yapılmış değildir. Bu konuda biyografik nitelikli eserlerin son derece faydalı olabileceğine şüphe yoktur. Bu tür eserlerden ilk faydalananlardan birisi olan S. Faroqhi[26], Taşköprülü-zâde’nin eserinden[27] derlediği bâzı bilgileri değerlendirmiş, fakat ortaya çıkan neticenin sebepleri üzerinde pek durmamıştır. Aynı konuyu bir makālesiyle ele alan İ. Ortaylı ise, çok sayıda veriye dayanmamakla birlikte, haklı olarak, “Araştırmacılar arasında ulema sınıfının halktan insanların yöneticiliğe geçiş imkânı bulduğu bir ortam olduğu kanaati”nin yaygınlığını belirttikten sonra, bilhassa XVIII. yüzyıldaki ulemâ sınıfının kendi içine kapandığını, belirli ulemâ âilelerinin üst mevkileri kontrol altına aldıklarını ve böylece halka kapalı bir yapı oluştuğunu vurgulamıştır[28].
Bizim daha erken dönemleri içine alan ve istatistik verileri ihtivâ eden çalışmalarımız, Ortaylı’nın XVIII. asır ulemâsı için sözünü ettiği ‘kendi içine kapanışın’ çok daha erken dönemlerde oluştuğunu ve hattâ Fâtih zamanında bunun belirgin bir biçimde şekillenmeğe başladığını göstermektedir. Bunda İstanbul’un fethinden sonra devletin benimsediği sıkı merkeziyetçi yönetim anlayışının ve patrimonyal bürokratik geleneklerin de derin tesirleri olduğu ileri sürülebilir. Gerçekten, fetih keskin bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Fethe kadar Osmanlı topraklarında yetişen ve büyük bir kısmı da dışarıdan gelen âlimler, gerek sosyal yapının ve gerekse devlet teşkilâtının teşekkülünde öncü rolü oynamışlar, pâdişahın çevresinde toplanarak yeni yapıyı organize etmek için çalışmışlardı. Buna rağmen, henüz husûsî iltimasa mazhar ulemâ âileleri ortaya çıkmış değildi. Bilhassa XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVII. yüzyıllar arasında ulemâ sınıfı içerisinde, üst yönetim kademeleri nezdinde ve Kānûnî dönemine kadar bunlar içerisinde, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, husûsî iltimas ve iltifata mazhar tek ulemâ âilesi Molla Fenârî adıyla meşhûr Şemsüddin Mehmed b. Hamza b. Mehmed el-Fenârî (ö. 834/1431) âilesi olmuştu. Kendilerine tanınan bu iltimas dolayısıyla, Fenârî-zâdelerden birisi bir mevki talep edecek olsa, meselâ bir medrese müderrisliği istese, en alt seviyedeki medreselerden değil, üç dört basamak yukarıdaki medreselerden vazifeye başlıyordu[29]. Fakat Kānûnî döneminde, sultanın hocası Hayreddin Efendi (ö. 950/1543)’nin şahsî gayretleriyle çıkarılan Hoca-zâdeler kānunu, husûsî iltimâsa mazhar bir çok yeni ulemâ âilesinin ortaya çıkmasında mühim bir âmil olmuştur
Kısa süre içerisinde söz konusu kānunun muhtevâ ve şümûlü genişletildi. Sâdece hükümdar ve şehzâde hocaları ve imamlarının çocukları ve torunları değil, şeyhülislâm ve kazaskerlerin yanı sıra İstanbul, Edirne ve Bursa gibi büyük kadılıklarda bulunan kişilerin çocukları ve torunları da aynı imtiyazlardan faydalanmağa başladı[30]. Bu sûretle ortaya çıkan güçlü ve nüfuzlu âileler, çevrelerinin birer câzibe merkezi hâline gelmekte, ikbâllerini devlet kapısında arayanların başvurdukları, sığındıkları ve etrafında toplandıkları vazgeçilmez sığınaklar oluşturmakta idiler[31].
Daha önce oldukça farklı ve değişik sosyal tabanlardan gelen âlimler belirli ulemâ âilelerinin çevresinde toplanmak, sarayın veya öteki devlet adamlarının desteklerini edinmeğe çalışmak zorunda kaldılar. Cemiyette fertlerin yükselmesini önleyen katı bir kast sistemi bulunmamasına rağmen, bu durum, ulemâ sınıfının yaygın bir biçimde halka dayanmasını da engelledi. Medreseleri dolduran ulemânın ve onların çevrelerinin, imkân ve fırsatlardan faydalanma husûsunda daha müsâit durumda bulunmaları, söz konusu sınıfın kendi içine kapanmasına yol açtı; böylece kendi kendisiyle mücâdele ve rekābet eden, gittikçe katılaşan bir sosyal tabaka ortaya çıktı.
Böyle bir sosyal yapının oluşmasında, ülkenin önde gelen medreselerinin büyük şehirlerde, bilhassa İstanbul’da toplanmış olmasının da payı bulunmaktadır. Ulaşım imkânlarının sınırlı ve iktisâdî gücün yaygın olmadığı bir dönemde, ülkenin önde gelen medreselerinin bulunduğu İstanbul’a gelmek, hayli cesâret isteyen bir iş olmalıdır. Esâsen, ülkenin önde gelen ilim adamları fethin ardından İstanbul’a akın etmişlerdi[32].
