Yayınlarım...
KLÂSİK OSMANLI DÖNEMİNDE FÂTİH MEDRESELERİNDE İLMÎ VERİM*
Osmanlı devleti bünyesinde ilk medresenin Orhan Bey tarafından 1330-31 yıllarında İznik’te kurulduğunu biliyoruz. İznik Orhaniyesi olarak da anılan bu medreseye önce Bursa’da, ardından da Edirne’de kurulan çeşitli medreseler katılmışlar ve böylece medrese sayısı hızla artmaya başlamıştır. Başkent medreseleri kadar îtibarlı olmasalar da diğer belli başlı şehirlerde de bir çok medresenin kurulmuş olması, işin tabiati gereğidir[1]. Kuruluş ve gelişme dönemi medreselerinin en önde gelenlerinin daha ziyâde devlete başkentlik etmiş şehirlerde kuruldukları muhakkaktır. Bunu da tabiî görmek gerekiyor. Zîrâ devletin bütün temel kuruluşları gibi, eğitim-öğretim faaliyetlerini destekleyen, mevcutlarına yenilerini ekleyen devlet büyük devlet adamları başkentlerde oturmakta idiler. Bunların bir çoğu, kurdukları eğitim-öğretim müesseselerine kendi isimlerini vermişler veya bu müesseseler kendi adlarıyla anılmışlardır.
İstanbul’un fethi ile, aynı geleneğin burada da sürdürüldüğü görülür. Ancak, İstanbul’da açılan yeni eğitim-öğretim müesseseleri, önceki örnekleri gibi gelişmekte olan bir sistemin halkaları olmaktan ziyâde, artık olgunluk dönemine adım atmış bir eğitim sisteminin ve anlayışının ürünleri olarak karşımıza çıkacaklardır. Bizzat Fâtih Sultan Mehmed’in eliyle yeniden gözden geçirilen, belirli bir hiyerarşik yapı içinde düzenlenen bütün eğitim-öğretim ve bilim kuruluşları, bu durumlarını yüz yıllarca sürdüreceklerdir. Bu bakımdan, İstanbul’un alınışını sâdece devlet açısından değil, Osmanlı devletinin bilim ve eğitim-öğretim kuruluşları açısından da bir dönüm noktası olarak görmek gerekmektedir. Bunun ilk müşahhas örneği de tabiatiyle Fâtih medreseleri olacaktır.
Osmanlı medreselerinin ilk dönemlerini, yâni İstanbul’un fethine kadar olan zaman zarfını, bilim ve eğitim-öğretim açısından bir ölçüde emekleme dönemi olarak kabul etmek mümkündür. Bu durum, ortaya konulan ilmî ürünler bakımından da geçerlidir. İlk dönemlerde, Osmanlı medreselerinde esas îtibâriyle dînî nitelikli derslerin okutulduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, Osmanlı âlimlerinin üzerinde çalıştıkları ilim dalları da, aynı şekilde çoğunlukla dînî nitelikli olmuştur[2]. İstanbul’un fethinden sonra bu şehirde faaliyete geçirilen üst seviyedeki medreselerle, ilmî sâhada evvelki dönemlere nisbetle hissedilir bir canlanma ve hareketlilik müşâhede edilmiş; felsefî ve ilmî düşünüş Osmanlı Türklerinde bu dönemde gelişmeğe başlamıştır[3]. Ancak, A. Adıvar’ın da belirttiği gibi, müsbet veya tecrübî denilen din-dışı ilimler konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Gerçi, meselâ tıpla ilgili bâzı eserlerin Fâtih’ten evvel de mevcut olduğu bilinmekte ise de, bunlar medrese eğitiminden ziyâde, esas olarak ferdî çalışmaların netîceleri idiler[4].
Fâtih, İstanbul’u aldıktan sonra burayı bir ilim merkezi hâline getirmek için ulemâya câzip imkânlar sağlamış, gerek kendi ülkesindeki, gerekse diğer İslâm beldelerindeki tanınmış ilim adamlarını buraya çekmeğe çalışmıştı. Onun döneminde Osmanlı ilim hayâtındaki canlanmanın sebeplerini tedkik ederken, bizzat sultanın mizâcını ve ilme karşı olan tavrını da göz önünde bulundurmak lâzımdır. Gerçekten de o, bir faaliyet ve hareket adamı olmanın yanı sıra, entellektüel seviyesi, ilmî tecessüsü ve araştırma merâkı yüksek bir şahsiyetti. Sultanın bu durumu, çevresine toplanmış olan ilim adamlarını da teşvik etti; böylece ortaya yeni eserlerin konulmasına zemin hazırlandı. Osmanlı kaynakları, ağız birliği etmişçesine, Fâtih’in ilme ve ilim adamlarına verdiği fevkalâde değere işâret ederler. Hoca Sa’deddin Efendi’ye göre, onun zamanında ulemâ sonsuz bir iltifâta mazhar olmuş, huzur ve sükûn içinde yaşamış ve bu uygun ortamda yazdıkları eserlerle hem sultanın adını ve hem de ilmi dünyânın her tarafına yaymışlardı. O, cehâlet binâlarını yıkarak yerlerine ilim yuvaları tesis etmiş, ilim ve irfan ülkesini korumuş, tıpkı ataları gibi ulemâya, seyyidlere ve şeyhlere ilgi ve desteğini esirgememişti[5].
