Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-24                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI MEDRESELERİNDE İLMÎ VERİMİ VE İLİM ANLAYIŞINI ETKİLEYEN ÂMİLLER*

 

1. Giriş

Osmanlı devleti, XIII. asrın sonları ile XIV. asrın başlarında, Anadolu Selçuklu devletinin kuzey-batısında bir uç beyliği olarak kurulmuştu. Bu küçük uç beyliği, kurulmuş bulunduğu coğrafyanın kendisine sağladığı imkânları da kullanarak, daha ziyâde Bizans aleyhine olmak üzere, hızla büyüyüp genişledi. Eğitim-öğretim faaliyetleri açısından, ilk dönemlere âit bilgilerimiz fazla değildir. Beyliğin, eğitimli yetişmiş eleman ihtiyâcı, daha ziyâde, geriden, dağılmış bulunan eski Anadolu Selçuklu şehirlerinde yetişen insanlardan karşılanmış olmalıdır. Fakat, böyle bir dış kaynağın her zaman yeterli olmayacağı açıktır. Dolayısıyla, kuruluştan îtibâren fazla bir zaman geçmeden bizzat Osmanlı Beyliği sınırları içerisinde de eğitim-öğretim müesseseleri vücut bulmağa başlayacaklardır. Kaynaklarımız, Osmanlı devletinde ilk medresenin 731 (1330-31)’de İznik’te faaliyete geçtiğini haber verirler[1]. Bu ilk medrese, Orhan Bey tarafından kurulduğu için İznik Orhaniyesi adıyla da anılır.

Daha sonra devreye Bursa ve Edirne gibi yeni fetholunan şehirlerde yine sultanlar tarafından kurulan medreseler girecektir. Bu medreseler kendilerine has bir eğitim-öğretim sistemi oluşturmaktan ziyâde, buralarda ders veren ulemânın yetişmiş bulundukları –daha önceden İslâm coğrafyasında kurulmuş ve faaliyetlerini yüzyıllarca sürdürmüş olan– medreselerin hem ilmî zihniyetlerini, hem de tedris geleneklerini devralmışlardı

İstanbul’da fetihten sonra Fâtih Sultân Mehmed tarafından kurulan Semâniye veya Sahn-ı Semân medreseleri, diğer medreseler arasında husûsî ehemmiyeti hâizdirler. Çünkü, bu medreseler, bir taraftan, Osmanlı devletinin cihân-şümûl bir imparatorluğa geçiş sürecinde kurulmuş olmaları dolayısıyla kurucusunun kendilerine yüklediği misyon ile, diğer taraftan, XVI. yüzyılın ikinci yarısında yine İstanbul’da, bu kez Kānûnî Sultan Süleymân tarafından kurulan Süleymâniye medreselerinin faaliyete geçişlerine kadar, hiyerarşik bir yapıdaki Osmanlı medrese sisteminin zirvesinde bulunmaları ve altta kalan bütün medreseleri şu veya bu şekilde etkilemeleri sebebiyle, Osmanlı ilim ve fikir zihniyetinin teşekkülünde mühim rol oynamışlardır. Hakikaten, bugün klâsik dönem olarak tavsif olunan XIV. ve XVI. yüzyıl Osmanlı ilim ve zihniyet dünyâsının mâhiyetinin iyi kavranabilmesi, ancak Sahn-ı Semân (Semâniye) ve Süleymâniye gibi derece îtibâriyle yüksek olan medreselerin hesâba katılmasıyla mümkün olabilir. Çünkü, Avrupalılar tarafından Türk asrı olarak anılan, bizzat Osmanlılar tarafından ise ideal veya altın çağ olarak görülen XVI. yüzyıl boyunca, ve hattâ XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ilmiye, adliye ve kazâ teşkilâtının en yüksek noktalarını bu medreselerden yetişen ilim adamları işgâl ettiler; bir taraftan devletin yönetim anlayışının teşekkülünde, diğer taraftan bu anlayışın halk tabakalarına aktarılmasında mühim roller oynadılar; Müslüman halkın dînî hayâtının tanziminin yayında, ilim ve eğitim faaliyetlerinin yürütülmesinde de aktif ve belirleyici oldular. Bütün bu bakımlardan, söz konusu medreselerin ortaya koydukları ilmî performansı etkileyen âmillerin tedkiki yararlı olacaktır; bu tedkik aynı zamanda, Osmanlı eğitim müesseselerinin bilgi üretimi konusunda aydınlatıcı ve açıklayıcı bilgiler ve ipuçları da sunacak niteliktedir.

Söz konusu âmilleri gözden geçirmeğe başlamadan önce, araştırmalarımız neticesinde ortaya çıkan bir tabloyu, yâni XV. yüzyıldan XVIII. yüzyıla uzanan bir çizgi üzerinde bu medreselerin ilmî verim bakımından nasıl bir manzara sergiledikleri husûsunu kısaca gözden geçirmekte fayda görülmektedir.

2. Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı

Öncelikle, bir husûsun altının çizilmesi gerekir: Kendilerinden önce İslâm dünyâsında teşekkül eden ilmî zihniyetçe benimsendiği ve Osmanlılar tarafından hemen hemen aynen tevârüs olunduğu üzere, ilimler esas olarak naklî ve aklî olmak üzere ikiye ayrılıyorlardı. Bunların birinci grubu “vahiy” (din), ikinci grubu ise “insan zekâsının ve tecrübesinin” ürünü olarak düşünülmüş ve vahye dayanan ilimler nesilden nesile aktarıldıkları için, umûmiyetle naklî; ötekiler ise aklî olarak adlandırılmıştı. Eğitim faaliyetlerine konu olan veya eser yazımına mevzû teşkil eden bütün ilimler bu temel ayırıma uygun olarak ele alınıp işlenecektir. Ancak öncelik naklî ilimlere verilmiştir.

Konuyu daha anlaşılır kılabilmek için, bâzı istatistikî verilere işâret etmek faydalı olacaktır. Gerçi bu veriler, Osmanlı medreselerinin tamamını temsil etmemektedirler. Dolayısıyla, bütün medreseleri bağlayıcı nitelikte oldukları iddiâ edilemez. Bununla birlikte, hiç değilse umûmî temâyülün ortaya konması bakımından, göz ardı edilmeyecek bir ehemmiyeti hâizdirler. Söz konusu veriler –yukarıda belirtilen– Osmanlı medreseleri arasında gerçekten hatırı sayılır yerleri bulunan Semâniye medreselerine âittir.