Kısaca hülâsa olunan bu mekanizma içerisinde yetişen ve hoca (müderris) olarak vazifeye alan ilim adamlarının yürüttükleri tedris veya müfredat programları hakkında ne söyleyebiliriz?
3. MÜFREDAT PROGRAMLARI
Osmanlı medreselerinde nasıl bir müfredat programı uygulandığı ve hangi kitapların ders olarak okutulduğu meselesi, bugüne kadar ele alınmamış bir konu değildir[33]. Fakat, araştırmaların ekseriyeti ve mevcut veriler, farklı medreselere göre bir ders programı oluşturacak nitelikten uzaktır. Kâtib Çelebi[34] dahi, tanıttığı kitaplar dolayısıyla medreselerde okutulan dersler (kitaplar) üzerinde durduğu hâlde, bunların hangi medreselerde okutulduğunu belirtmez.
İlk dönemlerden îtibâren Osmanlı medreselerinde umûmiyetle tefsir, hadis, fıkıh (İslâm hukûku), akā’id (îmâna taalluk eden mevzûlar), kelâm (bir mânâda İslâm felsefesi) ve mantık gibi dînî muhtevâlı ve pratik fayda temin eden derslerin yanı sıra, bu derslerin çok daha iyi öğrenilmesinde anahtar rolü oynayan dil dersleri (Arapça sarf, nahiv, belâgat, vs.) okutulmuştu[35]. Dersler, esâs olarak kitaba bağlıydı. Bu bağlılık, zaman içerisinde kitap adları ile ders adlarını birlikte anılır hâle getirecek ve çoğu zaman okunan kitaplar ‘ders adı’ olarak mütâlaa olunacaktır. Ancak, dînî konulara ağırlık veren dersler ön plânda bulunmakta idi. Bununla birlikte, ilk dönem Osmanlı medreselerinde de –diğer İslâm coğrafyasında olduğu gibi–, tahsil olunan bütün ilimler, aklî ve naklî olmak üzere iki gruba ayrılıyordu[36].
İlk Osmanlı medreselerinde nasıl bir eğitim-öğretim metodu uygulandığı, hangi kitapların, nasıl okutulduğu açıkça bilinmemektedir. Çünkü, bu dönemlerle ilgili bilgiler, umûmiyetle daha sonraki dönemlerde yazılan eserlerle bize ulaşmıştır[37]. Dolayısıyla, ilk dönem verileri bir ölçüde rivâyetlere dayanmaktadır. Bâzı araştırmacılar, ulemâdan Molla Hüsrev (ö. 885/1480) ve Ali Kuşçu (ö. 879/1474) ile vezîr-i âzam Mahmud Paşa tarafından, Fâtih Sultan Mehmed’in emriyle bir medrese müfredat programı hazırlandığını ileri sürerler[38]. Bu hususta elimizde kesin deliller yoktur; söz konusu şahsiyetler tarafından hazırlandığı kat’î olarak bilinen her hangi bir ders programı da bulunmamaktadır. Fâtih döneminde hazırlanmış olabileceği ileri sürülerek muhtemelen adı geçen âlimlerin eseri olduğu belirtilen “Kānûn-nâme-i Talebe-i Ulûm” veya “Kānûn-ı Örfiyye-i Osmâniyye” adlı program niteliği taşıyan bir tâlimâtnâmeye göre[39]:
A) Yüksek rütbeli müderrisler (şuyûh-ı müderrisîn):
1- Şerh-i Adud (usûl-i fıkıh),
2- Hidâye (fıkıh, fürû’),
3- Keşşâf (tefsir),
4- Kendi seçtikleri kitapları okutacaklardı.
B) Rütbece ikinci sırada bulunan müderrisler :
1- Telvîh’i (usûl-i fıkıh) okutacaklardı.
C) Üçüncü sıradaki müderrisler:
1- Miftâh’ı (belâgat);
D) Dördüncü sıradaki müderrisler ise:
1- Şerh-i Tevâli’ (kelâm),
2- Şerh-i Metâli’ (mantık),
3- Mutavvel (belâgat),
4- Hâşiye-i Tecrîd’i (kelâm) okutacaklardı.
Tetimme medreselerinde ise Şerh-i Şemsiyye (mantık) ve İsfahânî (kelâm) kitaplarının okutulması öngörülmüştü.
Bu tâlimat-nâmede adları geçen dersleri veya diğer bir ifâdeyle kitap isimlerini aynen veya benzer şekilde Gelibolulu Mustafa Âlî de zikretmektedir[40]. Elde net veriler bulunmamakla birlikte, Âlî’nin bu verileri Fâtih’in medreselerle ilgili kānunu olarak göstermesi, ortada böyle bir tüzük veya nizamnâmenin bulunduğu, yazarın bu bilgileri buradan aldığı şeklinde yorumlanabilir.
