Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-44                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

ANADOLU SELÇUKLULARI VE BEYLİKLER DÖNEMİNDE EĞİTİM*

 

Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinin durumunu bütün açıklığı ile ortaya koyabilmek imkânından, ne yazık ki, mahrûmuz. Mîmârî yapılar dolayısıyla sanat târihçileri tarafından daha ziyâde fizikî unsurlar çerçevesinde ele alınan medrese binâları dışında, bu dönemde inşâ olunan ilim ve eğitim-öğretim kuruluşlarında nasıl bir eğitim-öğretim faaliyeti cereyân ettiği konusunda yapılmış modern çalışmalar da maalesef çok yetersizdir. Mevcut çalışmalar ise, daha ziyâde umûmî bir nitelik taşımakta; verilen bilgiler sathî değerlendirmelerden ve bir takım varsayımlardan öte geçememektedir-ler[1].

Bu durumun hiç şüphesiz kendine has bâzı sebepleri bulunmaktadır: Öncelikle, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden başlayarak, Osmanlıların doğudan batıya bütün Anadolu’yu tek bir idârî çatı altında birleştirmelerine kadar geçen süre içerisinde –ki bu süre neredeyse XVI. yüzyılın başlarına kadar uzayacaktır–, bölge siyâsî açıdan parçalanmış, düzinelerle devletin ve beyliğin hâkimiyet alanı olmuş; şehirler mevcut siyâsî yapılanmalar arasında sık sık el değiştirmiş; bu zaman zarfında siyasî istikrar bir türlü sağlanamamıştır. Anadolu Selçukluları bir ara bölgenin büyük bir kesimi üzerinde hâkimiyet tesis eder gibi gözükmelerine rağmen, peşpeşe gerçekleşen Haçlı seferleri ve ardından gelen Moğol saldırıları ve işgâli, uzun süreli bir istikrar döneminin oluşmasına imkân vermemiştir. Dolayısıyla, XIII. yüzyılın başlarına kadar Anadolu Selçuklularının bölgenin tamâmının hâkimi olmadıklarını söylemek yerinde olacaktır. Bu dönemde bile Anadolu’nun tamâmı siyâsî bir çatı altında birleştirilememiştir.

Anadolu Selçuklu devletinin en parlak dönemi, bir müteârife şeklinde, umûmiyetle Sultan Alâeddin Keykubad (1220-1237) zamânı olarak kabûl edilir. Fakat, onun 1237 yılında ölümünün ardından çok geçmeden Moğolların etkisiyle devletin çöküş sürecine girmesi, Alâeddin Keykubad zamânında görülen söz konusu parlaklığın bile ârızî oluşuna yorumlanabilir. Öte yandan, 1300’lü yılların başlarında Anadolu Selçuklu devletinin dağılması ve yerine yirmiye yakın beyliğin kurulmasıyla birlikte, Anadolu bu beylikler arasında, deyim yerinde ise, âdetâ parsellenecektir. Böylesi bir kargaşa ve istikrarsızlık ortamında, –bâzı vakfiyeler[2] ve müstakil eserler hâriç[3]– ortaya konan muâsır eserlerin çoğunun günümüze ulaşamayacağı açıktır. Aynı şekilde, bölgede hâkimiyet sürmüş olan devlet veya devletçiklerin arşiv malzemeleri de, ne yazık ki, günümüze kadar ulaşamamışlardır. Bu durum, sâdece ilim ve eğitim-öğretim müesseseleri konusunda değil, bu dönemle ilgili hemen her alanda târihçilerin karşısına büyük problemler çıkarmaktadır.

Bu bakımdan, Anadolu Selçukluları döneminde ilim ve eğitim-öğretim müesseseleri konusunu, münhasıran Anadolu Selçuklu devletinin ulaştığı siyâsî sınırlarla sınırlı tutmayıp, 1071 sonrası Anadolu’sunu, beylikler dönemi de dâhil, bir bütün olarak ele almak kaçınılmaz gözükmektedir. Burada öncelikle medreselerin teşekkülü ve eğitim-öğretim konusu; ardından yürütülen ilmî faaliyetlerin mâhiyeti ve bu faaliyetlere konu olan ilim dallarının çerçevesi üzerinde durulacaktır.

***

Eğitim-Öğretim Faaliyetleri ve Medreseler:

İlim ve eğitim-öğretim müesseseleri hangi âmillerin etkisiyle ortaya çıkmakta veyâ hangi ihtiyaçlar bu tür kuruluşların varlıklarını gerekli kılmaktadır?

Bu tür kuruluşların, ihtiyaçlarını karşıladıkları veya hitap ettikleri iki temel alan görürüz: Devlet ve onun idâresi altında yaşayan insanlar. Bu bakımdan, eğitim kuruluşlarının faaliyetlerinin netîceleri olarak ortaya çıkan hizmetler, bir taraftan devletin ve diğer taraftan cemiyetin temel taleplerini karşılamaktadırlar. Bu talepleri, iki ana başlık altında toplamak mümkündür:

1. Pratik ihtiyaçlar,

2. Dînî ihtiyaçlar.

Bir devletin sâdece silâh gücüne dayanarak ayakta durması, takdir edilir ki, mümkün değildir. Devlet denen siyâsî teşekkül, ancak kalifiye, yâni iyi eğitim görmüş elemanların mevcûdiyeti ile varlığını sürdürebilir. Târih boyunca hemen her devlet, siyâsetten askeriyeye, hukuk ve adâletin tahkim ve tevziinden iktisâdî meselelerin çözümüne kadar, çok çeşitli alanlarda karşılaştığı veya karşılaşabileceği problemleri çözebilecek bilgilerle donanmış insanlara ihtiyaç duymuştur. Bunlar ise, tabiatten veya cemiyet içinden doğrudan devşirilemezler; bu nitelikte insanlar ancak husûsî bir eğitimden geçirilmek sûretiyle temin edilebilirler. Ayrıca, her devlet, idâre ettiği insanları, idâre anlayışı veyâ benimsemiş bulunduğu dünyâ görüşüne uygun olarak yönlendirmek, kendisi için uygun gördüğü bilgilerle donatmak ve eğitmek istemiştir. Bu istek veya mecbûriyetler, hikmet-i hükûmetin bir gereği olarak da değerlendirilebilir. Bunun yanında, insan denen düşünen ve yapabilen varlığın, neslini sürdürebilmesi, hayatta kalabilmesi, dünyâyı ve çevresini yaşanılabilir bir ortam hâline getirebilmesi için, hem çeşitli pratik bilgileri edinmesi, hem de mânevî ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılaması gerekmiştir. Bu da, yine bir eğitim süreci gerektirmektedir. Şu hâlde, insanların bir araya gelerek oluşturdukları cemiyetler ve onların siyâsî teşkilâtları olan devletler için eğitim son derece gereklidir.