Tedkiklerimiz, Sahn medreselerinin kuruluşundan, XVI. yüzyılın sonlarına kadar geçen yaklaşık 130 yıllık süre içerisinde ortaya konulan eserlerin sayısının her bakımdan bir hayli yüksek olduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi, bu dönem, Osmanlı devletinin zirvede bulunduğu bir dönem olarak kabul edilir. Dolayısıyla, müşâhede olunan bu keyfiyet, umûmî gidişe uygun bir tablo olarak mütâlaa edilebilir. Buna karşılık, sonraki yüzyıllarda aynı performansın devam ettirilemediğini söyleyebiliriz. Yazılan eserleri naklî (dînî muhtevâlı) ve aklî olmak üzere iki grupta incelemek mümkündür. Her iki sâhada kaleme alınan eserler ‘te’lîf’ ve ‘te’lîf olmayan’ olmak üzere ikiye ayrılabilir. Te’lîf eserler, konuları yazarları tarafından seçilerek araştırılmış, incelenmiş ve ortaya konulmuş eserlerdir. Bu kategorinin dışında kalan eserler ise, şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk, tasnîf (derleme) gibi türlere ayrılmaktadır ki, bu tür eserlerde asıl inisiyatif, şerh edilen, açıklanan, kısaca üzerinde çalışılan eserlerin yazarlarına âittir; ne kadar mahâretli olurlarsa olsunlar, şerhçiler, hâşiyeciler, hâmişçiler, ta’lîk ve tasnîfçiler çoğunlukla onların çizdikleri dâire içinde dolaşmaktadırlar. Bu çerçevede orijinal metni gölgede bırakan çalışma son derece azdır.

Şerh, bilindiği gibi, bir kitabın konusunun –çoğunlukla kelime ve ibâreler bakımından da olmak üzere– ele alınarak, ya aynı veya başka bir dilde daha geniş olarak açıklanması sûretiyle yazılan eserlerdir[2]. Hâşiye ve hâmiş ise, bir kitabın sayfalarının kenarlarına metinle ilgili olarak yazılan açıklamalardır. Bu açıklamaların daha seyrek olanlarına ta’lîkāt veya kelimât da denilmektedir[3]. Bir bakıma bugünün ‘dipnot’ sistemini andıran bâzı hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât türünden çalışmalar içerisinde, bilhassa hâşiyeler müstakil eserler hâlinde de olmaktaydı. Sahn müderrisleri tarafından ortaya konulan eserleri, ana hatlarıyla, bu çerçevede ele aldığımızda, şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:

Sahn medreselerinin, Fâtih külliyesinin bir parçası olarak 1470 (875)’te faaliyete geçtiğini biliyoruz. Bu târihten 1603’e, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçtiği târihe kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik ettikleri tesbit olunan 290 ulemâ, irili ufaklı 520 eser yazmıştı; bunların 189 (% 36.3)’u te’lîf ve geriye kalanlar şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnîf ve tercüme niteliği taşımaktaydı. Ayrıca, bu dönemde, zikredilen 290 ulemâ içerisinden sâdece 118 (% 40.7)’inin eser verdiğini, geriye kalanların hiçbir şey yazmamış olduklarını belirtmemiz gerekiyor.

Kezâ, XVII. yüzyılda Sahn’da müderrislik etmiş olan 648 âlimden sâdece 60 (% 9.3)’ı kalem oynatmış ve irili ufaklı yekûn 118 eser vermişti. Bu mikdârın 32 (% 27.1)’si telif, 86 (% 72.9)’sı ise şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnîf ve tercüme türünde idi.

XVIII. yüzyılın 30 yıllık ilk döneminde ise, 253 Sahn müderrisi içerisinden 16 (% 6.3)’sı irili ufaklı yekûn 27 eser yazmıştı. Bunun 11 (% 40.7)’i telif, 16 (% 59.3)’sı ise telif dışı eserlerden oluşmaktaydı.

Hiç şüphesiz, bu veriler mutlak rakamlar olmayıp, biyografik nitelikli bir takım eserlerden derlenen sayılardır. Ancak, umûmî temâyülü göstermeleri bakımından, son derece açıklayıcı gözükmektedirler.

Bu keyfiyeti göz önünde bulundurmak şartıyla, konuya yazılan eserlerin muhtevâları, yâni ilgili oldukları ilim dalları açısından baktığımızda, kaba bir tasnifle, karşımıza çıkan tablo naklî (dînî muhtevâlı) ilimlerin kesin bir ekseriyeti oluşturduğunu ortaya koymaktadır.

1470 ilâ 1603 yılları arasında vefât etmiş olmalarına göre Sahn’da ders vermiş olan ulemâ tarafından yazılan te’lîf nitelikli 189 eserden sâdece 20 (% 10. 6)’sini aklî ilimler oluşturmakta idi. Geriye kalan 169 (% 89. 4) eser tefsîr, hadîs, fıkıh, akā’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dînî muhtevâlı konularla târih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedî’, beyân ve ma’ânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerden ibâretti...

Bu durum, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda mukāyese dahi edilemeyecek ölçüde kötü gözükmektedir. Nitekim XVII. yüzyılda te’lîf nitelikli eserlerin yekûnu 32 olarak tesbit edilmiştir. Bu kadarcık eserin 648 gibi büyük bir sayıya ulaşan ulemâ tarafından ortaya konduğunu da belirtmek gerekiyor. XVIII. yüzyılın ilk 30 senesinde ise, Sahn müderrisi olmuş kişilerin ortaya koydukları te’lîf eser sayısı 13 olarak gözükmektedir.

Meseleyi şerh nitelikli eserler açısından ele alacak olursak, Sahn medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunların içerisinde sâdece 3 (% 8.1)’ü aklî ilimlerle ilgili idi. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh nitelikli eser yazıldığı, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu gözükmektedir. XVIII. yüzyılda ise, eldeki verilere göre, hiç bir konuda şerh yazılmadığı dikkati çekmektedir.

Aynı konuya, yazılan eserlerin hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tercüme ve tasnîf (mecmua) niteliği taşıması bakımından yaklaştığımızda ise, elde edilen verilerden ortaya çıkan netîceyi şöyle hülâsa edebiliriz: Fâtih medreselerinin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar, 11 (% 3.7)’i aklî ilimlerle ilgili olmak üzere yekûn 294 çalışma ortaya konmuştu. XVII. yüzyılda yekûn 71 eser verilirken, XVIII. yüzyılın ilk 30 yılında ise sâdece 16 eserin bulunduğu görülmektedir ki, bunun da 13 tânesini tasnîf (derleme, mecmua) ve tercümeler oluşturmaktadır.