Bu ders programının, bütün medreseleri ilgilendirdiği, müderrislerin belirli bir tasnîfe tâbi tutuluşundan anlaşılmaktadır. Ancak, Osmanlı medreselerinde sâdece yukarıda adları geçen kitaplar okunmamıştır. Esâsen, bu tâlimat-nâme, XV. ve XVI. yüzyıllar gibi erken târihlerin ders programlarına dâir -o da sınırlı- bilgi vermektedir. Çünkü, erken dönemlerde bile medreselerde okunan ve okutulan kitaplar veya dersler bu kadarla sınırlı değildi; bunların yanı sıra, ulemâ tarafından medreselerde okutulan pek çok eser bulunmakta idi. Umûmî olarak medreselerde okunan ve okutulan dersler İ. H. Uzunçarşılı’ya göre, ulûm-ı cüz’iyye (veya mukaddemât muhtasarât), denilen ilim dallarından kelâm, mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese, hesâb, hey’et, felsefe, zaman zaman târih ve coğrafya ile ilgili kitaplardı. Ulûm-ı âliye (yüksek ilimler) ismi verilen dersler arasında ise Kur’ân, hadîs ve fıkıh konuları tedris ve tahsil olunuyordu. Bu eserlerin isimlerini burada teker teker saymanın gereği olmadığını düşünüyoruz.[41]
Yukarıda zikredilen tüzükte, müderrislerin kendilerinin seçecekleri kitaplardan da söz edilir. Bu durum, öğretimde muhtariyet gibi yorumlanmaya imkân verse bile, zaman içerisinde, müderrislerin kendi tahsil dönemlerinde okudukları kitapları, bilâhare bir müderris olarak vazife aldıktan sonra okutmalarına yol açmış olmalıdır. Gelenekçi bir öğretim sistemi içerisinde, müderrisin daha önceden ne öğrenmişse, kendisine ne intikal etmişse ve gücü neye yetiyorsa, o kitabı okutabilmesi böyle bir seçme serbestliğinden kaynaklanmış gibi gözüküyor[42]. Öte yandan, umûmiyetle medreselerde okunan kitapların hemen hepsi, Fâtih zamanına gelinceye kadar, az çok belirlenmiş bulunuyordu. Bunların çoğu, Osmanlı toprakları dışında ve daha önce yaşamış bulunan âlimler tarafından kaleme alınmış, klâsikleşmiş ve böylece kolay kolay kırılması mümkün olmayan bir gelenek oluşmuştu. Ayrıca, ders programına konulan kitaplarla, müderrislerin kendilerinin seçerek okutacakları kitaplar arasında mühim farklar, görüş ayrılıkları ve değişik yaklaşımlar da söz konusu değildi. Diğer bir deyişle, isim olarak şu veya bu kitabın okunmasının istenmesi o kadar ehemmiyetli olmasa gerekir.
Osmanlı medreselerinde okunan ve okutulan dersler, uygulanan ders programları, esas îtibâriyle XIX. yüzyılın sonlarına kadar mühim bir değişikliğe uğramadı. Böylece statik, kalıpçı ve nakilci bir eğitim-öğretim yapısı iyice yerleşmiş oldu. Fakat, bu yapı, zaman içerisinde eğitimde donuklaşmayı ve hattâ umursamazlığı berâberinde getirecekti. XVI. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren görülmeğe başlayan medreselerle ilgili muhtelif ıslâhat fermanlarında, umûmiyetle medrese düzeninin bozulmuş olduğundan, okunması gereken derslerin (kitapların) tam olarak okutulmadığından, ilmiye mansıplarının iltimas ve suiistimallerle ele geçirildiğinden, aklî ilimlerin bir kenara itilip yerlerine naklî (dînî) ilimlerin ikāme olunduğundan, fakat bunların da sathî bir sûrette öğretildiğinden, bu sebeple medrese mezunlarının kifâyetsiz ve câhil yetiştirildiklerinden, yüklendikleri sorumlulukları yerine getiremediklerinden, bunun da devlet çarkını işlemez duruma soktuğundan bahsedilmesinin bir sebebi de bu yapı olmalıdır.
Medreseleri ıslâh fermanlarında buralarda okunması istenen dersler ve ders programlarıyla ilgili bilgiler bulunmamaktadır. İmparatorluğun gerilemesine paralel olarak sıkıntıların görülmeğe başladığı medrese eğitimiyle ilgili olarak ise köklü tedbirler alındığı söylenemez. Günümüz araştırmacıları, umûmiyetle Kānûnî dönemine kadar medreselerde aklî ve naklî ilimlerin birlikte okutulduğunu, fakat bundan sonra aklî ilimlerin ders programlarından çıkarıldığı ve bu yüzden ilim hayâtının durduğunu ileri sürerler. Bu görüş, Kâtib Çelebi’nin şu cümlelerine dayandırılır: “Ulu Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün almışlardı. Ebülfeth (Fâtih) Sultan Mehmed Han Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kānuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyâttır diye kaldırılıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyât kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumağa yüz tuttu” [43].
Bu satırlar arasında yer alan ve Sahn medreselerinde okutulmasının öngörüldüğü belirtilen Hâşiye-i Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf kitaplarının burada okutulacak nitelikte eserler olduğunu kabul etmek mümkün gözükmemektedir. Çünkü, yukarıda belirttiğimiz gibi, bu iki kitap esas olarak, Osmanlı medreselerinin daha alt sevide olanlarında okutuluyordu. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrîd, diğer adı Yirmili de olan Tecrîd medreselerinin ders kitabı olmalıdır. Diğeri, yâni Şerh-i Mevâkıf ise, bizzat Kâtib Çelebi’ye göre, Fâtih tarafından Kırklı medreselerde okutulması emrolunan bir eserdi[44]. Bize göre, söylendiği şekilde medreselerde ders programlarının değiştirilmiş olduğu düşüncesi doğru gözükmemektedir. Esâsen, yerleşmiş bir ders programı ve sistemli bir müfredat anlayışı bulunmadığı ve kurulan medreselerin vakfiyelerinde aklî ve naklî ilimlerinin birlikte okutulmasının prensip olarak her zaman yer aldığı bilinmektedir[45]. Nazarî bakımdan medreselerde vazife alan müderrisler, dönemlerinin aklî ve naklî olarak adlandırılan ilimlerini talebeye öğretmekle yükümlüydüler. Bu bakımdan Kâtib Çelebi’nin sonradan gelenler “bu dersler felsefiyâttır” diye kaldırdıkları sözü, resmî bir tavrı yansıtmamaktadır. Zîrâ, Osmanlı ilmî zihniyetinin ortaya koyduğu ürünler, devletin kazandığı yapı ve içinde bulunduğu siyâsî, içtimâî, askerî, iktisâdî ve kültürel şartlardan doğrudan etkilenmiş ve ileri sürüldüğünün aksine, önceki dönemlerde de aklî kategorisinde mütâlaa olunan ilimler, medreselerde geniş bir şekilde zâten tedris faaliyetlerine konu olmamıştı[46].
