Yayýnlarým...

Akademik Yazýlarým-35                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE VE MEVZÛ’ÂTÜ’L-ULÛM’U*

Taşköprülü-zâde, XVI. yüzyılın önde gelen ilim adamlarından birisidir. Onu, bu yazıya konu eden husûsiyeti ise, bilhassa kaynak eser olarak sık sık başvurduğumuz iki mühim eserin yazarı olmasıdır. Bunlardan birisi, Osmanlı devletinin kuruluş döneminden başlayarak kendi zamânına kadar yetişmiş olan Osmanlı ilim adamlarının hayat hikâyelerini ihtivâ eden tanınmış eseri eş-Şakā’ıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâ’i’d-Devleti’l-Osmâniyye[1], ikincisi ise, bir medrese ulemâsı olarak, kendi ve zamanı ilim anlayışını etraflı bir şekilde ortaya konduğu Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde’dir[2]. Esas olarak İslâm dünyâsında üzerinde çalışılan ilimlerin tertip ve tasnif edildiği Miftâhu’s-Sa’âde (Saadetin Anahtarı), bizzat yazarın oğlu Kemâlü’d-dîn Mehmed tarafından Mevzû’âtü’l-Ulûm (İlimlerin Konuları) adıyla dönemin Türkçe’sine aktarılmıştır[3].

Bu yazı, esas olarak üç bölümden oluşmaktadır. Önce, Taşköprülü-zâde’nin kimliği; daha sonra ise, hem İslâm dünyâsında hem de onun bir parçası olan Osmanlı devletinde ve bilhassa bu devletin klâsik dönemlerinde medrese çevrelerinde ilim ve âlim denince neyin veyâ nelerin anlaşıldığı üzerinde durulacak ve bilâhare bu bilgilerin yer aldığı Mevzû’âtü’l-Ulûm anahatlarıyla tanıtılacaktır.

I. TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE KİMDİR?

Asıl adı İsâmüddin Ahmed olan Taşköprülü-zâde, bizzat kaleme aldığı eş-Şakā’ıku’n-Nu’mâniyye’nin sonunda[4] verilen bilgilere göre, 14 Rebîülevvel 901 (2 Aralık 1495)’de Bursa’da doğdu. Dedesi Hayreddin Halil (ö. 879/1 474)[5], Taşköprü’de Muzafferiyye medresesinde müderris olarak çalışmıştı; âileye mensup olanlara Taşköprülü-zâde veyâ Taşköprülü-zâdeler denmesinin sebebi de, Hayreddin Halil dolayısıyla Taşköprü’lü olmalarından ileri gelir. Babası Muslihüddin Mustafa (ö. 935/1528)[6], bir müddet Yavuz Sultan Selim’in hocalığında bulunmuş, daha sonra Fâtih Külliyesi’nin ünlü medreselerinden birinde, Sahn-ı Semân’da, ders vermişti. Bu bakımdan, ulemâ âilesine mensup bir kişi olarak, Taşköprülü-zâde’nin uygun bir eğitim aldığı rahatça söylenebilir.

Babasının mesleği dolayısıyla ilk tahsîline Ankara’da başlayan Taşköprülü-zâde, kardeşiyle birlikte önce Kur’ânı hatmetti. İlk hocası, babası idi. Sonra âile yeniden Bursa’ya geçti; genç Ahmed, burada babasından Arapça öğrenmeğe başladı. Ayrıca amcası Kıvâmüddin Kāsım’dan[7] da -kendi ifâdesiyle- “çok şey” öğrendi. Âilenin Bursa’dan İstanbul’a taşınması üzerine, Ahmed, babası tarafından kardeşiyle birlikte eğitimlerini sürdürmeleri için Mevlânâ Yetîm adlı “bir fâzıl”a teslim edildi. İki kardeş bu şahıstan sarfla ilgili Maksûd[8],İzzî[9] ve Merâh[10] adlı “muhtasar” kitapları; ayrıca nahivle ilgili Avâmil[11], Misbâh[12] ve Kâfiye[13] isimli kitapları okudular. Kâfiye’nin şerhlerinden Vâfiye’nin[14] merfû’ât bölümüne geldiklerinde, amcasının Bursa Molla Hüsrev medresesine tâyin edilmesi üzerine, onunla birlikte Bursa’ya gittiler ve amcalarından aynı kitâbın mecrûrâta kadar olan kısmını okudular.

Bu sırada kardeşi Mehmed hastalanıp öldü (914/1508). Bu hâdise yüzünden tahsîline ara vermeyen Ahmed, amcasından sarfla ilgili Hârûniyye’yi[15] ve nahivle ilgili İbn Mâlik’in Elfiyye’sini[16] okuyup ezberledi; Dav’-ı Mısbâh’ı[17] okudu; aynı eseri başından sonuna kadar yazıp tashih etti; ardından İsagoci’nin[18] metni ile bu eserin şerhi olan Hüsâm Kātî[19] ve bir mikdâr Şerh-i Şemsiyye[20] okudu.

Taşköprülü-zâde, sonra Amasya’ya gitti. Burada Hüseyniyye medresesinde babasından Şerh-i Şemsiyye ile Küçük Hâşiye adlı kitapları ‘başından sonuna kadar’; Şerh-i Akā’id’i Hayâlî’siyile ve Mollâ-zâde’yi Hâce-zâde’siyile ve Mes’ûd nâm kitâbı ve Şerh-i İsfahânî’yi[21] Seyyid’in hâşiyesiyile ve Hâşiye-i Şerh-i Metâli’ün[22] bâzı konularını okudu. Bu kitapları tamamlayınca babası kendisine,  ‘Babalığın gereği olarak yapmam gerekenleri yaptım, bundan sonra kişiliğini tamamlamak ve olgunlukları tahsil etmek senin elinde’ diyerek artık kendisinin öğretebileceği bir şey kalmadığını söylemiştir.

Taşköprülü-zâde, bundan sonra başka kişilerden ders almaya başladı. Bunlardan ilki, yine bir yakını, adını zikretmediği dayısıdır. Ondan “Hâşiye-i Tecrîd’in[23] vücûb ve imkân konularını; Fenârî Muhyiddîn Çelebi (ö. 954/1547)’den[24] Şerh-i Miftâh’ta[25] yer alan müsned konusunun tamâmını; Kocalı Seydî Muhyiddîin Efendi (ö. 931/1524-25)’den[26] Şerh-i Mevâkıf’ın[27] ilâhiyât konusunun başından nübüvvet konusuna kadar olan kısmını ve ayrıca Tefsîr-i Keşşâftan[28] Sûre-i Nebe’i; Mîrim Çelebi (ö. 931/1524-25)’den[29] Ali Kuşçu’nun hey’etle ilgili Fethiyye’sini[30] okudu. Mevlânâ Şeyh Mehmed-i Magûşî’den[31] bir miktar Sahîh-i Buhârî ve bir miktar Kādî İyâz’a âit Şifâ[32], ilm-i hılâf ve ilm-i cedel okudu. Hocasıyla ulûm-ı akliyye ve ulûm-ı arabiyye üzerine mübâhesât-ı kesîre”de bulundu. Magûşî, okuttuğu ilimlerle ilgili olarak kendisine icâzet verdi.

Taşköprülü-zâde, tefsir ve hadis ilimleriyle ilgili olarak da babasından icâzet almıştı. Babasının icâzeti, Mevlânâ Yegan, Mevlânâ Fenârî ve Mevlânâ Cemâlüddîn-i Aksarâyî aracılığıyla Şeyh Ekmel’e; ayrıca Mevlânâ Hâce-zâde ve Mevlânâ Fahrüddîn-i Acemî kanalıyla Mevlânâ Sa’düddîn-i Taftazânî’ye; kezâ Mevlânâ Kocevî Seydî Mehmed ve Hasan Çelebi vâsıtasıyla İbn Hacer’in talebelerine ulaşmakta idi; dolayısıyla Taşköprülü-zâde de bunlardan icâzetli ve aynı ilmî geleneğin tâkipçisi sayılmaktadır.

Tahsil hayâtını böylece tamamlayan Taşköprülü-zâde, bundan sonra ilmiye tarîki içerisinde öğretici (müderris) sıfatıyla yer alacaktır. İlk vazîfe yeri, günlük 20 akçeli medreselerden Dimetoka medresesidir (931/1524-25). Bu medresede iki eğitim yılı kalan genç müderris, belâgatla ilgili olarak Mutavvel’i[33] (beyân konusunun başından isti’âre konusuna kadar), kelâmdan Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeye kadar) ve fıkıhla ilgili olarak ise Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Ferâ’iz Şerhini okuttu.

933-936 (1526/27 - 1530) yılları arasında günlük 30 akçeli medreselerden Hacı Hasan medresesinde vazîfe alan Taşköprülü-zâde, bu süre içerisinde fıkıhla ilgili olarak Sadru’ş-Şerî’a’yı[34] (başından kitâb-ı bey’a kadar), belâgatla ilgili Şerh-i Miftâh’ı (başından  îcâz ve ıtnâb konularına kadar), kelâmla ilgili Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeden vücûb ve imkân konularına kadar) ve hadisle ilgili olarak ise Mesâbih’i[35] (başından sonuna kadar) ders olarak okuttu.

Taşköprülü-zâde, 936-942 (1530-1536) yılları arasında kırklı medreselerden Üsküb’de bulunan İshak Paşa medresesinde ders verdi. Burada okuttuğu dersler (kitaplar) ise şunlardır: Hadisten Mesâbih ve Meşârık[36] (bütünüyle), ilm-i usûl (usûl-i fıkh)dan Tavzîh (bütünüyle), fıkıhtan Sadru’ş-Şerî’a (kitâb-ı bey’den sonuna kadar); Seyyid Şerîf’in Ferâ’iz Şerhi ve belâgattan ise Miftâh (beyân konusunun sonuna kadar).