Kezâ, konuya başka bir açıdan bakarsak, 1470 ile 1730 yılları arasında, yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında te’lîf olarak yekûn 14 (% 6) tefsîr, 48 (% 20.5) fıkıh, 25 (% 10.7) akā’id ve kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir tâne de hadîsle ilgili, yâni kısaca dînî muhtevâlı olmak üzere yekûn 99 eser yazılmıştı. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24. 7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte, “fünûn-ı ‘âliye” ibâresinden dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen 30 (% 13) ve sayıları belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli “ba’zı resâ’il”) yazıldığı görülmektedir. Diğer bir deyişle, yekûn 234 te’lîf eserden 143 (% 61. 7)’ü dînî muhtevâlı idi. Edebiyat, târih ve Arap diliyle ilgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.

Aynı şekilde, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tasnîf ve tercüme nitelikli yekûn 336 çalışma ortaya konmuştu. Bunlardan 55 (% 16.3)’i tefsîr, 128 (% 38)’i fıkıh, 64 (% 19)’ü akā’id ve kelâm, 10 (% 3)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgiliydi. 6 (% 1.8) tâne hadîsle ilgili çalışma bulunuyordu. 74 (% 22) tâne ise tasnîf (derleme, mecmua) ve tercüme meydâna getirilmişti; bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından oluşuyordu.

Değerlendirmeye tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili ufaklı aklî ilimler kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştu. Bunlar da umûmiyetle hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.

Kezâ, meseleyi başka bir açıdan daha değerlendirebiliriz: Aynı dönem içerisinde yekûn 1191 müderristen 194 (% 16.3)’ü kalem oynatmış, belirli bir ilmî faaliyet göstermiş ve irili ufaklı bir takım çalışmalar ortaya koymuştu. Bu durum, ulemânın büyük çoğunluğunun yazmaktan hoşlanmadığını göstermektedir. Nitekim, bir kısmı şuurlu olarak yazmaktan kaçınmış veya yazmağa üşenmiştir. Ancak, büyük bir kısmının yazacak kudreti bulunmadığı söylenebilir. Sahn’a kadar yükselen, buralardan büyük kadılıklara (mevleviyetlere) geçen, üst mevkilerde mühim vazîfeler îfâ eden insanların ‘ilmî kifâyet’ bakımından ortaya koydukları bu tablo, hiç de iç açıcı gözükmemektedir[4].

Rakamların tedkiki, XVI. yüzyılın sonundan îtibâren ortaya konulan eserlerde, önceki dönemle kıyas dahi kabul etmeyecek ölçüde bir düşüş olduğunu göstermektedir. Bu durumun muhtelif sebeplerini aşağıda tartışacağız. Ancak, bir husûsa işâret etmek gerekir: Yukarıda verilen istatistik rakamlar, Mecdî Mehmed Efendi, Nev’î-zâde Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin verilerinden hareketle elde edilmiştir. Daha önce de ifâde olunduğu gibi, bu rakamların mutlak ve değişmez oldukları, tabiî ki, ileri sürülemez. Nitekim, bir takım çalışmaları bulunduğu bilinen bâzı âlimlerin hâl tercümeleri verilirken, mühim eserleri zikredilmekte ve sonra “daha nice” eseri olduğu belirtilmektedir. Ancak, bu tür ifâdeler, eser veriminin yüksek olduğu XVI. yüzyılda ve Mecdî’nin verileri için geçerlidir. Öte yandan, “daha nice” eser, ifâdesinin şümûlüne ekseriyetle beşer onar varaklık risâlelerin girdiklerini biliyoruz, ki bunlar bugünün makālelerini düşündürmelidirler.

Yukarıdaki tedkikler, Sahn müderrisleri tarafından ortaya konulan eserlerin, XVI. yüzyılın sonlarından başlamak üzere, kemiyet ve keyfiyet bakımından hızlı bir düşüş kaydettiğini göstermektedir. Hakîkaten, XVI. yüzyılın son çeyreği bu bakımdan tam bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu durumun, devletin ve cemiyetin içinde bulunduğu siyâsî, içtimâî, iktisâdî ve kültürel pek çok âmili bulunduğu düşüncesindeyiz. Çünkü, umûmî olarak Osmanlı devletinin duraklamağa başlamasıyla, ilmî performanstaki düşüşün aynı döneme tekābül etmesi, son derece dikkat çekici bir vâkıadır. Esâsen, sosyal müesseseleri çevre şartlarından etkilenmeyen, hayattan kopuk kuruluşlar olarak görmek mümkün olmasa gerektir. Sahn medreseleri müderrisleri tarafından ortaya konulan ilmî çalışmaların, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren düşüş göstermesi, kanaatimizce işte böyle bir etkilenmenin netîcesi olmalıdır.

3. İlmî Verimi Etkileyen Âmiller

Osmanlı âlimleri, zaman içerisinde niçin daha az eser vermek gibi pasif bir temâyülün içine girmişlerdir? Bu sorunun cevâbının ipuçları, kanaatimizce, Koçi Bey’in şu cümlelerinde aranmalıdır:

Mukaddemâ şeyhü’l-islâm olan kimesneler, menba’-ı fazl u kemâl olduğundan gayri nâtık bi’l-hakk olup, pâdişâh-ı âlem-penâh hazretlerine dâ’imâ nush-ı cemîlden hâlî olmazlardı. Ve intizâm-ı dîn ü devlete sâ’î olup ahvâl-i ibâdu’llâh ile mukayyedler idi [5].

Böyle bir misyon, sâdece ulemânın başı durumundaki şeyhülislâm için söz konusu değildi. Koçi Bey, yukarıdaki sözlerini sürdürürken, yönetim kademelerinde vazîfe alan kadıların sebepsiz yere azledildiklerini bildirdikten sonra, şöyle devam etmektedir : (Azlolunanlar ise) “... birer medrese ile tekā’üd ihtiyâr idüp bakıyye-i ömrlerin ilm ü ibâdet ile ve du’â-i devlet-i pâdişâh-ı İslâm ile geçürürler idi ... Tarîk-i ilm fevka’l-hadd pâk u mazbût idi. Ol sebebden içlerinde câhil ü ecnebî olmayup her biri yolu ile gelmekte, eğer kuzât ve eğer müderrisînden, cümlesi ilm ü dîni mükemmel, ırz u vakār sâhibi âdemler olup müderrisliği hâlinde ilm-i şerîfe ve mansıbı hâlinde dîn ü devlete istikāmet ile hıdmet idüp ibâdu’llâha nef’-i mahz olurdu”.

