Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-34                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

MÜSLÜMANLAR VE İSTANBUL*

(İlk Dönem İstanbul Kuşatmaları)

 Batılılar tarafından Şehirlerin Kraliçesi[1], Müslümanlar tarafından Rûmiyyetü’l-Kübrâ, Taht-ı Rûm, Gulgule-i Rûm, el-Mahmiyye ve el-Mahrûsa (iyi himâye olunmuş şehir), İslâm-bol[2]; Osmanlı kaynaklarında diğer isimlerin yanında sık sık Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye (Yüce Hilâfet Evi), Der-Sa’âdet (Sa’âdet Kapısı), Tahtgâh-ı Devlet-i Aliyye, Pây-i Taht, Âsitâne ve benzeri pek çok isimle anılan belde-i tayyibe” (temiz belde) İstanbul, İslâm’ın ilk dönemlerinden îtibâren, bütün Müslümanların –deyim yerinde ise– Kızıl Elması olarak dikkatleri üzerine çekmiş, gerek Emevî ve Abbâsî Araplarının, gerekse Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin gönüllerini ve hayâllerini süsleyen, fethi müjdelenmiş müstakbel bir hedef olarak görülmüştür. Biz bu teblîğimizde, ilk dönem İslâm ordularının İstanbul’a yönelik faaliyetlerini, bu muazzam şehrin onlar için ifâde ettiği mânâyı ve kendilerini İstanbul üzerine sevk eden mânevî âmilleri gözden geçirmeye çalışacağız.

Bilindiği gibi, İslâm, bir din olarak milâdî 610 yılında târih sahnesindeki yerini almıştır. Bu son ilâhî dînin Peygamberi’nin 622 yılında gerçekleşen Mekke’den Medîne’ye hicretiyle birlikte, yeni bir döneme girildi; Mekke’de iken kurulu düzenin âsîleri olarak görülen Müslümanlar, bu yeni şehirde, Medîne’de, kendilerinin yönetiminde bir şehre hâkim olmanın avantajıyla, kısa bir süre içerisinde kendi sosyal ve siyâsî birliklerini teşekkül ettirmeye başladılar, müesseselerini oluşturmaya yöneldiler ve siyâsî bir birlik ortaya koymak sûretiyle devlet olma yönünde büyük mesâfe aldılar. 630 yılında Mekke’nin fethiyle hızlanan bu süreç, Peygamberin vefâtının ardından, dört büyük halîfe döneminde önce Irak ve Suriye’nin, bilâhare İran ve Mısır gibi klâsik Arap yarımadasının dışındaki yeni ve geniş toprakların ele geçirilmesiyle, Hicaz bölgesi Arapları, târihlerinde o zamâna kadar hiç görmedikleri büyüklük ve genişlikte muazzam bir coğrafyaya hâkim oldular. Diğer bir deyişle, bir devlete, bir imparatorluğa sâhip oldular. Sûriye’nin ve Mısır’ın dönemin iki büyük devletinden biri olan Doğu Roma İmparatorluğu’ndan (diğeri İran Sâsânî devleti idi) alınmış olması, Bizans’la Müslüman Arapları çok erken bir dönemde karşı karşıya getirmişti. Sûriye vâlîsi bulunan ve bilâhare Emevî devletinin kurucusu ve ilk melîki sıfatını kazanacak olan Muâviye’nin (660-680), vâlîlik döneminden başlamak üzere, gerek Sûriye’nin kuzeyine, gerekse Sûriye sâhillerinden başlamak üzere Doğu Akdeniz ve Ege Denizi’ne yönelik ilgisi, çok geçmeden güçlü bir İslâm donanmasının vücut bulmasına vesîle oldu. 660’lardan îtibâren İslâm devletinin başına Muâviye’nin liderliğindeki Ümeyye Oğullarının geçmesi ile, yeni bir hânedânlık şeklinde Emevî İmparatorluğu ortaya çıktı. Muâviye, hilâfetin el-değiştirmesi dolayısıyla ülke genelinde zuhûr eden kargaşayı bertaraf ettikten sonra, daha önceki fetih hareketlerini kaldığı yerden sürdürmeye yöneldi. Onun zamânında Müslümanlar tarafından ele geçirilen topraklarla ilgili teferruâtı bir tarafa bırakarak, burada bilhassa Bizans’a yönelik faaliyetlerin –pek muhtemeldir ki asıl gâyesini oluşturan– İstanbul kuşatmaları üzerinde duracağız.

