Yayınlarım...
OSMANLI MEDRESE ULEMÂSI: İLİM ANLAYIŞI ve İLMÎ VERİM*
I. İLİM ANLAYIŞI
Klâsik İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlı ilim ve eğitim-öğretim çevrelerinde de ilimler ana hatlarıyla aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Biz, bu yazıda Osmanlı medreselerinin ilim anlayışı ve ikiye ayrılan söz konusu ilim dallarından ikincisi, yâni naklî denilen dînî kaynaklı ilimler ile bu çerçevede ortaya konulan ilmî ürünler üzerinde durmak istiyoruz. Müsbet veya tabiî diye de adlandırılan ve daha ziyâde din-dışı konuların ele alındığı aklî ilimler ise, müstakil bir çalışma konusu edilmek durumundadır.
Osmanlı medreselerinde nasıl bir ilmî faaliyetin yürütüldüğünü ve bu faaliyetler neticesinde ortaya nasıl bir ilmî ürünler tablosunun çıktığını anlayabilmek için, kanaatimizce, öncelikle bu müesseselerde nasıl bir ilim anlayışının veya ilmî zihniyetin benimsendiğini gözden geçirmek gerekmektedir.
İlim anlayışı ile ilimlerin tasnîfi girişimleri arasında doğrudan ilişki bulunmaktadır. Çünkü, söz konusu tasnifler, benimsenmiş bulunan anlayışların tabiî netîcesidirler. Bu çerçevede, klâsik İslâm dünyasında, bir çok âlimin, kendi zamanlarında tahsile konu edilen veya adları zikrolunan ilimleri tasnif ettikleri bilinmektedir. Bunların başında ünlü Türk-İslâm âlim-filozofu Fârâbî (ö. 339/950) gelir. Fârâbî, ilimleri beş ana başlık altında incelemiştir[1]. Bunları anahatlarıyla şöyle hülâsa edebiliriz:
1- Lisan ilmi ve bölümleri: Gramer, bedi’, beyân ve arûz gibi dilin muhtelif durumlarını konu edinen bilgiler.
2- Mantık ilmi ve bölümleri: Aristotales’in Organon adlı eserinin sekiz bölümünü içine almaktadır.
3- Ta’lîmî ilimler ve bölümleri: Hesab, hendese, hey’et, nücûm, müzik, ağırlıklar, vb. konular.
4- Tabîiyyât ve ilâhiyyât: Tabiat felsefesinin prensipleri, basit cisimlerin incelenmesi, oluş ve bozuluş, unsurların keyfiyeti, mâdenler, bitkiler ve hayvanlarla ilgili konular, ilimlerin prensibi olarak varlık ilmi ve cisimsiz varlıkların tartışıldığı metafizik konular.
5- Medenî ilim ve bölümleri: Bu kategoriye sâdece fıkıh ve kelâm ilimleri dâhil edilmiştir[2].
Ölümünden otuz yıl sonra doğmasına rağmen, eserlerinin son derece tesiri altında kalması dolayısıyla[3] bir bakıma Fârâbî’nin talebesi sayılabilecek olan İbn Sînâ (ö. 429/1037) ise, onun tasnîfini biraz daha genişletmiş, ancak dînî konular dışında kalan aklî ilimleri, kendi içlerinde “hakikati arayan spekülatif ilimler” ve “insanların mutluluğunu gâye edinen uygulamalı ilimler” olarak iki gruba ayırmıştır[4].
Aynı şekilde, Hârezmî (ö. 387/997)’nin[5] ve hattâ ünlü târihçi ve sosyolog İbn Haldûn (ö. 809/1406)’un tasnifleri[6] arasında, esasta büyük bir fark bulunmamaktadır. Osmanlılardan önce İslâm dünyâsında yapılmış bulunan ilim tasniflerinin, fazla bir değişikliğe uğramadan Osmanlı ilim çevrelerince de benimsendiği söylenebilir.
Bu durumu normal karşılamak gerekir. Çünkü, Osmanlıların yönetim ve müessese anlayışları kadar, ilmî ve kültürel potansiyel ile zihniyet dünyası bakımından da, mühim ölçüde kendilerinden önceki klâsik İslâm kültür ve medeniyetinin birikimlerini tevârüs ettiklerini biliyoruz. Bu durum, sâdece mücerret anlayış ayniyeti veya benzerliği ile sınırlı değildir; ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinde ders kitabı olarak okunan eserler ve bunların yazarları bakımından da âşikâr bir devamlılık söz konusudur[7].
Daha kuruluştan kısa bir süre sonra başlamak üzere, Osmanlı âlimleri yabancı ülkelere giderek tahsil görmüşler ve bulundukları ülkelerin ilmî birikimlerini ve ilim anlayışlarını kendi memleketlerine taşımışlardı. Bunların gittikleri ülkeler, esas olarak iki ana grupta toplanabilir. Bilhassa dînî ve hukûkî ilimlerle, bunlara temel teşkil eden tefsir, hadis, târih, edebiyat ve kavâide dâir olan ilimler Suriye ve Mısır gibi Arap nüfûsun yoğun olduğu ve klâsik İslâm devletlerinin kurulmuş bulunduğu coğrafyada; riyâziye, hey’et, hendese, hesap, kelâm ve felsefe gibi ilimler ise, ekseriyetle Türklerin hâkim oldukları İran, Mâverâünnehir ve Horasan gibi doğu bölgelerinde tahsil edilmekteydi[8]. Bu iki kaynaktan edinilen bilgiler ve buralarda hâkim olan ilim anlayışları, ileride teşekkül edecek olan Osmanlı ilim anlayışı üzerinde belirleyici bir rol oynayacaktır[9].
Bu bölgelerde Osmanlı ulemâsını derinden etkileyen iki âlim yaşamıştır. Bunlardan birincisi meşhur İslâm âlimi İmâm Gazzâlî (ö. 505/1111); ikincisi ise, kendi adıyla anılacak bir mekteb (ekol) oluşturacak kadar tanınmış bir ilim adamı olan Fahrüddîn-i Râzî (ö. 606/1209)’dir. Selçukluların ünlü Nizâmiye medreselerinin en tanımış müderrisi olan Gazzâlî, bir taraftan felsefecilere yönelik sert tenkitleriyle temâyüz ederken, öte taraftan Sünnî İslâm düşüncesiyle tasavvuf arasındaki sürtüşmeleri bertaraf eden mükemmel bir ilmî ve fikrî performans göstermişti. Râzî ise, ilmî dirâyeti ile şeyhü’l-ulemâ (âlimlerin pîri) unvânını almağa hak kazanmış; tefsir, hadis, kelâm, felsefe, tıp, riyâziye, edebiyat ve öteki aklî ve naklî ilimlerle ilgili pek çok eser vermişti. Kendisinin icâzet silsilesi bir kaç vâsıta ile Gazzâlî’ye ulaşmaktaydı[10]. Seyyid Hüseyin Nasr, “Râzî, bir çok yönden ikinci bir Gazzâlî’dir”, demektedir[11] ki, bu hüküm, söz konusu icâzet silsilesinin neticesi ile de ilgili olmalıdır.
Râzî’nin ilim anlayışı, İslâm âlimleri arasında kısa süre içerisinde pek çok taraftar buldu. Bu anlayışın en belirgin husûsiyeti pratik hedefler gözetmesi, aklî ve felsefî bir karakter taşımasıydı. Sünnî İslâm kelâmı ile Yunan felsefesini bir ölçüde bağdaştırmasını bilmişti[12]. O, ününün mühim bir kısmını borçlu olduğu Tefsîr-i Kebîr’ini yazarken, zamanın bütün ilimlerinden faydalanmış ve re’ye (şahsî görüşlerine) büyük yer vermişti[13]; kezâ kullandığı metod, başta ünlü şeyhülislâm Ebussuud Efendi olmak üzere, Osmanlı âlimleri tarafından da benimsenmiş ve kullanılmıştı[14].
Osmanlı âlimlerinin -aşağıda daha geniş olarak ele alınacağı üzere- pratik neticeleri hemen görülebilen, kolayca faydaya (kullanmaya) tahvil edilebilen şer’î (dînî, uygulamalı) ilimler üzerinde yoğunlaşmalarının bir sebebi, devletin böyle bir çalışmaya olan ihtiyâcı ise, ikinci bir sebebi de Râzî ekolünün burada zikredilen tavrı olmalıdır.