942 (1536) yılında yine kırklı bir medreseye, İstanbul Kalender-hâne medresesine nakledilen Ahmed Efendi, burada 944 (1537)’e kadar hadis (Mesâbih’in başından kitâb-ı büyû’a kadar), kelâm (Şerh-i Mevâkıf’ın vücûb ve imkân bahsinden a’râz bahsine kadar), fıkıh (Sadru’ş-Şerî’a’dan bir mikdâr) ve belâgat (Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri) dersleri verdi.

Medreseleri alttan üste doğru basamak basamak geçerek yükselmeğe devam eden Taşköprülü-zâde, 944 (1537)’te hâriç ellili Koca Mustafa Paşa medresesine getirildi. Burada da aynı nitelikli dersler (kitaplar) okuttu: Hadisten Mesâbih (kitâb-ı büyû’dan sonuna kadar), fıkıhtan Hidâye[37] (başından kitâb-ı zekâta kadar) ve kelâmdan Şerh-i Mevâkıf (ilâhiyât kısmı).

Taşköprülü-zâde, 945 (1539)’te, Edirne’de bulunan dâhil Üç Şerefeli medreseye tâyin edildi. Burada bir eğitim yılı boyunca okuttuğu dersler ise şunlardır: Hadisten Sahîh-i Buhârî’nin birinci cildi, fıkıhtan Hidâye (kitâb-ı zekât kısmından kitâb-ı hâcca kadar), usûl-i fıkıhtan ise Telvîh[38] (başından taksîm-i evvele kadar).

Artık yolun sonuna gelen Taşköprülü-zâde’yi 946 (1539)’da Sahn medreselerinde görüyoruz. Bu, kendisinin ilk Sahn müderrisliğidir ve 951 (1544)’e kadar sürecektir. Ülkenin ve başkentin en önde gelen medreselerinden olan Sahn’da, hadis (Sahîh-i Buhârîyi iki kez), tefsir (Tefsîr-i Kādî[39], Bakara sûresini), fıkıh (Hidâye, kitâb-ı nikâhtan büyû’a kadar) ve usul-i fıkıh (Telvîh, taksîm-i evvelden ahkâm bahsine kadar) dersleri okutan müderris, daha sonra Edirne’deki altmışlı Sultan Bâyezid medresesine nakledilmiş ve burada da bir yıl süreyle ders vermiştir. Burada okuttuğu dersler de yine aynı niteliktedir: Hadis (Sahih-i Buhârî’nin üçte biri), fıkıh (Hidâye, büyû’dan şüf’aya kadar; Şerh-i Ferâ’iz, tashîh bahsine kadar), usûl-i fıkıh (Telvîh, ahkâm bahsinden sonuna kadar) ve kelâm (Şerh-i Mevâkıf).

Medreselerdeki müderrislik hayâtını bu şekilde tamamlayan Taşköprülü-zâde için sıra kadılığa gelmiştir: 26 Ramazan 952 (3 Ekim 1545)’te Bursa kadılığına getirildi. Burada iki yıl kaldıktan sonra azlolundu; fakat ortada bırakılmadı ve yeniden Sahn müderrisliğine tâyin edildi (954/1547). Onun ikinci Sahn müderrisliği de birincisi gibi oldukça uzundur. 958 (1551) yılına kadar süren bu dönemde verdiği dersler ise şunlardır: Hadîs (Sahih-i Buhârî’nin tamâmı), fıkıh (Hidâye, şüf’a bahsinden sonuna kadar), usul-i fıkıh (Telvîh, başından taksim-i râbi’a kadar) ve tefsîr (Seyyid Şerîf’in Keşşâfa yazmış olduğu hâşiye).

958 (1551)’de İstanbul kadılığına tâyin edilen ve 961 (1554)’e kadar bu vazifede kalan ünlü âlim, bu sırada gözlerinin görmemeğe başlaması üzerine kadılıktan çekildi. Yedi sene a’mâ olarak yaşayan Taşköprülü-zâde, 30 Receb 968 (16 Nisan 1561)’de vefât etti; cenâzesi Âşık Paşa mahallesindeki Seyyid Velâyet Türbesi civârında defnolundu[40].

 Kendisinin ulum-ı âliyeye, yâni dînî nitelikli ‘yüksek ilimlere’ dâir otuzdan fazla risâle yazdığı bildirilmekte ise de, bunların çoğu müsvedde hâlinde kalmış, dolayısıyla günümüze kadar ulaşamamıştır. Ona asıl şöhretini kazandıran eserleri, yukarıda isimleri geçen Miftâhu’s-Sa’âde[41] ile ulemânın hâl tercümesine tahsis edilmiş olan Şakāyık’tır[42].

Taşköprülü-zâde’nin yukarıda kısaca hulâsa olunan hayat hikâyesi gözden geçirildiğinde, kendisinin klâsik Osmanlı eğitim sistemine uygun olarak tahsil gördüğü ve yine aynı sisteme uygun bir şekilde medreselerde ders verdiği dikkati çeker. Bu bakımdan, onun kendi hayâtı ile ilgili verdiği bilgiler, bize aynı zamanda klâsik Osmanlı eğitim sisteminin niteliği ile ilgili ipuçları da sunmaktadır.

II. TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE VE İLİM

Taşköprülü-zâde’nin ilimle ilgili düşüncelerini, birbirleriyle ilişkileri açısından bizâtihî ilim (ve ilimler), bu ilimlerle uğraşan kimseler (âlim veya âlimler) ve henüz ilim öğrenme safhasında bulunan talebe olmak üzere üç noktada toplamak mümkündür: Bu üç noktanın ayrı ayrı ele alınması, öyle sanıyoruz ki şu soruların cevaplarını da ortaya koyacaktır: İlim nedir, âlim kimdir? İdeal ilim veya ilimler nelerdir; ideal âlim nasıl olmalıdır? İlim tahsil edecek olanlarda (talebe) ne gibi vasıflar bulunmalıdır? Âlim ile talebe, yâni ilim öğretenle öğrenen arasındaki ideal ilişkiler nasıl olmalıdır?

Onun bu konularla ilgili düşünceleri esas olarak Mevzû’âtü’l-Ulûm’da geniş bir şekilde ortaya konulmuştur[43].

Taşköprülü-zâde, metod olarak ilimle ilgili teorik meseleler, târif ve tavsifler üzerinde fazla durmamakta, doğrudan ilmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletlerini anlatmakta, daha sonra ilim adamlarının nasıl olmaları, nelere dikkat etmeleri gerektiğini ele almaktadır. Ancak, onun ilmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletlerine dâir ileri sürdürdüğü düşünceler çoğu zaman subjektif niteliklidir; bu görüşler olanı değil, olması arzulananı biraz da îmânî bir muhtevâ içinde yansıtırlar. Gerek Miftâhu’s-Sa’âde (Mevzû’âtü’l-’Ulûm)’nin kaleme alınış sebebinin zikredildiği kısımda (s. 21-27), gerekse konunun teferruatlı bir şekilde ele alındığı müteâkıp yerlerde verilen bilgilerden hareketle, kendisinin ilimden ne anladığını ortaya koymak mümkündür.

Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışında dînin ve dînî ilimlerin merkez teşkil ettiği görülür. Ancak, kendisinin –önde gelen bir Osmanlı âlimi olarak, önceliği dînî nitelikli ilimlere vermesine rağmen–, bir takım ilimleri ve ilim konularını peşin bir hükümle mahkûm etmediği dikkati çeker. Taşköprülü-zâde’nin ‘ilimler ve fenler çoktur, bunların hepsini öğrenmek mümkün değildir, esâsen ömür de kısadır; bütün tahsil âletlerini elde etmek ise güçtür; bu güçlükten kurtulmanın yolu nedir?’ sorusuna verdiği cevap, onun bu konudaki yaklaşımını açıkça ortaya koyar: 

Mâdem ki bütün ilimleri öğrenebilmemiz -en azından maddeten- mümkün değildir; o hâlde, bunların içlerinden bir kısmını seçmek ve onları öğrenmek durumundayız. Bunun için bütün ilimler konuları ve faydaları cihetinden gözden geçirilmeli, üzerlerinde düşünülmeli, bunların içerisinden hangileri daha faydalı ise öncelikle onlar tahsil olunmalıdır. Eğer Allâh sayılan bütün ilimleri öğrenmeyi ve bu yolla her iki dünyânın saadetini kazanmayı bize nasip etmişse, ne güzel; böyle bir durumda Allâh’a hamd etmek gerekir. Gerçi öğrenilen ilimler arasında faydasız (gayr-i nâfi’) olanlar da bulunabilir; ama faydasız görülen ilimlerin bile mutlakā faydalı tarafları vardır, cehâletin karanlığını ortadan kaldırdıkları için bunlar da makbuldürler. Nitekim Eflâtun, “kötü olan hiç bir ilim yoktur; kötü olan cehâlet” demiştir. [44]

Peki, bütün ilimleri öğrenmemiz mümkün olmazsa, o zaman hangi kriterlere göre hareket edeceğiz? Hepimiz neyin iyi, neyin kötü olduğunu işin başlangıcında anlayabilecek durumda olmayabiliriz; üstelik görüyoruz ki, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı kişiden kişiye değişmektedir; dolayısıyla, bu konuda bir bilene danışmak da her zaman tatmin edici olmayabilir. Öyleyse, “biz nice bilirüz ki kangı ilm efdal ale’l-ıtlâkdur?

Böyle bir soruya Taşköprülü-zâde’nin cevâbı şudur:

Öncelikle insanı ebedî saadete ulaştıracak ilimler öğrenilmelidir. Hazret-i Muhammed ile Cebrâil arasında sorulu-cevaplı cereyan eden bir görüşmeden çıkarılan bu netîceye göre, insanı ebedî sâadete ulaştıracak olan ilimler şunlardır: Hevâ ve vehimlere tâbi olmayan, diğer bir deyişle spekülatif ve demagojik tartışmalarla iştigal etmeyen, İslâm dîninin inançla ilgili kāidelerini ortaya koyan bir kelâm ilmi (=usûl-i dîn); haram ve helâl olanı, yapılması ve yapılmaması gereken fiilleri ve amelleri anlatan fıkıh ilmi ve nihâyet îmanın semeresi ve İslâm’ın netîcesi durumundaki bir tasavvuf ilmi. Tabiî ki tefsir ve hadîs ilmi de burada zikrolunan ilimlerin içerisinde yer almaktadır[45]. Aslında burada bir ilim tasnîfi ile karşı karşıya bulunuyor isek de, aşağıda da görüleceği gibi, Taşköprülü-zâde tarafından zaman zaman yapılan bu tür tasnifler, kabaca tasniflerdir. Dolayısıyla, kendisinin ilimlerle ilgili asıl tasnifini daha sonra göreceğiz.