Emevîler zamânında üç büyük İstanbul kuşatması müşâhede ediyoruz. Bunlardan ilki 669, ikincisi 674-680 ve üçüncüsü ise 716-717 yıllarında gerçekleşmiştir.

Emevî idâresindeki İslâm ordularının İstanbul’u ele geçirmek istemelerinin ardında yatan sebepler üzerinde, farklı bakış açılarına göre, elbette, farklı yorumlar yapılabilir. Târihî hâdiseleri tek bir sebebe bağlayarak îzâh etmek, tabiî ki, mümkün değildir. Bu sebeple, İstanbul kuşatmalarını askerî, siyâsî, iktisâdî ve konjonktürel açılardan geniş değerlendirmelere tâbi tutmak, konuyu açıklıkla ortaya koymak bakımından son derece faydalı olacaktır. Fakat, sınırlı bir zaman zarfında, böylesine geniş boyutlu bir meseleyi, aynı genişlikte ele almanın imkânsızlığı da ortadadır. Dolayısıyla, tebliğimizde, söz konusu noktaları bir tarafa bırakarak, münhasıran bir husûsu, mânevî ve psikolojik faktörleri kısaca değerlendirmek durumundayız.

İlk dönem Müslüman ordularının İstanbul üzerine yürümesinde hiç şüphesiz mühim bir motivasyon faktörü olarak değerlendirilmesi gereken mânevî âmilleri değerlendirmeye geçmeden önce, söz konusu kuşatmaların askerî safahâtını kısaca gözden geçirmek, yerinde olacaktır.

Bu kuşatmalardan ilk ikisi Emevî devletinin kurucusu ve ilk devlet başkanı Muâviye zamânında vukû’ bulmuştur. Bilfiil 669 (49) yılında gerçekleştirilen ilk kuşatmanın hazırlıkları çok daha önceden başlatılmış ve bu gâyeyle hazırlanan ve Anadolu’ya gönderilen ordu, 668 yılında Fadâle b. Ubeyd el-Ensârî komutasında kışı Kadıköy yakasında geçirmişti. Fadâle, bilâhare Muâviye’den takviye yardım kuvveti istemiş ve kendisine Süfyân b. Avf komutasında büyük bir yardım kuvveti gönderilmiştir. Muâviye, bir süre sonra kendisinin ardından yerine geçmek üzere velîahd olarak belirlediği oğlu Yezîd’in elini güçlendirmek ve onun hilâfetine karşı çıkabilecek muhâlefeti bertaraf etmek düşüncesiyle kendisini İstanbul önlerindeki ordunun başına kumandan tâyin etti. Yezîd’in ordusunda Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ve bilhassa yaşlılığına rağmen şahsiyeti ile kuşatma ordusunu mânevî açıdan takviye edeceği umulan Ebâ Eyyûb el-Ensârî gibi tanınmış bir çok sahâbe de bulunuyordu. 669’un ilkbaharında başlatılan kuşatma, başarılı olamadı; yiyecek kıtlığı ve salgın hastalıklar gibi sebepler ve arzûlanan başarının gerçekleşmeyeceği düşüncesinin hâkim olmaya başlaması üzerine, Yezîd, kuşatmayı bir süre sonra kaldırdı[3].