Fâtih dönemindeki bu canlanma, söz konusu hareketin hızını kaybetmediği XVI. yüzyılın ortalarına kadar verilen ilmî ürünlerin seviyesini ve nisbetini de etkilemiş olmalıdır. Umûmî olarak bakıldığında, Osmanlı medreselerinde ilim ve eğitim-öğretim faaliyetlerini yürüten âlimlerin, eserlerini ortaya koyarken, elinizdeki seri içerisinde yer alan ve tarafımızdan hazırlanan çalışmalarda[6] çerçevesini çizmeğe çalıştığımız ilim anlayışı veya ilmî zihniyet çerçevesinde hareket ettikleri görülür. Bu hüküm, basit bir düşünce veya varsayım olarak ileri sürülmemektedir. Aşağıda sunulacak olan örnek veriler, bu hükmü doğrular niteliktedir.
Osmanlı medreselerinin tamâmında çalışan ilim adamlarının ortaya koydukları ilmî ürünlerin umûmî bir dökümünü yapmak, hiç şüphesiz, bu konuda daha kesin fikirler verecektir. Böyle bir dökümün uzun zaman dilimine yayılması ise, çok daha faydalı olsa gerektir. Ancak, mesele münferit gayretlerin kısa sürede üstesinden gelemeyeceği kadar büyük ve çok boyutludur. Bu sebeple, şimdilik münferit örneklerle iktifâ etmek durumundayız. Biz, burada konuya Osmanlı medreselerinin en önde gelenlerinden olan Sahn (Fâtih) medreseleri çerçevesinde bakmağa çalışacağız.
Fâtih medreselerinde çalışan ilim adamları tarafından yazılan eserlerin esas olarak naklî (dînî muhtevâlı) ve aklî olmak üzere iki gruba ayrıldığı görülür. Bu durum, yukarıda işâret ettiğimiz iki çalışmamızda vurgulanan ilim tasnîfine de uygundur. Ancak, her iki sâhada kaleme alınan eserleri telif ve telif olmayan şeklinde, ayrıca gruplandırmak da mümkündür. Telif eserler, konuları yazarları tarafından seçilerek araştırılmış, incelenmiş ve ortaya konulmuş eserlerdir. Bu tür çalışmaların dışında kalan eserler ise, şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk, tasnif (derleme) adları ile anılmaktadır.
Bu tâbirleri kısaca açıklayacak olursak: Şerh, bir kitâbın konusunun -çoğunlukla kelime ve ibâreler bakımından da olmak üzere- ele alınarak, ya aynı dilde veya başka bir dilde daha geniş olarak açıklanması sûretiyle yazılan eserlerdir[7]. Hâşiye ve hâmiş ise, bir kitâbın sayfalarının kenarlarına metinle ilgili olarak yazılan açıklamalardır. Bu açıklamaların daha seyrek olanlarına ta’lîkāt veya kelimât da denilmektedir[8]. Bir tür dipnot sistemini andıran hâşiye, hâmiş, ta’lîkler ve kelimeler türündeki çalışmalar içerisinde, bilhassa hâşiyeler müstakil eserler hâlinde de olmaktaydı. Osmanlı medrese ulemâsı tarafından ortaya konulan eserleri ana hatlarıyla bu çerçevede ele almak gerekmektedir.
Aşağıda sunulacak veya zikredilecek rakamların, ilim adamlarının ortaya koydukları eserler bakımından mutlak ve kesin veriler olmadığını belirtmek lâzımdır. Bununla birlikte, bu verilerin umûmî temâyülü göstermesi bakımından fevkalâde açıklayıcı olacağını düşünüyoruz.
Ele almak istediğimiz Sahn medreseleri, Fâtih külliyesinin bir parçası olarak 1470 (875)’te faaliyete geçtiler. Bu târihten 1603’e, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçtiği târihe kadar -yâni XV. yüzyılın son otuz yılı içinde ve XVI. yüzyıl boyunca- Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan 290 ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları, bunların 189 (% 36.3)’unun telif, geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnif ve tercüme niteliği taşıyan eserler oldukları görülüyor. Bu eserler ise, 118 (% 40.7) ilim adamınca kaleme alınmıştır. Bu durumda, 290 ilim adamının yarısından çok fazlasının, yâni yaklaşık % 60’ının, ilmî faaliyetler bakımından en verimli dönemler olan XV. yüzyılın son çeyreği ile XVI. yüzyıllarda eser vermedikleri ileri sürülebilir.