Burada zikrolunan ilimler, aslında bize yine Taşköprülü-zâde tarafından başka bir vesîleyle aktarılan bir ilim tasnîfini hatırlatır. O, Şakā’ık’ta,[46]takrîri ve tahrîri mümkin olan; takrîre hâ’iz olup tahrîr-i câ’iz olmayan ve “takrîr ve tahrîre mecâl olmayup tahrîr ü tasvîre imkân olmayan” şeklinde üç grup ilimden söz eder. Birinci grubu oluşturan ilimler, bizden önceki meşhur yazarların eserlerinde kayıtlı bulunan ilimlerdir. İkinci grupta yer alan ilimler ise, tartışmalar esnâsında tarafların birbirlerine gâlip gelmeleri için kullanılırlar; dolayısıyla ekseriyetle vehimlerden ve mugâlatalardan ibârettirler; bu sebeple hasmı ilzâmın dışında bir işe yaramazlar. Üçüncü grupta yer alan ilimler ise, hiç bir kitapta kayıtlı değildirler; dolayısıyla gerçek mânâda yazılıp çizilmeleri mümkün değildir; bir takım remiz ve işâretlerle varlıkları anlaşılır; bunlar ancak irfan, zevk ve vicdan sâhibi kimseler tarafından bilinirler.

Bu tasnifte ikinci kategoriyi oluşturan ilimler faydasız, dolayısıyla gereksizdirler; hasmı susturmanın, ona gâlip gelebilmenin ötesinde hiç bir faydaları yoktur. Bu sebeple, sâdece cedelde işe yarayan bu ilimleri öğrenmek için fazla zaman harcanmamalıdır. Taşköprülü-zâde’nin, yukarıda kelâm ilminin çerçevesini çizerken kullandığı kelimeler, bu bakımdan dikkat çekicidir: Kelâm, insanı ebedî saadete ulaştıracak ilimlerdendir. Şol şartile ki bâhis olan mütâba’at-ı ehvâ vü evhâm itmeyüp belki kavâ’id-i akā’id-i İslâm üzre bast-ı kelâm eyleye.” Burada üzerinde durulan, tavsiye olunan kelâmın Mu’tezilî değil Eş’ârî kelâmı olduğu –bu kelâmın zaman içerisinde isbât-ı tevhîd (Allâh’ın birliğini ispat) ile sınırlı hâle geldiği[47] hatırlanırsa–, kolayca anlaşılabilir.

Aynı tasnifte birinci grupta yer alan, yâni, takrîri ve tahrîri mümkin olan ilimler ise, geniş çerçevede yukarıda zikrolunan ilm-i fıkh ve onun ayrılmaz parçaları durumundaki tefsir ve hadis ilimleridir. Esâsen bu ilimler kitaplarda yazılı bulundukları, bu bakımdan öğrenilmeleri daha mümkün ve daha kolay olduğu için, öncelikle tahsîli gereken ilim dallarıdır. Üçüncü grubu oluşturan ilimlerin ilm-i tasavvuftan başka bir şey olmadığını îzâha ise hâcet yoktur[48].

Taşköprülü-zâde’nin, ilimleri başka bir şekilde daha tasnif ettiğini görüyoruz. Bu tasnifi de, esas îtibâriyle, yukarıda gözden geçirilen tasniflerden tamâmiyle farklı değildir. Bu tasnifte de yine insana fayda ve zarar temel alınmıştır. Bu bakımdan ilimler ya mahmûd (övgüye değer, dolayısıyla faydalı) veya mezmûm (kötü, dolayısıyla zararlı)durlar. Böyle bir tasnîfe zemin hazırlanırken, öncelikle ilim sayılan bilgilerin kaynakları esas alınmıştır. Binâenaleyh, Taşköprülü-zâde’ye göre, ilimler ya şer’î veya gayr-i şer’îdirler. Bu ilimler, naklî ve aklî şeklinde de isimlendirilir. Şer’î ilimler “ancak enbiyâdan istinbât olunur”, naklen tevârüs edilirler. Şer’î olmayan ilimlerin idrâkinde esas iş akla düşmektedir. Böyle bir tasnif, Taşköprülü-zâde’yi, doğrudan şer’î ilimleri faydalı (mahmûd), gayr-i şer’î ilimleri ise zararlı (mezmûm) netîcesine götürmez. Burada esas olan, bir ilmin insana faydalı olup olmadığıdır. Meselâ, vücûdun sağlığı ile ilgili olan tıbb veya mîrâsın taksîmi ve insanlar arasında cereyan eden bir takım muâmelelerde kullanılan hesâb, gayr-i şer’î olmalarına rağmen faydalı (mahmûd)dırlar. Tıpkı tıbb ve hesâb gibi çiftçilik (felâhat), kan alma (hacâmet) ve siyâset de faydalı ilimlerdendir. Ancak, bu tür ilimler farz-ı kifâye kabîlindendirler; bunları bütün insanların öğrenmeleri gerekmez; içlerinden bir kısmının öğrenmesi ve ihtiyaç durumunda devreye girmesi yeterlidir. Bunlar dünyâ işleri ile ilgilidirler; dolayısıyla dünyevîdirler. Dünyevî bir ilme îtibar edip etmemede ölçü, bir taraftan o ilmin insana faydalı olup olmadığı, diğer taraftan din karşısındaki durumudur: Eğer tıbb, hesâb ve benzeri ilimler gibi, insana bir faydası dokunuyorsa, o ilmi öğrenmek fazîlettir; fakat sihir, tılsım, gözbağcılık (şa’beze) ve benzeri bilgi veya beceriler, insana hiç bir faydası olmayan, aksine kötülüğe veya insanların kandırılmasına yol açan şeyler oldukları için kötüdürler. Her iki durumda da olmayanlar, meselâ şiir, târih ve bunlar gibi olanlar ise mübâh ilimlerdir; din bakımından öğrenilip öğrenilmemelerinde bir sakınca yoktur.[49]

Taşköprülü-zâde, mahmûd olan ilimleri de çeşitli gruplara ayırır: Bunlar ya kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâs gibi usûl (metodoloji) ile ilgilidirler veya fürû’a dâirdirler. Fürû’a dâhil olanlar ise, fıkhî meselelerin çoğunda olduğu gibi ya dünyevîdirler veya bâzı fıkhî meseleler gibi, iyi ve kötü huyları ayırt etmeğe yarayan “ma’rifet-i ahvâl-i kalb” gibi uhrevîdirler. Kezâ lügat, nahv, ma’ânî, hatt gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesinde faydası dokunan âlet hükmündeki ilimler de fürû’a (teferruata) dâhildirler ve bunlara mukaddemât (başlangıç ilimleri) denir; Kur’ân’ın okunması ile ilgili kırâ’at, harflerin çıkış yerlerini öğreten mehâric, mânâ îtibâriyle tefsir, Kur’ân’ın nâsıh ve mensûh âyetlerini bilme gibi hususlar da yine fürû’ içerisinde değerlendirilir ki, bunlara da mütemmimât (tamamlayıcı hükmünde ilimler) denilir. Aynı şey, hadis ve benzeri ilimler için de söz konusudur[50].

İlim niçin ve nasıl mahmûd (övgüye değer, iyi) veya mezmûm (kötülenmiş, zararlı) olarak telakkî edilir?..

Taşköprülü’nün bu soruya verdiği cevap, kendi ilim mantığı içinde son derece basit ve anlaşılırdır: Hiç bir ilim kendiliğinden mezmûm değildir. Onu, mezmûm veya mahmûd kılan bir takım durumlar söz konusudur. Burada da esas endîşe, fayda ve zararla ilgilidir. Meselâ, bir kişi bir ilmi öğrenmeğe kalkışır, fakat onu “idrâke kādir” olamaz ise, bu ilim o insan için zararlı (mezmûm) olur. Taşköprülü-zâde’ye göre, felsefe ilimleri ile uğraşanların çoğunluğu böyledir. Zîrâ, bunların çoğu “hakkı hilâfından temyîze kādir” değildirler; o ilmin iyi yönü varken, kötü tarafını kullanmağa kalkışırlar, ilm-i nücûm gibi. Hâlbuki, bu ilim güneşin ve ayın nasıl hareket ettiğini hesaplamağa yaraması cihetinden, mezmûmluk bir tarafa, aksine övgüye değerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dir.[51]” ve “Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik.[52]” buyurulmuştur; bunlar ise, ancak bu konuda bilgi sâhibi olmakla bilinebilir. Fakat, ilm-i nücûmu, astronomik çalışmalarda; yolculukta yol, denizde rota tâyîni gibi çeşitli işler için kullanmak gerekirken, ondan geleceğe dâir bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmak doğru değildir; böyle bir hareket o ilmi mezmûm hâle getirir. Zîrâ, Peygamberimiz, “kazâ ve kader ü nücûm ile beyân-ı hayr u şerr ve ashâb-ı kirâm beyninde beyân-ı rütbe ve kaderde sükût ile emreylemişdür”. Keza, Hz. Ömer ise “‘İlm-i nücûmdan ancak bahr ü berrde seferde ta’yîn-i râh içün lâzım ve mu’teber olan mikdârı ta’allüm idüp andan sonra imsâk idün.” buyurmuştur. Bu tür faydasız ilimleri öğrenmeğe çalışmak, ömrü boşa geçirmektir[53].