Düzenli, plânlı ve hedefleri iyi belirlenmiş bir eğitim sistemine, tabiî ki son asırlarda ulaşılabilmiştir. Bununla birlikte, hemen her devirde devletler veyâ cemiyetler eğitim-öğretim meselesi ile yakından ilgilenmişler; modern dönemler öncesinin hükümdarları eğitim meselesine, dolayısıyla kalifiye eleman bulmaya veya çevrelerinde bir bilenler zümresi oluşturmaya îtinâ göstermişlerdir. Aynı şeyi dinler de göz-ardı etmemişlerdir. Her din, kendini tanıtmak ve dünyâya yayılıp hâkim olmak için bilenlere ihtiyaç duymuş, bunların yetiştirilmesini talep etmiş; hattâ ulemâ yetiştirilmesine yönelik gayretleri dünyâda ve âhirette hayırlı ameller cümlesinden sayarak teşvik etmiştir. Böylece çeşitli ilimlerin tahsîli, bunların öğretilmesi ve kullanılması, dolayısıyla eğitim-öğretim kuruluşlarının inşâsı kaçınılmaz olmuştur. Klâsik İslâm dünyâsında, isimlerine medrese denilen bilim ve eğitim-öğretim kuruluşları da tabiatiyle böyle bir ihtiyaçtan doğmuştur, denilebilir.

Bu çerçevede bakıldığında, Osmanlı öncesi Anadolu’sunda eğitim-öğretim konusunu üç ana başlık altında incelemek mümkündür:

1. Câmi merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri,

2. Tekke ve tarîkat merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri, ve

3. Medrese merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri.

Bu yazımızda, esas olarak, medrese merkezli eğitim-öğretim faaliyetleri üzerinde duracağız..

Türklerin Anadolu’ya ancak 1071 Malazgirt zaferinin ardından büyük kütleler hâlinde gelip yerleşmeye başladıkları bilinmeyen bir husus değildir. Bölgenin fethi, esas îtibâriyle, Büyük Selçuklu devletinin fetih hareketlerinin bir parçası ve uzantısı olarak görülmek durumundadır. Anadolu’yu fetheden komutanların hemen tamâmının birer Büyük Selçuklu mensûbu olması dolayısıyla, burada daha sonra şekillenecek olan devletlerin, her sâhada Büyük Selçuklu geleneklerini ve mirâsını tâkip etmeleri, son derece normal görülmelidir. Bu geleneğin arka-plânında ise, Emevî ve Abbâsî devletleri gibi klâsik dönem İslâm devletlerinin birikimlerinin bulunduğu mâlumdur. Bu durum, bilim ve eğitim-öğretim müesseselerinin niteliği açısından da geçerlidir.

Anadolu Selçukluları ve beylikler dönemi eğitim-öğretim ve medrese hayâtını ana-hatlarıyla inceleyebilmek için, biraz geriye gitmek, İslâm dünyâsının klâsik döneminde medreselerin nasıl bir süreç içerisinde ortaya çıktıklarına; nasıl bir ilim anlayışının, ilmî geleneğin ve eğitim-öğretim sisteminin oluştuğuna kısaca bakmak yerinde olacaktır.

İslâm dünyâsında eğitim sisteminin başlangıcı, pek tabiî olarak, Hz. Peygamber zamânına kadar çıkarılabilir[4]. Ancak, bu sırada düzenli bir eğitimin ve eğitim sisteminin varlığından söz etmek, elbette ki, mümkün değildir. Eğitim faaliyetleri, öncelikle yeni yayılan dînin prensiplerinin öğretilmesi gerektiği için, tabiatıyla, Müslümanları câmie yöneltmiştir. Bu sırada dar cemaat yapısı içerisinde Hz. Peygamber ve çevresi, birer tabiî muallim durumunda idiler. Bu ilk muallimler, cemaatin ekseriyetle yeni dinle ilgili öğrenmek istediklerini sözlü olarak öğretiyorlardı. İlk dönemlerde talebenin öğrendiği konular, daha ziyâde Kur’ân ezberlemek[5], bilâhare hadîs toplamak ve bunlara dayanarak hükümler çıkarmağa çalışmaktan ibâretti, ki bu ilk gayretler, ileride fıkıh olarak bilinen ilim dalının ortaya çıkmasına vesîle olacaktır. Bu da normaldi; çünkü, insanların zihinlerini ve düşünce dünyâlarını meşgul edecek yoğun fikrî ve felsefî faaliyetleri bu küçük cemiyet henüz üretecek seviyeye gelmemişti[6]. Bu ilk hareket noktası, ileride teşekkül edecek olan İslâmî ilimlerin öğretileceği merkezlerin de yine câmi çevresinde, ya aynı çatı altında, ya ona bitişik olarak veya bir külliye içerisinde yer alarak kurulmalarına yol açacak[7], böylece İslâmiyetin tesiri altında doğan ilimler bünyeleri îtibâriyle ekseriyetle dînî bir nitelik taşıyacak ve câmie bağlı olacaklardı[8]. Öyle anlaşılıyor ki, câmiler, henüz küttâb ve medrese gibi müstakil eğitim müesseselerinin ortaya çıkmadıkları bir dönemde, kullanılmağa en elverişli ve hazır yerler olarak görülmüşlerdi. Esâsen, ilk dönemlerden başlamak üzere, öğrenilen konular, ekseriyetle dînî nitelikli idi; dolayısıyla birer eğitim mahalli olarak mukaddes mekânlar durumundaki câmilerin seçilip kullanılması yadırganmamış olmalıdır[9]. Fakat, câmilerin ihtiyaçları karşılamadıkları veyâ her zaman müsâit olmadıkları durumlarda, yâhut ders verenlerin başka yerleri tercih etmeleri hâlinde, imkân ve şartlara göre, başta ulemâ ve devlet yöneticilerinin evleri olmak üzere, cemiyetin önde gelen insanlarının meskenleri de birer eğitim-öğretim mahalli olarak kullanılmışlardı. Bilâhare, daha çok çocukların eğitimi için küttâb denilen ilk tahsil müesseseleri ortaya çıktılar ise de, bunlar câmileri bütünüyle devreden çıkaramadılar. “İlim sâhibi kişilerin çevresinde oluşan belli eğitim merkezlerinin teşekkülü” ise, “daha ziyâde İslâm’ın birinci ve ikinci yüzyılında” olmuştu[10]. Esasta birer ibâdet mahalli olan câmilerin, gerek çocukların ve gerekse büyüklerin eğitim-öğretiminde tıpkı birer mekteb ve medrese gibi kullanılmaları Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve hattâ Osmanlı dönemlerinde devam edecek ve bu durum günümüze kadar sürecektir[11]. Câmilerin insanları etkilemek bakımından cemiyet içerisinde oynadıkları rol o kadar büyüktü ki, tedris ve irşat faaliyetleri zaman zaman yöneticilerin müdâhalelerine yol açacak ölçüde sosyal hayâtı yönlendirebili-yordu[12]. Ancak, İslâm devletinin ve cemiyetinin yeni fetihlerle hızla büyümeğe başlaması, pek tabiî olarak, yeni meselelerin de zuhûruna zemin hazırladı. Bu cümleden olmak üzere, bir taraftan devletin ve diğer taraftan cemiyetin iyi yetişmiş insanlara olan ihtiyaçları artmağa başladı. Şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, fethedilen bu bölgeler, kökleri yüzyıllarca geriye giden Mezopotamya, Mısır, Hind, Yunan-Bizans ve Sâsânî medeniyetlerinin kök salmış oldukları yerlerdi; dolayısıyla böyle köklü kültürel geçmişleri olmayan ilk Müslüman fâtihler, önceden hiç tanımadıkları felsefî fikirlerle karşı karşıya kalmışlar ve bu çerçevede ortaya çıkan îtikādî tartışmaların içine düşmüşlerdi. Dolayısıyla, bu şartlar altında X. asrın ortalarından îtibâren İslâm dünyâsında, devletin kontrolü dışında ve câmilerden müstakil medreseler boy göstermeğe başladılar[13]. XI. asrın ikinci yarısında daha ziyâde İslâm dünyâsındaki şiî-bâtınî teşkilâtlanmasına ve propagandasına bir tepki olarak Büyük Selçuklular tarafından Bağdad’da faaliyete geçirilen Nizâmiye medresesini (459/1065)[14], bu medresenin birer benzeri olan Merv, Herat, İsfahan, Belh, Basra, Musul, Amül, Taberistan ... medreseleri tâkip ettiler[15]. Böylece bizzat devlet eliyle açılıp vakıflar kanalıyla beslenen eğitim-öğretim müesseseleri, devletin gözetiminde olmak üzere, zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmağa başladılar. Abbâsîler tarafından kurulan Mustansıriyye medresesi (1224-1233) ve benzerleri bu geleneği genişleterek devam ettirdiler[16].