Burada bilhassa vurgulanan “intizâm-ı dîn ü devlet” (din ve devlet işlerinin düzeni) ve “ahvâl-i ibâdu’llâh ile (Allâh’ın kullarının durumlarıyla) mukayyed” ibâreleri, beklentileri fazla bir îzâha gerek bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Kısaca, din ve devlet işlerini düzene sokmak, halkın problemlerine çözüm üretmek ve halkla devlet (merkezî yönetim) arasındaki uyumu sağlamaktan ibâret gözüken bu misyon, aynı zamanda ulemânın mevkiini, devlet karşısındaki durumunu ve beklentilerini de mühim ölçüde belirlemektedir. Bu sebeple, ulemânın ilmî çalışmalarını ve ortaya koyduğu ürünleri değerlendirirken, kendisinin devlete ve devletin kendisine bakış tarzlarını ve karşılıklı beklentileri göz önünde tutmak zorundayız. Böyle bir yapı içerisinde, ulemâ, kendisinden beklenilen hizmetleri îfâ ederken, sâdece kendi kudreti ve ilmî dirâyeti ile hareket edemeyecek, bunun yanı sıra devletin oluşturduğu sosyal, kültürel, iktisâdî ve hattâ siyâsî ortamdan doğrudan etkilenecektir.

Bu arada, ulemânın yetişme safhaları ile ilmiye tarîki içerisindeki hareketleri esnâsında nasıl bir ilişkiler ağı içerisinde yollarına devam etmeğe çalıştıkları da dikkate alınmak zorundadır. Bu durum, onların zihinlerini sürekli olarak, münhasıran ilmî konuların dışındaki ilişkiler ağını da hesâba katmak zorunda bırakmış olmalıdır. Osmanlı medreselerinden yetişen ilim adamlarının devletin yönetim kademelerine geçmek için fevkalâde arzûlu olmalarını, ilmî verimin geri plâna itilmesi olarak yorumlamak mümkündür. Dolayısıyla, ulemânın bu şekilde bürokratik mekanizma içerisinde yoğun olarak yer alması, onun ortaya koyacağı ilmî ürünleri doğrudan etkilemiş olmalıdır[6].

Aslında ulemâyı böyle bir konuma sürükleyen târihî ve siyâsî endişeler de söz konusudur. Fâtih’le başlayan imparatorluk oluşumunun, Yavuz döneminde İslâm birliği düşüncesini de bünyesine aldığını; Kānûnî zamanında ise devletin klâsik yapısının müesseseleriyle birlikte tekemmül ettiğini ve bundan sonra gerek ulemânın ve gerekse devletin mevcut oluşumu muhâfaza etmek için bütün güçleriyle çalıştıklarını müşâhede ediyoruz ki, böyle bir fikrin yerleşmesinin ardından, yâni XVI. asrın ikinci yarısından sonra, ulemânın doğrudan devlet işlerine karıştıklarını, siyâsî çekişmelerde mühim rol oynadıklarını ve ülke içerisindeki umûmî îtibârlarıyla merkezî yönetim üzerindeki nüfuzlarını arttırmağa çalıştıklarını görmek tabiî hâle gelecektir[7].

Fethin ardından yaklaşık yüzyıllık bir süre içerisinde, bilhassa Sünnî İslâm dünyasının hâmîsi sıfatıyla tâkip edilen politikaların ve bunların Osmanlı devletinin karşısına çıkardığı güçlüklerin, omuzlara yüklediği ağır sorumlulukları da hatırlamakta fayda vardır. XVI. yüzyılın başlarından îtibâren gittikçe güçlenen Safevîlerin lideri Şah İsmâil, Şiîliği politik bir vâsıta olarak kullanmak sûretiyle, Osmanlılara karşı yoğun bir propaganda faaliyeti yürütmeğe başlamış, fakat buna tepki gösteren Yavuz Sultan Selim tarafından Çaldıran’da büyük bir mağlûbiyete uğratılmıştı. Ancak, mücâdelenin propaganda yönü de bulunuyordu ve bu hususta, esâs olarak, Osmanlı medreseleriyle ulemâsına büyük iş düşmüştü. Ulemâ, Müslüman bir ülkeye karşı yürütülecek olan karşı propagandayı etkili kılabilmek için, daha önce Şah İsmâil’in yaptığına benzer şekilde, meseleyi dînî bir temele dayandırma ihtiyâcı duymuş veya böyle bir politikayı daha uygun bir çıkış yolu olarak görmüştü. Bu sebeple, yazılan eserlerde Şiîliğin bâtıl bir mezhep olduğu düşüncesi işleniyor, Sünnî mezhepler tarafından reddedildiği hatırlatılıyor, Şiîlerin “sapık” oldukları ve dolayısıyla hak yoldan ayrıldıkları için dalâlete düştükleri savunuluyordu. Aralarında şeyhülislâmlığa kadar yükselen İbn Kemâl ve talebesi Ebussuûd Efendi gibi ünlü âlimlerin de bulunduğu pek çok ilim adamı, gerek yazdıkları eserlerle, gerekse verdikleri fetvâlarla, Osmanlı yönetimini Safevî İran’a karşı, dolayısıyla sapık bir mezhep sayılan Şiîlik önünde desteklemiş, savaş da dâhil, alınacak tedbirlere cevaz vermişti[8].

Bu durum, Osmanlıların da mensûbu bulundukları ve esâsen hukuk sistemlerini dayandırdıkları Ehl-i Sünnet inancını vurgulayan ve diğer mezhepleri dışarıda tutan bir eğitim anlayışına ağırlık verilmesini gerektirmişti. Yavuz Sultan Selim zamanında hızlanan bu politikaların, Kānûnî Sultan Süleyman döneminde artarak devam ettiği görülmektedir. Ebussuûd Efendi tarafından başarıyla yürütülen Osmanlı sultânî (örfî) kānunlarını –deyim yerindeyse– ‘şer’îleştirme’ ameliyesi ile, Kānûnî’nin namâzı terk (terk-i salât) edenlerin cezâlandırılmalarına yönelik fermanını[9] biraz da bu açıdan değerlendirmekte fayda vardır[10].

Bu ve benzeri gelişmeler, kaçınılmaz olarak, dînî ilimlerin daha da öne çıkarılmasına ve doğrudan dinle ilgisi bulunmayan ilimlerin -belirli ve plânlı bir politikanın netîcesi olmasa bile- zaman içerisinde kendiliğinden dışlanmasına zemin hazırlayacak, bu da netîce îtibâriyle içe kapanmayı hızlandıracaktır. İnalcık’ın “taassubun zaferi” olarak niteliği[11] bir hâdiseyi –burada üzerinde durulan zihniyet değişmesine çarpıcı bir örnek oluşturması bakımından– kısaca zikretmek yerinde olacaktır:

Başında, Mısır’dan İstanbul’a gelen ve müneccim-başılığa kadar yükselen Takıyyüddin Mehmed Efendi (ö. 993/1585)’nin bulunduğu bir rasad-hâne, 985 (1577)’te Galata’da kurulmağa başlanmış, fakat tamamlanmak üzereyken, dönemin şeyhülislâmının girişimiyle yıktırılmıştı. Rasad-hâne, ünlü riyâziyeci Uluğ Beğ’in hazırladığı cedvelleri tashih etmek için kurulmaktaydı. O sırada İslâm dünyâsının tek rasad-hânesi durumunda olan kuruluşun içindeki âletler, zamanın Avrupa rasad-hânelerinde bulunan âletlerden hiç de aşağı değildi[12].