Bu teferruat bilgileri bir tarafa bırakacak olursak, yukarıda kısaca ele alınan dersler (kitaplar), bir ders konusu olarak medreselerde nasıl tahsil olunmakta idi?
Belirtildiği gibi, klâsik dönemlerle ilgili olarak, bu konudaki bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Bu sebeple konu hakkında net bilgiler vermek mümkün olmamaktadır. Kānûn-ı Örfiyye-i Osmâniyye’de, Osmanlı medreselerinde, derslerin “âdet-i kadîme üzre kütüb-i mu’tebere ne vechile okunageldiyise girü ol vech üzre” tâkip edilmesi öngörülmektedir[47]. Kānûnî Sultan Süleyman’a âit bir kānunnâmede de aynı yönde ifâdelere rastlanır[48]. Acabâ, “âdet-i kadîme” ne idi?
Maalesef kaynaklarımız bu hususta kesin bilgiler vermekten uzaktır. Medreselerde tâtil günlerinin XV. yüzyılın ilk yarısına kadar haftada iki gün olduğunu biliyoruz. Ünlü târihçi ve aynı zamanda bir müderris olan Hoca Sa’deddin Efendi’ye göre, Molla Fenârî zamânına kadar medreselerdeki tâtil günleri Cuma ve Salı günleri idi. Büyük âlim Taftazânî’nin eserlerinin yayılıp şöhret bulmasıyla, talebenin bu eserlerden faydalanabilmesi ve bunları yazıp çoğaltabilmesi için vakte ihtiyaç duyulmuş ve Molla Fenârî Pazartesi gününün de tâtil olmasını sağlamıştır[49].
Bu bilgi XV. asrın ilk yarısına kadar tâtil günlerinin Salı ve Cuma günleri olduğunu, bu dönemden îtibâren söz konusu günlere Pazartesi’nin de katıldığını ortaya koymaktadır. Hoca Sa’deddin Efendi, eserini XVI. yüzyılın son çeyreğinde yazdığına göre, medreselerdeki tâtil günlerinin ikiden üçe çıkarılışının yüz küsûr yıllık bir geçmişi bulunuyordu, demektir[50]. Ancak, tâtil günlerinin, haftanın bu üç günüyle sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu günlerin dışında, kandiller ve Bayram günleri ile Ramazan ayı da talebe için tâtil oluyordu. Esâsen Ramazan ayı umûmî tâtil ayıydı. Bu ayda talebe ya memleketine gitmekte veya bâzı kasaba ve köylere giderek, Ramazan boyunca buralarda vaaz ve irşat hizmeti yürütmekte, eğitim sırasında maddî bakımdan rahat bir tahsil hayâtı sürebilme imkânları aramaktaydı. Talebenin Ramazan boyunca ülkenin dört tarafına dağılması ve gittikleri yerlerde cemiyeti bilgilendirmeğe çalışması, merkezdeki Osmanlı kültürünün taşraya aktarılması bakımından son derece ehemmiyetli idi. Bu gelenek, medreselerin son dönemlerine kadar devâm etmiştir[51].
Osmanlı medreselerinde “âdet-i kadîme üzre” günde dört ders görülmekte idi[52]. XVI. asrın ortalarında Süleymâniye medreselerinin kuruluşundan sonra Kānûnî, kendi medreselerinde günde beş ders verilmesini şart koşmuştu[53]. Dersler, sabah ve ikindi olmak üzere günde iki defa yapılabilmekte, ancak icâzetler daha ziyâde sabah görülen derslerden verilmekteydi. Öğleden sonra okunan dersler, ya sabah derslerinin tekrarı veya bu derslerin ileri seviyedeki muâdilleri olmaktaydı[54]. Okutulan dersler, sâdece takrir olarak kalmamakta, talebenin de derse iştirâkini sağlamak için bir çeşit sohbet şeklinde geçmekteydi. Böyle bir uygulamanın talebenin derslere daha uzun süre hazırlanmasına imkân sağladığı söylenebilir[55].