Bu durum sâdece şer’î olmayan ilimler için geçerli değildir. Aynı şey, yâni bir bilginin mahmûd veya mezmûm olması, bâzı şer’î ilimler için de söz konusudur. Bu nasıl olur? Taşköprülü-zâde, bütün şer’î ilimleri mahmûd gördüğü hâlde, bunların kullanılma durumlarını dikkate alarak, bâzı şer’î ilimlerin de mezmûm olabileceklerini ileri sürer; buna dâir bir takım örnekler verir.

Meselâ, ona göre, fıkıhta böyle bir durum söz konusudur: Bu terimin şümûlüne ilk dönemlerde uhrevî meseleler girerdi; oysa, zaman içerisinde bu değişti ve fıkıh denince dünyevî meseleleri ele alan bir ilim dalı anlaşılmağa başladı. Başlangıçta aslolan, “tarîk-ı âhiret ilmi” idi; nefislerin âfetlerini ve amellerin fesâda sürükleyici yönlerini bilmek, dünyâya değer vermemekti; fıkıh, âhiret nîmetlerinin şerefi, kalbin Allâh korkusu ile dolması gibi konulara tahsis edilmişti. Daha sonra bu durum değişti; âhiret düşüncesi zayıflamağa ve bunun yerini dünyevî meseleler almağa başladı; böylece başlangıçta mahmûd olan bir ilim, neredeyse mezmûm hâle geldi[54].

Aynı şey bizzat ilim için de geçerlidir: İlm kelimesi, başlangıçta Hakk Te’âlâ’yı, onun kullarıyla ilgili işâretlerini, eserlerini (âyât) ve fiillerini bilme konusuna tahsis edilmişti. Zaman içerisinde bu durum değişti; kelime “mesâ’il-i fıkhiyye ve gayrinde münâzaraya iştigâle tahsîs” olundu; bu hususta mâhir olanlara gerçek âlimler gözüyle bakılmağa başlandı. Asıl gâyeden uzaklaşıldığı için, böyle bir ilim anlayışı da mezmûmlaştı[55].

Mahmûd, yâni övülmüş veyâ makbul ilimlerin tamâmı için böyle bir mantık yürütülür. Onun bu değerlendirmesi, kendisinin hakîkî mânâda ilim kelimesinden ne anladığını veya insanların bu kelimeden ne anlamaları lâzım geldiğine dâir düşüncesini açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir anlayışın yazarın düşünce dünyâsındaki meşrûiyetinin temelinde, dünyâda insanın asıl gâyesinin ebedî saadeti tahsil olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu da, bu dünyâ ile âhiret arasında sürekli bir köprü kurmayı gerektirir; dolayısıyla dünyâda öğrenilen her bilginin (ilmin), işlenen her amelin uhrevî netîcesinin de düşünülmesi kaçınılmaz olur.

Şu hâlde, yukarıda kısaca gözden geçirilen kötülüklere düşmek istemeyen insan, nasıl hareket edecek, kendisine neyi rehber edinecektir? Taşköprülü-zâde’nin bu konudaki bir cümlelik tavsiyesi şöyledir: ‘Sana vâcib olan, nefsine nazar etmek, selefe uymak, onların yollarından gitmek ve gurur ipini boynuna halka yapmamaktır.[56]

Yazarın, bir mü’minin hangi ilimleri, hangi önceliklere göre ve nasıl bir yol tâkip ederek öğrenmesi gerektiğine dâir şu düşünceleri dikkat çekicidir:

 ‘Sana gerekli olan, nefsini zâhirî ve bâtınî kötülüklerden temizlemeye çalışmaktır. Ancak bunu başardıktan sonra farz-ı kifâye kabîlinden olan ilimlere yönelmelisin. Öyleyse, ilim öğrenmeye öncelikle Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân) ile başla; sonra Peygamberin Sünnet’ini; daha sonra tefsir ve diğer Kur’ân ilimlerini (Kur’ân’ın nâsıh, mensûh, muhkem ve müteşâbih  âyetlerini öğreten ilimleri) öğren; sonra fıkıh, usûl-i fıkıh ilimlerini ve bunlara benzeyen ilimleri öğren. Ancak, bütün ömrünü bunlardan birisini öğrenmek için harcama; zîrâ ilimler çok, ömür ise kısadır. Eğer vaktin kalırsa, zikrolunan ilimlerden sonra ilm-i lügate çalış; bu çerçevede Arapça’yı iyi öğren, onun sarf ve nahiv ve benzeri inceliklerini tahsil et; zîrâ bu ilimler Kur’ân’ın ve Sünnet’in daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur, tefsir ve fıkıhta hatâya düşmekten korurlar. Hadislerden Sahîheyn’de (Buhârî’nin ve Müslim’in Sahîh adlı eserlerinde) bulunanları, yâhut Kütüb-i Sitte’de yer alan hadisler içinden ihtiyâcın olanları öğren.

Okunacak kitaplara gelince: Fıkıh ilmi konusunda Hidâye veyâ Vikāye yâhut Manzûme-i Nesefî adlı kitapları hıfzetmen yeterlidir. Ancak kelâm ilminden Kitâb ve Sünnet’te geçen akā’idi öğrenecek kadar tahsil etmek kâfîdir. Fakat hılâf ilimlerine hiç ihtiyâcın yoktur; zîrâ bu ilmin gâyesi, halktan ikbal, rağbet ve hürmet görmek, halk arasında büyüklük taslamaktır; bu ise çok kötü bir huydur,

İlimlerden mantık,  kelâm ilminin içindedir. Ama içerisinde şerîate aykırı bâzı konuların bulunduğu felsefî ilimlerin, bu nitelikte olanları dinden çıkmaya yol açtıkları için tehlikelidir; fakat felsefî ilimler içerisinde yer alan bâzı tabiî ilimler –ki bunlar daha ziyâde riyâzî ilimler olarak bilinir- üzerinde çalışmanın bir sakıncası yoktur. Ancak, riyâzî ilimler üzerinde çalışanların, ilm-i nücûmda olduğu gibi bunlardan bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmamaları gerekir.

Şu hâlde sana vâcib olan ilimler âhiretinle ilgili ilimlerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır; bunlar muâmele ve mükâşefe ilimleridir; birincisi, ikincisine giden yoldur.  Ancak, muâmele ilimleri, kalb ahvâlini bilmektir. Sabır, şükür, havf, recâ, zühd, rızâ, kanâ’at, takvâ, ihsân, sehâ, hüsn-i zann, hulk, mu’âşeret, sıdk, ihlâs ve mezmûm olan fakirlikten korkmamak kalb ahvâlindendir. Bunların zıddı olan hususlardan kaçınmak gerekir. Fakat mükâşefe ilimleri Hakk Te’âlâ’nın zâtını, sıfâtını, ef’âl ve hikmetini; nübüvvetin ve nebîliğin mânâsını; vahiy, melekler, şeytanlar gibi konuları; cennet ve cehennemi; kabir azâbını, sırât, mîzân, hesâb gibi konuları; Allâh’ın vechini görmenin mânâsını ve benzeri meseleleri bilmek, bu konuya girer [57].

Görüldüğü üzere, Taşköprülü-zâde için ilim bizâtihî ilim olduğu için değil, insanın dünyâsına ve âhiretine olan faydasına göre değerlendirilebilecek bir çalışma mevzû’udur. Ancak, dünyâ ve âhiret ihtiyaçları değerlendirilirken, her hâlükârda öncelik uhrevî olana verilir. Esâsen insan, bu dünyâya sınırlı bir zaman dilimi için gelmiş ve ebedî kalacağı bir mekâna eninde sonunda gidecektir. Öyleyse, öncelikler de buna göre belirlenecektir. Nasıl ki, bir günün bir yıla tercih edilmesi akıl kârı değilse, fânî olanın da bâkî olana tercih edilmesi doğru değildir. Fakat bu demek değildir ki, insan dünyâda dünyâsı ile ilgili olanları bütünüyle gözardı edebilir; bilâkis, dünyâ ebedî olan âhiret için bir hazırlık (imtihân) yeridir; hazırlığını iyi yapmayanın, gideceği yerde iyi karşılanmayacağı tabiîdir. Dolayısıyla, dünyâda çalışmak yerilemez; yerilmesi gereken şey, dünyâya gereğinden fazla bağlanmak, değer biçmektir; onun kölesi olmaktır. Oysa insan, dünyânın, diğer bir deyişle maddenin kölesi değil, efendisi olmalı; onu kendi iyiliği için kullanmağa çalışmalıdır. Hakîkat bu olduğuna göre, ilim için de aynı yaklaşım geçerlidir. Bu yaklaşım, mü’mini, dünyâsı ile âhireti arasında köprü durumunda bulunan, diğer bir deyişle, kendisine hem dünyâsından hem de âhiretinden haber veren bir kaynakla sürekli irtibât hâlinde olmağa yöneltecektir. Bu durum ilim için de geçerlidir. İnsanı, mü’mini ebedî saadete götürecek olan bu kaynak nedir? Taşköprülü-zâde, bu soruya şu beyitle cevap verir:

“Ulûmun cümlesin Kur’ân muhît olmışdur lâkin,

Ukûl-i halk anun fehminde oldı kāsır u hayrân.[58]

Bütün ilimler Kur’ân’dadır; lâkin bunu anlamakta insanlar yetersizdirler.