Burada Takıyyüddin ve başında bulunduğu rasad-hâne üzerinde duracak ve haklarında geniş bilgi verecek değiliz[13]. Vurgulamak istediğimiz husus, Sultan III. Murad ve Hoca Sa’deddin Efendi’nin destekledikleri, masrafları “taraf-ı mîrîden” karşılanan, yâni doğrudan devlet tarafından finanse edilerek yaptırılan bir rasad-hânenin yıkılmasıyla ilgili olarak, şeyhülislâmlığa kadar yükselen bir âlim olan Kadı-zâde Ahmed Şemsüddin Efendi (ö. 988/1580) tarafından sultana gönderilen mektupta dile getirilen görüşlerdir.

Şeyhülislâm, mektubunda rasad-hâne yaptırılmasının “meş’ûm” bir teşebbüs olduğunu ifâde ettikten sonra, böyle bir teşebbüsün “perde-i esrâr-ı felekiyyeye küstâhâne cür’et” etmek, yâni göklerin esrârını çözmeğe kalkışmak mânâsına geldiğini ileri sürüyor ve “hiç bir memleketde mübâşeret olunmadı ki ma’mûr iken harâb ve bünyân-ı devleti zelzele-nâk-ı inkılâb olmaya” diyordu[14]. Rasad-hânenin yıkılması için böyle bir gerekçenin ifâde edilmesi yeterli olmuştu. Şeyhülislâma “hangi devletin, rasad-hâne kurulduğu için battığını” sormanın mânâsı yoktu ve esâsen böyle bir soruyu sormak da akla gelmemişti.

Şeyhülislâm, bu düşüncelerinde yalnız da değildi. Meselâ, hâdiseyi bizzat hikâye eden Nev’î-zâde Atâyî, şeyhülislâmın bu teşebbüsünü “hayr-hâhâne i’lâm” olarak tanımladıktan sonra, şu beyitle desteklemekte idi:

Mâverâ-yı perde-i esrâra bulmaz kimse yol,

Hazret-i Hakkdur bilen ancak hakîkat neydüğin[15].

Atâyî, bununla da yetinmemekte ve sözlerini “çâh-ı zenehdân-ı hûbân gibi menba’-ı fitne-i âhir-zamân olan”, yâni tıpkı güzellerin çenelerinde bulunan ve gönülleri çelmek sûretiyle fitneye sebep olan çukura benzeyen, âhir zaman fitnesinin kaynağı durumundaki rasad-hânenin yıkıldığını ve “zahmet-i bîhûde ile mübtelâ-yı azâbu’l-kabr” olan saf-dillerin “ol dâm-ı belâdan” kurtarıldığını vurgulayarak sürdürmektedir. Tabiî, yıktırılan rasad-hânenin nasıl bir belâ tuzağı (dâm-ı belâ), niçin kabir azâbına (azâbu’l-kabr) sebep olacağını sormak gibi bir düşünce aramak da boşunadır.

Benzer ifâdeleri, yâni doğrudan dinle bağlantısı bulunmayan ilimleri gereksiz gören düşünceleri, mümtaz bir şahsiyet ve İslâm dünyâsının yetiştirdiği tek ciddî sosyolog olarak da kabul edilen İbn Haldun’da bile görebilmekteyiz. Nitekim, ona göre[16] de -dinle ilgisi bulunmayan bütün ilimleri bünyesinde toplayan- felsefe, boş ve yanlış bir ilim ve bununla uğraşanlar yanlış bir yola sapmış demekti. Çünkü, “bu bilgilerin dine zararı büyüktü”. Osmanlı döneminin Kitâb-ı Müstetâb müellifi de, devlet ve cemiyet hayâtındaki çözülmenin sebeplerini anlatırken, ulemânın faydalı ilimler (ulûm-ı nâfi’a) ile uğraşmalarını tavsiye ediyor ve faydasız ilimlerle vakit geçirilmemesini istiyordu:

Neye yarar efendi felsefiyyât?

Yürü var, eyleme tazyî’-i evkāt![17]

XVII. yüzyılın ortalarına kadar İstanbul’da çeşitli sosyal çalkantılara ve kargaşalara sebep olan Kadı-zâdeliler hareketinin[18] önderi Mehmed Efendi, aynı konuda şöyle diyordu:

Kelâm-ı felsefe fülse değer mi?

Ana sarrâf-ı keyyis baş eğer mi?

Mantıkîler olur ise gam değil,

Zîrâ anlar ehl-i îmândan değil![19]

XVI. yüzyılda Osmanlı devletinin ve cemiyetinin geçirdiği değişim, gerçekten büyük çaplı idi. Daha yüzyılın başlarında hem devletin temsil ettiği veya benimsediği düşünce sistemine ve hem de bizzat merkezî yönetime karşı muhâlefet grupları, yâhut fikirleri oluşmağa başlamıştı. Bir Molla Kābız hâdisesi[20], bir Melâmî önderlerinden Oğlan Şeyh İsmâil-i Mâşûkî vak’ası[21], bir Şeyh Muhyiddîn-i Karamânî dâvâsı[22] ve bir Hamzavîlik hareketi[23], cemiyetin geçirmekte olduğu sosyal çalkantıların tezâhürleri olarak kabul edilebilir[24]. Devletin bu tür hareketler ve hâdiseler karşısında takındığı tavır, bunların sebeplerini araştırmak yerine, daha ziyâde şiddete başvurmak ve bütün müesseseleriyle birlikte, kendisini korumak için içine kapanmak olacaktır. Dolayısıyla, bu tür hâdiselerin çoğunun bid’at, zendeka ve ilhâd, yâhud râfızîlik gibi, doğrudan ilgisi olmayan zeminlere çekilerek yorumlanması, artan problemlerin üzerine kül serpmekten öte bir mânâ ifâde etmeyecektir[25].

Böyle bir ortamın medreseler üzerinde de mühim tesirleri olacaktır. Çünkü, devlet ve yönetim mekanizmalarıyla bütünleşmiş durumdaki eğitim-öğretim müesseseleri (medreseler) ve buralarda ders veren âlimler de aynı psikolojik tavrı benimsemekte ve çalışma sâhalarına yansıtmaktaydılar. Yukarıda tedkik edilen muhtelif istatistik verilerin de gösterdiği gibi, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren aklî ilimleri konu alan eserlerin yazımı, hem sayı ve hem de kalite bakımından gerilemiş ve bu durum XVII. yüzyılda daha net olarak ortaya çıkmıştı[26]. Nitekim medreseler bünyesinde felsefe, mantık ve matematik gibi dinle ilgilisi bulunmayan dallarda orijinal eserler yazılamaz olmuştu[27].