Sınıf içi düzene gelince; bu konularda da umûmî bilgilerin ötesinde fazla bir mâlumat bulunmamaktadır. Ancak, yeterli dershâneleri bulunan medreselerde dershânelerin kullanıldığı muhakkaktır. Dershânelerde, ders hocasının huzûrunda halkalar oluşturulmakta, seçkin ve gözde talebe bu halkanın ön sıralarında yer almakta ve dersleri tâkip eden talebenin seviyesi göz önünde bulundurularak, bizzat hocanın nezâretinde yürütülmekte; sık sık tekrar ve karşılıklı münâkaşalarla konuların iyi öğrenilmesine çalışılmaktaydı. Derslerin işlenmesi sırasında, talebe not tutabiliyordu. Talebe eğitim süresi içerisinde okunması gereken dersleri ‘kitap’ olarak veya kitapların belirli bölümlerini seçerek okuduğu için, derslerde verilen bilgileri öğrenip hocası tarafından yeterli bulunmadıkça prensip olarak başka bir derse (kitaba) geçememekteydi. Dolayısıyla, işlenen konular iyice öğrenilinceye kadar tekrar edilebildiğinden, sürenin uzaması, hattâ her öğrenci için farklılık göstermesi mümkündü. Yâni, bugünkü ifâdeyle sınıf geçme değil, ders (kitap) geçme sistemi söz konusu idi.
Klâsik dönem içerisinde, talebenin her medresede ne kadar okuması gerektiği konusunda asgarî süreler belirlenmişti. Meselâ Kānûnî döneminde, 1526-1540 yılları arasında Sahn’a ulaşıncaya kadar 20 akçeli (Hâşiye-i Tecrîd) medreselerde 2; 30 akçeli (Miftâh) medreselerde 2; Kırklı medreselerde 2-3; Ellili Dâhil ve Hâriç medreselerde 1’er olmak üzere yekûn 8-9 eğitim yılı geçirildiği anlaşılmaktadır[56]. Aynı dönemde, Dâhil medresesi hükmündeki Sahn’da da bir yıllık eğitim süresinin geçerli olduğu istidlal edilebilir. Zîrâ, aynı dönemlerde Taşköprülü-zâde[57] ile Şah Mehmed b. Hurrem (ö. 978/1570) Efendi’ler, Sahn’da okuttukları dersleri birer eğitim yılı içerisinde tamamlamışlardı[58].
Kānûnî’den sonra, XVI . yüzyılın sonlarından başlamak üzere bu durumun değiştiği anlaşılıyor. Daha önce Sahn’a gelinceye kadar geçirilmesi gereken 8-9 eğitim-öğretim yılı süren müddet, önce 5’e, sonra 3’e ve bilâhare 2 yıla kadar düşmüştür. Kānûnî dönemine kayıtlı olmakla birlikte, II. Selim dönemine de âit olabileceği tartışmalı olan bir kānunnâmede[59], Sahn öncesi eğitim süresinin 5 eğitim yılından aşağı olmaması öngörülmüştü[60]. 1576 (983) târihli III. Murad dönemine âit başka bir kānunnâmede ise, bir talebenin Sahn’a ulaşmadan önce en az 3 yıllık bir eğitim görmüş olması istenmektedir[61]. Kezâ, III. Mehmed tarafından çıkarılan 1598 (1006) târihli kānunnâmeye göre, aynı sürenin 2 eğitim yılına düşürüldüğü görülmektedir[62].
Bu açıdan gittikçe kötüleşen durum, 1914 (10 Zi’l-ka’de 1332)’te medreselerin Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye (Başkent) adı altında yeniden organize edilmelerine kadar sürüp gitmiştir[63]. 1910’lardan îtibâren klâsik medreselerle ilgili olarak bâzı ıslah çalışmalarına ve ders ikāmelerine girişildi; fakat bunlar fazla kalıcı olmadı. Bu sebeple, 1914’te medreselerle ilgili köklü bir ıslâha da girişildi. 1914’te İstanbul medreseleri Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye medreseleri adı altında yeniden tanzim edildiler. Medreselere dâir nizamnâmenin 2. maddesi[64], başkent medreselerini Tâlî Kısm-ı Evvel, Tâlî Kısm-ı Sânî ve Âlî şeklinde üçe ayırmakta idi. Bu kısımların her birinde eğitim dört sene olarak belirlenmişti. Kezâ, her kısım dörder sınıf ve her sınıf dörder şûbeden oluşmaktaydı. Bunların üzerinde bir ihtisas medresesi olan Medresetü’l-Mütehassısîn yer alıyordu. Burada okutulması öngörülen dersler ise, eski usûle göre, yâni kitap adının aynı zamanda ders adı olması şeklinde değil, bilakis tefsir, hadis, hadis usûlü, fıkıh, fıkıh usûlü, ferâ’iz (miras hukûku) ve felsefe gibi münhasıran ‘ders adı’ vurgulanarak tesbit edilmişti. Ancak, bu dersler için başvurulacak kitaplar, gene klâsik dönemde de okunmuş kitaplardı[65].