Esasen, öğrenilmesi öngörülen ilimler için verilen mihengin her hâlükârda Kur’ân olması da bu anlayışı ortaya koyar. Aslında bu anlayışı, bir medeniyetin dünyâya bakışı ve onu idrâk edişi olarak değerlendirmek de mümkündür. Dolayısıyla, İslâm medeniyetinin istikbal ufukları ile Batı medeniyetinin istikbal ufukları arasındaki en dikkat çekici farklılık, belki de burada aranmalıdır. Kezâ, İslâm medeniyetinin tefekkür dünyâsı, kendisini bu dünyâda iğreti görür ve yüzünü sürekli kâinâtın mâverâsına çevirirken, Batı medeniyetinin -bilhassa Aydınlanma Çağı ile kendisine îtibarlı bir yer edinen- rasyonalist ve gitgide pozitivist bir mâhiyet kazanan düşünce âleminin, daha ziyâde gördüğüne îtibar etmesi, deyim yerinde ise, çevresini maddenin sınırlarıyla mukayyet görmesi ve ne yapacaksa bu sınırlar içerisinde yapacağını düşünerek bütün gayretini buraya teksif etmesi, pek muhtemeldir ki bu farklı dünyâ idrâklerinden kaynaklanmaktadır. Bu da, her iki medeniyetin -ilim sâhasında olsun, tefekkür sâhasında olsun- târih boyunca çoğu zaman farklı kulvarlarda koştuklarını gösterir. Dolayısıyla, Taşköprülü-zâde’nin yukarıda gözden geçirilen mütâlaalarını böyle bir kontekst içerisinde ele almak gerekir. Bu kontekst, bizâtihî ilim ve ilmin hedefi için geçerli olduğu gibi, aşağıda görüleceği üzere, bu ilimlerle uğraşanlarda -ulemâ ve talebe- bulunması öngörülen vasıflar için de geçerlidir.

***

Taşköprülü-zâde, daha sonra ilimle uğraşmanın fazîletini ele alır; Kur’ân’dan ve hadislerden örnekler vererek, ‘bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacaklarını’ etraflı bir şekilde anlatır. Ona göre ilim, bizâtihî şereflidir; dolayısıyla kendisiyle uğraşanları da şerefli kılar. Hz. Ali’den bu konuda nakledilen şu sözler, son derece dikkat çekicidir:

İlim maldan yedi cihetten üstündür: 1- İlim, peygamberlerin mîrâsıdır, mal ise Fir’avların mîrâsıdır; 2- ilim, başkalarına vermekle, dağıtmakla azalmaz, mal ise azalır; 3- malın bir muhâfıza ihtiyâcı vardır, ilim muhâfıza ihtiyaç duymaz, bilâkis sâhibini kötülüklerden korur; 4- mal sâhibi öldüğü vakit malı dünyâda kalır, âlim öldüğünde ilmi kendisiyle kabre gider; 5- mal mü’mine de, kâfire de nasîb olur, ilim ise ancak mü’mine nasîb olur; 6- bütün insanlar dinleriyle ilgili işlerinde âlime muhtaç olurlar, fakat bu konuda kimse mal sâhibine muhtaç olmaz; 7- ilim, Sırât köprüsünü geçerken sâhibini destekler, güçlendirir ve huzûruna vesîle olur, mal ise sâhibini bu köprüyü râhatça geçmekten alıkor’.[59]

İlmin niteliği ve şerefi üzerinde ana hatlarıyla bu şekilde duran Taşköprülü-zâde, ilim öğretmenin fazîletine dâir de teferruatlı değerlendirmelerde bulunur; âyetlerden, hadislerden, ileri gelen sahâbelerin ve büyük İslâm âlimlerinin konuyla ilgili sözlerinden destekleyici örnekler verir[60]. Bilâhare, ilim öğrenenlerin (talebenin) ve öğretenlerin (hocanın) taşımaları gereken nitelikleri sıralar. Onun bu konudaki görüşlerini kısaca şu şekilde hulâsa edebiliriz:

Talebe, ilme sülûk etmeden önce kalbini bütün kötülüklerden temizle­meli; güzel ahlâk ile tezyin etmeli; ihlâslı olmalı; hâlis bir niyetle ilme sarıl­malıdır. Bilâhare kendisine her yönden iyi bir hoca seçmelidir. Çünkü, ilmî ve ahlâkî yönden fazîletli bir hocaya tâbi olmak, talebeyi de aynı vasıflarla tezyin edecektir. Hocayı seçtikten sonra, kesinlikle onun irşat ve uyarılarının dışında hareket etmemeli; derslerini öğrenmek husûsunda tembellik etme­meli; ömrünün sonuna kadar ilim öğrenmenin sona ermeyeceğini bilmeli; hocanın nasîhatlerini dinlemeli; ilim tahsilinde mütevâzı olmalı, kendisini hocasının ellerine teslim etmelidir. Çünkü, o hocasının karşısında yağmura muhtaç toprak durumundadır. Toprak nasıl her hâlükârda yağan yağmuru kabûl ederse, talebe de hocadan gelen bilgileri aynı şekilde almalıdır. Öm­rünü, kendisine bir harf bile olsa öğretmiş olan hocasına veya hocalarına hizmete adamalıdır. Hocasının hatâlarını ve noksanlarını araştırmağa kalkış­mamalı; anlattıklarında yanılsa bile bunu iyiye yormalı; her hâlükârda ho­casına saygıda kusur etmemelidir. Bütün ilim dallarıyla -velev ki az da olsa- ilgi­lenmeli, onların anahatlarıyla da olsa konularını bilmeli, her ilmin gâyesini öğrenmeli; ilimleri küçümsememelidir. Derslere çalışırken arkadaşlarının yardımlarından faydalanmalı, dersleri onlarla müzâkere ederek öğrenmeli, araştırma ve tartışma yoluyla konuları daha iyi öğreneceğini bilmelidir. Ay­rıca, derslerini tehir etmemeli, bu günün işini yarına bırakmamalı, derslerini günü gününe hazırlamalı; arkadaşlarını iyi ve ihlâslı olanlar arasından seç­meli; sınıfta kimsenin sözünü kesmemeli, kimseyi küçük görmemelidir[61].

Hoca ise, talebe karşısında son derece vakur olmalı, aşırı giyim düşkünü olmamalı, öğrenci üzerinde etkili olabilmek için ilmiyle âmil olmalı; güzel ahlâk ve tevâzu sâhibi olmalıdır. Öğrettiklerini Allâh rızâsı için öğretmeli; şöhret, gösteriş, dünyalık ve saygı kazanmayı hedeflememeli; öğrettiklerine karşılık beklememelidir. Talebeye faydalı olan bilgilerle işe başlamalı; tale­beyi çok iyi tanımalı; böylece seçeceği branşta ve vereceği bilgilerde ona daha fazla yardımcı ve faydalı olabilmeli; verdiği dersleri birden zorlaştır­mamalı, tedrîcî bir metod tâkip etmelidir. Öte yandan, talebeye nasıl ders ça­lışılacağını öğretmeli; onlara iyi davranmalı; bu konuda eşitliği elden bırak­mamalı; onları ilme teşvik etmeli; bu hususta gözlerini korkutmamalı; ders­leri sıkıcı ve bıkkınlık verici bir tarzda anlatmamalı; derslerde öfkelenme­meli; zaman zaman talebenin bilgisini yoklamalı; dersi yavaş işlemeli; ders öncesi iyi hazırlanmalı; talebenin sorduğu her soruya mutlakâ cevap verme­meli, ancak emin olduğu durumlarda soruları cevaplandırmalı; talebenin hatâsı karşısında onları incitecek kadar azarlamamalıdır; çünkü onlar kendi hu­zûruna zâten eksik olarak gelmişler ve eksiklerini tamâmlamak istemektedir­ler; dolayısıyla bir soruya cevap veremedikleri durumlarda onları arkadaşla­rının yanında küçük düşürmemelidir. Sınıf içerisinde disiplini sağlamak için bilhassa dikkat etmeli; uygunsuz hareket edenleri bir takım îmâ ve işâret­lerle, arkadaşlarına hissettirmeden uyarmalı; kötü huylardan kurtulmaları için her fırsatta nasîhat etmeli; verdiği derslerin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol etmek için zaman zaman imtihan etmeli; ilme, kitaplara ve eğitime karşı saygı göstermenin fazîletini ve sebeplerini anlatmalı; kısaca onları iyi bir âlim, iyi bir müslüman ve iyi bir insan olarak yetiştirmek için her türlü ilgiyi ve desteği esirgememelidir[62].

 III. MEVZÛ’ÂTÜ’L-ULÛM

Taşköprülü-zâde’nin bakış açısıyla, kendisine ilim sıfatı verilen konular veya çalışma alanları nelerdir? Diğer bir deyişle, Taşköprülü-zâde ilimleri nasıl tasnif etmektedir?

Bu sorunun cevâbını, yine kendisinden almak mümkündür. Hatırlanacağı üzere, yukarıda, kendisi de bir âlim olan ve yıllarca Osmanlı medreselerinde talebe okutmuş bulunan Taşköprülü-zâde’nin, Miftâhu’s-Sa’âde adlı eserini İslâm dünyâsında üzerinde çalışılan ilimlerin tertip ve tasnîfine tahsis ettiğini ve Arapça yazılan bu eserin, bizzat yazarın oğlu Kemâlüddin Mehmed tarafından Mevzû’âtü’l-Ulûm adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olduğunu belirtmiştik.

Yukarıdaki sorunun cevâbını ararken, biz esas olarak, Miftâhu’s-Sa’âde’nin tercümesini, Mevzû’âtü’l-Ulûm’u, kullanacağız[63].

Mevzû’âtü’l-Ulûm, iki cilt hâlinde yayımlanmıştır. Birinci cildin ilk 100 sayfası, yazarın ilim anlayışına tahsis edilmiştir: Yazarın yukarıda kısaca gözden geçirilen ilim, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîleti, ulemâ ve talebe ile ilgili düşünceleri bu kısımda teferruatlı bir şekilde ortaya konmuştur. Bundan sonra, geniş çerçevede İslâm dünyâsında, dar çerçevede ise Osmanlı ilim çevrelerinde umûmî kabûl gören ilimlere, bu ilimlerin sistemli bir şekilde tasnîfine yer verilmiştir. Aslında verilen tasnif, münhasıran Taşköprülü-zâde’ye mahsus da değildir. Osmanlı öncesi İslâm klâsik döneminde, başta Fârâbî (öl.339/950) olmak üzere, İbn Sînâ (öl. 429/1037), Hârezmî (öl. 387/997) ve İbn Haldûn (öl. 809/1406) gibi bir çok ilim adamının ilimleri tasnif ettiklerini biliyoruz. Taşköprülü-zâde, geçmiş dönem ilim adamlarının bütün bu tasniflerini dikkate alarak, hepsini sistemli bir şekilde bir araya getirmeyi denemiş ve bunda da fevkalâde başarılı olmuş gözükmektedir[64]. Bu yönüyle Mevzû’âtü’l-Ulûm derleme bir eser olarak değerlendirilebilir; ancak eseri bütünüyle basit bir derleme olarak görmek, yazarına büyük haksızlık olacaktır. Deyim yerinde ise, o, uzun bir ömrün bütün ilmî birikimini de eserine aktarmış, kendi şahsî değerlendirmelerini, düşüncelerini ve tecrübelerini de ortaya koymuştur. Bu yönüyle Mevzû’ât’ı, aynı zamanda telif bir eser olarak da görmek mümkündür...