Ulemânın ilmî nitelikli ve araştırma mahsulü eserler üretmek zahmetine -deyim yerindeyse- katlanamamasının veya bu hususta istekli olmamasının bir sebebi de kültürel ortamla ilgili olmalıdır. Çünkü, ortaya konulan ilmî eserlerde ‘gayretin rağbete tâbi olması’ diyebileceğimiz bir arz-talep veya talep-arz ilişkisinin bulunduğu da dikkate alınmalıdır. Öyle bir kültürel atmosfer oluşmuştu ki, ulemâ yazdığı eserleri değerlendirme ve kendi adına bir fayda sağlama imkânından önemli ölçüde mahrum durumda idi. Esâsen, fayda temin edilebilecek tek kapı da saray veya ‘ileri gelen devlet erkânı ve çevresi’ idi. Yazılan eserlerin sâdece belirli mahallere takdimine imkân vardı. Diğer bir deyişle, yazılan eserlerin kamu-oyunun geniş tabakalarına sunulması gibi bir durum söz konusu değildi. Oysa, kendilerine eser sunulan çevreler, daha ziyâde bir eğlence ve sohbet atmosferi içinde yaşıyorlardı. Ciddî konuların ele alındığı ilmî sohbetlerden çok, edebiyat ve şiir meclisleri oluşmakta, hattâ sultanlar bile bizzat birer dîvân dolduracak kadar şiirle haşir neşir olmaktaydılar. Böyle bir ortamda ulemânın da aynı şekilde hareket etmesi tabiî idi.

Meselâ, uzun bir mesâî sonunda ortaya konulan bir ilmî eser, çoğu zaman fazla bir ses getirmezken, pâdişâha veya bir vezire sunulan medhiye, pekâlâ hatırı sayılır câizeler elde etmeğe kâfî gelebiliyordu. Gerçi Kānûnî Sultan Süleyman zamânına kadar hükümdarlara takdim edilen eserler, değerlerine göre bir karşılık görebilmekteydi. Fâtih’in bu husustaki temâyülünü anlatmağa bile gerek yoktur. Zîrâ, bütün kaynaklar, onun ilme ve ulemâya verdiği değer konusunda hem-fikirdir. Kānûnî Sultan Süleyman, Ebussuûd Efendi’nin yazdığı meşhûr tefsîr dolayısıyla, hem müellifine bir hayli iltifatlarda bulunmuş, nakdî bakımdan taltif etmiş, maaşını yükseltmiş, şerefine mülâzemetler verdirtmiş ve hem de dönemin öteki ulemâsını bu vesîleyle ihsanlara boğmuştu[28]. Oysa, daha sonraki yüzyıllarda bu tür örneklere pek rastlanmamaktadır.

Hükümdarların ve devlet erkânının, ortaya konulan ilmî eserlere teveccühleri, ulemâ için bir teşvik ve çalışmağa heveslendirme mânâsı taşıdığına göre, XVI. yüzyıldan sonraki dönemlerde yazılan eserlerin hem sayı ve hem de nitelik bakımından gerilemesinde, böyle bir atmosferin devam ettirilememesinin de etkisi olmalıdır. Nitekim, yukarıda verilen istatistik verilerden de anlaşıldığı gibi, 1470’lerden, yâni Sahn medreselerinin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar belirli bir yükselme gösteren ilmî performansın, bu dönemden îtibâren sürekli düşüş kaydetmesinde, burada üzerinde durulan sosyal, siyâsî ve kültürel atmosferin derin tesiri aranmalıdır. Halbuki, bu dönemde tedris faaliyetlerini yürüten insanların hemen hepsi edebiyatla ve bilhassa şiirle haşir neşir olmuştu. Pek çoğu “şi’r ü inşâda mâhir” veya “elsine-i selâsede şi’r demeğe kādir” idiler. Çoğu dîvân sâhibiydi. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazabilecek kadar zengin bir kültür birikimine sâhip olan bu insanlar, ciddî ve ilmî muhtevâlı eserler yazmağa gelince, susuyorlardı. Bilhassa sarayın ve onu taklit eden devlet erkânının şiire ve şiir meclislerine olan tutkuları dikkate alınırsa, müderrisliklerde ve kadılıklarda bulunmuş olan bu insanların tavırlarını anlamak kolaylaşır. Unutulmamalıdır ki, meselâ XVI. yüzyılın büyük şâiri Bâkî, Kānûnî ile olan dostluğunu yazdığı ilmî muhtevâlı eserlerle değil, hükümdara sunduğu şiirleriyle kurabilmiş, bilâhare kazaskerliğe kadar yükselebilmişti[29].

Yukarıda kaba hatlarıyla çizilmeğe çalışılan siyâsî, içtimâî ve kültürel âmillerin yanı sıra, bizzat medreselerin içine düştükleri çalkantılı inzibâtî durumu da göz ardı etmemek zorundayız. XVI. yüzyılın ortalarından îtibâren klâsik yapısı tekemmül eden medreseler, eğitim sistemleri ve tedris faaliyetleri açısından, çok geçmeden çökmeğe ve içten çürümeğe yüz tutmuşlardır. Medreselerin ıslâhı ile ilgili fermanların bu dönemden sonra görülmeğe başlanmasının sebebi, söz konusu çöküş ve çürümeden kaynaklansa gerektir. Söz konusu ferman ve kānunnâmelerde, medreselerin geleneklerindeki bozulmalarla ilgili olarak, eskiden beri okutulması gereken kitapların okutulmadığı, haksız yere mülâzemetler verildiği, adam kayrıldığı[30]; müderrislerin derslere devamda ihmalkâr davrandıkları, dersleri ciddî olarak işlemedikleri gibi pek çok şikâyet söz konusudur. Çâre olarak, “kadîmden olagelen” prensiplerin uygulanması[31] istenmekte; bilhassa hocalarının talebeye dikkat etmeleri, medreselerde tahsil görmeyenlere oda verilmesini önlemeleri, derslerine çalışmayan talebeyi kovmaları ihtar edilmekte; yüksek medreselere alınacak talebenin, önceki eğitim hayatlarını nasıl geçirdiklerinin araştırılması, gerekli dersleri daha önceden okumamış olanların alınmaması buyrulmaktadır[32].

Söz konusu kānunnâmelerde ve hükümlerde[33] görülen şikâyetlere Âlî, Koçi Bey ve Kâtib Çelebi gibi dönemin ileri gelen yazarlarında da rastlanmakta ve bu durumdan acı acı söz edildiği dikkati çekmektedir.