İlk İstanbul kuşatması ile ilgili olarak umûmiyetle iki şahsiyetin durumu dikkat çekicidir. Bunlardan birincisi, bizzat kuşatma kumandanı olan Yezîd, ikincisi ise, Peygamber’in Mekke’den Medîne’ye hicreti sırasında kendisini bir süre evinde misâfir eden ve daha sonra bir çok gazvede ordu bayraktarlığı yapan Ebâ Eyyûb el-Ensârî’dir. Yezîd, bu kuşatma sırasında fevkalâde bir gayret göstermiş ve bu sebeple kendisine Fete’l-Arab (Arab’ın yiğidi) unvânı verilmişti. Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin kuşatmaya katılmasını ise bizzat Yezîd ricâ etmişti. “Yezîd’in kumanda ettiği kuvvetler arasında onun da bulunuşu daha çok bu mevcûdiyetin sağlayacağı bereket ve inâyet sebebine dayanıyordu.[4]” Nitekim, Ebâ Eyyûb, kendisini ziyârete gelen Yezîd’e, “Yükümlülük altında veya sorumluluk sâhibi değilseniz, Allâh yolunda evlerinizden çıkın.” meâlindeki âyeti[5] okuyarak karşılık vermiş ve bu dâveti memnûniyetle kabûl etmişti. Kendisi, P. Hitti’ye göre, kuşatma sırasında dizanteriden vefât etmiştir[6]. Olumsuz şartlar altında, savaşa katılan bir çok sahâbe gibi, kendisi de hayâtını kaybeden Ebâ Eyyûb, vefâtından bir süre önce, naaşının surlara en yakın bir yere defnini vasiyet etmiş ve bu vasiyet yerine getirilmiştir. Rivâyete göre, Ebâ Eyyûb’un naaşının surların yakınına defnedildiğini gören Bizans İmparatoru, çevresindekilere, “Ne kadar ahmak bir genç bu böyle? Bu mezârı orada bırakacağımı mı sanıyor? O, topraklarımdan gider gitmez cesedi çıkarıp köpeklerin önüne atacağım.” diye söylenmiş; bunu haber alan Yezîd ise, “Hayâtımda böyle ahmak bir adam görmedim. Neler de düşünüyor? Ebâ Eyyûb’un mezârına saygısızlık yapacak olursa, İslâm dünyâsında tek bir Hıristiyan mezârı bırakmam ve bütün kiliseleri yerle bir ederim.” karşılığını vermişti. Bu tehdit işe yaramış ve imparator, Ebâ Eyyûb’un mezârına ilişmeyeceğine dâir Mesîh üzerine söz verip yemin etmişti[7]. “Muhâsaranın kaldırılmasından kısa bir zaman sonra, onun kabri, Hıristiyan Rumlar tarafından bile bir velî mezârı olarak kabûl edilmiş ve kuraklık zamanlarında yağmur duâsında bulunmak üzere ziyâret edilir olmuştur[8].” Söz konusu mezâr daha sonra, muhtemelen 1204 yılında İstanbul’un Lâtinler tarafından işgâli sırasındaki kargaşa döneminde kaybolmuş ve yeri şehrin ancak Osmanlı Türkleri tarafından fethi sırasında keşfolunmuştur; bu durum, sanıyoruz ki, konuyla ilgili başka tebliğlerde ifâde olunacaktır.