Taşköprülü-zâde’nin, bütün ilimleri esas olarak yedi ana başlık altında tasnif ettiği görülür. Bu ana başlıklar, devha kelimesi ile isimlendirilmiştir. Devha, “ulu ağaç” mânâsına gelir. H. Atay’ın da belirttiği gibi[65], ulu bir ağacın sayısız dalları ve budakları bulunduğuna göre, her bir ilim devhasının da çok sayıda alt bölümleri, alt bölümlerin alt bölümleri bulunacak demektir. Esâsen, her devha altında sıralanan ilim dalları da bunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, söz konusu ilimlerin önce devhalara ayrıldığı, sonra şu’belere ve bilâhare ilmlere yer verildiği görülür[66].

İlimlerin tasnîfiyle ilgili bu devhalar veyâ ana başlıklar şunlardır:

1- Hatt ilimleri (ulûm-ı hattıyye),

2- Söz / lafız ilimleri (ulûm-ı lafzıyye),

3- Mefhum ve mantık (ma’kûlât-ı sâniye) ilimleri,

4- Felsefe ve mevcûdât (ulûm-ı hikemiyye; ahvâl-i mevcûdât-ı hâriciyye) ilimleri,

5- Amelî hikmet (hikmet-i ameliyye),

6- Şer’î (dînî) ilimler (ulûm-i şer’iyye)

7- Batınî-mânevî ilimler (ulûm-ı bâtıniyye).

Taşköprülü-zâde, yukarıda belirtildiği üzere, bu asıl devhaları, ihtivâ ettikleri ilim dallarının çokluğuna göre ayrıca alt gruplara (şu’be) ayırır. Bu ana başlıklar altında zikredilen ilimleri kısaca gözden geçirmeden önce, bir noktanın daha altının çizilmesi yerinde olacaktır: Taşköprülü-zâde, her ilim dalıyla ilgili bilgileri verdikten sonra, o ilim sâhasında yazılmış olan en mûteber eserlerin -yazarlarıyla birlikte- isimlerini de kaydeder. Ayrıca yazar, ihtiyaç duyulması durumunda, her ilim dalıyla ilgili değer yargısı ifâde eden bâzı hükümler verir; hangi ilimlerin daha değerli, hangilerinin mutlakā tahsil olunması gereken ilimler olduğu tekrar tekrar belirtilir; bu arada, zaman zaman tahsîlinde mahzur bulunan konulara da temas edilir. Bütün bunlar, bize, Taşköprülü-zâde’nin ve dolayısıyla yaşadığı asrın ilim anlayışı hakkında oldukça teferruatlı bilgiler verirler. Bu bakımdan, Mevzû’âtü’l-Ulûm’da sunulan ilim tasnîfinin bir yönü geçmişe, Osmanlı öncesi ilim geleneğine uzanmakta, diğer yönü ise bizzat XVI. asrın zihniyet dünyâsına ışık tutmaktadır.

Şimdi, yukarıda başlıkları verilen ilim dalları altında nelerin zikredildiğini kısaca gözden geçirelim:

1-  Hatt ilimleri (ulûm-ı hattıyye):

Hatt ilimleri, esas olarak yazı âletlerine, kāidelerine, nasıl güzel yazı yazılacağına, bizâtihî harf bilgisine ve bilhassa Arap harflerinin yazılış usûlleri ile mushafların nasıl yazılacağına tahsis edilmiş; hattın fazîletinden söz eden bir mukaddime ile, yazı sanatının keyfiyetini ve harflerin tek tek yazılışlarını konu edinen iki şûbeye ayrılmış; bu şûbeler altında ilgili konular birer ilim dalı olarak sıralanmıştır[67].

2- Söz / lafız ilimleri (ulûm-ı lafzıyye),

Töşköprülü-zâde sözlerle (elfâz ile) ilgili ilimleri bir mukaddimeden sonra, üç şûbeye ayırarak incelemektedir. Tabiatiyle, söz konusu şûbelerin alt birimleri de bulunmaktadır. Bu başlık altında, haklarında bilgi veriler ilim dallarının hemen hepsi, dilbilgisinin muhtelif konuları ve çeşitli edebî san’at şekilleriyle ilgilidir. Bu çerçevede ele alınan konularla ilgili olarak şu başlıklar örnek olarak verilebilir: Lügat, iştikak, sarf, nahiv, ma’ânî, bedî’, beyân, arûz, şiir, inşâ, mektup yazımı, mu’ammâ, siyer ve megâzî, halîfeler târihi, hükümdarlarla sohbet, kurrâ (Kur’ân okuyucular), müfessir ve muhaddisler, dört büyük mezhebe mensup ulemâ ve benzeri muhtelif meslek erbâbı, bunların taşımaları gereken nitelikler[68].

3- Mefhum ve mantık (ma’kûlât-ı sâniye) ilimleri,

Mevzû’âtü’l-Ulûm’da mefhum ve mantık ilimleri bir mukaddime ve iki şûbeye ayrılmıştır. Mukaddimede belirtildiği üzere, bu kategoriye dâhil edilen ilimler arasında en önde geleni ilm-i mantıktır; hattâ bâzı “hükemâ” bu ilmi “ ulûm-ı akliyyeye re’îs”, yâni bütün aklî ilimlerin başı olarak görmüştür; zîrâ mantık ilmi “Vâcib-i Ta’âlâ’nun ma’rifetine mevkûfun aleyhdür”. İşlenen başlıca konular veyâ ilim dalları ise şunlardır: Mantık, ders edepleri, münâzara, cedel ve hilâf[69].

4- Felsefe ve mevcûdât (ulûm-ı hikemiyye; ahvâl-i mevcûdât-ı hâriciyye) ilimleri,

Bu bölüm on şûbe hâlinde tasnif edilmiş; her bir şûbe ise kendi içerisinde alt birimlere ayrılmıştır. Günümüzde tabiî (pozitif) veyâ aklî ilimler olarak kabûl edilen bütün ilim dalları, bu ana başlık altında toplanmıştır. Burada ele alınan ilim dallarını veyâ ilim konularını kısaca şu şekilde hulâsa edebiliriz: İlm-i ilâhî (metafizik), insan rûhunun davranış ve tepkilerini bilme (psikoloji); melekleri, peygamberliğin belirtilerini, hemen hepsi birer mezhep olarak da değerlendirilen çeşitli fırkaların fikirlerini ve ilimlerin taksîmini bilme ilimleri; tabiat (fizik); tıp ve muhtelif dalları; baytarlık, avcılık, bitkiler, hayvanlar, çiftçilik, mâdenler, cevherler, oluş ve bozuluş, ebem kuşağı, dış görünüşten hareketle ahlâkî davranışları tesbit, rüyâ tâbiri, astroloji, heyet (astronomi) ve alt birimleri, sihir, falcılık, kehânet, tılsım, kimyâ; hendese (geometri) ve alt birimleri, hesap (sayı) ve alt birimleri (coğrafya da dâhil sayılara dayanan bir çok konu), mûsıkî ve alt birimleri[70].

5- Amelî hikmet (hikmet-i ameliyye),

Bu ana başlık altında ele alınan ilimler ‘pratik felsefe’ olarak da adlandırılır. Bir mukaddimeden sonra dört şûbeye ayrılmış bulunan bu gruptaki ilimler ahlâk, ev idâresi, siyâset/devlet idâresi, askerlik ve benzeri konulardan oluşmaktadır[71].

6- Şer’î (dînî) ilimler (ulûm-i şer’iyye)

Bu başlık altında ele alınan ilimler Mevzû’âtü’l-Ulûm’un en uzun kısmını oluşturmaktadır. Birer ilim olarak zikredilen konuların tedkîki, dînî çerçevede mütâlaa olunan teferruâta müteallık, başka ilim dalları altında da pekâlâ yer alabilecek mevzûların hemen tamâmının ayrı bir ilim olarak zikredildiğini gösteriyor. Diğer bölümler (devhalar) için söz konusu olan şey, yâni konunun şûbelere ayrılarak incelenmesi, bu bölüm için de geçerlidir. Diğer bir deyişle ulûm-ı şer’iyye, bir mukaddime, sekiz şûbe ve bu şûbelere dâhil alt ilim dallarına (fürû’a) ayrılarak tasnif edilmiştir.

İşlenen ilim dalları ile ilgili kısaca şu başlıkları zikretmek, bir fikir edinmek için yeterli olacaktır: Kıraat, kıraat usûlleri ve ünlü kıraat imamları; hadis, hadis rivâyeti ile ilgili metod ve teknikler, hadis naklinde uyulması gereken kāideler, ünlü muhaddisler; tefsir ve tefsirle ilgili konular, ünlü müfessirler; kelâm ve –akāid de dâhil–  alt birimleri; fıkıh, fıkıh usûlü ve fıkıhla ilgili diğer konular.[72]

7- Batınî-mânevî ilimler (ulûm-ı bâtıniyye).

Taşköprülü-zâde’nin bâtın ilimleri başlığı altında zikrettiği ilim dallarının niteliklerini tek cümle ile hulâsa etmek gerekirse, yukarıda kısaca gözden geçirilen dînî (şer’î) ilimlerin iç yönünün, sırlarının ve fazîletlerinin söz konusu edildiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, yukarıda hulâsa olunan dînî (şer’î) ilimler, ‘şekil bilgisi’ ise, burada ele alınan bâtınî ilimler ‘öz ve mânâ bilgisi’dir. Dolayısıyla, ele alınan bâtınî ilimlerin klâsik tasavvuf tefekkürü ile de yakından ilgili olduğu söylenebilir.