Osmanlı müderrislerinin, doğrudan Râzî mektebine mensup ilim adamları veya bu silsileden gelen âlimler tarafından yetiştirildiklerini gösteren muhtelif veriler de mevcuttur. Meselâ, ilk Osmanlı medresesi olan İznik Orhâniyesi’nin ilk müderrisi, Arabî tasavvufunun Osmanlı topraklarındaki ilk temsilcisi olan Dâvûd-ı Kayserî (ö. 751/1350-1351), bir mutasavvıf olmasına rağmen, aynı zamanda Râzî mektebine mensuptu. Kezâ, aynı medresenin müderrislerinden Alâüddin Esved (ö. 800/1397), tahsilini İran’da tamâmlamış ve Osmanlı topraklarına gelmiş bir Râzî müntesibiydi[15]. Meşhur Molla Fenârî (ö. 834/1430-31) aynı ekole mensuptu[16]. Dönemin diğer bir ünlü âlimi Molla Yegan (ö. 841/1437) ise Fenârî’den okumuştu. Yegan’ın talebesi ve ilk İstanbul kadısı olan Hızır Bey (ö. 863/1459), hemen hepsi Sahn müderrisi olan pek çok âlim yetiştirmişti. Bilâhare Molla Lütfî (ö. 900/1494-95), İbn Kemâl (ö. 940/1534) ve Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) gibi Osmanlı ilim hayâtının köşe taşları durumunda bulunan âlimler, bu kanalla Râzî mektebine mensup olmuşlar ve bu mektebin imparatorluk içindeki temsilcileri hâline gelmişlerdi. Bunlar, aynı zamanda Osmanlı medreselerinin en yükseklerinde müderrislik eden etkili kişilerdi[17]. Hattâ Sa’düddin Taftazânî (ö. 793/1390) ve Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413-14) gibi, eserleri pek çok Osmanlı müderrisinin ders ve başucu kitabı olan, asırlarca medreselerde okutulan ve kendilerinden sitâyişle bahsedilen âlimler de Râzî mektebine mensuptular[18].
Bütün bu açık bağlantılar, Osmanlı eğitim sisteminin temel müesseseleri olan medreselerin ilmî ve fikrî arka-plânını, Râzî mektebinin oluşturduğunu ortaya koymak için yeterlidir. Ancak, böyle güçlü ve ilmî bakımdan geniş görüşlü bir mektebe mensup olmalarına rağmen, Osmanlı ulemâsının, bu mektebin ünlü âlimleri kadar verimli olmadıkları ve daha ziyâde onların tâbii durumunda kaldıkları ileri sürülebilir. Nitekim, aşağıda ela alınacağı üzere, ortaya konulan ilmî ürünlerin umûmî durumu ve zaman içerisinde bu hususta gösterilen seyir ve verimlilik, böyle bir düşünceyi doğrular niteliktedir.
Osmanlı medreselerince benimsenen ilmî zihniyeti ve ilim anlayışını, işte bu bağlantıları göz önünde bulundurmak sûretiyle incelemek gerekmektedir.
Osmanlı müderrisleri içerisinde, ilimleri tasnif eden, ilim anlayışlarını inceleyen ve bunlar hakkında derli toplu bilgi ve hükümler veren şahsiyetlerin içinde en tanınmışı, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddin Efendi’dir. Taşköprülü-zâde’nin, meseleyi enine boyuna ele aldığı ve ilim olarak kabul ettiği konuların pek çoğu hakkında değer ifâde eden hükümler verdiği görülür. Onun bu konudaki görüşlerini gözden geçirmeden önce, yine Taşköprülü-zâde’nin, hayat hikâyesini verdiği, Fâtih döneminde yaşamış bulunan Sahn müderrislerinden Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa (ö. 893/1488)’dan naklettiği ilimlerin tasnîfini ve değerlendirilmesini ele almakta fayda vardır. Bu tasnif oldukça kısadır; ancak, değer hükümleri taşıması bakımından ehemmiyetlidir. Muslihüddin Mustafa’ya göre, ilimler üç ana gruba ayrılmaktadır:
1- “Takrîri ve tahrîri mümkün olan”; yâni anlatılması ve yazılması imkân dâhilinde bulunan ilimler. Bu ilimler, “musannif” (tasnifçi, yazar)lerin meşhurları tarafından tasnif ve telif edilmiş ve ortaya koydukları eserlere “kilk-i tahkîk” (hakikatleri araştıran kalem) ile “tesbît ve imlâ” olunmuştur.
2- “Takrîre hâ’iz olup tahrîri câ’iz olmayan”; yâni dile getirilmesi mümkün olmakla birlikte, yazılıp çizilmesi doğru olmayan ilimlerdir. Bu ilimler, “vehmiyyât (vehimler) ile mahlût (karışık) ve mugâletât (mugâlatalar, polemikler) ile” doludur. Sohbet veya münâzaralar sırasında rakibi susturmak için başvurulan spekülasyonlar, akıl yürütmeler, saptırmalar, kelime oyunları bu gruba girmektedir. “Bu makûle kîl u kāl mücerred nizâ’ ve cidâl içün” ortaya atılmaktadır. Dolayısıyla, bunların kimseye faydaları yoktur.
3- “Takrîr ve ta’bîre” imkân bulunmayan, “tahrîr ve tasvîri” mümkün olmayan ilimler. Bu ilimler, bir takım remiz ve işâretlerle anlaşılabilirler. “İlm-i ledünn” (ilâhî bilgi) adı da verilen bu ilimler, insanlar tarafından dile getirilemezler. Bu bilgileri irfan, zevk ve vicdân sâhipleri bilirler; birbirlerine bir takım “remiz ve işâretler”le anlatırlar[19].
Taşköprülü-zâde’nin belirttiğine göre, Muslihüddin Mustafa, bu ilimlerden ikinci grupta yer alanları ‘faydasız’ olarak görmektedir. Bu çerçeveye sokulan bilgiler, daha ziyâde kelâmî-felsefî konulardan ibârettir. Ulemânın meşgul olması gereken ilimler, birinci kategoriyi oluşturmaktadırlar. Bunlar, bir faydaya dayalı ilimlerdir. Diğer yandan, söz konusu ilimler, “ulemâ-i kadîm” tarafından araştırılmış, ortaya çıkarılmış ve kitaplara geçirilmiş oldukları için, öğrenilmeleri de kolaydır.
Taşköprülü-zâde, bir vesileyle Şakā’ık’ta ilimleri iki ana gruba ayırmıştır. Ona göre, birinci grubu oluşturan ilimlere “zâhirî ilimler” denilmektedir. Bu ilimler, gizli ve açık her şeyi bilen Allâh tarafından, kendileriyle meşgul olanlara (erbâb-ı ilm-i zâhir’e) “şerh ü keşf ü tavzîh” olunmaktadır. Sarf ve nahivciler (dilbilgisi âlimleri), ma’ânî ve beyâncılar (dilin estetik ve ifâde yönüyle meşgul olanlar), usûl ve fürû’cular (ilimlerin metodolojileri ve uygulama şekilleriyle uğraşanlar), mantık ve kelâmcılar, tefsir ve hadisçiler, zâhirî ilimlerle uğraşan kimselerdir. Çalışma sâhalarına göre, her birinin ilim âleminde belirli bir yeri bulunmakla birlikte, bunların içlerinden bilhassa hadisçiler “e’imme-i dîn” (dinin önderleri, imamları) ve “zümre-i müctehidîn” (içtihatta bulunmağa ilmî kudretleri olanlar) olarak, Kur’ân’dan hükümler çıkarmak sûretiyle, İslâm cemiyetine çok daha faydalı olmaktadırlar.[20]
Taşköprülü-zâde’nin bu grupta mütâlaa ettiği ilimlerle, Muslihüddin Mustafa’nın sözünü ettiği “takrîri ve tahrîri mümkün olan” ilimler arasında tam bir uyuşma söz konusudur.
Taşköprülü-zâde, ikinci grupta toplanan ilimleri ise “ilm-i bâtın” adıyla belirtir. Bu ilimlerle uğraşanlara “erbâb-ı ilm-i bâtın” denir. Bu bilgilere sâhip olanlar, ilimleri kitaplardan öğrenmezler. Allâh onlara “esmâ” (isimler) ve “sıfat”ı öğretmiş, ilâhî sırları “yakîn” etmiştir. Bunlar, gönül ehli insanlardır...
Dikkat edilirse, tasavvufun bu kategoride mütâlaa edildiği görülür. Muslihüddin Mustafa’nın “takrîr ve ta’bîre” imkân bulunmayan ilimler derken sözünü ettiği ilimler de “bâtınî” (ve tasavvufî) ilimlerden başka bir şey değildir.
Taşköprülü-zâde’ye göre, hangi gruptan olursa olsunlar, ilim adamları “fırka-i nâciye”dendirler; yâni sâhip oldukları bilgiler sâyesinde hakikati bularak, kurtuluşa ermiş kişilerdir. Bunların amel defterlerinde ‘Rableri tarafından hidâyete erdirilmiş ve felâha ulaştırılmış’ oldukları yazılıdır. Dolayısıyla, ilim adamlarının dereceleri, hükümdarların derecelerinden kat kat üstündür[21].
Aşağıda biraz daha etraflıca üzerinde durulacağı üzere, bu tür tasvir ve tasnifler, “ulemâ” denince Osmanlı âliminin ve aynı zamanda cemiyetinin nasıl bir insanı tasavvur ve tahayyül ettiğini ortaya koyduğu gibi, onların ilmî zihniyetleri ve temsil ettikleri ilim anlayışları hakkında da mühim ipuçları sunmaktadır.