İstanbul’un ikinci kez kuşatılması, çok daha uzun sürecektir. İlk kuşatmadan yaklaşık 4-5 sene sonra, yine Muâviye’nin hilâfeti sırasında başlatılan ikinci kuşatma 7 sene sürmüş (674-680 / 54-60) ve bu sebeple yedi sene harbi diye de anılmıştır. Bilindiği gibi, Muâviye döneminde güçlü bir İslâm deniz filosu oluşturulmuş; bu filo, Ege adaları da dâhil, Doğu Akdeniz’den Sicilya’ya kadar olan sâhada Bizans donanmasına göz açtırmaz hâle gelmişti. Müslüman orduları, muhtemelen Kapıdağı yarımadasında kendilerine bir üss edindikten sonra, İstanbul önlerine ulaşmışlar ve burada Bizans deniz kuvvetleri ile muhârebeye tutuşmuşlardır. Zaman zaman surlara yönelik hücûmların da vukû’bulmasına rağmen, savaşın daha ziyâde, rakip iki deniz filosu arasında ve şehir önlerinde cereyân ettiği belirtilir[9]. Bu savaşlar sırasında, Bizans kuvvetleri Müslüman kuvvetlere karşı, meşhûr Rum Ateşini etkili bir şekilde kullanmak sûretiyle, şehrin fethini engellemişlerdir. Diğer taraftan, şehrin iki kat kalın surla çevrili olması savunmayı güçlendirmekteydi. Müslüman kuvvetleri en fazla zorlayan diğer hususlar ise, açlık ve kıtlık, yeterince malzeme desteği alamamak, sıcak bölge insanlarının sert kış şartlarına dayanamaması ve benzeri olumsuz şartlar olmuştur[10]. Buna rağmen, Müslüman kuvvetler, yedi sene süreyle, ısrarla kuşatmayı sürdürmüşlerdir. Fakat, 680 yılında Muâviye’nin ölümü üzerine, İslâm orduları Boğaziçi sâhillerinden ve Ege’den çekilmek zorunda kalmışlar; böylece, ikinci kuşatma da başarısızlıkla netîcelenmiştir. Şehir surları önünde 30.000 civârında şehit bırakan Müslüman deniz filosu, dönüş yolunda Antalya açıklarında şiddetli bir fırtınaya yakalanarak büyük bir kısmını da kaybetmiştir[11].

İkinci kuşatmadan sonra, Emevî kuvvetlerini yaklaşık 40 yıl süreyle İstanbul önlerinde görmüyoruz. 715 yılında başa geçen halîfe Süleymân, son bir kez daha İstanbul’u ciddî mânâda kuşatmaya girişecektir. Halîfe, İstanbul’u fethedecek şahsın bir peygamber adı taşıyacağına dâir hadîste zikredilen kişinin kendisi olabileceği düşüncesiyle, bu müjdeye nâil olmak istiyordu[12]. 716 yılı Ağustos ayında başlayan ve 717 yılı Eylül’üne kadar devam eden­ kuşatmaya, sert ve çetin bir asker olan, halîfenin kardeşi Mesleme kumanda etmiştir. “Emevî devri ordularının gerçekleştirdiği hücûmların en müthişi ve en korku yaratanı olan bu dikkat çekici kuşatma”da, İslâm orduları karadan ve denizden sürekli desteklenmiştir. Bu hususta Mısır gemilerinin bilhassa aktif rol oynadıkları belirtilir. Fakat, şehrin fethi bu defa da mümkün olmayacaktır. Başarısızlıkta yiyecek kıtlığı, salgın hastalıklar, kış mevsiminin son derece sert geçmesi, düşman tarafın kullandığı ve suda bile yanan meşhûr Rum Ateşi ve bilhassa Bizans’ın yardımına gelen Bulgarların saldırıları mühim rol oynamıştır[13].

Son Emevî kuşatması sırasında adı öne çıkan bir şahsiyet, Mesleme’nin muhâfız kuvvetlerinin başı Abdullah, gösterdiği kahramanlıkla temâyüz etmiş ve kendisine el-Battâl (kahraman) unvânı verilmiştir. Bu kişi, daha sonra Türkler arasında Seyyid Battâl Gâzî olarak tanınacak ve millî bir kahraman hâline getirilecektir. Abdullah el-Battâl’ın Eskişehir yakınlarındaki Seyyid Gâzî ilçesinde bulunan türbesi, bilindiği gibi, bugün bile meşhûr bir ziyâret mahalli durumundadır. Kendisi, “Ebâ Eyyûb el-Ensârî’den sonra ‘Kiliselerinden birinde Hıristiyanlar tarafından heykeli dikilmiş diğer bir parlak ve şöhretli Müslüman olarak” tanıtılır[14].