Bu sûretle, eğitim-öğretim faaliyetleri daha sistemli, plânlı ve düzenli bir mâhiyet kazandı[17]. Bu müesseselerde oluşan ilim ve eğitim-öğretim anlayışı, esas îtibâriyle sünnî öğreti temeline dayanıyordu; bu anlayış, zaman içerisinde Sünnî İslâm dünyâsının tamamında benimsendi. Dolayısıyla Sünnî İslâm dünyâsının büyük bir kesiminde yetişen âlimler, nitelik îtibâriyle hemen hemen aynı eğitim sisteminden geçmiş ve aynı kaynaklardan beslenmişlerdi. Bu bakımdan, Türkistan'lı bir âlimle Mısır'lı veya Irak'lı bir âlimin, daha sonra da Osmanlı ulemâsının temel doğruları arasında fazla bir fark görülmemesi, ilmen ve fikren beslenilen kaynakların aynı veya benzer oluşundan başka bir sebebe bağlanamaz. Nitekim son yıllarda yapılan bâzı çalışmaların açıkça ortaya koydukları üzere, çok az örnek dışında, Osmanlı medreselerinde ders kitâbı olarak okunan veya ulemânın üzerinde çalışmış oldukları bütün eserler, Osmanlı sınırları dışında, Mâverâünnehir, Horasan, Mısır, Irak ve Sûriye gibi Sünnî İslâm'ın ilk olarak yayılıp yerleştiği bölgelerde ve kültür merkezlerinde, bilhassa IX.-XV. yüzyıllar arasındaki bir dönemde, diğer bir deyişle, Osmanlı medreselerinin ya hiç bulunmadıkları veya henüz emekledikleri bir çağda kaleme alınmışlardı. Belirtilen bölgeler, aynı zamanda, XVI. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ulemâsının tahsil görmek için de gittikleri merkezlerdi[18].

a) Anadolu’da Medreselerin Ortaya Çıkışları

Anadolu’da ilk olarak faaliyete geçen medreseler, işte böyle bir sürecin tabiî devâmı olarak ortaya çıktılar. Bilindiği gibi, 1071 Malazgirt zaferinin ardından hızla harekete geçen Büyük Selçuklu komutanları, çok kısa bir süre içerisinde Anadolu’nun batısına, Marmara kıyılarına dayanmışlardı. 1075’te İznik’in alınması ve burasının merkez yapılmasıyla birlikte, Türkiye (Anadolu) Selçukluları fiilen kurulmuş oldu. Ancak, Anadolu’nun batısında ortaya çıkan ve önceleri hukûken Büyük Selçuklulara tâbi olan bu devlet, doğudan batıya Anadolu’nun tamâmının hâkimi değildi. Doğu-Anadolu’dan başlamak üzere, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, buraları fethetmiş olan komutanlar, kısa süre içerisinde, tıpkı İznik’i ele geçirenler gibi, kendi devletlerini kurmaya başladılar.Umûmî bilgilerden olmak üzere, bu sırada Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleri şu şekilde sıralanabilir:

Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civârında Dânişmendliler (1072- 1178); merkezleri Erzurum olmak üzere Bayburt, Kars, Oltu, İspir, Tercan ve Trabzon havalisinde Saltuklular (1072-1202); Erzincan, Kemah, Divriği çevresinde Mengücekler (1072-1228); Hasankeyf (Hısn-ı Keyfâ), Diyarbakır (Amid), Mardin ve Harput çevresinde Artuklular (1101-1409); Van Gölü havzasında Sökmenliler (1100-1207); Bitlis-Erzen dolaylarında Togan-Arslanoğulları-Dilmaçoğulları (1084-1394); Diyarbakır ve çevresinde İnaloğulları (1103-1183); Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te Çubukoğulları (1085-1113); İzmir ve çevresinde Çaka Bey (1081-1097); Efes ve çevresinde Tanrıvermişoğulları (?- 1097); Ladik ve Denizli çevresinde ise İnançoğulları (1262-1335).

Anadolu’da kurulan bu ilk Müslüman Türk devletleri veyâ devletçikleri, bulundukları bölgelerin sâdece idâresi ve muhâfazası ile meşgul olmadılar. Esâsen hâkim olunan bölgelerin idâresi, muhâfazası ve insanların ortak doğrular ve değerler etrâfında ortak bir hedefe yöneltilmesi de gerekiyordu. Bu sebeple, söz konusu devletler hâkim oldukları şehirleri, birer Müslüman Türk şehri hâline getirebilmek için bir süre sonra câmilerle, mektep, medrese, dâruşşifâ, han, hamam ve kervansaraylarla donatmaya başladılar. Anadolu’da kurulan ilk medreseler de bu îmar ve iskân faaliyetleri sırasında vücut bulacaklardır. Tabiatiyle, bütün bu yapılarda, yukarıda isimleri zikrolunan devletlerin ana kaynağı durumundaki Büyük Selçukluların gerçekleştirmiş olduğu mîmârî ürünler ve bunların işleyiş tarzları örnek alındı[19]. Bu devletlerin hâkimiyet alanlarında, bâzıları biraz daha sonra yapılmış medreselere örnek olarak şunları zikredebiliriz:

Erzurum’da inşâ kaydı bulunmayan Çifte Minâre veyâ Hâtuniye külliyesi (medrese dâhil); 1310 yılında Cemâlettin Hoca Yâkut tarafından Erzurum’da yaptırılan Yâkûtiye Medresesi; Bayburt’ta başka bir Yâkûtiye Medresesi[20], Mengücekler tarafından Divriği’de yaptırılan Ulu Câmi’in (1228) bitişiğindeki medrese (aynı zamanda bir dâruşşifâ da bulunmaktaydı)[21]; Sökmenliler zamânında kubbetü’l-İslâm olarak nitelenen ve dolayısıyla ilim, din ve sanat şehri olarak temâyüz etmiş bulunan Ahlat’ta isimleri verilmeyen medreseler[22]; Artuklular zamânında Mardin’de yaptırılan Hüsâmiyye Medresesi; Koç-hisar (Kızıl-tepe)’da Necmeddin Alp zamânında yaptırılan bir medrese; Mardin Ulu Câmi bitişiğindeki bir medrese (1170’ler) ile Hâtuniye Medresesi (1205), Harzam’da Şeyh Tâceddin Mes’ûd medresesi (1212); Diyarbakır’da dört mezhebe göre ilim tahsil edilen Mesûdiye ve isimleri verilmeyen başka medreseler; Hasan-keyf’te bir çok medrese[23].