Burada bahis konusu edilen tasnif ve tavsiflerin dışında, Taşköprülü-zâde konuyu Miftâhu’s-Sa’âde adlı eserinde[22] çok daha geniş olarak ele almıştır[23]. Bu eserde, onun bütün ilimleri yedi ana grupta incelediğini görüyoruz. Bunları, kısaca şöyle hülâsa edebiliriz:
1-Yazı ile ilgili ilimler (ilmü’l-hatt): Bu kategoride yazı sanatı ve harflerin mahreçleri de dâhil, muhtelif konular incelenmektedir.
2-Sözlerle ilgili ilimler (ilmü’l-lüga): Ses bilgisi, dilbilgisi, şiir ve her türlü mefhum ve terimler bu grupta ele alınmaktadır.
3-Mantık ile ilgili ilimler (ilmü’l-mantık): Mantık, mîzân, münâzara, cedel, vb. konular bu ana başlık altında tedkik edilmektedir.
4-Felsefe, varlıklar ilmi (ilm-i ilâhî, vb. ): İlâhiyât (metafizik), tıp, tabiat, fizik, astroloji, büyü, riyâzî ilimler, vb. bu grubu oluşturmaktadır.
5-Amelî hikmet (hikmet-i ameliyye: pratik felsefe): Ahlâk, ev idâresi, siyâset, ihtisâb, askerlik, vb. bütün konular bu kategoride mütâlaa edilmektedir.
6-Dinî ilimler (ulûm-ı şer’iyye): Kur’ân, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, vb. muhtelif konular bu grubu oluşturmaktadır. Müellifin tasnîfinin en uzun kısmını bu bölüm teşkil eder.
7-Bâtın ilimleri (ilm-i ma’rife): İbâdetlerin hikmeti, çeşitleri, çeşitli duâların esrârı, tefekkür, âdet ve gelenek ile bizzat “ilim” bu sonuncu grupta ele alınmaktadır.
Bu tasnîfin tedkiki, Taşköprülü-zâde’nin, kendisinden evvel yapılmış bütün ilim tasniflerini göz önünde bulundurarak, ana hatlarını muhâfaza etmek kaydıyla, teferruatlı bir ilim tasnîfinde bulunduğunu göstermektedir. Bu bakımdan, onun tasnîfi eskiden yapılmış tasniflerin iyi bir düzenlemesi olarak da kabûl edilebilir[24].
Buraya kadar gözden geçirilen ilim tasnifleri ne olursa olsun, bütün ilimler esasta aklî ve naklî (dine dayalı ) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir. Bu durum, ulemânın faaliyet sâhasını belirlemekte ve yönlendirmekte mühim bir rol oynamış olmalıdır. Bu sâhanın seçiminde, ilimlerin gâyesi oldukça belirleyici bir âmil olarak görülebilir. İslâm dünyasında daha ilk dönemlerden îtibâren, ilimlerin bir grubu vahiy (din), ikinci grubu ise insan zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak düşünülmüş ve vahye dayanan ilimler nesilden nesile aktarıldıkları için, umûmiyetle naklî; ötekiler ise aklî olarak adlandırılmıştır[25]. Nitekim, Osmanlı medreselerine tâyinleri öngörülen müderrislerin çoğunun, akliyyât ve nakliyyât ilimlerini iyi bilen insanlar olarak tavsif edilmeleri, bu anlayışın tezâhüründen başka bir şey olmamalıdır[26].
İster aklî, ister naklî olsun, ilimlerin gâyesi ma’rifetu’llâh (Allah’ı tanıma) ve bu vesileyle ebedî saadete nâil olmadır[27]. Dolayısıyla, bir kişinin gerçek mânâda âlim olabilmesi için, tasnîfe konu bütün ilimlere vâkıf olması gerekir[28]. Ancak, bilhassa şer’î muhtevâlı ilimleri öğrenmekte daha titiz ve daha istekli olmak lâzımdır. Bunda da, güçlü bir nakil bilgisi şarttır. Çünkü, akıl tek başına hakikate ulaştıramaz. Kur’ân, bütün ilimleri ihtivâ etmektedir; lâkin kendi başına insan aklı bunu anlamakta yetersiz kalır[29]. Bu sebeple, dinden kaynaklanan, nakil yönü kuvvetli ve târihî bir arka plânı bulunan şer’î ilimler, kendileriyle meşgul olanların anlayışlarını güçlendirir, onları şereflendirir ve ebedî saadete ulaştırır[30]. Esâsen, mâhiyetleri ne olursa olsun, bütün ilimler -zâhir ve bâtın (veya şer’î ve aklî) ayırımı yapılmaksızın- Allâh tarafından insanlara öğretilmekte (‘şerh ü keşf ü tavzîh olunmakta’)dir[31]. Öyleyse, hem bu dünyâda, hem de âhirette insanlara faydası dokunacak ilimleri tahsil etmek gerekir. İlimlerin esas gâyesi de budur…
Taşköprülü-zâde’den yarım asırdan fazla bir süre önce yaşamış olan Sahn müderrisi Muslihüddin Mustafa’nın görüşleri ile, ilimlerin gâyesi bakımından Taşköprülü-zâde’nin bu görüşleri arasında pek fazla bir fark gözükmemektedir.
Bu fayda vurgusu o kadar kuvvetlidir ki, ilimleri -bilhassa öğrenilmesi tavsiye olunan ilimleri- ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) olarak öngören düşüncenin temelini teşkil eder. Bu durum, Osmanlı medreselerinin kuruluşundan önce de böyledir, sonra da böyledir; hattâ yükselme devri sayılan XV. ve XVI. yüzyıllarla sınırlı olmayıp XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da aynı şey söz konusudur. Aşağıda temas edileceği üzere, Taşköprülü-zâde’nin[32], Atâyî’nin[33] ve Şeyhî Mehmed Efendi’nin[34] biyografik nitelikli eserlerinde, ulemânın vasıfları arasında ulûm-ı nâfi’ada mâhir olmak en mühim meziyet olarak gösterilir.
İfâde olunduğu üzere, Osmanlı medreselerinde ders veren ilim adamlarında görülen bu faydacılık düşüncesi, münhasıran kendi buluşları da değildir. Çünkü, daha önceki yüzyıllarda da benzer düşünceyi dile getiren büyük âlimler bulunmakta ve bu durum bir gelenek hâlinde bütün İslâm dünyâsında geçerliliğini korumaktadır. Nitekim, ilimleri şer’î ve şer’î olmayan şeklinde iki gruba ayıran ve önceliği tartışmasız birinci kategoride yer alan ilimlere veren ünlü âlim Gazzâlî (ö. 505/1111), el-Munkız’ında filozofların uğraştıkları ilimler olarak mütâlaa ettiği riyâzî, mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (aklî) mevzûlar üzerinde dururken hesap, hendese ve hey’etten oluşan riyâzî ilimlerin öğrenilmesinin, bizâtihî kendilerinden kaynaklanan bir mahzuru bulunmadığını, aksine birer âlet olarak görülüp ‘ihtiyâcı karşılayacak kadar’ öğrenilmesinin faydalı bile olacağını belirtir. Ancak, bu ilimlerin iki mahzuru bulunmaktadır: İlki, söz konusu ilimlerin inceliklerini öğrenen bir kimsenin, keşfedeceği olağanüstülük ve uyum karşısında, filozofların uğraştıkları her ilmin ve söyledikleri her sözün doğru olduğu kanaatine vararak hakikatten ayrılması ve dalâlete düşmesi ihtimâlidir. Bu sebeple, söz konusu “ilimlerle pek fazla meşgul olanları men’etmek lâzımdır. Çünkü, bunların din ile alâkası yoksa da, felsefeye âit ilimlerin başlangıcı olduklarından, kötülükleri ona da geçer. Bu ilimlerle pek fazla meşgul olup da dinden çıkmayan ve takvâdan uzaklaşmayan kimseler azdır”.
Aynı ilimlerle uğraşmanın ikinci mahzuru ise, yukarıdaki tehlike sebebiyle, “samimî, fakat dine felsefî ilimleri inkârla yardım edeceğini zanneden kimsenin” içine düşeceği durumdur. Böyle birisi, meselâ “filozofların ay ve güneş tutulmasına dâir sözlerini, inkâra varıncaya kadar cehâletlerini ve söylediklerinin şeriatin aksi olduğunu iddiâ” eder. “Bu iddiâlar, mezkûr husûsları kat’î delillerle bilenin kulağına çalınsa, kendi bürhânından şüphe etmez; fakat o, İslâm’ın cehâlete ve kat’î delileri inkâra dayandığına inanır. Ve böylece, felsefeye karşı sevgisi, İslâm’a karşı buğzu artar” [35].