Bu kuşatmadan sonra, uzun bir süre İslâm orduları İstanbul önlerinde gözükmeyeceklerdir. Ancak VIII. yüzyılın sonlarına doğru (782 yılında) Abbâsî halîfelerinden el-Mehdî (775-785), oğlu Hârun (Reşîd)’un kumandası altında hazırladığı bir orduyu İstanbul üzerine sevk edecektir. Üsküdar’a ulaşan Hârun, VI. Konstantin adına ülkeyi idâre eden Kraliçe İrene’nin barış talebi üzerine, 70 veya 90.000 dinarlık bir cizye vergisi ödenmesi şartıyla, şehri kuşatmaktan vazgeçmiş ve böylece İstanbul’un Müslüman Araplar tarafından tehdîdi dönemi de son bulmuştur[15].

İlk dönem İstanbul kuşatmalarından kalma hâtıralar olarak, başta meşhûr Arap Câmii olmak üzere bir takım ibâdet mahallerinin yapıldığı bilinmeyen bir husûs değildir. Zaman darlığı dolayısıyla, bunları bir tarafa bırakıyoruz.

Peki, daha ilk devirlerden îtibâren Müslümanları İstanbul üzerine sevk eden, hattâ yedi sene süren uzun kuşatma yıllarında, onları her türlü sıkıntı ve meşakkate tahammül ettiren sebep veya sebepler ne idi?..

Bu sorunun cevâbını, biri askerî/siyâsî, diğeri dînî/mânevî olmak üzere iki noktada aramak mümkündür. Bilindiği gibi, Müslümanların klâsik Arabistan dışına çıkmaya başladıkları sırada önlerine çıkan ilk büyük ve ciddî engel Bizans olmuştu. Daha Peygamber zamânından başlamak üzere, Hulefâ-i Râşidîn ve Emevîler dönemlerinde Bizans’la Sûriye’de, Mısır’dan îtibâren bütün Kuzey Afrika’da ve Akdeniz’de yoğun çatışmalar gerçekleşmiş ve İslâm devletinin kuzey sınırları bir türlü emniyet altına alınamamıştı. Sûriye üzerinden Anadolu içlerine ve buradan İstanbul önlerine ulaşan İslâm ordularının bütün çabası da, pek muhtemeldir ki, bu sınırın emniyet altına alınmasına ve mümkün olduğu takdirde, tıpkı Sâsânî devletinin saf-dışı bırakılması gibi, Bizans’ın da bertaraf edilmesine mâtuftu. Bu savaşlar sırasında her iki tarafın büyük insan kayıpları verdikleri bilinmektedir.

Üzerinde durulması gereken ikinci husûs ise, dînî/mânevî faktörlerdir. İstanbul’un Müslümanlar tarafından kuşatılmaları veya fethi söz konusu olduğunda, şehrin mutlakâ alınacağına dâir İslâm Peygamber’inden rivâyet olunan çeşitli hadîslere işâret edilmeden geçilmemesi âdet hâline gelmiştir. Peygamber’den nakledilen fethe dâir bir çok hadîs bulunmaktadır. Fakat, bunların Ahmed b. Hanbel tarafından zikredilen en meşhûrunun meâli şöyledir: “İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emir, onun ordusu ne güzel ordudur.[16]” Ahmed b. Hanbel’den menkûl başka bir hadîs de şöyledir: Peygambere şöyle bir soru sorulur: “ Şu iki şehirden hangisi daha önce fetholunacaaktır? Kostantiniyye mi, Roma mı..?” Peygamber şöyle cevap verir: “Herakl’ın şehri daha önce fetholunacak.” Bu hadîsin başka bir rivâyet şekli de şöyledir: Ebu Kubeyl rivâyet ediyor: Abdullah'ın yanında bulunuyorduk. Kendisine bir soru soruldu: "Hangi şehir daha önce fetholunacaktır? Kostantiniyye mi, Roma mı?..” Abdullah, soruyu dinledikten sonra bir sandık getirdi, içinden bir kitap çıkarttı ve ona bakarak şu cevâbı verdi: “Bir gün Resûlullah'ın çevresinde oturmuş yazı yazıyorduk. Derken Resûlullah'a bir soru soruldu: “Şu iki şehirden hangisi daha evvel fetholunacak, Kostantiniyye mi, Roma mı?..” Allâh’ın Resûlü, şu cevâbı verdiler: “Önce Herakl'in şehri fetholunacaktır[17]”. İstanbul ve Peygamber bağlantılı bir diğer haber de şöyledir: İslâm ordusu İstanbul'u kuşattığı sırada hastalanan Ebâ Eyyûb şöyle demiştir: “Allah’ın Resûlü’nden şöyle işittim. ‘Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kişi gömülecektir’. Umarım ki o kişi ben olayım [18].