XVII. yüzyıla gelince: Bir asır boyunca Sahn’da ders verdikleri tesbit olunan ilim adamı sayısı 648’dir. Bunların sâdece 60 (% 9.3)’ının irili ufaklı olmak üzere yekûn 118 eser verdikleri tesbit olunmuştur. Bu sayının 32 (% 27.1)’si telif, 86 (% 72.9)’sı ise şerh, hâşiye, hâmiş, ta’likāt, kelimât, tasnif ve tercüme türündedir.
XVIII. yüzyılın ilk 30 yılı içerisinde ise sâdece 253 Sahn müderrisinin ismi tesbit edilebilmiştir. Ne var ki, 253 kişiden yalnızca 16 (% 6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bu eserlerin 11 (% 40.7)’i telif, 16 (% 59.3)’sı ise telif dışı eserlerden oluşmaktadır.
Dikkat edilirse, medrese ulemâsı tarafından ortaya konulan ilmî ürünlerin, sâdece sayı îtibâriyle bile, XV. yüzyıldan XVIII. Yüzyılın ortalarına kadar gittikçe düşen bir seyir tâkip ettiği görülür. Bu durum, metin sonunda verilen tablolarda da kolayca görülebilmektedir.
Miktarlarına dâir rakamlar verilen bu eserlerin muhtevâlarına, yâni ilgili oldukları ilim dallarına bakıldığında, naklî, yâni dînî muhtevâlı ilimlerin ekseriyeti oluşturdukları görülür:
1470 ilâ 1603 yılları arasında yaşayan ve Sahn’da kısa bir süre de olsa ders veren ulemâ tarafından yazılan telif nitelikli 189 eserden sâdece 20 (% 10. 6)’si aklî ilimlerden oluşmaktadır. Geriye kalan 169 (% 89. 4) eser tefsir, hadis, fıkıh, akā’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dînî muhtevâlı konularla târih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedi’, beyân ve maânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerdir. Sonraki yüzyıllarda da benzer bir temâyül sezilmektedir. Nitekim, XVII. yüzyılda telif nitelikli eserlerin yekûnu 32 olarak tesbit edilmiştir. Bu sayının 648 gibi büyük bir sayıya ulaşan ilim adamı tarafından ortaya konduğunu belirtmek gerekir. XVIII. yüzyılın ilk 30 senesinde ise, Sahn müderrisi olmuş kişilerin ortaya koydukları telif eser sayısı 13 olarak gözükmektedir.
Konuya şerh nitelikli eserler açısından bakacak olursak, Sahn medreselerinin kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın sonlarına kadar yekûn 37 eserin yazıldığını görürüz. Bunlardan sâdece 3 (% 8.1)’ü aklî ilimlerle ilgilidir. XVII. yüzyılda ise yekûn 15 adet şerh nitelikli eser gözükmekte, bunlardan yalnız birinin aklî ilimlerle ilgili olduğu dikkati çekmektedir. XVIII. yüzyılda ise, en azından tesbit edilen Sahn müderrisleri açısından şerh esere rastlanmamıştır.
Aynı konuya, yazılan eserlerin hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tercüme ve tasnif (mecmûa) niteliği taşıması açısından bakıldığında, elde edilen verilerden ortaya şöyle bir netîce çıkmaktadır: Fâtih medreselerinin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar, 11 (% 3.7)’i aklî ilimlerle ilgili olmak üzere yekûn 294 çalışma ortaya konmuştur. XVII. yüzyılda yekûn 71 eser verilirken, XVIII. yüzyılın ilk 30 yılında ise sâdece 16 eserin bulunduğu görülmektedir ki, bunun da 13 tânesini tasnif (derleme, mecmûa) ve tercümeler oluşturmaktadır.
Kezâ, konu başka bir açıdan ele alındığında, 1470 ile 1730 yılları arasında yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında telif olarak yekûn 14 (% 6) tefsir, 48 (% 20.5) fıkıh, 25 (% 10.7) akā’id-kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir de hadisle ilgili, diğer bir deyişle ‘dînî muhtevâlı’ olmak üzere yekûn 99 eserin yazıldığı görülür. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24. 7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konuları belirsiz olmakla birlikte, dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen (fünûn-ı ‘âliye) 30 (% 13) ve sayıları belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli “ba’zı resâ’il”) yazıldığı dikkati çekiyor. Diğer bir deyişle, yekûn 234 telif eserden 143 (% 61. 7)’ü dînî muhtevâlıdır. Edebiyat, târih ve Arap dili ile ilgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir.