Bundan bir yıl sonra (1333/1915), bir yıllık tecrübenin ışığında, 16 maddelik yeni bir kānun çıkarılarak Dâru’l-Hilâfe medreseleri tekrar tasnif edildi: İbtidâ-i Hâriç, İbtidâ-i Dâhil ve Sahn. Daha önceki tasnifte Medresetü’l-Mütehassısîn adıyla anılan kısım ise Medrese-i Süleymâniye adını almıştı. Bu düzenlemede, klâsik dönem medrese tasnîfinin izleri görülmekte; hattâ aynı isimlerin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Ancak, ders adları artık kitap adı ile aynı olmayacak ve modern usûl benimsenmişti. Meselâ, Sahn medreselerinde, tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usûlü, kelâm, belâgat ve Arap edebiyatı, Türk edebiyatı, mantık, felsefe, hukuk (ma’lûmât-ı kānûniyye), sosyoloji (ilm-i içtimâ’), Rusça, Fransızca, Almanca ve İngilizce gibi derslerin okutulması öngörülmüştü. Diğer medreseler için de benzer programlar söz konusu idi. Medreselerin kendilerini yenileme ve zamana ayak uydurma ihtiyaçlarının ürünü olduğu anlaşılan bu program denemelerinde, klâsik eğitim ile ilgili derslerin yanına yeni derslerin ve daha da mühimi dört tâne yabancı dilin konulduğu görülmektedir. Ne var ki, eski eğitim anlayışı bu modernleşme çabaları içerisinde de devam edecek, medreselerde müderrisler son derece etkili olacaklardır. Fakat, bu programları uzun bir süre tatbik imkânı olmayacak, ne ölçüde verimli olduğu uzun zaman dilimi içerisinde test edilemeyecek ve bilindiği gibi on yıl sonra (1924) bütün medreseler kapatılacaktır[66].
_________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Yeni Türkiye, 5. cilt (Ankara, 1999, Yeni Türkiye Yayınları), s. 140-160.q
[1] Bkz. Fazlur Rahman, İslâm * Bu yazı daha önce şurada yayımlanmıştır: H. Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi [Osmanlı Devletinin Kuruluşunun 700. Yılı özel sayısı, Ekim 1999, s. 83-91.
[2] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 17.
[3] Johns Petersen, “Mescid”, İslâm Ansiklopedisi (İA), VIII (1979)., s. 47.
[4] Fazlur Rahman, İlim ve Çağdaşlık, (trc. A. Açıkgenç - M. H. Kırbaşoğlu), Ankara 1990, s. 111.
[5] Bkz. Petersen, a.g.e., s. 19-20.
[6] Devletin gözetimi altında düzenli bir eğitim faaliyeti yürüten Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce, 960 (349)'da Ebu'l-Velid Hassan, Muhammed Emevî ve 965 (354)'ten önce İbn Habban Teymî tarafından Nişâbur'da birer medrese yaptırılmıştı; kezâ, 1011 (402)'den önce yine Nişâbur’da es-Sâ'idiyye ve 1014-15 (405)'ten önce Ebû Osman Sabûnî ve İbn Furek medreseleri yapılmıştı (bkz. Atay, a.g.e., s. 31; ilk dönem ilim ve kültür müesseseleriyle ilgili olarak ayrıca bkz. Oktay Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Müesseseleri”, Türk Kültürü, 12 (Ekim 1963, s. 34-43.); Câhid Baltacı, XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976., s. 7-14; Hişam Naşabi, [İslâm Dünyâsında] “Eğitim Kuruluşları”, İslâm Şehri, İstanbul 1992, s. 97-100. Selçuklu döneminde kurulan medreselerle ve eğitim hayâtı ile ilgili olarak bkz. M. Altan Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IV (Ankara, 1975), s. 75-124.
[7] Bu sırada açılan medreseler hakkında kısaca bilgi edinebilmek için bkz. M. Dağ - H. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 113 vd.; Köymen, a.g.m., s. 88-95; Atay, a.g.e., s. 32-35.
[8] Bu eserlerle ilgili daha fazla bilgi için, bkz. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 40-63. Kezâ, ayrıca Hulûsi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül - Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar), H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1989, s. 39-47; kezâ, tablolar kısmı, Tablo 1-3, s. 164-165.
[9] Âlî, Künhü’l-Ahbâr, İstanbul Üni. Ktb. nr. 5959, v. 85b.
[10] Abdülkadir Özcan, “Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, 33 (Mart 1980-81), 1982, s. 39.
[11] İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 647; Süheyl Ünver, Fâtih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, s. 127-128.
[12] Cevdet Paşa, Târîh, I, İstanbul 1309, s. 111.
[13] Baltacı, XV. ve XVI. asırlarda Osmanlı topraklarında kurulmuş bulunan ve yukarıda hiyerarşik yapılanmaları ile ilgili kısaca bilgi sunulan medreselerin tam bir dökümünü vermektedir. Bu verilere göre, klâsik Osmanlı topraklarında 32 yirmili, 22 otuzlu, 29 kırklı, 147 ellili,18 altmışlı, 4 statüsü altmışın üzerinde olan medrese bulunuyordu. Ayrıca, statüleri zaman zaman değişen 72 medrese vardı. Bunlara ilâve olarak 20 dâru’l-hadîs, 15 dâru’l-kurrâ ve 7 tâne de tıp medresesi vardı. (bkz. a.g.e.). Bu sayı, 17. ve 18. yüzyıllarda artarak devam edecektir.
[14] Meselâ, Gelibolulu Mustafa Âlî, XV. yüzyılın ikinci yarısındaki, yâni Fâtih Sultan Mehmed zamanındaki bu hususla ilgili durumu ve sultanın diğer İslâm ülkelerinde yetişmiş ilim adamlarını kendi ülkesine çekmek için aldığı tedbirleri anlatırken şu cümleyi kullanmaktadır: “... Bu tarîkile fuzalâ-yı Arab u Acem ve mevâlî-i Hind ü Sind ü Deylem bâb-ı sa’âdetine çehre-sây olmada ve rûz-be-rûz gûn-â-gûn i‘zâz u iltifât u in‘âmları anlar hakkında sudûr bulmada idi.” (Bkz. Künhü’l-Ahbâr, V, İstanbul 1277, s. 247). Sultanın oluşturduğu câzibe merkezi Osmanlı başkentine koşuşan bu âlimler, elbette bütün ilmî birikimlerini de berâberinde getiriyorlardı (ayrıca bkz. Nişâncı-zâde Mehmed, Mir’ât-ı Kâ’inât, II, İstanbul 1290; s. 401).