İstanbul’un fethi ile ilgili hadîsler bunlardan ibâret değildir. Fethin, nedendir bilinmez, bâzı tuhaf değerlendirmelere de konu edildiği dikkati çekiyor. Sünen-i Ebû Dâvûd’da, kıyâmet alâmetleri arasında “İstanbul’un fethi” de zikredilir. Nakledildiğine göre, İstanbul fetholunmadan kıyâmet kopmayacaktır. Kezâ, aynı muhaddisin başka bir nakline göre, İstanbul’un kuşatılmasıyla ilgili olarak, Hz. Muhammed bir sohbet sırasında çevresindekilere şöyle buyurmuştur: “Bir yanı karaya, iki yanı denize bakan şehirden bahsedildiğini hiç duydunuz mu? Bu şehir İshak'ın 70 000. torunu tarafından zaptolunmadan kıyamet kopmayacaktır. Onlar, şehrin tabyalarına yaklaşırken silâhlarıyla, mancıklarıyla değil, yalnızca ‘lâ ilahe illallah’ ve ‘Allâhu Ekber’ sözleriyle harp edeceklerdir. O zaman şehrin denize bakan yanlarından biri yıkılacak, sonra da öbürü düşecektir. Nihâyet kara tarafındaki surlar da düşecek ve gâlipler şehre girecektir[19].”

Fetih hâdisesi, bâzı tefsir çalışmalarında, Kur’ân’da geçen bir takım kelimelerin yorumlanması sırasında da gündeme getirilmiştir. Bu kelimelerin ebced hesâbı ile değerlendirilmesi netîcesinde ulaşılan 857 rakamı, İstanbul’un fethinin hicrî târihini vermektedir. Meselâ, Kur’ân’da geçen âherûn kelimesinin ebced hesâbıyla sayı değeri (elif: 1, : 600, ra: 200, vav: 6 ve nun: 50 olmak üzere) 857 çıkmaktadır. Aynı şekilde Elmalılı M. Hamdi Yazır, tefsîrinde, Molla Câmî’den naklen Sebe sûresinin on beşinci âyetinde geçen “beldetün tayyibetün” (iyi, temiz belde) ifâdesi ile İstanbul'un fethinin kastedildiğini ve bu ibârenin ebced hesâbı ile 857 hicrî yılını verdiğini yazar[20].