Aynı şekilde, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt, kelimât, tasnif ve tercüme nitelikli yekûn 336 çalışmayla karşılaşıyoruz. Bunlardan 55 (% 16.3)’i tefsir, 128 (% 38)’i fıkıh, 64 (% 19)’ü akā’id-kelâm, 10 (% 3)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgilidir. 6 (% 1.8) tâne de hadisle ilgili çalışma bulunmaktadır. 74 (% 22) tâne ise tasnif (derleme, mecmua) ve tercüme ortaya konmuştur; ancak bunların mühim bir kısmı fetvâ mecmualarından mürekkeptir.
Değerlendirmeye tâbi tutulan süre içerisinde yekûn 36 adet irili ufaklı aklî ilimler kategorisine sokulabilecek çalışma ortaya konmuştur ki, bunlar da daha ziyâde hey’et, hendese, hesap, riyâziye, vs. gibi konularla ilgilidir.
Kezâ, aynı dönemde tesbit edilebilen yekûn 1191 müderristen 194 (% 16.3)’ü eser vermiş, irili ufaklı bir çalışma ortaya koymuştur. Bu durum, kanaatimizce, ulemânın büyük çoğunluğunun ya yazmaktan kaçındığını veya bir eser kaleme alacak kudrette olmadığını göstermektedir.[9] Oysa, gerek Mecdî’nin, gerekse Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin, âlimleri anlatırken kullandıkları üslup ilgi çekicidir. Pek çok örnekte görüldüğü üzere, ilmî mahâretleri, kavrayış ve zekâları parlak cümlelerle anlatılan insanların, “âsâr-ı ilmiyye”lerine gelince, çoğu zaman “şi’r ü inşâya kādir idi”; yâhut falanca ilimde “yed-i tûlâsı vardı” gibi, esasta pek bir mânâ ifâde etmeyen cümleler kullanıldığı dikkati çekmektedir.[10]
***
Yukarıda, Osmanlı medreselerinden yetişen, buralarda bizzat ders veren ve bir süre de olsa Fâtih medreselerinde çalışan kişilerin ortaya koydukları eserlerle ilgili olarak bâzı istatistik veriler zikredildi. Bu verileri, daha mânâlı kılabilmek için, üzerinde daha çok çalışılan eserleri de kısaca gözden geçirmek gerekmektedir.
Dikkat edilirse, çalışılan konular ve ilim dalları arasında fıkıh başta geliyor. Bunun sebebi açıktır: Çünkü fıkıh, bir bakıma kānun yapma (teşrî’) faaliyetleri ile ilgilidir. Bilindiği gibi, Osmanlı yönetiminin ve adlî müesseselerin bu sâhada ortaya konulacak eserlere büyük ihtiyâcı vardı. Hem ferdî ve hem de sosyal ve idârî hayatla ilgili pek çok problemin çözümü, bu tür çalışmalarda gösterilen performansa bağlıydı. Öte yandan, her müderris (ilim adamı) aynı zamanda bir devlet memuru, bir hâkim, bir müftü idi ve her gün kendisine çözüm için pek çok konu intikal etmekteydi. Bu da fıkhî çalışmaları gerekli kılıyordu.
Bu eserlerin başında, medreselerde ders kitabı olarak da okunan Hidâye ve buna dayalı çalışmalar gelmektedir. Fergâna’lı Mergınânî (ö. 593 / 1196) tarafından yazılan bu eser usûl-i fıkıh, yâni fıkıh metodolojisi ile ilgilidir. Eserin bâzı bölümleri, Sahn’a kadar yükselen Osmanlı âlimleri tarafından, yetişme dönemlerinde girdikleri imtihanlar vesîlesiyle ele alınıp incelenmiş ve müstakil risâleler ortaya konmuş; bütünü üzerine ise çok sayıda şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât yazılmıştır.
Üzerinde en fazla durulan eserlerden biri de, fıkhın fürû‘ (mu’âmelât) kısmıyla ilgili Vikāye’dir. Hanefî âlimlerinden Burhânu’ş-Şerî’a Mahmûd (ö. XIII. yy. ) tarafından, kızdan torunu Sadru’ş-Şerî’a-i Sânî (ö. 750 / 1349) adına yazılmış ve bu sebeple, kaynaklarda çoğunlukla Sadru’ş-Şerî’a olarak zikredilmiş bulunan eserin tam ismi Vikāyetü’r-Rivâye fî Mesâ’ili’l-Hidâye’dir. Vikāye, Osmanlı âlimlerini derinden etkilemiş ve üzerinde çeşitli şerhler, hâşiyeler, hâmişler ve benzeri çalışmalar yapılmıştır.
Fıkhın muâmelât kısmıyla ilgili olan ve üzerinde en fazla durulan eserlerden bir diğeri ise, Molla Hüsrev (ö. 885 / 1480)’in Gurer’i ile, bu esere yine aynı şahıs tarafından yazılan şerh, Dürer’dir. Her iki eserin çoğunlukla Gurer ve Dürer şeklinde birlikte anıldıkları görülmektedir.