Artuklular aynı zamanda Mardin’de Ulu Câmi’in bitişiğindeki medresenin dışında Sultân Îsâ, Sittî Raviye Hâtun, Muzafferiyye, Zinciriyye, Kasım Paşa, Hacı Ma’rûf, Şehîdiye[24], Altınboğa[25], Melik Mansur, Savur Kapu[26] medreselerini de yaptırmışlardı. Aynı şekilde Dânişmendliler tarafından Kayseri’de yaptırılan Külük Câmii Medresesi, Niksar’da Yağı-basan Medresesi (1157), Tokat’ta Çukur Medrese (1247-48)[27] bu dönemin mühim medreselerinden olmak üzere dikkati çekerler.

Anadolu’nun fethinin hemen akabinde, yâni XI. yüzyılda kurulmuş medreselere pek rastlanmaz. Bu dönem, öyle anlaşılıyor ki, henüz iskânın tamamlanamadığı, ilim ve eğitim-öğretim hayâtı için elzem görülen istikrârın yeterince sağlanamadığı bir dönemdi. Devlet kurucuları, askerî hareketlerden fırsat bularak ilim ve eğitim-öğretim faaliyetlerine zaman ayıracak imkânı bulamamış olmalıdırlar. İhtiyaç duyulan kalifiye elemanlar ise, pek muhtemeldir ki, hemen gerilerinde bulunan, zâten bir parçası oldukları Büyük Selçuklu sâhasından temin edilmekteydi.

Bu ilk dönemle ilgili olarak Claude Cahen, “Anadolu’da yapıldığını bildiğimiz en eski medrese, temelindeki bir kitabede 589/1193 tarihi bulunan Kayseri’deki bir medresedir.” der. Ancak, Dânişmendliler tarafından 1157’de Niksar’da yaptırıldığını gördüğümüz Yağı-basan Medresesi, bu târihi daha gerilere çekmektedir. Pek muhtemeldir ki, bu târihten önce de Anadolu’da medreseler kurulmuştu. Zâten Cahen de, bu cümlesini tâkip eden satırlarda “Fakat Kayseri’deki medreseden daha eski tarihlerde de medreselerin yapılmış olması mümkündür ve belgelerin sistematik bir biçimde incelenmesi bunu kanıtlayabilecektir. diyerek, düşüncesinin kesin bir hakîkat olmadığını kabûl eder. Bununla birlikte, Cahen’in “Gene de, bu konudaki genel görünümde büyük bir değişiklik olacağını sanmıyoruz. On üçüncü yüzyılda bile Anadolu’daki medreselerin sayısı oldukça azdı.[28]” şeklindeki cümlesi, kanaatimizce pek de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü, Anadolu Selçuklu devletinin Moğol darbesinin ardından dağılmaya yüz tuttuğu ve yeni Türkmen beyliklerinin ortaya çıkmağa başladıkları XIII. yüzyılda, yukarıda isimleri zikredilen medreseler de dâhil, Anadolu’nun belli başlı bütün şehirlerinde, bir değil, birden çok medrese bulunuyordu. Meselâ, Şemseddin Ebû Saîd Altun-Aba Medresesi (İpekçi) Konya’da II. Kılıç Arslan zamânında (1156-1192) yaptırılmıştı[29]. Yine Konya’da yaptırılmış bulunan Şerîf Mes’ûd Medresesi (1241), Sırçalı Medrese (1242-43), Karatay Medresesi (1251-52), Küçük Karatay, Tâcü’l-Vezîr, Seyfiyye, Molla Atîk, Hâtuniyye, Kadı Kalemşâh, Molla-i Cedîd[30]; Kayseri’de yaptırılmış olan Sâhibiyye (1267-68)[31], Avgunu, Serâceddîn, Hond Hâtun, Hacı Kılıç; Sivas’taki Gök Medrese (1271-72), Keykâvus ve Buruciye; Tokat’taki Gök Medrese (1275-76); Seyyid Gâzî’deki Ümmühan Hâtun; Afyon-Çay’daki Yûsuf b. Ya’kûb; Sinop’taki Süleyman Pervâne; Kırşehir’deki Caca Bey; Konya-Aksaray’daki Tâcü’l-Vezîr; Malatya’daki Ulu Câmi; Afyon’daki Kale; Çorum-Alaca’daki Hüseyin Gâzî; Antalya’daki İmâret, Atâ Bey, Karatay ve Ulu Câmi medreseleri[32] hemen tamâmı XIII. yüzyılda yapılmış mühim medreseler arasında bulunmaktadırlar. Demek ki, Cl. Cahen’in düşündüğünün aksine, XIII. yüzyılda Anadolu’da vücut bulmuş medreseler hiç de az değildi.

Diğer taraftan, Anadolu Selçuklu devletinin Moğol darbesiyle dağılmaya başlamasının ardından Anadolu’nun her tarafında kurulan hemen bütün beylikler, yukarıda kısaca isimleri zikredilen ve çoğu Anadolu Selçukluları tarafından yaptırılmış olan medreselere yenilerini eklediler. İ. Hakkı Uzunçarşılı, muhtelif vakıf kayıtlarında, Defter-hâne vesîka ve defterlerinde ve arşivlerde yer alan bilgilerin derlenmesi netîcesinde “mübalâğasız olarak bu beylikler zamanında yapılan cami, medrese, imaret, mektep, kervansaray, han, hamam, çeşme, köprü, su yolu, yolcuların istirahatine mahsus zaviyelerden her birinin adedi(nin) binigeçtiğini belirterek, sâdece örnek oluşturması maksadıyla, söz konusu beylikler tarafından inşâ olunmuş medrese ve imâretlerin bâzılarının isimlerini zikreder[33]. Bu demektir ki, Anadolu Beylikleri olarak bildiğimiz Karaman Oğulları, Germiyan Oğulları, Eşref Oğulları, Hamid Oğulları, Menteşe Oğulları, Candar Oğulları, Aydın Oğulları, Saruhan Oğulları, Eratnalılar, Dulkadır Oğulları, Ramazan Oğulları ve Doğu Anadolu’da kurulmuş olan Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerinin istisnâsız hemen hepsi, kuruldukları bölgelerin mühim şehirlerinde ve bilhassa beylik merkezlerinde Anadolu Selçuklu ve Büyük Selçuklu geleneklerini devam ettirmişler, ülkelerini ilim ve eğitim-öğretim müesseseleri ile süslemekten geri kalmamışlardır. Tabiî, bilâhare bu beylik ve devletlerin hemen tamâmını idâreleri altında toplayacak olan Osman Oğulları da bu mirâsı olduğu gibi benimseyecek ve devam ettireceklerdir[34]. Bir fikir vermesi açısından, beylikler döneminde yaptırılan mühim medreselerden bâzılarını zikretmek, sanırız yeterli olacaktır:

Batı Anadolu’da Aydın ve çevresine hâkim olan Aydın Oğullarından Mehmed Bey Tire’de, Yahşî Bey Selçuk (Ayasluğ)’ta, İlyas Bey Arpaz’da medreseler yaptırmışlardı[35]. Güney-batı Anadolu’da beylik kuran Menteşe Oğulları Peçin’de Ahmed Gâzî Medresesi (1375-76)[36], Yelli Medrese (Kepez)[37] ve Kara Paşa (İlyas Bey) Medresesi’nin sâhipleri idiler[38]. Hamid Oğullarından Dündar Bey’in Eğridir’de, Emir Sinâneddîn’in Korkuteli’nde birer medrese yaptırdıklarını biliyoruz[39]. Kütahya bölgesine hâkim olan Germiyan Oğulları, burada pek çok medrese yaptırmışlardı; bunlardan Vâcidiye Medresesi[40] (1308) ve Germiyan Oğlu Medresesi (1411-12)[41] gibi bâzıları Osmanlılar zamânında da faaliyetlerini sürdürdüler. Kezâ, Karaman Oğulları tarafından da pek çok medrese yaptırıldığını biliyoruz. Meselâ, Aksaray Zinciriyye Medresesi (1336-37)[42], Ermenek Emir Mûsâ Medresesi (1339-40)[43], Karaman Nefîse Sultan (Hatuniye) Medresesi (1381-82)[44], Mut Lala Paşa Medresesi[45] bunların eserleridir[46].

Osmanlı öncesi Anadolu’sunda sâdece umûmî medreseler değil, ihtisas medreseleri olarak isimlendirebileceğimiz, ağırlıklı olarak belli bir ilim dalı üzerinde eğitim-öğretim faaliyeti sürdüren medreseler de inşâ olunmuşlardır. Bunlar içerisinde en dikkat çekici olanları, dâru’l-hadîslerdir. Daha ziyâde, İslâm Peygamberi’nin söz ve fiillerinden ibâret olan hadîslerin tedris ve tedkiklerine tahsis edilmiş olan bu husûsî medreselerin ilk örneklerinin XII. yüzyılda ortaya çıktıkları görülür. İslâm dünyâsında ilk dâru’l-hadîs medresesinin Halep atabeklerinden Nûreddin Mahmud b. Zengi (1146-1174) tarafından Şam’da yaptırıldığı bilinmektedir. Bu medrese, kurucusuna nisbetle en-Nûriyye adıyla anılıyordu [47]. Daha sonra Musul’da benzer bir medrese açılmıştır. Eyyûbî meliklerinden Kâmil’in el-Medresetü’l-Kâmiliyye’si (1225), Melik Eşref’in Şam’da açtırmış olduğu Medresetü’l-Eşrefiyye’si, Seyfüddin Mahmud b. Urve’nin (ö. 1223) binâsız, Şam Emeviyye Câmii içindeki medresesi, birer dâru’l-hadîs olarak eğitim vermişlerdir[48]. Anadolu’da kurulan ve isimleri bilinen iki dâru’l-hadîs ise, Anadolu Selçuklu vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da yaptırdığı İnce Minâre Dâru’l-hadîsi[49] ile İlhanlı vezîri Şemseddin Cüveynî’nin Sivas’ta yaptırdığı Çifte Minâre Dâru’l-hadîsi’dir[50].

Anadolu’da Osmanlılardan önce, bilhassa Selçuklular ve beylikler döneminde kurulan ihtisas medreselerinden birisi de, hiç şüphesiz dâru’l-kurrâlardır. Bu medreseler, Kur’ân’ın farklı lehçelerde okunması konusuna tahsis edilmişlerdi. İslâm dünyâsında ilk dönemlerden îtibâren Kur’ân’ın yedi lehçe üzerine okunması konusu, bir ihtisas alanı olarak ortaya çıkmış ve bu alanda büyük okuma âlimleri yetişmişlerdir. Bu gelenek, Anadolu sâhasında da sürdürülmüş ve daha ziyâde dâru’l-huffâz isimleriyle anılmışlardır. Anadolu Selçukluları döneminde Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye (1300), Sa’deddin Ömer, Nasuh Bey (1315) ve Karaman Oğulları döneminde Hoca Selman, Has Yûsuf Ağa, Hacı Yahyâ, Kadı İmâmüddin ve Hacı Şemsüddin dâru’l-huffâzları ilk dikkati çeken tesislerdir[51].

Teorik ve pratik bilgilerin bir arada verildiği belirtilen[52] ve dâru’t-tıbb, dâru’ş-şifâ, dâru’s-sıhha, dâru’l-merzâ, dâru’l-âfiye, mâristân, bîmâristan gibi çeşitli isimlerle anılan çeşitli eğitim ve tedâvî müesseselerini de ihtisas kuruluşları olarak görmek mümkündür. Anadolu sâhasında, bir çok şehirde ve bilhassa Selçuklular döneminde, pratik eğitimin daha önde tutulduğu anlaşılan pek çok dâru’ş-şifâ inşâ olunmuştur[53].

Nihâyet birer eğitim-öğretim müessesesi olarak değerlendirilmesi gereken sıbyan mekteplerini de hatırlamak lâzımdır. Yazımızın başlangıcında kısaca işâret olunduğu gibi, İslâm dünyâsında câmiler, daha ilk dönemlerden îtibâren birer eğitim-öğretim mahalli olarak kullanılmaya başlanmışlardı. Câmiler, başlangıçta sâdece yetişkinlerin değil, çocukların da eğitim gördükleri yerler oldular. Emevîler devrinde, küttâb, mekteb veyâ mekâtib adlarıyla anılan ve esas îtibâriyle çocukların eğitimlerine tahsis olunan kuruluşlar oluşmaya başladılar. Bu gelenek Abbâsîler, Büyük Selçuklular ve Anadolu’da kurulmuş bulunan irili-ufaklı bütün devletler tarafından devam ettirildi. Osmanlılar ise, müstakil sıbyan mektebi kurmak açısından daha da ileri gittiler. Bununla birlikte, câmiler birer ibâdet mahalli olmanın dışında, çocuklara yönelik bu fonksiyonlarını günümüze kadar sürdürdüler[54]. Sıbyan mektepleri, esas îtibâriyle birer ilk eğitim kuruluşları idiler. Bunlar, çocuklara temel ilmihal bilgilerinin yanı sıra, Kur’ân’ın yüzünden okunması, yazma ve basit pratik bilgilerin verildiği yerler olarak hizmet verdiler. Osmanlı öncesi Anadolu’sunda inşâ olunan bütün câmilerin bu hizmeti verdiklerine şüphe yoktur.