Bunlardan Gelibolulu Mustafa Âlî , XVI. yüzyılın sonları gibi nisbeten erken sayılabilecek bir târihte, medreselerde görülen sûiistîmâl ve iltimaslarla ilgili değerlendirmelerde bulunurken, Türk çocukları (evlâd-ı etrâk)nın tahsil görmelerinin imkânsız hâle geldiğini; onların ömürlerinin sonuna kadar ulaşamayacakları mansıplara bir “çelebi”nin “şeref-i nesebi hasebiyle” daha çocukken ulaştığını; tek çâre olarak “ekâbire”, paşa ve ağalara intisap yolunun kaldığını; bu yollara başvuranların ise okuyup yazmadan ve yorulmadan birer vesîle ile mülâzım, müderris ve kadı olduklarını ileri sürmektedir[34].

Aynı tür tenkit ve şikâyetlere, neredeyse benzer cümlelerle Koçi Bey[35] ve Kâtib Çelebi[36] gibi yazarlarda da rastlamak mümkündür. Hakîkaten, XVI. asırda münferit örneklerini gördüğümüz yüksek rütbeli ulemâ çocuklarının, kısa süre içerisinde yüksek mevkilere gelmeleri, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren hızla yaygınlaşacak, sistem gittikçe yozlaşacak ve deyim yerindeyse, üç dört yaşındaki çocuklara bile mülâzemet ve ru’ûs verilmeğe başlanacaktır. Diğer bir ifâdeyle, henüz annesinin eteğini çekiştiren bebelere ‘potansiyel ulemâ’ statüsü verilecek ve ileride müderris ve kadı olacakları karar altına alınacaktır[37].

XVI. asrın ikinci yarısından îtibâren, medreselerin yaygın bir sosyal huzursuzluk içerisine sürüklendiği ve bilhassa taşra medreselerinde yaygın talebe hareketlerinin patlak verdiği bilinmektedir[38]. İlk dönemlerde daha ziyâde ferdî ve âdî suçlar niteliğindeki inzibâtî hâdiseler, XVIII-XIX. yüzyıllarda daha da artacaktır. Ancak, bu tür âdî suçların dışında bâzı toplu suçlara önderlik eden kimselere de rastlanmaktadır. Târihsiz olmakla birlikte, diğer belgelerle karşılaştırıldığında XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın ilk çeyreğine âit olduğu sanılan bir belgede, talebeyi tahrik eden, medrese duvarlarına yazı yazan, kağıt yapıştıran ve benzeri faaliyetlere karışan medrese talebesinin adları zikredilmektedir[39].

Ulemâ zümresinin, merkezî yönetimi etkilemek için, zaman zaman medrese talebesini tahrik ettiği ve hattâ ilmiye sınıfı dışındaki gruplarla bu konuda işbirliğine gittiği de bilinmektedir[40]. II. Mahmud döneminde, Fâtih medreseleri talebesinden bâzıları şehirde silâhlı gezmeğe, mahallelerde kavga çıkarmağa, halkı ve yönetimi huzursuz etmeğe kalkışıyordu[41]. Bilhassa Yeniçeri ocağı ile ilmiye mensupları arasında zaman zaman ortak hareket etme alışkanlığı eskiden beri mevcuttu. Ancak, ocağın kapatılmasından sonra da benzer talebe hareketlerine tesâdüf olunabilmekteydi. 1839 (1255) târihli bir belgede[42], hâdise çıkaran talebenin İstanbul’dan kısa süre içerisinde “nefy ü iclâsı” öngörülmektedir.

Osmanlı medreseleri içerisinde bilhassa İstanbul medreselerinin inzibâtî durumları merkezî yönetimi çok yakından ilgilendiriyordu. Çünkü, buradaki medreseler hem ülkenin ve hem de eğitim müesseseleriyle başkentin ‘vitrini’ durumundaydılar. Dolayısıyla, bu medreseler içerisinde bilhassa Sahn veya Süleymâniye gibi yüksek dereceli selâtin medreseleri, taşra medreselerine göre daha düzenli, daha îtibârlı ve daha aktif idiler. Yönetimi çok yakından ilgilendirmeleri, buralardan mezun olanların veya bu medreselerde ders veren hocaların devletin yüksek mevkilerinde vazîfe alacak insanlar olmaları ile yakından ilgiliydi. Ancak, rastlanan münferit hâdiseler bile, başkentte bulunmuş olsalar dahi, medreselerin bilhassa buhran dönemlerinde, yâhut merkezî otoritenin acz ve zaaf içinde bulunduğu zamanlarda, tam bir kargaşaya sürüklenebildiklerini göstermektedir. Nitekim, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın başlarında, medreselerin önemli ölçüde asker kaçaklarının, yâhut kalacak yeri olmayanların sığınak yerleri hâline geldikleri bilinmektedir[43].

Netice olarak, bütün bu olumsuzlukların medreselerdeki ilmî verimi ve ilim anlayışını yakından etkilediği şüphesizdir. Batıda yaşanan zihniyet devrimi karşısında Osmanlı ulemâsının uzun süre ilgisiz kalması ise, bir başka çalışma konusu olabilir.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türkiye Günlüğü, 58 (Kasım-Aralık 1999), s. 95-105.

[1] Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), Hadâ’ıku’ş-Şakā’ık (Şakā’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 1; nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 27. Taşköprülü-zâde, bu medresenin ilk müderrisi olan Dâvûd-ı Kayserî’den söz ederken şunları söyler: "... merhûm ve mağfûrun leh Sultân Orhan Hân Gâzî hazretleri İznik nâm kasabada bedâyi’-i revâyi’-i sanî’a-i ‘acîbe ile muhât u mahfûf bir medrese-i ‘ulyâ peydâ idüp Şeyh hazretlerine ta’yîn eyledi." Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988 (1965), s. 1; kezâ Câhid Baltacı, XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 15.

[2] Şemseddin Sâmî, Kāmûs-ı Türkî, İstanbul 1317, I, s. 173.

[3] Aynı yazar, a.g.e., I, s. 535-36; II, s. 1504.

[4] Bütün bu verilerin ve değerlendirmelerin teferruâtı için bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 356-379.

[5] Koçi Bey, Risâle-i Koçi Beğ, London 1270, s. 10.

[6] Ulemânın yetişme safhaları ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Unan, a.g.e., s. 185-211.

[7] Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 34, 173; aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu”, Türk Dünyası Elkitabı, Ankara 1976,, s. 981; A. H. Lybyer, Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Yönetimi (trc. S. Cılızoğlu), İstanbul 1987, s. 196-203.