Kezâ üzerinde çalışılan diğer bir eser ise, Telvîh’tir. Bu eser aslında bir şerh olup Şerefüddin Ahmed tarafından yazılan Tenkîhü’l-Ahdâs isimli kitap için Sa’düddin Taftazânî tarafından kaleme alınmıştır.
Zikredilen bu dört eser kadar olmamakla birlikte, fıkıhla ilgili olarak üzerinde çalışılan bahse değer başka eserler de bulunmaktadır. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır: Sirâcüddin Muhammed (ö. ?)’in Ferâ’izü’s-Secâvend (Ferâ’iz-i Sirâcî)’i; Bağdad’lı Ahmed b. Muhammed (ö. 428/1036)’in Muhtasaru’l-Kudûrî’si; Sa’düddin Taftazânî’nin Tavzîh’i; İbn Kemâl (ö. 940 / 1534)’in Islâh u Îzâh’ı; Hâfızuddin Ömer Nesefî (ö. 710 / 1301)’nin Menâru’l-Envâr’ı; bu eserin İbn Melek (ö. ?) tarafından yazılan bir şerhi; Nesefî’nin başka bir eseri, Kenzü’d-Dekāyık’ı; İmâm-ı a’zam’a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber; Molla Hüsrev’in Mir’ât (u’l-Usûl) ve Mirkāt (u’l-Usûl)’ı ve nihâyet Şeyh Bedreddin (ö. 820 / 1417)’in Câmi’u’l-Fusûlîn’i. Bu eserlerin, Osmanlı âlimlerinin tamâmı tarafından kullanıldığını ve eğitim-öğretimin temel kaynakları arasında bulunduğunu belirtmek gerekir.
Tefsir sâhasında üzerinde çalışılan eserlerin, temelde, iki tâne olduğu görülüyor. Bu eserler aynı zamanda Osmanlı medreselerinin ders programları arasında bulunan kitaplardır. İlki, ünlü tefsir âlimi Mahmûd Zemahşerî (ö. 538 / 1143)’nin kısa adı Keşşâf olan el-Keşşâf ‘an Hakāyıkı’t-Tenzîl’i; ikincisi ise, Kadı Beyzâvî (ö. 685 / 1286)’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı, Tefsîr-i Kādî veya kısaca Kadı Beyzâvî olarak da anılan eseridir. Yukarıda kısaca üzerlerinde durulan bu eserlere Osmanlı ilim adamlarının çoğu hâşiye, hâmiş, ta’likāt ve kelimât yazmışlardır. Ancak, Beyzâvî’ye nisbetle Keşşâf’ın daha az ele alındığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı döneminde yazılan tefsirler arasında en meşhûru, muhakkak ki, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin İrşâdu’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’âni’l-Kerîm’idir. Ebussuûd Efendi, eserini şeyhülislâm iken yazmıştır. Ebussuûd Efendi’nin bu eseri yazarken, daha ziyâde Keşşâf ve Beyzâvî’yi örnek aldığı ve onların metodlarını benimsediği ileri sürülür[11]. Yazıldığında Kānûnî tarafından çok beğenilmiş, gerek yazarına ve gerekse dönemin önde gelen âlimlerine hükümdar tarafından lütuf ve ihsanlarda bulunulmasına vesîle olmuştur. Eserin medreselerde ders kitabı olarak okutulup okutulmadığı belli değilse de, ulemânın temel kaynakları arasına girdiği muhakkaktır.
Hadisle ilgili olarak üzerinde çalışılan eserlere gelince: Fazla bir çalışma bulunmamakla birlikte, Sahn müderrislerinden bâzılarının Buhârî (ö. 256 / 869) ve Müslim (ö. 264 / 874)’in Sahîh’leri ile, ünlü altı hadis kitabı (kütüb-i sitte)’nın muhtasarı olan Muhammed el-Sagânî (ö. 650 / 1252)’nin Meşârıku’l-Envâr’ını ele aldıkları görülmektedir.
Akāidle ilgili olarak ise, üzerinde durulan eserlerin başında Necmüddin Ebû Hafs Ömer b. Muhammed Nesefî (ö. 537 / 1142)’nin Akā’idü’n-Nesefiyye’si gelmektedir. Osmanlılar tarafından son derece îtibâr edilen bu esere, Sa’düddin Taftazânî’nin güzel bir şerhi bulunmaktadır ve esâsen, Osmanlı ulemâsı tarafından üzerine şerh ve hâşiyeler yazılan da Taftazânî’nin şerhidir. Akāidle ilgili olarak Celâlüddin Devvânî (ö. 908 / 1502)’nin İsbât-ı Vâcib’i ile Sahn müderrislerinden Şeyh-zâde İbrâhim b. Mustafa (ö. 1014 / 1605)’nın Nazmu’l-Ferâ’id fî Silki Mecma’i’l-Akā’id’i zikre değer diğer çalışmalardır.