Şu hâlde, varılacak netîce kanaatimizce şudur: 1071 Malazgirt zaferinin ardından Anadolu’ya akın eden Türkler, kısa bir süre içerisinde bölgenin çok büyük kısmını hâkimiyetleri altına almışlar; burada mahallî devletler kurmuşlar ve bu coğrafyanın tamâmının Osmanlı hâkimiyeti altında birleştirilmesine kadar geçen süre içerisinde, Anadolu’nun belli başlı bütün şehirlerini ilim ve eğitim-öğretim müesseseleriyle, mektep ve medreselerle donatıp, buraları zamânının birer ilim ve kültür merkezi hâline getirmişlerdir.

Bu noktada, söz konusu müesseselerde nasıl bir eğitim-öğretim faaliyeti sürdürüldüğü, ilmî faaliyetlerin hangi konular üzerine daha fazla teksif olduğu ve nasıl bir ilim anlayışının benimsendiği meselesi karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple öncelikle, eğitim-öğretim faaliyetlerinin şeklî durumu ve ardından mâhiyeti üzerinde kısaca durmak yerinde olacaktır.

b) Eğitim-Öğretim Faaliyetleri

İncelenen eserler ve araştırmalar topluca dikkate alındığında, Osmanlı öncesi Anadolu’sunda vücut bulan ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinde eğitimin nasıl sürdürüldüğü konusunda çok net bilgilerin bulunmadığı görülür. Daha önce de işâret olunduğu gibi, bu dönemle ilgili olarak yapılan çalışmaların ekseriyeti, ya umûmî nitelikli değerlendirmelerin sınırlarını aşmamakta veyâ fizikî unsurları ön-plânda tutan sanat târihi çalışmaları olarak ortaya çıkmaktadırlar. Verilen bilgiler ise, söz konusu devletlerin ilim ve eğitim-öğretim faaliyetlerine ne kadar ehemmiyet verdikleri; şehirlerini nasıl eğitim-öğretim müesseseleriyle süsledikleri; ilim adamlarına nasıl îtibar gösterdikleri … gibi basma-kalıp bilgilerin ve ifâdelerin dışına pek taşmaz. Üzerinde daha geniş çalışmaların yapıldığı Emevî ve Abbâsî dönemi medreseleri ile[55] Büyük Selçuklular döneminde inşâ olunan medreselerdeki eğitim-öğretim faaliyetlerine dâir bilgilerimiz, Osmanlı öncesi Anadolu’su sâhasına nisbetle daha fazladır[56]. Osmanlı dönemi eğitim-öğretim kuruluşları ise, bu açıdan çok daha şanslıdırlar[57]. Bu sebeple, Anadolu Selçukluları ve beylikler dönemi eğitim-öğretim kuruluşlarında yürütülen faaliyetlerin niteliği husûsunda karşımıza çıkan boşlukları, öncesini ve sonrasını, yâni Emevî, Abbâsî ve Büyük Selçuklu dönemi uygulamaları ile Osmanlı dönemi uygulamalarını dikkate alarak doldurmak, sanırız yanlış bir metod olmasa gerektir. Çünkü, daha önce de ifâde olunduğu gibi, Anadolu Selçukluları ve beylikler dönemi eğitim-öğretim faaliyetleri ve medrese geleneği, hiç şüphesiz kendilerinden önce teşekkül etmiş olan geleneğin devâmından başka bir şey değildir. Osmanlılar ise, aynı sâhadaki uygulamalarını, büyük ölçüde kendi seleflerinden devralıp geliştirmişlerdir[58].

Eğitim-öğretim kuruluşları ve medreseler denince, aklımıza öncelikle üç unsur gelir. Bunlar fizikî mekânlar olarak binâlar, bu binâlarda eğitim-öğretim faaliyetlerini yürüten eğitici-öğretici personel (hocalar veya müderrisler) ve nihâyet, verilen eğitim-öğretimin muhâtabı olan öğrenciler. Bunlara, verilen eğitimin niteliğini de eklemek lâzımdır.

Bu temel noktalar üzerinde kısaca şunlar söylenebilir: Sanat târihçilerini ilgilendirdiği için, söz konusu medreselerin fizikî unsurları üzerinde durmayacağız. Ancak, İslâm dünyâsının her tarafında olduğu gibi, Osmanlı öncesi Anadolu’sunda kurulmuş bulunan medreselerin büyük bir ekseriyetinin bânîsinin, öncelikle hükümdarlar oldukları şüphesizdir. Bunları vezir, emir, bey, vâlî … gibi devletlerin ileri gelen diğer erkânı tâkip eder. Yukarıda bâzılarının isimleri zikredilen medreselerin hemen tamâmı da zâten bu tür şahsiyetler tarafından inşâ olunmuşlardır. Cemiyetin servet sâhibi zenginlerinin ve varlıklı ilim adamlarının da zaman zaman medreseler inşâ ettirmiş olduklarını biliyoruz.

Medreselerin sâdece birer binâ olarak ortaya konulmaları yetmez; bunların kendilerinden beklenen hizmetleri uzun süreli devam ettirebilmeleri için, finans kaynaklarına da ihtiyaçları olacaktır. Bânîler, bu meseleyi vakıf yoluyla çözmüşlerdir. Bilindiği gibi İslâm dünyâsında vakıf, bir kişinin mutlak mülkü olan bir malı, Allâh rızâsı ve âhirette sevap kazanmak arzûsuyla, cemiyetin hizmetine ebediyyen tahsis etmesi olarak târif edilir[59]. Ancak, İslâm dünyâsında hükümdarlara bu konuda daha geniş yetkiler tanınmıştır: Bu çerçevede hükümdarlar, hükümdarlık hak ve yetkilerine dayanarak, teorik açıdan devlet hazînesine gitmesi gereken bir kısım gelir kaynaklarını, cemiyetin menfaatine kurulmuş bulunan sosyal ve hayrî nitelikli eserlere ve kuruluşlara tahsis edebiliyorlardı. Diğer devlet adamları ise, hükümdarların müsaadelerine dayalı temlikler yoluyla, kurmuş oldukları sosyal ve hayrî nitelikli eserlere ve yaptırdıkları medreselere, yine vakıf nitelikli olmak üzere gelir kaynakları sağlama imkânına sâhip idiler. Denilebilir ki, hemen bütün İslâm dünyâsında ve bu çerçevede Osmanlı öncesi Anadolu’sunda yaptırılan medreselerin tamâmı, vakıflar kanalıyla finanse edilmişlerdir. Esâsen, her ne kadar devletin yakın gözetimi ve kontrolü altında faaliyet gösterseler de, medreseler ve onların yürüttükleri eğitim-öğretim faaliyetleri, yakın dönemlere kadar doğrudan vatandaşlara sunulması gereken bir devlet hizmeti olarak görülmemişti. Dolayısıyla, bugün belediyelerin sundukları hizmetlerin hemen tamâmı ile sağlık ve eğitim-öğretim hizmetleri gibi bir kısmı devlet tarafından üstlenilen bâzı hizmetler, vakıflar yoluyla sunulmuştur ki, bu durum müstâmel bilgiler arasında bulunmaktadır. Medreselerin fizikî bakımı, onarımı, tefrîşi ve ısıtılması için gerekli harcamalar; kapıcı, bekçi, temizlikçi gibi bir takım medrese hizmetlilerinin ücretleri; buralarda hizmet veren ilim adamlarının maaşları, eğitim alan öğrencilerin yiyecek, içecek ve barınma giderleri, öğrencilere bâzı zarûrî ihtiyaçlarını karşılamaları için tahsis olunan günlük harçlıklar her medresenin kendi müstakil vakıflarından karşılanmıştır. Hemen her medresenin, nasıl idâre olunacağı, eğitimin nasıl verileceği, ders verenlerin ve ders alanların seçiminde nelere dikkat edileceği; gelirlerin nerelerden sağlanıp nerelere, hangi ölçülere göre harcanacağı, nasıl denetleneceği gibi pek çok bilginin –kısa da olsa– yer aldığı tüzük nitelikli bir vakfiyesinin bulunmasının sebebi işte budur. Bu durum, Osmanlı öncesi Anadolu’sunda kurulan medreseler için de ayniyle vârittir[60].