İlimlerin tasnîfi ve değerlendirilmesi üzerinde fikir yürütenlerden birisinin, müderris Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa’nın, yukarıda zikredilen “takrîre hâiz olup tahrîri câ’iz olmayan” ilimler olarak gördüğü felsefî münâkaşalar ve felsefiyâttan sayılan ilim dalları hakkındaki hükümleriyle, Gazzâlî’nin yukarıdaki değerlendirmeleri arasında dikkate değer bir yakınlık görülmektedir. Hoca-zâde bunların ‘faydasız’ şeyler olduklarını söylerken, Gazzâlî mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (felsefiyâttan) ilimlerin öğrenilmesinin gâyesini ‘fayda’ olarak niteler[36]. Ancak, ‘fayda’ temin etmeyecek bir şekilde öğrenilip kullanıldığı takdirde, öğrenilmemesi daha iyidir. Öngörülen veya beklenen fayda ise, Taşköprülü-zâde’nin belirttiği gibi, Allâh’ı tanıma (ma’rifetu’llâh), doğru yoldan ayrılmama, îmânı muhâfaza ve takviyedir. Bu yüzden, söz konusu ilimlerin hikmetini anlayacak kapasitesi bulunmayanların, filozoflar tarafından yazılan kitapları okumalarını engellemek gerekir. Gerçi bu kitaplarda doğru ve iyi bilgiler de yer almaktadır. İyi para ile kalp paranın aynı kese içinde bulunması, iyi parayı kalp para yapmazsa da, hangisinin iyi, hangisinin kalp olduğunu bilmek için işin ehli olmak lâzımdır. Filozofların yazdıkları kitaplardan faydalanmak da böyledir[37].
Gerek Gazzâlî’nin, gerek yukarıda temas olunduğu üzere önde gelen Osmanlı âlimleri Muslihüddin Mustafa ve Taşköprülü-zâde’nin öncelik verdikleri ilimlerle, diğer ilimlere bakışlarını, XVI. asrın ortalarında meşhur şeyhülislâm Ebussuud Efendi ile sert tartışmalara girişen Birgivî Mehmed Efendi (ö. 981/1573)’de de görmek mümkündür. Bu benzerlik şu bakımdan ilgi çekicidir: Birgivî, Osmanlı ulemâsının ekseriyetinin mensup oldukları Râzî mektebinin nisbeten dışına çıkarak, daha radikal bir tavır takınmış ve Hanbelî mezhebinin bâzı görüşlerini savunmuş olmasına rağmen[38], ilim anlayışı, tasnîfi ve bunları değerlendirmesi bakımından Râzî mektebine mensup ulemâdan hiç de farklı düşünmemektedir[39]:
1- Memur olduğumuz ilimler: Bu kategoride ele alınan ilimlerin, Muslihüddin Mustafa’nın “takrîri ve tahrîri mümkin olan” ilimleriyle aynı mâhiyette oldukları, yâni şer’î bir mâhiyet taşıdıkları görülür.
2- Men’edilmiş olduğumuz ilimler: Bu başlık altında ele alınan ilimler de, Mustafa Efendi’nin “takrîre hâiz olup tahrîri câ’iz olmayan” şeklinde tavsif ettiği -daha ziyâde kelâmî ve felsefî- ilimlere benzemektedir.
3- Müstehâb ilimler: Birgivî’nin bu başlık altında ele aldığı ilimlerle Muslihüddin Mustafa’nın üçüncü kategoride zikrettiği ilimler arasında bir hayli fark vardır. Birgivî’nin müstehâb (öğrenilip öğrenilmemesinde kayıtlayıcı bir engel olmayan) saydığı ilimler umûmiyetle dünya işlerini konu almakta ve şer’î kaynaktan beslenmemektedir. Bunlar hesap, hey’et, hendese, tıp, vs. gibi ilimlerdir. Birgivî, bu ilimlerin hayâtın temel gâyesi olmamaları gerektiğini, ancak hayâtı daha kolay yaşanır bir hâle getirebilmek için, belirli ölçüde öğrenilmesinin faydalı olacağını vurgular[40].
Bu kategoride Hoca-zâde’den ayrılan Birgivî’nin üçüncü grupta tasavvufu ele almaması; onun tasavvufa bakışıyla yakından ilgili olmalıdır[41].
Yukarıda Taşköprülü-zâde’nin, bir kişinin gerçek âlim olabilmesi için, tasnif ettiği bütün ilimlere vâkıf olmasını şart koştuğunu belirtmiştik. İnsan ömrünün buna vefâ edip etmeyeceği keyfiyeti bir yana bırakılacak olursa, ileri sürülen düşüncenin âlim-i küll (her şeyi bilen âlim) deyimiyle uyumlu olduğu görülecektir. ‘Her şeyi bilme’ düşüncesi, ulemânın ekseriyetinin zihniyetini yansıtmaktadır. Bu anlayışın ilim kelimesi ile bilgi arasında dikkate değer bir ilişki kurduğu muhakkaktır.
Gerçekten de Osmanlı kaynaklarında ilim kelimesi, ekseriyetle mâlumat (bilgi) kontektsi içerisinde kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, ‘çok ve teferruatlı bilgi’ ilimdir; âlim ise, zamanın revaçta bulunan bütün ilimlerini çok iyi bilen kimsedir. Bu noktada, ‘en büyük âlim’, ‘en fazla şeyi bilen’ insandır. Nitekim, İstanbul’un ilk kadısı olan ve pek çok Sahn müderrisinin hocası durumunda bulunan Hızır Bey (ö. 863/1559), Fâtih zamanında İlim Dağarcığı lakabıyla anılıyordu. Kendisinin, zamanına kadar teşekkül eden bütün ilimleri bildiği, hattâ kulakların bile işitmediği şeylerden haberdar olduğu belirtilir.
Osmanlı müderrislerinin bir çoğunun hayat hikâyesini veren Taşköprülü-zâde, Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin verilerinde, aynı durumu açık bir şekilde tesbit etmek mümkündür.
Osmanlı müderrisleri, yukarıda çizilen tabloya uygun olarak, ilmiye mensuplarına ve cemiyete örnek oluşturacak vasıflarla anılmaktadır. Bu durum, onların yüksek seviyede İslâm ilimleri âlimi olarak görüldüklerini ortaya koyar. Nitekim onların vasıflarının sıralanışı bu bakımdan fevkalâde dikkat çekicidir. Hakikaten, pek çok örnekte âlimlerin vasıflarının dindarlık, olgunluk (kemâl) ve fazîlet üzerine kurulu olduğu görülür. Onlar halim-selim, mütevâzı, ârif, ilmiye amel eden, kâmil, fâzıl, nesebi temiz, îtibâr sâhibi, mütetebbi’ (araştırıcı), müteverri’ (dindar, vera’ sâhibi), müteşerri’ (dindar, şer’î ahkâma bağlı), sâlih, güzel ahlâk (ahlâk-ı müstahsine) sâhibi, sohbetinden herkesin hoşlandığı, muhakkık ve müdekkık (tahkik edici, hakikatleri araştırıcı), ilimler denizine âşinâ (âşinâ-yı deryâ-yı ulûm), Allâh’ın emirlerine itaat eden (mutî’-i emr-i ilâhî), iffetli (afîf) insanlardı[42].
Buraya kadar tedkik edilen verilerin sonunda, kısaca şu neticeye ulaşmak mümkün olsa gerektir: Osmanlı medreselerinin ve buralarda ders veren müderrislerin temsil ettikleri ilim anlayışı, en azından nazarî plânda, küllîcidir. İlim adamları bütün ilimleri bilmektedirler; diğer bir deyişle âlim-i külldürler. Ancak, an’ane yönü son derece kuvvetli klâsik İslâm kültürünü ve ilim anlayışını temsil ederler. Umûmî olarak, felsefî ve aklî yönü güçlü, yâni, re’ye büyük yer veren Râzî mektebinin ilim anlayışı kabul görmüştür. Dolayısıyla, ilim adamları zamanın gereklerini ve zarûrî hâlleri göz ardı etmezler ve İslâm’ın hükümleriyle fiilî durumu bağdaştırmak husûsunda -dinin rûhunu incitmemek şartıyla- son derece esnek bir tavır sergilerler. Bu anlayış, onları pratiğe yöneltmiş, uygulama kābiliyeti yüksek, faydaya (kullanıma) müsâit dînî kaynaklı ilimleri öne çıkarmışlar ve bu çerçevede tefsir ve fıkıh ilimleri üzerinde yoğun olarak çalışmışlardır -ki aşağıda göreceğiz-. Fakat, zamanla bu sâhada da söz konusu güçlü gelenek ve kendilerini tekrarlama çemberinin içerisine hapsolacaklardır.
İlim anlayışları ve ilmî kapasiteleri anahatlarıyla tesbit olunan bu ilim adamları nasıl bir ilmî performans sergilediler ve ortaya ne tür eserler koydular?