Kelâm konusunda ise, üzerlerinde en fazla durulan üç eser görülmektedir. Kısaca Tecrîd, Mevâkıf ve Tevâli’ adlarıyla anılan bu eserler, fetihten önceki ilk dönem Osmanlı medreselerinin de temel ders kitaplarındandı. Asıl ismi Tecrîdü’l-Kelâm olan ve Nâsıruddin Tûsî (ö. 672 / 1273) tarafından yazılan Tecrîd’e pek çok şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkāt ve kelimât yazılmıştır. Bunlar içerisinde Ali Kuşçu, İbn Kemâl, Hâfız-ı Acemî, Kınalı-zâde Ali Çelebi gibi ünlü âlimler de görülmektedir. el-Mevâkıf ise, Adududdin Abdurrahman b. Ahmed el-Îcî (ö. 756 / 1355) tarafından yazılmıştır. Esere en güzel şerhi Seyyid Şerif Cürcânî yazmış ve Osmanlı müderrisleri de ekseriyetle bu şerh üzerinde çalışmışlardır. Dikkati çeken üçüncü eser, Tevâli’u’l-Envâr, Abdullah b. Ömer Beyzâvî (ö. 685 / 1286) tarafından yazılmıştır. Osmanlı müderrislerinden Hoca-zâde, Efdal-zâde Hamîdüddin ve Muhyiddin b. Tablbaz gibi Fâtih dönemi ve hemen sonrası şahsiyetlerinin, bu esere birer şerh yazdıkları görülmektedir. Kelâmla ilgili olarak, Şârihü’l-Mültekā Seyyid Mehmed Efendi (ö. 1104 / 1692)’nin İnâyet’i ile, Kazasker Abdülbâkî Ârif Efendi (ö. 1125 / 1713)’nin Menâhicü’l-Vusûl ilâ Medârici’l-Usûl’ü birer telif eser olarak zikre değer.
Osmanlı ulemâsının, Arap dilinin muhtelif durumları üzerinde bilhassa durdukları ve pek çok şerh, hâşiye ve hâmiş yazdıkları bilinmektedir. Bunun sebebi, Kur’ân’ı daha iyi anlama ve hükümler çıkarırken hatâya düşmeme endişesi olsa gerektir. Ancak, temelde yardımcı veya anahtar (âlet) niteliğinde görülen dille ilgili çalışmalar, zaman içerisinde aslî ilimler gibi îtibâr görmüşlerdir. Bunun mühim bir sebebi bulunuyordu. Zîrâ kelâm, hikmet, mantık ve benzeri son derece zor ve girift dalların ilgi sâhasına giren pek çok konu, dille ilgili olarak yazılan eserlerde de ele alınmağa başlanmıştır. Ulûm-ı Arabiyye denilen lügat (kelime bilgisi), iştikak (kelime türetme yolları), sarf (fiil çekimi, zamanlar), nahv (cümle teşkili), arûz (şiir vezinleri bilgisi) ve kâfiye ile, ilm-i belâgat denilen ve merâmı açık, güzel ve fasih anlatmağı hedef alan bedî’, beyân ve ma’ânî gibi üslûp konuları temel çalışma sâhaları hâline gelmiştir.
Bu cümleden olmak üzere, belâgatla ilgili olup üzerinde en fazla çalışılan eser, Sirâcüddin Ebî Ya’kûb Yûsuf b. Ebûbekir Sekkâkî (ö. 626 / 1228)’nin Miftâhu’l-Ulûm’udur. Esere bilhassa Sa’düddin Taftazânî’nin ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin yazdıkları şerhler dikkati çekmiş ve pek çok Osmanlı müderrisi söz konusu şerhlere hâşiye, hâmiş ve ta’lîkāt yazmıştır. Sa’düddin Taftazânî’nin kendi eseri olan Mutavvel ile, ona yazdığı Muhtasar adlı şerh de belâgatla ilgili olarak çok okunan, pek çok Osmanlı müderrisi tarafından üzerinde çalışılan iki eserdir. Sarf ile ilgili olarak ise, İbn Hâcib (ö. 646 / 1248)’in Şâfiyye’si ve Ahmed b. Ali b. Mes’ûd (ö. ?)’un Merâhu’l-Ervâh’ı zikre değer. Son esere, İbn Kemâl’in de aralarında bulunduğu bir çok âlim tarafından şerh, hâşiye, vs. yazılmıştır. Nihayet, Sahn müderrislerinden Ahmed b. Mustafa (ö. 911 / 1505)’nın Mîzân-ı Tasrîf’i, sarfla ilgili telif eser olarak zikredilebilir. Nahiv konusuna gelince; İbn Hâcib’in el-Kâfiyye fi’n-Nahv’i dikkati çekmektedir. Esere, Molla Câmî tarafından yazılan şerh üzerinde daha fazla durulmuş ve Osmanlı müderrisleri bilhassa bu eser üzerinde çalışmışlardır. Ayrıca, İbn Hişâm (ö. 762 / 1360-61)’ın Mugni’l-Lebîb ‘an Kütübi’l-E’ârib’i nahiv konusunda üzerinde çalışılan eserlerdendir.