Bu ana başlık altında zikredilen ilimler, tasavvufun muhtelif incelikleri, İslâmın öngördüğü bütün ibâdetlerle, bunlar için gerekli âdâb, erkân ve temizlik konularıyla ilişki kurularak geniş bir şekilde tasnif edilmiştir. Tasnif içerisinde Müslümanların namaz, oruç, zekat, hac gibi mükellef tutuldukları farz ibâdetler, sosyal hayâta dâir meseleler, ticârî ilişkiler, âdâb ve muâşeret konuları da yer almaktadır. Tabiatiyle, bütün bu konuların hakîkî mânâları üzerinde durulmakta, samîmiyete ve ihlâsa bilhassa vurgu yapılmaktadır[73].

***

Taşköprülü-zâde’nin Mevzû’âtü’l-Ulûm adlı eseriyle ilgili olarak, yukarıda bir kısmının başlıklarını zikrettiğimiz ilim dalları dikkate alındığında, kısaca şunları söylemek mümkündür:

Taşköprülü-zâde, XVI. yüzyılda, Osmanlı devletinin en parlak dönemi kabûl edilen bir devirde yaşamış Müslüman bir ilim adamı olarak, ilim ve ilimler konusunu çağının ilmî, fikrî ve dînî atmosferi içerisinde şekillenen anlayışı çerçevesinde ele almakta, dolayısıyla da ilim, din ve inanç arasında sıkı bir bağ kurmakta; bu sebeple ilimler içerisinde önceliği mutlak olarak dînî ilimlere vermektedir. Bu hususta ortaya temel bir gâye de konulmuştur:

Türü ne olursa olsun, bütün ilimlerin temelinde mutlak bir fayda olmalıdır. Bu fayda, kişinin iki dünyâda, hem bu âlemde ve hem de öteki dünyâda kurtuluşuna hizmet etmekle sınırlıdır. Ancak, aslolan ebedî mutluluk, ebedî saadettir; bu da öteki dünyâya yöneliktir. Bu dünyâ, geçicidir; yirmi dört saatlik bir güne nisbetle, bir saatlik bir süre gibidir. İnsan bu dünyâda ebedî değildir; dolayısıyla bu dünyâ, insanın ebediyyen kalacağı dünyâya hazırlık yeridir. İnsan, ilim de dâhil, bu dünyâda teşebbüs ettiği bütün işlerde, ebedî kalacağı öteki dünyâyı, âhireti dikkate almak; yaptıklarının bu hususta kendisine ne gibi bir fayda sağlayacağını düşünmek mecbûriyetindedir. Ancak bu, insanın bu dünyâyı, deyim yerinde ise, boşlaması; burada olup bitenlere kayıtsız kalması; kendisini içinde yaşadığı çevreden tecrit etmesi şeklinde anlaşılmamalıdır. Zîrâ insan, ebedî kalacağı öteki dünyâyı mâmur etmek için, öncelikle bu dünyâsını mâmur etmesini bilmelidir. Kişinin, buradaki dünyâsını mâmur etmeden, öteki dünyâsını mâmur edecek hazırlıkları gerçekleştirmesi mümkün değildir. İnsan, kendisine verilen sınırlı ömür müddetince, gücü yettiği sürece içinde yaşadığı âlemi güzelleştirmek; çevresine faydalı olmakla mükelleftir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, insanın bu dünyâya ve içindekilere bağlanıp kalmamaktır; diğer bir deyişle, insan bu dünyâda, meşrû yollardan olmak üzere, edinebildiği kadar mal-mülk sâhibi olabilir; servet edinebilir. Fakat, bunların asıl gâye, varılmak istenen son nokta olmadığını bilmek; edinilen bütün servetin, malın-mülkün temel hedef olmadığını hiç akıldan çıkarmamak gerekir.

Bu anlayış temeldir. Bu temeli kaybetmemek üzere, insan, bütün ilimleri öğrenebilir; zaman ve fırsat bulduğu sürece bütün ilim dalları ile ilgilenebilir. Bu bakımdan, Taşköprülü-zâde’nin, yukarıda da bir vesîleyle işâret edildiği üzere, temelde iyi ilim – kötü ilim veyâ faydalı ilim – zararlı ilim ayırımını benimsemediğini görüyoruz. Her ilmin, şu veyâ bu şekilde, bir faydası mutlakâ vardır. Ancak, bu faydanın kesâfeti, azlığı veyâ çokluğu dikkate alınmalıdır. Her ilmin faydası aynı derecede değildir; kimisi daha çok faydalı, kimisi daha az faydalı; kimisi ise, fiilî bir fayda bakımından nötr durumdadır. Dolayısıyla insan, önceliği faydası daha çok olan ilimlere vermelidir. Diğer ilimler, böyle bir derecelendirmeye tâbi tutularak öğrenim konusu edilmelidir.

Bu temel mantık saklı tutulmak kaydıyla, Taşköprülü-zâde, Mevzû’âtü’l-Ulûm’unda, insanın şu veyâ bu şekilde ilgilendiği bütün konuları birer ilim dalı olarak ele almıştır. Böyle bir tasnif anlayışı, işâret olunduğu gibi, münhasıran kendisinin buluşu da değildir. Klâsik dönem İslâm dünyâsında ortaya konulmuş bütün ilim tasniflerinde böyle bir yaklaşımı açıkça görürüz. Fakat, daha önceden yapılmış bu tür tasniflere nisbetle, Taşköprülü-zâde’nin ilimleri tasnîfi çok daha düzenli, çok daha sistemli ve çok daha teferruatlıdır. Ancak, birer ilim dalı olarak zikredilen simyâ, büyü, kehânet, fal ve benzeri konuların, her ne kadar Mevzû’at’ta yer verilmiş olsa bile, Taşköprülü-zâde tarafından gerçek mânâda bir ilim olarak görülmediğini vurgulamak gerekir. O, bu tür “ilimleri” zikrederken, “bunlar da birer ilim dalı olarak kabûl ediliyor” der gibidir. Çünkü, söz konusu “ilimler” hakkında hiç de olumlu sözler söylemediği görülmektedir.

_________

*  Bu yazı, daha önce şurada yayımlanacaktır: Bilim Tarihi,.....

[1] Neşr. A. Subhi Furat, (İ. Ü. Edebiyat Fakültesi yay.) İstanbul 1985. Arapça kaleme alınan bu eser, aynı dönemde Mecdî Mehmed Efendi tarafından Hadâ’iku’ş-Şakā’ık adıyla tercüme edilmiştir (bkz. Şaka’ık-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, 1; neşr. A. Özcan), İstanbul 1989. Bu yazıda, kısaca Şakā’ık olarak da tanınan söz konusu tercüme kullanılmıştır.

[2] Eser, üç cild halinde 1328’de Haydarâbâd’da basılmıştır.  .

[3] Eser, iki cilt hâlinde 1313 yılında İstanbul’da neşredilmiştir. Bu çalışmada, söz konusu tercüme kullanılmıştır.

[4] Bkz. s. 552-560; Mecdî trc. s. 524-526.; Taşköprülü-zâde’nin hayat hikâyesi Mevzû’âtü’l-’Ulûm’un sonunda da verilmektedir.

[5] Hakkında bkz. Şakā’ık (Mecdî trc.), s. 139-142.

[6] A.g.e., s. 391-393.

[7] A.g.e., s. 393-394.

[8] Eserin yazarı meçhuldür; bir rivâyete göre İmâm-ı A’zam’a âittir (bkz. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, Ankara 1988; s. 30, dipnot 1. Ayrıca bkz. Kâtib .Çelebi, Keşfü’z-Zünûn ‘an Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn, II (nşr. Ş. Yaltkaya, R. Bilge), İstanbul 1943, s. 1806.

[9] Eser, Şeyh İzzü’d-dîn Ebu’l-fezâ’il İbrâhîm (öl. 655/1256) tarafından kaleme alınmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1138.

[10] Eserin tam adı Merâhu’l-Ervâh; Ahmed b. Ali b. Mes’ûd (öl. ?) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1651.

[11] Şeyh Abdü’l-kâdir-i Cürcânî (öl. 471/1078)’nin Arap nahvine dâir eserinin orijinal adı el-’Avâmilü’l-Mi’e; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1179.

[12] Müellifi, İmâm Nâsır b. Abdü’s-seyyid Matrizî (öl. 610/1213); bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1708.

[13] Eserin tam adı el-Kâfiye fi’n-Nahv; İbn Hâcib [ İbn Ömer Osmân] (öl. 646/1248) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1370.

[14] İranlı şâir, âlim ve mutasavvıf Câmî (Nûru’d-dîn Abdu’r-rahmân b. Ahmed b. Mehmed; öl. 898/1492)’nin şerhi.

[15] Kâfiye’nin şerhlerinden olan bir eser.

[16] Asıl adı el-Elfiyye fi’n-Nahv olup sâdece İbn Melek olarak da bilinen eser, Cemâlü’d-dîn Ebû Abdu’llâh Muhammed b. Abdu’llah-ı Tâ’î (öl. 762/1360-61) tarafından yazılmıştır; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I (1941), s. 151.

[17] Sarf, nahiv, lügat ve bunların kavâ’idine tahsis edilmiş bir eser.

[18] Riyâziyeci ve heyet âlimi Esîrü’d-dîn Mufazzal b. Ömer-i Ebherî (öl. 700/1300) tarafından yazılan Risâle-i Ebheriyye [bizde İsagoci adıyla meşhur olmuştur] isimli mantıkla ilgili eser; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 309.

[19] İsagoci’nin Hüsâmü’d-dîn Kātî (öl. 760/1359) tarafından yapılan muhtasar şerhi.