II. İLMÎ VERİM
Osmanlı medreselerinin ilk dönemlerini, diğer bir deyişle İstanbul’un fethine kadar geçen zaman zarfını, bir ölçüde emekleme dönemi olarak kabul etmek mümkündür. Bu durum, ortaya konulan ilmî ürünler bakımından da geçerlidir. İlk dönemlerde, Osmanlı medreselerinde esas îtibâriyle dînî nitelikli derslerin okutulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, Osmanlı âlimlerinin üzerinde çalıştıkları ilim dalları da, aynı şekilde dînî nitelikli olmuştu[43]. İstanbul’un fethinden sonra bu şehirde faaliyete geçirilen üst seviyedeki medreselerle, ilmî sâhada evvelki dönemlere nisbetle hissedilir bir canlanma ve hareketlilik müşâhede edilmiş; felsefî ve ilmî düşünüş Osmanlı Türklerinde bu dönemde gelişmeğe başlamıştı[44]. Ancak, A. Adıvar’ın da belirttiği gibi, müsbet veya tecrübî denilen ilimler konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Gerçi, meselâ tıpla ilgili bâzı eserlerin Fâtih’ten evvel de mevcut olduğu bilinmekte ise de, bunlar esas olarak medrese eğitiminden ziyâde, ferdî çalışmaların netîceleri idiler[45].
Fâtih, İstanbul’u aldıktan sonra burayı bir ilim merkezi hâline getirmek için ulemâya câzip imkânlar sağlamış, gerek kendi ülkesindeki, gerekse diğer İslâm beldelerindeki tanınmış ilim adamlarını buraya çekmeğe çalışmıştı. Onun döneminde Osmanlı ilim hayâtındaki canlanmanın sebeplerini tedkik ederken, bizzat sultanın mizâcını ve ilme karşı olan tavrını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Gerçekten de o, bir faaliyet ve hareket adamı olmanın yanı sıra, entellektüel seviyesi, ilmî tecessüsü ve araştırma merâkı yüksek bir şahsiyetti. Sultanın bu durumu, çevresine toplanmış olan ilim adamlarını da teşvik etti; böylece ortaya yeni eserlerin konulmasına zemin hazırlandı. Osmanlı kaynakları, ağız birliği etmişçesine, Fâtih’in ilme ve ilim adamlarına verdiği fevkalâde değere işâret ederler. Hoca Sa’deddin Efendi’ye göre, onun zamanında ulemâ sonsuz bir iltifâta mazhar olmuş, huzur ve sükûn içinde yaşamış ve bu uygun ortamda yazdıkları eserlerle hem sultanın adını ve hem de ilmi dünyânın her tarafına yaymışlardı. O, cehâlet binâlarını yıkarak yerlerine ilim yuvaları tesis etmiş, ilim ve irfan ülkesini korumuş, tıpkı ataları gibi ulemâya, seyyidlere ve şeyhlere ilgi ve desteğini esirgememişti[46].
Fâtih dönemindeki bu canlanma, söz konusu hareketin hızını kaybetmediği XVI. yüzyılın ortalarına kadar verilen ilmî ürünlerin seviyesini ve nisbetini de etkilemiştir. Umûmî olarak bakıldığında, Osmanlı medreselerinde ilim ve eğitim-öğretim faaliyeti yürüten âlimlerin, ortaya eser koyarken, yukarıda kısaca çerçevesini çizmeğe çalıştığımız ilim anlayışı veya ilmî zihniyet çerçevesinde hareket ettikleri görülür. Bu hüküm, basit bir düşünce veya varsayım olarak ileri sürülmemektedir. Aşağıda sunulacak olan örnek veriler, bu hükmü doğrular niteliktedir.
Osmanlı medreselerinin tamâmında çalışan ilim adamlarının ortaya koydukları ilmî ürünlerin umûmî bir dökümünü yapmak, hiç şüphesiz, bu konuda daha kesin fikirler verecektir. Böyle bir dökümün uzun zaman dilimine yayılması ise, çok daha faydalı olsa gerektir. Ancak, mesele münferit gayretlerin kısa sürede üstesinden gelemeyeceği kadar büyük ve çok boyutludur. Bu sebeple, şimdilik münferit örneklerle iktifâ etmek durumundayız. Biz, bu çalışmada, Osmanlı medreselerinin en önde gelenlerinden olan Sahn (Fâtih) medreseleri üzerinde durmak istiyoruz.
Fâtih medreselerinde çalışan ilim adamları tarafından yazılan eserlerin esas olarak naklî (dînî muhtevâlı) ve aklî olmak üzere iki gruba ayrıldığı görülür. Bu durum, yukarıda hulâsa olunan ilimlerin tasnîfine de uygundur. Ancak, her iki sâhada kaleme alınan eserleri telif ve telif olmayan şeklinde, ayrıca gruplandırmak da mümkündür. Telif eserler, konuları yazarları tarafından seçilerek araştırılmış, incelenmiş ve ortaya konulmuş eserlerdir. Bu tür çalışmaların dışında kalan eserler ise, şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk, tasnif (derleme) adları ile anılmaktadır.
Bu tâbirleri kısaca açıklayacak olursak: Şerh, bir kitâbın konusunun -çoğunlukla kelime ve ibâreler bakımından da olmak üzere- ele alınarak, ya aynı dilde veya başka bir dilde daha geniş olarak açıklanması sûretiyle yazılan eserlerdir[47]. Hâşiye ve hâmiş ise, bir kitâbın sayfalarının kenarlarına metinle ilgili olarak yazılan açıklamalardır. Bu açıklamaların daha seyrek olanlarına ta’lîkāt veya kelimât da denilmektedir[48]. Bir tür dipnot sistemini andıran hâşiye, hâmiş, ta’lîkler ve kelimeler türündeki çalışmalar içerisinde, bilhassa hâşiyeler müstakil eserler hâlinde de olmaktaydı. Osmanlı medrese ulemâsı tarafından ortaya konulan eserleri ana hatlarıyla bu çerçevede ele almak gerekmektedir.
Aşağıda sunulacak veya zikredilecek rakamların, ilim adamlarının ortaya koydukları eserler bakımından mutlak ve kesin veriler olmadığını belirtmek lâzımdır. Bununla birlikte, bu verilerin umûmî temâyülü göstermesi bakımından fevkalâde açıklayıcı olacağını düşünüyoruz.
Ele almak istediğimiz Sahn medreseleri, Fâtih külliyesinin bir parçası olarak 1470 (875)’te faaliyete geçti. Bu târihten 1603’e, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçtiği târihe kadar -yâni XV. yüzyılın son otuz yılı içinde ve XVI. yüzyıl boyunca- Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan 290 ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları, bunların 189 (% 36.3)’unun telif, geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnif ve tercüme niteliği taşıyan eserler oldukları görülüyor. Bu eserler ise, 118 (% 40.7) ilim adamınca kaleme alınmıştır. Bu durumda, 290 ilim adamının yarısından çok fazlasının, yâni yaklaşık % 60’ının, ilmî faaliyetler bakımından en verimli dönemler olan XV. yüzyılın son çeyreği ile XVI. yüzyıllarda eser vermedikleri ileri sürülebilir.
XVII. yüzyıla gelince: Bir asır boyunca Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan ilim adamı sayısı 648’dir. Bunların sâdece 60 (% 9.3)’ının irili ufaklı olmak üzere yekûn 118 eser verdikleri tesbit olunmuştur. Bu sayının 32 (% 27.1)’si telif, 86 (% 72.9)’sı ise şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnif ve tercüme türündedir.
XVIII. yüzyılın ilk 30 yılı içerisinde ise sâdece 253 Sahn müderrisinin ismi tesbit edilebilmiştir. Ne var ki, 253 kişiden yalnızca 16 (% 6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bu eserlerin 11 (% 40.7)’i telif, 16 (% 59.3)’sı ise telif dışı eserlerden oluşmaktadır.
Mikdarlarına dâir rakamlar verilen bu eserlerin muhtevâlarına, yâni ilgili oldukları ilim dallarına bakıldığında, naklî, yâni dînî muhtevâlı ilimlerin ekseriyeti oluşturduğu görülür:
1470 ilâ 1603 yılları arasında yaşayan ve Sahn’da kısa bir süre de olsa ders veren ulemâ tarafından yazılan telif nitelikli 189 eserden sâdece 20 (% 10. 6)’si aklî ilimlerden oluşmaktaydı. Geriye kalan 169 (% 89. 4) eser tefsir, hadis, fıkıh, akā’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dînî muhtevâlı konularla târih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedi’, beyân ve maânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerdi. Sonraki yüzyıllarda da benzer bir temâyül sezilmektedir. Nitekim, XVII. yüzyılda telif nitelikli eserlerin yekûnu 32 olarak tesbit edilmiştir. Bu sayının 648 gibi büyük bir sayıya ulaşan ulemâ tarafından ortaya konduğunu belirtmek gerekir. XVIII. yüzyılın ilk 30 senesinde ise, Sahn müderrisi olmuş kişilerin ortaya koydukları telif eser sayısı 13 olarak gözükmektedir.
Konuya şerh nitelikli eserler açısından bakacak olursak, Sahn medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunlardan sâdece 3 (% 8.1)’ü aklî ilimlerle ilgilidir. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh nitelikli eser gözükmekte, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu dikkati çekmektedir. XVIII. yüzyılda ise, en azından tesbit edilen Sahn müderrisleri açısından şerh esere rastlanmamıştır.