Bütün bu ifâdelerden nasıl bir netîce çıkarılabilir? Yukarıda kısaca aktarılan hadîslerin bâzıları sahîh hadîs kitaplarında yer almamaktadır. Fakat, fetihle ilgili bir kısım hadîslerin Ahmed b. Hanbel gibi güvenilir bir mezhep imâmı tarafından kayda geçirilmesi, bunların sahîhliği konusunda ciddî bir delîl olarak görülüp değerlendirilmiştir[21]. Netîce ne olursa olsun, daha ilk dönemlerden îtibâren, söz konusu hadîslerin, Müslümanların İstanbul’u kuşatmalarında ciddî bir mânevî teşvik ve motivasyon kaynağı olduğu muhakkaktır. Nitekim, ordusunu mânevî açıdan takviye ve motive etmek için Fâtih Sultan Mehmed’in de bu tür hadîs ve rivâyetlerden faydalandığı rivâyet olunur. Yukarıda kısaca anlatılan Emevîler dönemindeki İstanbul kuşatmaları tekrar hatırlandığında, ilerlemiş yaşına rağmen Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin Yezîd idâresindeki orduya katılması; onun ordu içinde bulunmasının sağlayacağı mânevî bereket umûduyla kendisinin bizzat Yezîd tarafından dâvet edilmesi; ölümü ve defni dolayısıyla ordu komutanının ifâde ettiği saygı dolu sözler; kezâ, şehir surları önünde Ebâ Eyyûb’un, Peygambere atfettiği ve bizzât zikrettiği hadîs; Halîfe Süleymân’ın, şehri fethedecek kişinin bir peygamber ismi taşıyacağı yönündeki hadîsi dikkate alarak, bu kişinin kendisi olabileceği ümîdini ızhâr etmesi ve kuşatma başlatması gibi yaşanmış hâdiseler, Müslümanların Peygamber müjdesine nâil olmak için nasıl çabaladıklarını ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, Peygamber’den menkûl “Ümmetimden Kayser’in memleketine ilk savaş açacak ordunun günâhları bağışlanmıştır.” yönündeki rivâyetler[22], siyâsî ve askerî maksatlar ne olursa olsun, en az bu maksatlar kadar, meselenin dînî/mânevî cephesinin de bulunduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, kutlu ve müjdelenmiş bir şehri almak veya alınmasına katkıda bulunmak sûretiyle mânevî açıdan ecir ve sevâba nâil olma arzûsu, diğer sebeplerle birlikte, Müslüman orduları İstanbul’a çeken güçlü bir âmil olarak değerlendirilmek durumundadır. Hattâ, hadîslerden birinde Roma şehrinin de zikredilmiş olması, buranın da er veya geç, ama mutlakâ fethedileceği düşüncelerinin ileri sürülmesine yol açmıştır. Bâzı yorumlarda, bir Peygamber’in gerçekleşmeyecek veya yalan haberler vermesinin mümkün olmadığı, dolayısıyla şu âna kadar fethedilmiş olmasa bile, bunun ilâ-nihâye böyle devâm etmeyeceği, Roma’nın da bir gün alınacağı bir temennî, istikbâle mâtuf bir Peygamber müjdesi olarak zikredilir. Şunu da unutmamak gerekir ki, hemen her devirde ve her savaşta veya her vatan savunmasında, hangi millet olursa olsun, maddî imkânlarının yanı sıra, mânevî ve psikolojik imkânlarını da mutlakâ devreye sokmuştur. Bu da tabiî ve insânî bir durumdur. Binâenaleyh İstanbul kuşatmaları için de aynı şey geçerli olsa gerektir.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: İstanbul’un Fethi’nin 550. Yıldönümü İlmî Toplantısı (Kültür Bakanlığı ve Türk Ocakları Genel Merkezi müşterek), 31 Mayıs 2003 (baskıda).

[1] Işın Demirkent, “Fetih Öncesinde Bizansın Siyasî Durum(u)”, 1. Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı (İstanbul, 24-25 Mayıs 1996), İstanbul 1997, s. 32.

[2] Ataullah Bogdan Kopanski, “Müslümanlara Karşı Gerçekleştirilen Haçlı Seferlerine Osmanlıların Verdiği Jeo-Politik Bir Cevap Bağlamında Doğu Avrupanın İslamileştirilmesi”, 1. Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı (İstanbul, 24-25 Mayıs 1996), İstanbul 1997, s. 51.

[3] Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, (çev. S. Tuğ) C. 1, 1989, s. 318-319; Muhammed Eslem, “Emir Muaviye’nin Halifeliği Sırasında İstanbul’a Düzenlenen İlk Sefer”, 1. Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı” (24-25 Mayıs 1996, İstanbul), s. 25-26; İsmail Yiğit, “Emevîler Zamanında Gerçekleştirilen İstanbul Seferleri”, 2. Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı (30-31 Mayıs, 1 Haziran 1997, İstanbul), s. 50-51.