İlm-i mîzân da denilen ve ilimlerin tasnîfinde felsefiyyât (aklî ilimler) arasında zikrolunan mantık konusunda, daha ziyâde Metâli’u’l-Envâr adlı eser üzerinde durulduğu söylenebilir. Eser, Kadı Sirâcüddin Mahmud b. Ebûbekir Urmevî (ö. 682 / 1283) tarafından yazılmıştır. Üzerinde şerh, hâşiye, hâmiş ve ta’lîkāt türünde îzâh ve açıklama yapılmak sûretiyle çok durulan Metâli’, Osmanlı müderrislerinin ilgisini çekmekle kalmamış, aynı zamanda medreselerin ders kitapları arasına da girmiştir. Esere, Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yazılan hâşiye, bilhassa mûteber görülmüştür. Ünlü âlim Ali Kuşçu, Metâli’in bâzı bölümlerinin konularını ele alarak müstakil bir risâle yazmıştır. Molla Lütfî de dâhil, bilhassa XVI. yüzyıla kadar yaşamış ulemâ arasında eser üzerinde çalışan bir çok âlim vardır. Mantık konusunda üzerinde çalışılan eserlerden birisi de, Necmüddin Ömer b. Ali Kazvînî (ö. 693 / 1293)’nin eş-Şemsiyye adlı eseriyle, bu esere Kutbüddin Muhammed Tahtâvî (ö. 766 / 1364) tarafından yazılan el-Kavâ’idü’l-Mantıkıyye fî Şerhi’ş-Şemsiyye (Şemsiyye-i Kutbî) ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerh-i Şemsiyye’sidir. Seyyid Şerif’in şerhi, Fâtih külliyesi içerisinde bulunan ve Sahn medreselerine geçişte bir basamak oluşturan Tetimme medreselerinde ders kitabı olarak okunmuştur[12].
Buraya kadar gözden geçirilen eserler, Osmanlı medrese ulemâsının ilmî ve fikrî bakımdan beslendikleri kaynakları göstermeleri bakımından da mühim çalışmalardır. Ancak, bu eserlerin her birinin burada geniş olarak ele alınması tabiatiyle mümkün değildir ve daha uzun soluklu çalışmaları gerektirmektedir. Biz, bu çalışmada konuyu anahatlarıyla ele almakla yetindik. Söz konusu eserler ve konuları üzerinde yürütülen çalışmaların, farklı yoğunluklarda da olsa, Osmanlı devletinin sonuna ve medreselerin kapatılmasına kadar devâm ettiği muhakkaktır.
TABLO 1
Mecdî, Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi’lerin Verilerine Göre Sahn’da
Müderrislik Etmiş Olan Ulemânın Te’lîf Ettikleri Eserlerin Konularına Göre Dağılımı
|
NAKLÎ İLİMLER |
|
|
||||||||
|
Tefsir |
Hadis |
Fıkıh |
Akâid – Kelâm |
Ahlâk, Tasavvuf |
Târih, Edebiyat |
Lisâniyât (sarf, nahiv, belâgat) |
Konusu belirsiz (fünûn-ı âliye) |
Sayısı belirsiz (ba’zı resâ’il) |
Aklî İLİMLER |
TOPLAM |
XV-XVI. YY. (1470 –1603) |
11 |
1 |
42 |
22 |
8 |
31 |
10 |
30 |
14 |
20 |
189 |
XVII. YÜZYIL |
3 |
- |
5 |
2 |
3 |
19 |
- |
- |
- |
- |
32 |
XVIII. YÜZYIL (1700-1730) |
- |
- |
1 |
1 |
- |
8 |
1 |
- |
- |
- |
13 |
TOPLAM |
14 |
1 |
48 |
25 |
11 |
58 |
11 |
30 |
14 |
20 |
234 |
TABLO 2
Mecdî, Atâyî Ve Şeyhî’nin Verilerine Göre Sahn’da Müderrislik Etmiş Olan
Ulemânın Şerh Olarak Yazdıkları Eserlerin Konularına Göre Dağılımı
|
Tefsir |
Hadis |
Fıkıh |
Akâid – Kelâm |
Ahlâk, Tasavvuf |
Târih, Edebiyat |
Lisâniyât (sarf, nahiv, belâgat) |
Aklî İLİMLER |
TOPLAM |
XV-XVI. YY. (1470 –1603) |
- |
3 |
12 |
6 |
3 |
4 |
6 |
3 |
37 |
XVII. YÜZYIL |
- |
- |
6 |
- |
3 |
- |
5 |
1 |
15 |
XVIII. YÜZYIL (1700-1730) |
-- |
- |
- |
- |
- |
- |
- |
- |
- |
TOPLAM |
- |
3 |
18 |
6 |
6 |
4 |
11 |
4 |
52 |
TABLO 3