Aynı konuya, yazılan eserlerin hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tercüme ve tasnif (mecmûa) niteliği taşıması açısından bakıldığında, elde edilen verilerden ortaya şöyle bir netîce çıkmaktadır: Fâtih medreselerinin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar, 11 (% 3.7)’i aklî ilimlerle ilgili olmak üzere yekûn 294 çalışma ortaya konmuştur. XVII. yüzyılda yekûn 71 eser verilirken, XVIII. yüzyılın ilk 30 yılında ise sâdece 16 eserin bulunduğu görülmektedir ki, bunun da 13 tânesini tasnif (derleme, mecmûa) ve tercümeler oluşturmaktadır.
Kezâ, konu başka bir açıdan ele alındığında, 1470 ile 1730 yılları arasında yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında telif olarak yekûn 14 (% 6) tefsir, 48 (% 20.5) fıkıh, 25 (% 10.7) akā’id-kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir de hadisle ilgili, diğer bir deyişle ‘dînî muhtevâlı’ olmak üzere yekûn 99 eserin yazıldığı görülür. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24. 7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte, dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen (fünûn-ı ‘âliye) 30 (% 13) ve sayıları belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli “ba’zı resâ’il”) yazıldığı dikkati çekiyor. Diğer bir deyişle, yekûn 234 telif eserden 143 (% 61. 7)’ü dînî muhtevâlıdır. Edebiyat, târih ve Arap dili ile ilgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.
Aynı şekilde, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tasnif ve tercüme nitelikli yekûn 336 çalışmayla karşılaşıyoruz. Bunlardan 55 (% 16.3)’i tefsir, 128 (% 38)’i fıkıh, 64 (% 19)’ü akā’id-kelâm, 10 (% 3)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgilidir. 6 (% 1.8) tâne de hadisle ilgili çalışma bulunmaktadır. 74 (% 22) tâne ise tasnif (derleme, mecmua) ve tercüme ortaya konmuştur; ancak bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından mürekkeptir.
Değerlendirmeye tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili ufaklı aklî ilimler kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştur ki, bunlar da daha ziyâde hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.
Kezâ, aynı dönemde tesbit edilebilen yekûn 1191 müderristen 194 (% 16.3)’ü eser vermiş, irili ufaklı bir çalışma ortaya koymuştur. Bu durum, kanaatimizce, ulemânın büyük çoğunluğunun ya yazmaktan kaçındığını veya bir eser kaleme alacak kudrette olmadığını göstermektedir.[49] Oysa, gerek Mecdî’nin, gerekse Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin, âlimleri anlatırken kullandıkları üslup ilgi çekicidir. Pek çok örnekte görüldüğü üzere, ilmî mahâretleri, kavrayış ve zekâları parlak cümlelerle anlatılan insanların, “âsâr-ı ilmiyye”lerine gelince, çoğu zaman “şi’r ü inşâya kādir idi”; yâhut falanca ilimde “yed-i tûlâsı vardı” gibi, esasta pek bir mânâ ifâde etmeyen cümleler kullanıldığı dikkati çekmektedir.[50]
***
Yukarıda, Osmanlı medreselerinden yetişen, buralarda bizzat ders veren ve bir süre de olsa Fâtih medreselerinde çalışan kişilerin ortaya koydukları eserlerle ilgili olarak bâzı istatistik veriler zikredildi. Bu verileri, daha mânâlı kılabilmek için, üzerinde çalışılan eserleri de kısaca gözden geçirmek gerekmektedir.
Dikkat edilirse, çalışılan konular ve ilim dalları arasında fıkıh başta geliyor. Bunun sebebi açıktır: Çünkü fıkıh, bir bakıma kānun yapma (teşrî’) faaliyetleri ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Osmanlı yönetiminin ve adlî müesseselerin bu sâhada ortaya konulacak eserlere büyük ihtiyâcı vardı. Hem ferdî ve hem de sosyal ve idârî hayatla ilgili pek çok problemin çözümü, bu tür çalışmalarda gösterilen performansa bağlıydı. Öte yandan, her müderris (ilim adamı) aynı zamanda bir devlet memuru, bir hâkim, bir müftü idi ve her gün kendisine çözüm için pek çok konu intikal etmekteydi. Bu da fıkhî çalışmaları gerekli kılıyordu.
Bu eserlerin başında, medreselerde ders kitabı olarak da okunan Hidâye ve buna dayalı çalışmalar gelmektedir. Fergâna’lı Mergınânî (ö. 593 / 1196) tarafından yazılan bu eser usûl-i fıkıh, yâni fıkıh metodolojisi ile ilgilidir. Eserin bâzı bölümleri, Sahn’a kadar yükselen Osmanlı âlimleri tarafından, yetişme dönemlerinde girdikleri imtihanlar vesîlesiyle ele alınıp incelenmiş ve müstakil risâleler ortaya konmuş; bütünü üzerine ise çok sayıda şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât yazılmıştır.
Üzerinde en fazla durulan eserlerden biri de, fıkhın fürû‘ (mu’âmelât) kısmıyla ilgili Vikāye’dir. Hanefî âlimlerinden Burhânu’ş-Şerî’a Mahmûd (ö. XIII. yy. ) tarafından, kızdan torunu Sadru’ş-Şerî’a-i Sânî (ö. 750 / 1349) adına yazılmış ve bu sebeple, kaynaklarda çoğunlukla Sadru’ş-Şerî’a olarak zikredilmiş bulunan eserin tam ismi Vikāyetü’r-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye’dir. Vikāye, Osmanlı âlimlerini derinden etkilemiş ve üzerinde çeşitli şerhler, hâşiyeler, hâmişler ve benzeri çalışmalar yapılmıştır.
Fıkhın muâmelât kısmıyla ilgili olan ve üzerinde en fazla durulan eserlerden bir diğeri ise, Molla Hüsrev (ö. 885 / 1480)’in Gurer’i ile, bu esere yine aynı şahıs tarafından yazılan şerh, Dürer’dir. Her iki eserin çoğunlukla Gurer ve Dürer şeklinde birlikte anıldıkları görülmektedir.
Kezâ üzerinde çalışılan diğer bir eser ise, Telvîh’tir. Bu eser aslında bir şerh olup Şerefüddin Ahmed tarafından yazılan Tenkîhü’l-Ahdâs isimli kitap için Sa’düddin Taftazânî tarafından kaleme alınmıştır.
Zikredilen bu dört eser kadar olmamakla birlikte, fıkıhla ilgili olarak üzerinde çalışılan bahse değer başka eserler de bulunmaktadır. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: Sirâcüddin Muhammed (ö. ?)’in Ferâ’izü’s-Secâvend (Ferâ’iz-i Sirâcî)’i; Bağdad’lı Ahmed b. Muhammed (ö. 428/1036)’in Muhtasaru’l-Kudûrî’si; Sa’düddin Taftazânî’nin Tavzîh’i; İbn Kemâl (ö. 940 / 1534)’in Islâh u Îzâh’ı; Hâfızuddin Ömer Nesefî (ö. 710 / 1301)’nin Menâru’l-Envâr’ı; bu eserin İbn Melek (ö. ?) tarafından yazılan bir şerhi; Nesefî’nin başka bir eseri, Kenzü’d-Dekāyık’ı; İmâm-ı a’zam’a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber; Molla Hüsrev’in Mir’ât (u’l-Usûl) ve Mirkāt (u’l-Usûl)’ı ve nihâyet Şeyh Bedreddin (ö. 820 / 1417)’in Câmi’u’l-Fusûlîn’i. Bu eserlerin, Osmanlı âlimlerinin tamâmı tarafından kullanıldığını ve eğitim-öğretimin temel kaynakları arasında bulunduğunu belirtmek gerekir.
Tefsir sâhasında üzerinde çalışılan eserlerin, temelde, iki tâne olduğu görülüyor. Bu eserler aynı zamanda Osmanlı medreselerinin ders programları arasında bulunan kitaplardır. İlki, ünlü tefsir âlimi Mahmûd Zemahşerî (ö. 538 / 1143)’nin kısa adı Keşşâf olan el-Keşşâf ‘an Hakāyıkı’t-Tenzîl’i; ikincisi ise, Kadı Beyzâvî (ö. 685 / 1286)’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı, Tefsîr-i Kādî veya kısaca Kadı Beyzâvî olarak da anılan eseridir. Yukarıda kısaca üzerlerinde durulan bu eserlere Osmanlı ilim adamlarının çoğu hâşiye, hâmiş, ta’likāt ve kelimât yazmışlardır. Ancak, Beyzâvî’ye nisbetle Keşşâf’ın daha az ele alındığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı döneminde yazılan tefsirler arasında en meşhûru, muhakkak ki, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin İrşâdu’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’âni’l-Kerîm’idir. Ebussuûd Efendi, eserini şeyhülislâm iken yazmıştır. Ebussuûd Efendi’nin bu eseri yazarken, daha ziyâde Keşşâf ve Beyzâvî’yi örnek aldığı ve onların metodlarını benimsediği ileri sürülür. Yazıldığında Kānûnî tarafından çok beğenilmiş, gerek yazarına ve gerekse dönemin önde gelen âlimlerine hükümdar tarafından lütuf ve ihsanlarda bulunulmasına vesîle olmuştur. Eserin medreselerde ders kitabı olarak okutulup okutulmadığı belli değilse de, ulemânın temel kaynakları arasına girdiği muhakkaktır.