[8] Ahmed Refik, “Onaltıncı Asırda Râfızîlik ve Bektaşîlik”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, IX/2 (1932), 21-59; 7; H. A. R. Gibb, “Lutfi Paşa on the Ottoman Caliphate”, Oriens, XV (1962), s. 287-295; İnalcık, The Classical Age, s. 174; aynı yazar, “Islam in the Ottoman Empire”, Cultura Turcica, V-VII (1968-70), 1978, s. 19-29.; kezâ, “Osmanlı Devleti’nin Yükselişi, Fatih Sultan Mehmed”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, I (trc. H. Yavuz), İstanbul 1988, s. 301-329; İsmet Parmaksızoğlu, “Kemâl Paşa-zâde”, İslâm Ansiklopedisi (İA), VI (1977), s. 563-566; Abdülbaki Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA/VI (1977), s. 789-795; Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA/X (1980), s. 53-59; Metin Kunt, “Siyasal Tarih”, Türkiye Tarihi 2, İstanbul 1988, s. 116; Hüseyin G. Yurdaydın, “Düşünce ve Bilim Tarihi”, a.g.e., s. 153.

[9] Aydoğan Demir, “Kanunî Sultan Süleyman’ın Terk-i Salât Edenlerle İlgili Fermanı”, Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih İncelemeleri Dergisi, II (1984), s. 46-53.

[10] Ayrıca bkz. İnalcık, a.g.e., s 984; Lybyer, a.g.e., s. 144-149

[11] İnalcık, The Classical Age, s. 177.

[12] Meselâ bkz. Sevim Tekeli, Nasıruddin Takıyyüddin ve Tycho Brahe’nin Rasat Âletlerinin Mukâyesesi”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XVI/3-4 (1958), 301-393; Aydın Sayılı, “Üçüncü Murad’ın İstanbul Rasathanesindeki Mücessem Yer Küresi ve Avrupa ile Kültürel Temaslar”, Belleten, XXV/99(1961), s. 397-445; Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, Ankara 1969, s. 13-31; İnalcık,a.g.e., s.: 179.

[13] Bunun için bkz. Ünver, a.g.e.

[14] Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’ıku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık (Zeyl-i Şakā’ık; Şakā’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 2),(Haz. A. Özcan), İstanbul 1989, I, s. 286.

[15] Aynı yer.

[16] Geniş bilgi için bkz. Mukaddime, (trc. Z. Kadirî Ugan), İstanbul 1988, III, s. 101-113.

[17] Kitâb-ı Müstetâb (nşr. Yaşar Yücel), Ankara 1983, s. 24.

[18] Bkz. A. Yaşar Ocak , “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, XVII - XXI (1979-83), Ankara 1983, s. 208-225.

[19] Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ahakk (Yay. O. Ş. Gökyay), İstanbul 1980, s. 114.

[20] İnalcık, The Classical Age, s. 173; Ocak, “İbn Kemâl’in Yaşadığı XV. ve XVI. Asırlar Türkiyesinde İlim ve Fikir Hayatı”, Şeyhülislâm İbn Kemâl Sempozyumu (26-29 Haziran 1985, Tokat), Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara 1986, s. 35-36.

[21] Ocak, “Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı Resmî Düşüncesine Karşı Bir Tepki Hareketi: Oğlan Şeyh İsmail-i Mâşûkî”, Osmanlı Araştırmaları, 10 (İstanbul 1990), s. 49-58.

[22] Ocak, “Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Bir Osmanlı Heretiği: Şeyh Muhyiddin-i Karamanî”, Prof. Dr. B. Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 473-484.

[23] Ocak, “XVI. ve XVII. Yüzyıllarda Bayramî (Hamzavî) Melâmîleri ve Osmanlı Yönetimi”, Milletlerarası Melâmîler ve Bayramîler Kollokyumu, 4-6 Haziran, İstanbul 1987 (Basılmamış tebliğ).

[24] Ayrıca bkz. Ocak, “XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Resmî Dinî İdeolojisi ve Buna Muhalefet Problemi”, İslâmî Araştırmalar, IV/3 (Temmuz 1990), s. 190-194; aynı yazar, “XVI. Yüzyıl Osmanlı Anadolu’sunda Mesiyanik Hareketlerin Bir Tahlil Denemesi’, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi (21-25 Ağustos 1989, İstanbul), Ankara 1990, s. 817-825.

[25] Bkz. Ocak, “Türk Heterodoksi Tarihinde “Zındîk”, “Hâricî”, “Râfızî”, “Mülhid” ve “Ehl-i Bid’at” Terimlerine Dair Bazı Düşünceler”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, 12 (1981-82; T. Gökbilgin Hâtıra Sayısı), s. 507-520; aynı yazar, burada üzerinde durulan konularla ilgili olarak Osmanlıların takındıkları tavır hususunda şu eserinde daha geniş mâlumat verir: Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt yay., İstanbul 1998.

[26] Ayrıca bkz. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982, s. 126-27.

[27] M. Sait Yazıcıoğlu, “XV. ve XVII. Yüzyıllarda Kelâm Eğitiminin Tenkidi”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, IV (1980), s. 289.

[28] Atâyî, a.g.e., I, s. 185-186.

[29] Atâyî, a.g.e., I, s. 434-439.

[30] Kānûnnâme-i Sultan Süleymân Han, Süleymâniye (Veliyyüddin Efendi) Kütüphânesi, nr. 1970: v. 122b-123a; Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme, nr. 31, s. 143.

[31] BOA, Mühimme, nr. 27, s. 239.

[32] Kānûnnâme-i Sultan Süleymân Han, Süleymâniye (Veliyyüddin Efendi) Kütüphanesi Ktb. nr. 1970, v. 123ab.

[33] Msl. bkz. A. Refik, Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, İstanbul 1988, s. 50-51.

[34] Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr, İst. Üni. Ktb. nr. 5959: 92a vd.

[35] Koçi Bey, a.g.e., s. 9-11.

[36] Kâtib Çelebi, Mîzân, s. 21.

[37] Çok küçük yaşlarda mülâzemet elde eden veya ru’ûs alan ve bilâhare ilmiye mesleği içerisinde hızla yükselerek Sahn müderrisliğinde de bulunduktan sonra büyük kadılıklara geçen, tesbit edebildiğimiz en az 16 âlim için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 218-219; ayrıca bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988 (1965), s. 67-75.

[38] Mustafa Akdağ, “Medreseli İsyanı”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI (1952), s. 361-387.

[39] Topkapı Sarayı Arşivi (TSA), E. 11799.

[40] Uriel Heyd, “The Ottoman Ulema and Westernization in the Time of Selim III and Mahmud II”, Seripta Hierosol Mitana, IX (1961), s. 63-96.

[41] Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara 1995), s. 141-144.

[42] BOA, Cevdet, Maârif, nr. 2536.

[43] Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, Makaleler 3 (der., M. Türköne - T. Önder), İstanbul. 1991, s. 53.