[15] Bkz. Fahri Unan, “Osmanlı Medreselerinde Ulemânın Sosyal Tabanı ve Bunun İlmî Performans Üzerindeki Etkisi”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 12-16 Eylül 1994, tebliğ) [Bu yazı ayrıca şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/101 (Ankara, Ocak 1996), s. 15-19; bu yazı, elinizdeki kitapta da bulunmaktadır].
[16] Koçi Bey, Risâle-i Koçi Beğ, London 1277, s. 10.
[17] Bkz. Unan, “Bir Âlimin Hayat Hikâyesi ve Klâsik Osmanlı Eğitim Sistemi Üzerine”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), Ankara 1999, s. 380-383 (bu yazı, elinizdeki kitapta da bulunmaktadır).
[18] Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 209-212.
[19] Özcan, “Fâtih'in Teşkilât Kanunnâmesi...”, s. 39.
[20] Bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme, nr. 3, s. 286/112; 348/134; 363/138; 452/166; 487/177; kezâ, Mustafa Akdağ, “Medreseli İsyanı”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI (1952) s. 361-387.
[21] Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’ıku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şaka’ık (Zeyl-i Şakā’ık; Şakā’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 2), (neşr. A. Özcan), İstanbul 1989, I, s. 184; Cevdet Paşa, a.g.e., I, 109-110; Baltacı, a.g.e., s 34-35; Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988 (1965), s. 45.
[22] Geniş bilgi için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 213-215.
[23] A.g.e., s. 215.
[24] Geniş bilgi, aynı eser, s. 212-217.
[25] Aynı eser, s. 216.
[26] Suraiya Faroqhi, “Social Mobility Among the Ottoman 'Ulemâ in the Late Sixteenth Century”, International Journal of Middle East Studies, 4 (1973) (Printed in Great Britain), s. 204-218.
[27] Mecdî (trc.), a.g.e.
[28] İlber Ortaylı, “18. Yüzyılda İlmiye Sınıfının Toplumsal Durumu Üzerine Bazı Notlar”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1979-80, Özel Sayı), Ankara 1981, s. 155-159.
[29] Atâyî, a.g.e., I, s. 32.
[30] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 72-73.
[31] Bir örnek için bkz. F. Unan, “XV. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı Yönetim Kademesi İçerisinde Ebussuud Efendi Âilesi”, Türk Yurdu, XI/50 (Ekim 1991), 25-29 (bu yazı, elinizdeki kitapta da bulunmaktadır).
[32] Ulemânın sosyal tabanı ile ilgili daha geniş bilgili için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 238-249.
[33] Teferruâtlı bilgi için bkz. Ünver, Fatih, Külliyesi, s. 100-119; Baltacı, a.g.e., s. 35-43; Atay, “Fâtih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnâmeler”, Vakıflar Dergisi (VD), XIII, (1981) 171--206; kezâ, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, s. 73-130; Bilge, a.g.e., s. 40-63; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 19-43; krş. Nasr, Modern Dünyada Geleneksel İslâm (trc. S. Şafak Barkçın – H. Arslan), İstanbul 1989, s. 177-191.
[34] Kâtib Çelebi, Keşf el-Zünûn, I-II, İstanbul 1971.
[35] Bilge, a.g.e., s. 40-63.
[36] Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 11-18; kezâ, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ahakk (yay. O. Ş. Gökyay), İstanbul 1980, s. 17-21.
[37] Ârif Bey, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Eedebiyat Fakültesi Mecmuası I (İstanbul 1332), s. 137.
[38] Ayvansarâyî (Hâfız Hüseyin b. İsmâ’il), Hadîkatü’l-Cevâmi’, İstanbul 1281, I, s. 248; Emin Bey, “Târîhçe-i Tarîk-i Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 643; kezâ, Ünver, Fatih, Külliyesi, s. 102; Baltacı, a.g.e., s. 46-47; Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, s. 79; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 7.
[39] Söz konusu tâlimatnâme şudur: “Şüyûh-ı müderrisîn kütüb-i mu’teberâtdan Şerh-i Adud ve Hidâye ve Keşşâf ve sâ’ir ihtiyâr itdükleri kitâbları ayıdalar. Ve şüyûh-ı mezkûreden derecede aşağı olan kimesneler Telvîh’e dek ayıdalar. Andan bir derece aşağı olanlar Miftâh’a dek ayıdalar ve ol dereceden bâkî sıgar-ı müderrisîn Şerh-i Tevâli’ ve Şerh-i Metâli’ ve Mutavvel ve Hâşiye-i Tecrîd ayıdalar. Ve mütûn-ı fıkhı ve şürûhı dahi her müderris tâkādı yetdükce ayıdalar... Tetimme’lerde Şerh-i Şemsiyye ve mâ-fevkın ayıdduralar, tâ ki İsfahânî’ye varınca; mülâzım olup kapuma mülâzemete geldükleri vakt ol temessük içün müderrislerden alınan mektûbları bile getüreler” (bkz. Baltacı, a.g.e., s. 36, dipnot 88. Ayrıca bkz. M. Şerafettin Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 464-465; Ünver, Fatih, Külliyesi, s. 101-102; Atay, a.g.e., s: 80).