[20] Nasîrü’d-dîn-i Tûsî’nin talebelerinden Necmü’d-dîn Ömer b. Alî-i Kazvînî [Kâtibî] (öl. 693/1294)’nin mantıkla ilgili muhtasar eseri; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 1063.

[21] Şemsü’d-dîn Mahmûd b. Abdu’r-rahmân-ı İsfahânî (öl. 749/1348)’nin Abdullah b. Ömer Beyzâvî (öl. 685/1286)’nin Tevâli’u’l-Envâr [bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1116] adlı eserine yazmış olduğu kelâmla ilgili şerhtir; Şerh-i Tevâli’ olarak da bilinir; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 26.

[22] Kadı Sirâcü’d-dîn Mahmûd b. Ebû Bekr-i Urmevî (öl. 683/1283)’nin mantıka dâir Metâli’ü’l-Envâr adlı eserinin bir şerhine yazılan hâşiye; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1715 vd.

[23] Nasîrü’d-dîn-i Tûsî (öl. 672/1273)’nin Tecrîdü’l-Kelâm’ının bir şerhi; Tecrîd ve şerhleri hakkında bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., I, s. 346-351.

[24] Mecdî., a.g.e., s. 387-389.

[25] Allâme Sirâcü’d-dîn Ebû Ya’kûb Yûsuf Ebûbekr-i Sekkâkî (öl. 626/1228)’nin ma’ânîye dâir Miftâhu’l-Ulûm adlı eserinin bir şerhi; Miftâh ve üzerinde yapılan çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1762-1768.

[26] Mecdî., a.g.e., s. 315-316.

[27] Adudu’d-dîn Abdu’r-rahmân b. Ahmed el-Îcî (öl. 756/1355)’nin kelâma dâir eserine Seyyid Şerîf-i Cürcânî [Ali b. Mahmûd-ı Cürcânî] (öl. 816/1413) tarafından yazılmış olan meşhur şerh; diğer çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1891-1894.

[28] Ebu’l-Kâsım Câru’llâh Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî (öl. 538/1143)’nin el-Keşşâf ‘an-Hakā’ıkı’t-Tenzîl adlı meşhur tefsîri; eser ve üzerinde yapılan çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1475-1484.

[29] Mecdî., a.g.e., s. 338-339.

[30] Meşhur Türkistanlı âlim Ali Kuşçu (öl. 879/1474)’nun hey’etle ilgili eseri.

[31] Mecdî., a.g.e., s. 452-453.

[32] Kadı İyâz (öl. ?)’ın hadîse dâir eseri.

[33] Sa’du’d-dîn-i Taftazânî (öl. 791/1389)’nin belâgata dâir eseri; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 26-27.

[34] Burhânü’ş-şerî’a Mahmûd (öl. XIII. yy.)’un Vikâye adıyla bilinen ve tam adı Vikâye er-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye olan ve kızdan torunu Sadru’ş-şerî’a-i Sânî (öl. 750/1349) adına yazılmış bulanan, bu sebeple daha ziyâde Sadru’ş-şerî’a nâmıyla tanınan fıkhın mu’âmelât kısmıyla ilgili eseri; Vikâye üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 2020-2024.

[35] İmâm Hüseyin b. Mes’ûd el-Ferra’ el-Begavî (öl. 516/1126)’nin Mesâbîhü’s-Sünne adlı hadîsle ilgili eseri; eser üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1698-1702.

[36] İmâm Raziyyü’d-dîn Hasan b. Mehmed-i Sagânî (öl. 650/1253)’nin asıl adı Meşârıku’l- Envâri’n-Nebiyye min Sıhahi’l-Ahbâri’l-Mustafiyye olan hadîse dâir eseri; bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s. 1688.

[37] Hidâye, fıkhın fürû’ kısmıyla ilgili olup Şeyhülislâm Burhânü’d-dîn Ali b. Ebûbekr-i Mergınânî (öl. 593/1196-97)’nin yine kendisi tarafından yazılan Bidâyetü’l-Mübtedî adlı eserinin şerhi; Hidâye üzerindeki çalışmalar için bkz. Kâtib Çelebi, a.g.e., II, s.2032-2040.

[38] Sa’dü’d-dîn-i Taftazânî (öl. 792/1389-90)’nin et-Telvîh fî Keşfî Hakā’ıkı’t-Tenkîh adıyla Şerefü’d-dîn Ahmed (öl. 771/1369)’in Tenkîhu’l-Ahdâs fî Refî’i’t-Teyemmümi’l-Ahdâs adlı eserine yazdığı şerh.

[39] Nâsıru’d-dîn Sa’îd Abdu’llah b. Ömer el-Beyzâvî (öl. 692/1292-93)’nin tam adı Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl olan meşhur tefsîri; bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 23.

[40] Buraya alınan hâl tercümesi için bkz. Şakā’ık (Mecdî trc.), s. 524-526; kezâ, Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’iku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık (Zeyl-i Şakā’ık; Şakā’ıku’n-Nu’mâniye ve Zeyilleri 2; neşr. A. Özcan), I, İstanbul 1989, s. 524-524; Taşköprülü-zâde’nin hayat hikâyesi Mevzû’âtü’l-Ulûm’un sonunda da verilmiştir; ayrıca bkz, M. Münir Aktepe, “Taşköprülü-zâde” [Ebu’l-Hayr İsâmeddin Ahmed Efendi], İA, 12/I (1979), s. 42-44.

[41] Bkz. Dipnot 2.

[42] Bkz. Dipnot 1. Taşköprülü-zâde’nin kayda değer diğer eserleri ise şunlardır: Nevâdirü’l-Ahbâr fî Menâkıbi’l-Ahyâr [üç fasıl, 1. fasıl, sahâbe ve âbidlerin, ikinci fasıl içtihad sâhiplerinin ve üçüncü fasıl ise müneccim ve tabiplerin hayat hikâyelerine tahsis edilmiştir.]; Risâle fi ‘İlmi Âdâbi’l-Bahs [mübâhese ve münâzara âdâbına dâir]; Hâşiye ‘alâ hâşiyeti’s-Seyyid Şerîf ‘alâ Şerhi’t-Tecrîd; Şerhu’l-Ahlâkı’l-’Adudiyye; Risâle fi’l-Ferâ’iz [Şerh-i Ferâ’iz’e dâir]; Şerhu Mukaddimeti’s-Salât [Mollâ Fenârî’nin namaza dâir yazdığı risâlenin şerhi]. Çoğu risale olan diğer eserleri için bkz. Aktepe, a.g.m., s. 44.

[43] Mevzû’âtü’l-Ulûm, daha önce tarafımızdan geniş bir değerlendirilmeye tâbi tutulup yayımlanmıştır (bkz.Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın “İlim” ve “Âlim” Anlayışı”,Osmanlı Araştırmaları, XVII [İstanbul 1997], s. 149-264). Burada, söz konusu yazının ilgili kısımları hulâsa olunmuştur.

[44] Mevzû’ât, I, s. 23-24.

[45] A.g.e., I, s. 25.

[46] Bkz. Mecdî trc. s. 153-154.

[47] Nitekim, İmam Gazzâlî, kelâmla ilgili olarak şöyle der: “Onun maksadı, sünnet ehlinin akîdesini muhâfaza ve bunu bid’at ehlinin tehlikesinden korumaktır.” (el-Munkızu mine’d-Dallâl [=Dalâletten Hidâyete, çev. A. Subhi Furat], İstanbul 1978, s. 45); ayrıca bkz. Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye (Vidâdî trc.) İstanbul 1256, s. 43; H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 176; bu çerçevede ilk dönemlerde kelâmcılarla hadîsçiler arasında cereyân eden münâkaşalar için bkz. Talat Koçyiğit, Hadiscilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV yay., 3. baskı, Ankara 1988.

[48] Bu tasnif için ayrıca bkz. F. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 321-323.

[49] Mevzû’ât, II,s. 257.

[50] A.g.e., II, s. 257-258.

[51] Rahmân, 5.

[52] Yâsin, 39.

[53] Mevzû’ât, II, s. 258.

[54] A.g.e., II, 259.

[55] Aynı yer.

[56] Aynı yer.

[57] A.g.e., II, s. 261-264.

[58] Mevzû’ât, I, s. 25.

[59] Teferruat için bkz. Mevzû’ât,I, s.24-29.

[60] Teferruat için bkz. Mevzû’ât, I, s. 30-37.

[61] Taşköprülü-zâde, a.g.e., I, s. 37-66.

[62] Taşköprülü-zâde, Mevzû’at, I, s. 67-100.

[63] Taşköprülü-zâde’nin ilimleri tasnîfi daha önce Hüseyin Atay tarafından (Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 60-71) Miftâh’tan hareketle, fakat sâdece ilim konularının sâdeleştirilmiş isimlerinin alt alta sıralanmasından ibâret olmak üzere çıkarılmıştı. Biz burada, söz konusu ilim dallarının isimleri olan orijinal terminolojiyi de göz önüne almak ve gerekli bâzı açıklamalarda bulunmak sûretiyle , konuyu biraz daha geniş bir çerçevede ele alacağız.

[64] Bu konuda bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 323-331.

[65] A.g.e., s. 60

[66] Aşağıda yedi ana başlık altında sıralanan bu ilim tasnîfinin bütün alt dalları, daha önce tarafımızdan hazırlanan uzun bir yazıda etraflıca ele alınmıştır (bkz. “Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın ‘İlim’ ve ‘Âlim’ Anlayışı”, Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264). Bu kısa yazı çerçevesinde söz konusu ilim dallarının tamâmını zikretmeye imkân bulunmadığı için, burada hulâsaya gidilmekle yetinilmiştir. Teferruatlı bilgi söz konusu çalışmamızdan edinilebilir.

[67] Mevzû’at, I, s. 119-138.

[68] Mevzû’at, I, s. 141-312.

[69] Mevzû’at, I, s. 312-335.

[70] Mevzû’at, I, s. 336-432.

[71] Mevzû’at, I, s.435-442.

[72] Mevzû’at, I, s. 442-644; II, s. 3-253.

[73] Mevzû’at, II, s. 253-712.