Ana-hatlarıyla bakıldığında, eğitici kadro olarak her medresenin bir müderrisi ve çoğunun bir mu’îdi (müderris yardımcısı) bulunuyordu[61]. Bu öğretim elemanları, tabiî olarak, maaşlarını medresenin gelir kaynaklarından, vakfiyelerde öngörülen mikdarlarda, ekseriyetle de yevmî (günlük) hesâbiyle almaktaydılar[62]. Bulunduğu bölgenin mezhep durumuna göre, medreselerde bazen birden fazla müderris vazîfe alabiliyordu. Türklerin ekseriyeti Hanefî mezhebini benimsemiş olmasına rağmen, Büyük Selçukluların bir süre resmî mezhebi durumundaki Şâfiîlik ile diğer sünnî mezheplere mensup müderrislerin de medreselerde vazîfe alabildiklerini görüyoruz. Bununla birlikte, Osmanlı öncesi Anadolu’sundaki medreselerde müderris seçiminde, kendisinin Hanefî mezhebinden olması yönündeki tercih, gitgide ağırlık kazanacak ve müderrislerin büyük bir ekseriyeti bu şekilde belirlenecektir[63]. Ancak, Büyük Selçuklularda olduğu gibi, Anadolu sâhasında da bâzen ikili ve hattâ dörtlü, yâni dört sünnî mezhebin öğretilerinin tahsil olunduğu medreseler hiç de az değildirler[64]. Ancak, gayr-i sünnî mezheplerin Anadolu’da kurulmuş bulunan medreselerin müfredat programlarının tamâmen dışında tutulması, umûmî bir uygulama olmuştur. Büyük Selçukluların şiî-bâtınî fırka ve mezheplere karşı yürüttükleri şuurlu devlet politikası dikkate alındığında, bu durumu normal karşılamak gerekmektedir[65]. Esâsen, Nizâmiye medreselerinin temel fonksiyonlarının sünnîliği hâkim kılmak olduğu, bilinmeyen bir husus değildir. Anadolu medreseleri de, tabiî olarak, bu Büyük Selçuklu geleneğinin tâkipçileri durumunda idiler.

Söz konusu medreselerde sunulan eğitim ve öğretimin tamâmen karşılıksız olduğunu, yâni talebeden hiçbir ücret talep edilmediğini; aksine, kalacak yerleri olmayanlara barınma imkânı sağlandığını, bunların yiyecek ve içeceklerinin medreselerin vakıfları tarafından karşılandığını; hattâ talebeye günlük bir mikdar da harçlık verildiğini tereddütsüz söyleyebiliriz. Hemen bütün vakfiyeler, bu tür bilgilerle doludur. Medreselerin talebe kapasitesi, tabiatiyle standart değildir. Bulundukları şehirlerin gelişmişlik durumuna, medrese binâsının büyüklüğüne-küçüklüğüne veya bünyesindeki talebe hücre(oda)lerinin sayısına göre durum değişmektedir[66]. Talebe, medreselerden leylî veya nehârî olarak faydalanabiliyordu; yâni âileleri medresenin bulunduğu yerleşim yerinde oturmayanlar, talebe hücrelerinde ikâmet ederek öğrenim görmekte; âileleri aynı yerde oturanlar ise, gündüzleri eğitim-öğretime iştirak etmekte, geceleri âilelerinin yanlarında kalmaktaydılar. Meselâ, Germiyan-oğlu II. Ya’kûb Bey’in Kütahyâ’daki bir medreseyi de ihtivâ eden imâretinin 1411 târihli vakfiyesinden, burada dokuz talebe hücresi bulunduğunu, vakfiye mûcebince her hücrede bir öğrencinin leylî olarak kaldığını; öğrencilerden her birine günde bir akçe, yılda şehir mudduyla bir mudd buğday (yaklaşık 20 kile), iki kağnı arabası odun, her gün iki kap yemek ve dört ekmek tahsis olunduğunu öğreniyoruz[67]. Kezâ, 1461 târihli Candar-oğlu İsmâil Bey’in imâret vakfiyesinde ise, medreseye devam eden talebeye günde beş akçe, her birine kâfî mikdarda yemek ve ekmek verilmesi şart koşulmuştur[68]. Amasya Hilâfet Gâzî medresesinde ise, “altısı ilk sınıfta, altısı ileri sınıfta bulunan 12 öğrenci”ye 5’şer ve 10’ar dirhemden yıllık 90 dirhem tahsis olunmuştu[69]. Benzer bilgilere, 1432 târihli Karaman-oğlu İbrâhim Bey’in ve Konya’daki başka bir çok medresenin vakfiyesinde de rastlıyoruz[70].

Bu örnekler, mikdarları ne olursa olsun, Osmanlı öncesi Anadolu’sunda kurulmuş bulunan medreselerin tamâmında, öğrencilerin bütün ihtiyaçlarının karşılandığını göstermektedir. Aynı uygulama, daha önceki Büyük Selçuklu medreselerinde da aynen vardı[71]; bilâhare Osmanlı medreselerinin tamâmı için de geçerli olacaktır[72].

***

Osmanlı öncesi Anadolu medreselerinde esas olarak ne tür bir eğitim veriliyordu? Veyâ, üzerinde en çok durulan konular yâhut ilim dalları nelerdi? Medrese vakfiyeleri, bu konuda yeterince aydınlatıcı değildir. Çünkü, bu metinlerde yer alan bilgiler, müderrislerde aranan vasıfları, çoğunlukla dînî ilimlerin usûlünü ve fürû’unu bilmeleri[73], yâhut “ulûm-ı edebiye ile tefsîr, hadîs, kelâm ve Hanefî fıkhına vâkıf[74], yâhut da kısaca aklî ve naklî ilimlerde mâhir olma gibi umûmî ifâdelerle belirlemektedir. Bu gibi bilgiler, bir ölçüde ip-uçları vermekte iseler de, bir müfredat programı oluşturmaktan uzaktırlar.