Hadisle ilgili olarak üzerinde çalışılan eserlere gelince: Fazla bir çalışma bulunmamakla birlikte, Sahn müderrislerinden bâzılarının Buhârî (ö. 256 / 869) ve Müslim (ö. 264 / 874)’in Sahîh’leri ile, ünlü altı hadis kitabı (kütüb-i sitte)’nın muhtasarı olan Muhammed el-Sagânî (ö. 650 / 1252)’nin Meşârıku’l-Envâr’ını ele aldıkları görülmektedir.
Akāidle ilgili olarak ise, üzerinde durulan eserlerin başında Necmüddin Ebû Hafs Ömer b. Muhammed Nesefî (ö. 537 / 1142)’nin Akā’idü’n-Nesefiyye’si gelmektedir. Osmanlılar tarafından son derece îtibâr edilen bu esere, Sa’düddin Taftazânî’nin güzel bir şerhi bulunmaktadır ve esâsen, Osmanlı ulemâsı tarafından üzerine şerh ve hâşiyeler yazılan da Taftazânî’nin şerhidir. Akāidle ilgili olarak Celâlüddin Devvânî (ö. 908 / 1502)’nin İsbât-ı Vâcib’i ile Sahn müderrislerinden Şeyh-zâde İbrâhim b. Mustafa (ö. 1014 / 1605)’nın Nazmu’l-Ferâ’id fî Silki Mecma’i’l-Akā’id’i zikre değer diğer çalışmalardır.
Kelâm konusunda ise, üzerlerinde en fazla durulan üç eser görülmektedir. Kısaca Tecrîd, Mevâkıf ve Tevâli’ adlarıyla anılan bu eserler, fetihten önceki ilk dönem Osmanlı medreselerinin de temel ders kitaplarındandı. Asıl ismi Tecrîdü’l-Kelâm olan ve Nâsıruddin Tûsî (ö. 672 / 1273) tarafından yazılan Tecrîd’e pek çok şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt ve kelimât yazılmıştır. Bunlar içerisinde Ali Kuşçu, İbn Kemâl, Hâfız-ı Acemî, Kınalı-zâde Ali Çelebi gibi ünlü âlimler de görülmektedir. el-Mevâkıf ise, Adududdin Abdurrahman b. Ahmed el-Îcî (ö. 756 / 1355) tarafından yazılmıştır. Esere en güzel şerhi Seyyid Şerif Cürcânî yazmış ve Osmanlı müderrisleri de ekseriyetle bu şerh üzerinde çalışmışlardır. Dikkati çeken üçüncü eser, Tevâli’u’l-Envâr, Abdullah b. Ömer Beyzâvî (ö. 685 / 1286) tarafından yazılmıştır. Osmanlı müderrislerinden Hoca-zâde, Efdal-zâde Hamîdüddin ve Muhyiddin b. Tablbaz gibi Fâtih dönemi ve hemen sonrası şahsiyetlerinin, bu esere birer şerh yazdıkları görülmektedir. Kelâmla ilgili olarak, Şârihü’l-Mültekā Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1104 / 1692)’nin İnâyet’i ile, Kazasker Abdülbâkî Ârif Efendi (ö. 1125 / 1713)’nin Menâhicü’l-Vusûl ilâ Medârici’l-Usûl’ü birer telif eser olarak zikre değer.
Osmanlı ulemâsının, Arap dilinin muhtelif durumları üzerinde bilhassa durdukları ve pek çok şerh, hâşiye ve hâmiş yazdıkları bilinmektedir. Bunun sebebi, Kur’ân’ı daha iyi anlama ve hükümler çıkarırken hatâya düşmeme endişesi olsa gerektir. Ancak, temelde yardımcı veya anahtar (âlet) niteliğinde görülen dille ilgili çalışmalar, zaman içerisinde aslî ilimler gibi îtibâr görmüşlerdir. Bunun mühim bir sebebi bulunuyordu. Zîrâ kelâm, hikmet, mantık ve benzeri son derece zor ve girift dalların ilgi sâhasına giren pek çok konu, dille ilgili olarak yazılan eserlerde ele alınmağa başlanmıştır. Ulûm-ı Arabiyye denilen lügat (kelime bilgisi), iştikak (kelime türetme yolları), sarf (fiil çekimi, zamanlar), nahv (cümle teşkili), arûz (şiir vezinleri bilgisi) ve kâfiye ile, ilm-i belâgat denilen ve merâmı açık, güzel ve fasih anlatmağı hedef alan bedî’, beyân ve ma’ânî gibi üslûp konuları, temel çalışma sâhaları hâline gelmiştir.
Bu cümleden olmak üzere, belâgatla ilgili olup üzerinde en fazla çalışılan eser, Sirâcüddin Ebî Ya’kûb Yûsuf b. Ebûbekir Sekkâkî (ö. 626 / 1228)’nin Miftâhu’l-Ulûm’udur. Esere bilhassa Sa’düddin Taftazânî’nin ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin yazdıkları şerhler dikkati çekmiş ve pek çok Osmanlı müderrisi söz konusu şerhlere hâşiye, hâmiş ve ta’lîkāt yazmıştır. Sa’düddin Taftazânî’nin kendi eseri olan Mutavvel ile, ona yazdığı Muhtasar adlı şerh de belâgatla ilgili olarak çok okunan, pek çok Osmanlı müderrisi tarafından üzerinde çalışılan iki eserdir. Sarf ile ilgili olarak ise, İbn Hâcib (ö. 646 / 1248)’in Şâfiyye’si ve Ahmed b. Ali b. Mes’ûd (ö. ?)’un Merâhu’l-Ervâh’ı zikre değer. Son esere, İbn Kemâl’in de aralarında bulunduğu bir çok âlim tarafından şerh, hâşiye, vs. yazılmıştır. Nihayet, Sahn müderrislerinden Ahmed b. Mustafa (ö. 911 / 1505)’nın Mîzân-ı Tasrîf’i, sarfla ilgili telif eser olarak zikredilebilir. Nahiv konusuna gelince; İbn Hâcib’in el-Kâfiyye fi’n-Nahv’i dikkati çekmektedir. Esere, Molla Câmî tarafından yazılan şerh üzerinde daha fazla durulmuş ve Osmanlı müderrisleri bilhassa bu eser üzerinde çalışmışlardır. Ayrıca, İbn Hişâm (ö. 762 / 1360-61)’ın Mugni’l-Lebîb ‘an Kütübi’l-E’ârib’i nahiv konusunda üzerinde çalışılan eserlerdendir.
İlm-i mîzân da denilen ve ilimlerin tasnîfinde felsefiyyât (aklî ilimler) arasında zikrolunan mantık konusunda, daha ziyâde Metâli’u’l-Envâr adlı eser üzerinde durulduğu söylenebilir. Eser, Kadı Sirâcüddin Mahmud b. Ebûbekir Urmevî (ö. 682 / 1283) tarafından yazılmıştır. Üzerinde şerh, hâşiye, hâmiş ve ta’lîkāt türünde îzâh ve açıklama yapılmak sûretiyle çok durulan Metâli’, Osmanlı müderrislerinin ilgisini çekmekle kalmamış, aynı zamanda medreselerin ders kitapları arasına da girmiştir. Esere, Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yazılan hâşiye, bilhassa mûteber görülmüştür. Ünlü âlim Ali Kuşçu, Metâli’in bâzı bölümlerinin konularını ele alarak müstakil bir risâle yazmıştır. Molla Lütfî de dâhil, bilhassa XVI. yüzyıla kadar yaşamış ulemâ arasında eser üzerinde çalışan bir çok âlim vardır. Mantık konusunda üzerinde çalışılan eserlerden birisi de, Necmüddin Ömer b. Ali Kazvînî (ö. 693 / 1293)’nin eş-Şemsiyye adlı eseriyle, bu esere Kutbüddin Muhammed Tahtâvî (ö. 766 / 1364) tarafından yazılan el-Kavâ’idü’l-Mantıkıyye fî Şerhi’ş-Şemsiyye (Şemsiyye-i Kutbî) ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh-i Şemsiyye’sidir. Seyyid Şerif’in şerhi, Fâtih külliyesi içerisinde bulunan ve Sahn medreselerine geçişte bir basamak oluşturan Tetimme medreselerinde ders kitabı olarak okunmuştur.
Buraya kadar gözden geçirilen eserler, Osmanlı medrese ulemâsının ilmî ve fikrî bakımdan beslendikleri kaynakları göstermeleri bakımından da mühim çalışmalardır. Ancak, bu eserlerin her birinin burada geniş olarak ele alınması tabiatiyle mümkün değildir ve daha uzun soluklu çalışmaları gerektirmektedir. Biz, bu çalışmada konuyu anahatlarıyla ele almakla yetindik. Söz konusu eserler ve konuları üzerinde yürütülen çalışmaların, farklı yoğunluklarda da olsa, Osmanlı devletinin sonuna ve medreselerin kapatılmasına kadar devâm ettiği muhakkaktır.