Mecdî, Atâyî ve Şeyhî’nin Verilerine Göre Sahn’da Müderrislik Etmiş Olan Ulemânın Hâşiye, Hâmiş,
Ta’lîk, Kelimât, Tasnîf ve Tercüme Niteliğinde Yazmış Oldukları Eserlerin Konularına Göre Dağılımı
|
Tefsir |
Hadis |
Fıkıh |
Akâid – Kelâm |
Ahlâk, Tasavvuf |
Târih, Edebiyat |
Lisâniyât (sarf, nahiv, belâgat) |
Tasnîf ve Tercüme |
Aklî İLİMLER |
TOPLAM |
XV-XVI. YY. (1470 –1603) |
35 |
3 |
87 |
56 |
2 |
12 |
48 |
40 |
11 |
294 |
XVII. YÜZYIL |
3 |
- |
20 |
2 |
1 |
- |
- |
21 |
1 |
71 |
XVIII. YÜZYIL (1700-1730) |
- |
- |
3 |
- |
- |
- |
6 |
13 |
- |
16 |
TOPLAM |
14 |
3 |
110 |
58 |
3 |
12 |
54 |
74 |
12 |
375 |
TABLO 4
Mecdî ve Atâyî’nin Verilerine Göre, XV-XVI. Yüzyıllarda (1470-1603)
Sahn’da Müderrislik Etmiş Olan Ulemânın Yazdıkları Eserlerin Umumî Dağılımı
Te’lif Eserler |
Şerh, Hâşiye, Hâmiş, Ta’lîk, Tasnîf ve Tercüme |
TOPLAM |
Toplam Ulema |
Toplam Eser Veren Ulemâ |
189 |
331 |
520 |
290 |
118 |
% 36.3 |
% 63.7 |
% 100 |
% 40.7 |
TABLO 5
Atâyî ve Şeyhî’nin Verilerine Göre XVII. Yüzyılda Sahn’da Müderrislik Etmiş Olan
Ulemânın Yazdıkları Eserlerin Umumî Dağılımı
Te’lif Eserler |
Şerh, Hâşiye, Hâmiş, Ta’lîk, Tasnîf ve Tercüme |
TOPLAM |
Toplam Ulemâ |
Toplam Eser Veren Ulemâ |
32 |
86 |
118 |
648 |
60 |
% 27.1 |
% 72.9 |
% 100 |
% 9.3 |
TABLO 6
Şeyhî’nin Verilerine Göre XVIII. Yüzyılda (30 Yıllık Bir Süre İçinde) Sahn’da
Müderrislik Etmiş Olan Ulemânın Yazdıkları Eserlerin Umumî Dağılımı
Te’lif Eserler |
Şerh, Hâşiye, Hâmiş, Ta’lîk, Tasnîf ve Tercüme |
TOPLAM |
Toplam Ulema |
Toplam Eser Veren Ulema |
11 |
16 |
27 |
243 |
16 |
% 40.7 |
% 59.3 |
% 100 |
% 6.4 |
______________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlandı: Bilim Tarihi, ……
[1] İlk dönem Osmanlı medreseleri hakkında geniş bilgi için bkz. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984.
[2] İlk dönem medreselerinde okunan eserler ve dolayısıyla ‘ilim konuları’ ile ilgili olarak bkz. Bilge, a.g.e., s. 40-63.
[3] Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982 (1943), s. 31.
[4] Aynı eser, s. 17-30.
[5] Bkz. Tâcü’t-Tevârîh, İstanbul 1280, II, s. 577-78. Bu hususta daha fazla bilgi edinebilmek için bkz. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, s. 176-210; Adıvar, a.g.e., s. 31-42. Ayrıca bkz. Kritovulos, Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî (trc. Karolidi, TOEM eki.), İstanbul 1328, s. 16, 177.
[6] Bu çalışmalar için bkz. “Klâsik Dönem Osmanlı Bilim Anlayışı”, …………. ; kezâ, “Taşköprülü-zâde ve Mevzû’âtü’l-Ulûm’u”, …………….
[7] Ş. Sâmî, Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1317, I, s. 173.
[8] A.g.e., I, s. 535-36; II, s. 1504.
[9] Yukarıdaki verilerin teferruâtı için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 356-380.
[10] Her üç yazarın eserleri bu tür örneklerle doludur.
[11] Bkz. Abdullah Aydemir, Ebussuud Efendi ve Tefsirdeki Metodu, Ankara 1968. Bu çalışmada, Ebussuud Efendi’nin söz konusu kaynaklardan çoğu zaman nasıl birebir faydalandığı örnekleriyle ortaya konulmuştur.
[12] Burada isimleri zikredilen çalışmalarla ve Fâtih medreselerinin ilmî verim açısından değerlendirilişi ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 356-380.