[40] Âlî, Künhü’l-Ahbâr, İst. Üni. Ktb. nr. 5959: 86a-86b.
[41] Bunun için bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 19-43. Ayrıca bkz. Ünver, a.g.e., s. 100-119; Baltacı, a.g.e., s. 35-43; Atay, “Fâtih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ...”, s. 171-206; Bilge, a.g.e., s. 40-63.
[42] Meselâ, II. Bâyezid’in kullarından Zamîrî mahlaslı Mevlânâ Nûreddin (ö. 920 / 1514), pâdişah tarafından Sahn müderrisi tâyin edildiğinde, o sırada kazasker bulunan Müeyyed-zâde Abdurrahman Efendi (ö. 922 / 1516) buna îtiraz etmiş ve Zamîrî’nin Sahn müderrisi olabilecek ilmî kudreti bulunmadığını söylemişti. II. Bâyezid ise:
‘-Fünûn-ı âliyeden (yüksek konularla ilgili derslerden) okutmağa kādir değilse, Kâfiye’nin şerhlerinden Mutavassıt nâm kitaptan ders vermeğe kādirdir, ondan okutsun’, demişti (bkz. Mecdî, a.g.e., s. 347). Oysa Sahn medreseleri, ülkenin en yüksek medreseleriydi; burada ilke olarak ileri seviyede ilmî konular (fünûn-ı ‘âliye) okutulmaktaydı. Kâfiye ise, ulûm-ı cüz’iyye veya mukaddemât da denilen başlangıç seviyesindeki ilimlerden sayılan Arapça dilbilgisiyle ilgiliydi (bkz. Bilge, a.g.e., s. 62). Bu bir tarafa, Zamîrî’nin kitabın aslını değil, orta seviyedeki şerhlerinden birisini okutması kâfi görülmüştü.
[43] Kâtib Çelebi¸ Mîzân, s. 20-21.
[44] Kâtib Çelebi, Cihân-nümâ, İstanbul 1145, s. 688.
[45] Bahaeddin Yediyıldız, “Sinan’ın Yaptığı Eserlerin Sosyal ve Kültürel Açıdan Tahlili”, VI. Vakıf Haftası (5-8 Aralık 1988, Ankara), İstanbul 1989, s. 109.
[46] Meselâ, Sahn medreselerinde ders vermiş olan ulemâ tarafından ortaya konulan ilmî ürünlerin mâhiyeti ile ilgili olarak bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 356-380.
[47] Kānûn-ı Örfiyye-i Osmâniyye, İstanbul Üni. Ktb. , nr. 3239, v. 48a.
[48] Kānûnnâme-i Sultan Süleymân Hân, Süleymâniye (Veliyyüddin Efendi) Kütüphanesi Ktb. nr. 1970. v. 122b.
[49] Hoca Sa’deddin Ef. a.g.e., II, s. 414.
[50] Baltacı (1976: 43), XVI. asırda tâtil günlerinin Salı, Perşembe ve Cuma olduğunu yazar. Ancak, kaynak olarak kullandığı kānunnâmede (Kānûn-ı Örfiyye-i Osmânî, v. 49b) gün belirtilmeksizin, haftada dört gün ders görülmesi öngörülmüştür. Aynı asrın adamı olarak Hoca Sa’deddin Efendi, medreselerdeki tâtil günlerini Pazartesi, Salı ve Cuma olarak zikretmektedir. S. Ünver ise (1946: 97-98), Fâtih külliyesinde tâtil günlerinin Salı olduğunu söyler, fakat kaynak zikretmez. Diğer medreselerden farklı olarak, külliyede haftada bir gün tâtil edildiğini düşünmek veya kabûl etmek ne ölçüde mümkündür? Esâsen, Cuma günlerinin umûmî tâtil günleri olduğunu düşünürsek, en azından külliyede tâtil gününün birden fazla olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla, Hoca Sa’deddin’in verdiği bilginin daha doğru olduğunu kabûl etmek yerinde olmalıdır.
[51] Yediyıldız, “Sosyal Teşkilatlar Bütünlüğü Olarak Osmanlı Vakıf Külliyeleri”, s. 267-271.
[52] Kānûn-ı Örfiyye-i Osmânî, İstanbul Üni. Ktb., nr. 3239. v. 49b.
[53] Baltacı, a.g.e., s. 44.
[54] Ünver, Fatih, Külliyesi, s. 353.
[55] M. Cavid Baysun, “Osmanlı Devri Medreseleri”, İA/VIII (1979) (“Mescid” mad. eki), s. 76.
[56] Baltacı, a.g.e., s. 37-42.
[57] Mecdî, a.g.e., s. 526.
[58] Atâyî, a.g.e., I, s. 137.
[59] Veliyyüddin Ef. Ktb. , nr. 1970: v. 122b-123b.
[60] Söz konusu kānûnnâmenin neşrolunmuş metni için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 623-624.
[61] Ahmed Refik, Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, İstanbul 1988, s. 34-35.
[62] Zikrolunan kānunnâmenin muhtelif şekillerde neşredilmiş metinleri için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 630-632; Atay, a.g.e., s. 179-180; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 244.
[63] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 267.
[64] İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 657-660.
[65] A.g.e., s. 664-666; Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II, İstanbul 1977 (1939), s. 127.
[66] Ergin, a.g.e., s. 131.