_________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Koomduk İlimder Jurnalı /Sosyal Bilimler Dergisi (Kır gızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek 2003), Sayı. 5, s. 14-33.
[1] Fârâbî, İhsâ’u’l-Ulûm (İlimlerin Sayımı) (trc. A. Ateş), İstanbul 1989, s. 54-57.
[2] Ayrıca bkz. G. Anawati, "Bilim", İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV (trc. T. Koç), İstanbul, 1989, s. 317; Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 15.
[3] S. Pines, "Felsefe", İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, IV (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1899, s. 378-379.
[4] Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 53-56; Anawati, a.g.m., s. 317-318.
[5] Atay, a.g.e., s. 48-53.
[6] İbn Haldûn, Mukaddime (trc. Z. Kadirî Ugan), İstanbul 1988, II, s. 455-609.
[7] Ayrıca bkz. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, s. 1; Câhid Baltacı, XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 5-6; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988 (1965), s. 1. M. Hulûsi Lekesiz, medreselerin ve ulemâ çevresinin XVI. yüzyıldaki durumunu incelediği çalışmasında, söz konusu devamlılığı okunan ve üzerinde çalışılan eserler de dâhil olmak üzere, istatistik verilerle ortaya koymuştur [bkz. Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül-Gelişme-Çözülme:XV-XVII. Yüzyıllar) H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü (basılmamış Yüksek Lisans tezi, Ankara 1989).
[8] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 227.
[9] A. Yaşar Ocak, "İbn Kemâl’in Yaşadığı XV. ve XVI. Asırlar Türkiyesinde İlim ve Fikir Hayatı", Şeyhühislâm İbn Kemâl Sempozyumu (26-29 Haziran 1985, Tokat), Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara 1986, s. 32-33.
[10] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 75-76.
[11] S. Hüseyin Nasr, "Fahreddin Râzî", İslâm Düşüncesi Tarihi, II (trc. B. Köroğlu), İstanbul 1990, s. 267.
[12] Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 173.
[13] Nasr, a.g.m., s. 276-77.
[14] İsmail Cerrahoğlu, "Fahrüddin er-Râzî ve Tefsiri", AÜİFD/2 (1977), s. 7-57.
[15] Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’ıku’ş-Şakâ’ık (Şakâ’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 1; nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 29-30.
[16] Mecdî, aynı eser, s. 29, 47.
[17] Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 76.
[18] Aynı eser, s. 77.
[19] Mecdî, a.g.e., s. 153-154; ayrıca bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 324-325.
[20] Mecdî, a.g.e., s. 4-6.
[21] Aynı eser, s. 154.
[22] Haydarâbâd 1328, I-III; eserin tercümesi için bkz. Mevzû’atü’l-Ulûm, I-II, İstanbul 1313.
[23] Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışı ve ilimleri tasnifi konusu, Mevzû’atü’l-Ulûm adlı eserine dayanılarak şu çalışmada geniş bir şekilde ele alınmıştır: F. Unan, “Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın İlim ve Âlim Anlayışı”, Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264 (bu yazı, elinizdeki kitapta da bulunmaktadır).
[24] Anawati, a.g.m., s. 320.
[25] Nasr, a.g.e., s. 14.
[26] Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri, VGM yay., nr. 1, Ankara 1938, s. 262.
[27] Taşköprülü-zâde, Mevzû’at, I, s. 23-24.
[28] Aynı eser, I, s. 25.
[29] Aynı yer.
[30] Aynı eser, I, s. 23-24.
[31] Mecdî trc., a.g.e., s. 4-5.
[32] Mecdî trc., aynı eser.
[33] Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’ıku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık (Zeyl-i Şakā’ık; Şakā’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 2),(nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, I-II.
[34] Şeyhî Mehmed Efendi, Vekāyi’u’l-Fuzalâ (Şakā’ık-i Numaniye ve Zeyilleri, 3; nşr. A. Özcan), I-II, İstanbul 1989.
[35] Tercümesi için bkz. Dalâletten Hidâyete (trc. A. Subhi Fırat), İstanbul 1978, s. 51-52.
[36] A.g.e., s. 53-59.
[37] Gazzâlî, a.g.e., s. 60.
[38] F. Unan, “Dinde Tasfiye Yâhut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmed Efendi”, Türk Yurdu, X/36 (Ağustos 1990), s. 33-42.
[39] Birgivî, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-ı Muhammediyye (Vidâdî trc.), İstanbul 1256, s. 41-55.
[40] Birgivî Mehmed Efendi’nin ilimleri tasnifini biraz daha detaylı ele aldığımızda, aradaki benzerlikler daha iyi ortaya çıkacaktır. Ona göre, “me’mûr” olduğumuz ilimler, esas olarak dînî muhtevâlıydı. İlm-i hâl bilgileri bunların başında geliyordu. Bunlar, öğrenilmesi mutlakâ gerekli olan, yâni farz-ı ayn durumundaki ilimlerdi. Birgivî’ye göre, öğrenilecek konu farz ise, öğrenilmesi de farzdı. Aynı kategoriye girmekle birlikte, bütün müslümanlar için zarûrî olmayan ilimler de vardı ve bunların tahsili farz-ı kifâye idi. Müslümanların arasından bir kısım insanların öğrenmeleriyle, farziyetleri diğerlerinin üzerlerinden düşmekte ve sorumlulukları kalkmaktaydı. Fıkıh (İslâm hukûku), tefsir, hadis ve kırâ’at gibi ilimler bu kabildendi. Miras hukûkunda gerekli olan ilm-i hesâb, Kur’ân’ın daha iyi anlaşılabilmesi için öğrenilmesi îcap eden Arap dili ile ilgili bilgiler, bütün Müslümanların öğrenmek zorunda olmadıkları (farz-ı kifâye) ilimlerdi.
“Men’edilmiş” olan ilimler ise, “Şerî’at-i Muhammediyye” tarafından yasaklanmış, sâdece ihtiyâca yetecek kadar öğrenilmesine izin verilmiş bilgileri içine alıyordu. Kelâm ve nücûm ilimleri bu kabildendi. “Hasmı def’ ve mezhebi isbât edecek kadar kelâm” ilmine âşinâ olmak yeterliydi. Fazlası câiz değildi; çünkü fazlası insana vesvese verir ve kalbe şüphe düşürürdü. “İlm-i nücûm” (yıldızlar ilmi) ise “namaz vakitlerini ve Kıbleyi bilecek kadar” öğrenildiği takdirde zarar vermezdi. Çünkü, bu kadarı bir faydaya yönelikti. Oysa, müneccimlerin falân gün güneş ve ay tutulacak veya filân gün zelzele olacak şeklinde hüküm çıkarmaları haramdı. Esâsen, bu ilmin haram olan kısmı “ahkâma müte’allik olan” kısmıydı. Öte yandan, çoğunlukla “zanna ve vehme” dayanıyorlardı.
“Müstehâb” veya “mendûb” olan ilimlere gelince, bunları öğrenmekle öğrenmemek arasında “farz ve nehy” bakımından her hangi bir şey söz konusu değildi. Bunlar “nâfile” türünden ilimlerdi. Meselâ, tıp ilmi böyleydi. İnsanın, bedenini korumaya yetecek kadar bilgisi olması kâfi idi. Birgivî’ye göre (1256: 49-50), tıp ilmini öğrenmek farz değil, belki “müstehâb”dı. “Nasıl farz olsun ki, Allâh, Kur’ân’da Resûle insânın vücûdunu ne minvâl üzre zarardan hıfz eylemesini beyân buyurmuşlardır; ilm-i tıbba ihtiyâc komamışlardır. Kitâb ve Sünnet’le âmil olanlara tabîb lâzım olmaz”.
[41] Unan, a.g.m., s. 33-42.
[42] Burada zikredilen vasıfların hemen hepsinin, Osmanlı medreselerinde müderrislik eden ve yukarıda adları geçen Mecdî, Atâyî ve Şeyhî’nin hayat hikâyelerini verdikleri ilim adamlarının hemen hemen tamâmı için kullanıldığı görülmektedir.
[43] İlk dönem medreselerinde okunan eserler ve dolayısıyla ‘ilim konuları’ ile ilgili olarak bkz. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 40-63.
[44] Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982 (1943), s. 31.
[45] Aynı eser, s. 17-30; bu tür eserlerle ilgili olarak bu çalışmanın birinci kısmına bakılabilir.
[46] Bkz. Tâcü’t-Tevârîh, İstanbul 1280, II, s. 577-78. Bu hususta daha fazla bilgi edinebilmek için bkz. Ünver, a.g.e., s. 176-210; Adıvar, a.g.e., s. 31-42. Ayrıca bkz. Kritovulos, Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi, TOEM eki.), İstanbul 1328, s. 16, 177.
[47] Ş. Sâmî, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1317, I, s. 173.
[48] A.g.e., I, s. 535-36; II, s. 1504.
[49] Yukarıdaki verilerin teferruâtı için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 356-380.
[50] Her üç yazarın eserleri bu tür örneklerle doludur.