[4] Hitti, a.g.e., s. 319.

[5] Kur’ân-ı Kerîm, Tevbe Sûresi, 41.

[6] A.g.e., s. 319.

[7] Eslem, a.g.m., s. 27; Yiğit, a.g.m., s. 51-52.

[8] Hitti, a.g.e., s. 319. Ebâ Eyyûb el-Ensârî ve İstanbul bağlantılı, bu husûsa işâret eden bâzı hadîs ve rivâyetler de vardır: İslâm ordusu İstanbul'u kuşattığı sırada hastalanan Ebû Eyyûb, o hâliyle Allah’ın Resûlü’nden şu hadîsi nakletmiştir: “Kostantiniyye surunun dibine sâlih bir kişi gömülecektir.” ‘Umarım ki o kişi ben olayım’ (İbn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l-Ferîd, II, 213). Yezîd, Ebû Eyyûb'un tabutunu askerlerin ortasına alıp, çarpışa çarpışa ilerlerken, Bizans kumandanı bu garip durumu görüp, ‘bu nedir’ diye sormuş, aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir: Yezîd: “Bu bizim peygamberimizin sahâbesidir. Bize senin ülkende içerilere doğru götürülüp gömülmesini vasiyet etti. Biz de onun bu isteğini yerine getireceğiz” demiş. Bizans kumandanı: “Sen ne akılsız adamsın. Sen dönüp gidince biz onu köpeklere yem ederiz.” Yezîd: “Eğer onun kabrini açtığınızı veya cesedine bir şey yaptığınızı duyacak olursam, ben de bütün Suriye'de öldürmedik Hıristiyan, yıkmadık kilise bırakırsam bu ölüye ikrâmıma sebep olan zât-ı Peygamber'i (s.a.s.) inkâr etmiş olayım." Bunun üzerine kumandan şöyle demiş: “Ben onun kabrini elimden geldiğince koruyacağıma Mesîh hakkı için söz veriyorum.” Surların dışında defnedilen Ebû Eyyûb'un kabrinin üzerinde sonradan bir kubbe yapılmış ve bu mübârek adamın kabri Müslümanların ve Hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer olarak korunmuştur. Ebû Eyyûb el-Ensarî, Hayber savaşından dönülürken Resûlullah'ın çadırının çevresinde kendiliğinden bütün gece nöbet tutmuş, Resûlullah onun için, “Allah'ım, beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb'u koru” diye duâ etmiştir (İbn İshâk, İbn Hişâm, es-Sire, III, 354-355).

[9] A.g.e., s. 320.

[10] Eslem, a.g.m., s. 26-28.

[11] Laura Veccia Vagleri, “Raşid Halifeler ve Emevî Halifeleri” (çev. İ. Kutluer), İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti (The Cambridge History of Islam), birinci cilt, s. 93; Yiğit, a.g.m., s. 53.

[12] Hitti, a.g.e., s. 321.

[13] Hitti, a.g.e., s. 322; Eslem, a.g.m., s. 29; Yiğit, a.g.m., s. 55-56.

[14] A.g.e., s. 321-322.

[15] Hitti, .a.g.e., s. 322, 460-461; Eslem, a.g.m.¸s. 29.

[16] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335.

[17] Müsned, II, 176.

[18]İbn Abd Rabbîh, el-Ikdü'l Ferîd, II, 213.

[19] Sünen, Mısır 1331/1952, II, 424, 439.

[20] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, V, 3956.

[21] Ağırakça, a.g.m., s. 91-92.

[22] Ayid b. Hazzâm er-Rûkî, I. Uluslararası İstanbul’un Fethi Konferansı “Tartışma-Değerlendirme” kısmı” (24-25 Mayıs 1996), İstanbul 1997, s. 125.