Büyük Selçukluların meşhur Nizâmiye medreselerinde tahsil olunan ilimlerin ana-hatlarıyla şöyle bir tasnife tâbi tutulduklarını biliyoruz: Kur’ân ve Kur’ân ilimleri, hadîs ve hadîs ilimleri, Şâfiî usûl-i fıkhı ve Eş’ârî kelâmı, Şâfi’î fıkhı, Arapça ve buna bağlı ilimler, âdâb ilimleri, riyâziyât ve ferâ’iz ilimleri[75]. Bu taslak, Bağdad Nizâmiye medresesinin ilk programı olmalıdır. Çünkü, Büyük Selçukluların daha sonra diğer sünnî mezheplere âit bilgilerin ve görüşlerin de medreselerde öğretilmesini sağladıklarını biliyoruz[76].

Osmanlı öncesi Anadolu’sunda faaliyet gösteren medreselerde de böyle bir müfredat programının geçerli olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Çünkü, çeşitli vesîlelerle ifâde olunduğu üzere, bu dönemde kurulan medreselerin önlerindeki yegâne örnek, Büyük Selçuklu uygulamalarıdır. Ancak, Nizâmiye veya Büyük Selçuklu medreselerinin başlangıcında çizilen Şâfiî mezhebi ağırlıklı derslerin, Anadolu’da yerlerini Hanefî mezhebi ağırlıklı derslere bırakması, bir fark olarak görülebilir. Bununla birlikte, diğer mezheplerin de göz-ardı edilmediklerini yukarıdaki açıklamalar ortaya koymaktadır. Bu noktada, İslâm dünyâsında daha önce görülen ilim tasniflerinden hareketle[77], Anadolu Selçukluları ve beylikler dönemi medreselerinde, ilimlerin esas olarak aklî ve naklî olmak üzere iki kategoride değerlendirildiğini söylemek mümkündür. Nitekim, XIV. asrın ortalarında (tahmînen 1340’da) doğan ve Germiyan Oğulları topraklarında büyüyüp yetiştikten sonra Osmanlılara intisap eden Şeyhoğlu Sadru’d-dîn Mustafa’nın zamânının ilimlerini tasnif ve değerlendirmesi[78], bizi bu netîceye götürmektedir.

Naklî ilimlerle öncelikle dinî ilimlerin ve bunların anlaşılmasında âlet hükmündeki lisân ilimlerinin kastedildiklerini biliyoruz. Şu hâlde, bu dönem medreselerinde öncelikli olarak Kur’an ve Kur’ân ilimleri, fıkıh (İslâm hukûku), tefsir, hadis, kelâm (ağırlıklı olarak tevhîdi öne çıkaran İslâm felsefesi) gibi ilimlerin tahsil olundukları netîcesine varmak mümkündür. Din-dışı (aklî) ilimler konusu ise tartışmalıdır. Gerek Büyük Selçuklular ve gerekse Anadolu’da Osmanlı öncesinde kurulmuş bulunan devletlerin hâkimiyet alanlarında müsbet ilimler de denilen din-dışı ilimlere dâir eserlerin sayılarının hiç de az olmadığı mâlum ise de, bunların ne ölçüde medreselerin eğitim-öğretim programlarına girdikleri, ne ölçüde bizzat medreselerde tahsil olundukları konusu hep tartışılmıştır. Pek çok çalışmada, bu dönem medreselerinde sâdece İslâmî ilimlerin değil, tıbb, riyâziye ve felsefe derslerinin de okutulduğu ifâde olunursa da[79], okutulan konuların muhtevâsı, derinliği ve çerçevesi konusunda kesin bir kanaate varmak, şimdilik zor gözükmektedir. Ancak, bilhassa ferâiz (miras hukûku) dolayısıyla, bir takım hesap ve matematik bilgilerinin verildiğine şüphe yoktur. Müsbet ilimler de denilen aklî ilimlerin bu dönem Anadolu’sundaki durumu, elinizdeki eserde başka bir çalışmada ayrıca ele alınacağı için, burada bu konuya girmeyeceğiz.

Son olarak, medreselerde yürütülen eğitim-öğretim faaliyetlerinin uygulama şekli, yâni derslerin sınıflarda veyâ ilgili yerlerde işleniş biçimi konusuna da kısaca temas etmek lâzımdır. Esas olarak Anadolu Selçukluları ve Beylikleri dönemlerini ele alan çalışmalarda, bu konu ile ilgili aydınlatıcı bilgilere pek rastlanmamaktadır. Ancak, bu dönemlerin öncesi ve sonrası dikkate alınarak bâzı değerlendirmelerde bulunulabilir:

Büyük Selçuklular ve daha sonra Osmanlılar dönemlerinde olduğu gibi, derslerin kitap esâsına göre okutulduğunu ve konuların çoğunlukla medrese hocalarının takrîrine dayalı bir şekilde sunulduğunu istidlâl edebiliriz[80]. Büyük Selçuklulara ulaşan eğitim geleneği, medreselerin ortaya çıkışlarından îtibâren zaman içerisinde şekillenmiş ve İslâm dünyâsının hemen her tarafında, bu gelenek hemen hemen aynen devam ettirilmişti. Dersler, daha sonra Osmanlılarda da gördüğümüz üzere, medreselerde ve câmilerde hocanın etrâfında oluşan talebe halkalarının huzûrunda, Peygamberin bir hadîsinin okunup açıklanmasından sonra başlıyor, hoca o gün işlenecek konuyu ana hatlarıyla talebeye aktardıktan sonra, kendisine yöneltilen soruları cevaplandırıyor, bizzat kendisi talebeye sorular yöneltiyor ve böylece konunun daha iyi anlaşılmasına imkân sağlamış oluyordu. Zaman zaman, bir sonraki derse hazırlık kabîlinden olmak üzere, talebeye vazîfeler verilebilmekte; ders esnâsında daha sonra tekrar etmek gâyesiyle notlar tutulabilmekteydi. Dersler, esas îtibâriyle talebenin aktif katılımını sağlayacak bir tarzda işleniyordu[81].

Büyük Selçuklu öncesi İslâm dünyâsının bu tür uygulamaları ve derslerin işleniş biçimi, Selçuklular tarafından da sürdürüldü. Ancak, Selçuklular döneminde medreselerin, eski dönemlerden farklı olarak doğrudan devlet gözetiminde bulunmaları, devlet tarafından fakat yine vakıflar kanalıyla finanse edilmeleri, müfredâtın esas îtibâriyle dînî ağırlıklı konulara tahsis edilmesi ve bunun Sünnî merkezli olması, önceki medreselerden nispeten farklılaştığını gösterir. Bununla birlikte, eğitim-öğretim uygulamaları, metod olarak önceki dönemlerin devâmı niteliğinde idi. Nitekim, Nizâmiye medreselerini esas alarak Büyük Selçuklu dönemi eğitim-öğretim hayâtını tedkik eden M. A. Köymen, “Görünüşe göre, profesör [müderris-hoca] – öğrenci ilişkilerinde Selçuklu medreseleri bir yenilik getirmemişti.” demektedir[82]. Bu hüküm, Büyük Selçukluların eğitim-öğretim hayâtında ve uygulanan metodlarda, klâsik İslâm dönemi geleneklerinin hemen hemen aynen benimsendiğini göstermektedir. Bu geleneği, Osmanlı uygulamalarında da büyük ölçüde görmek mümkündür.

Bilindiği gibi, geleneğin oldukça yerleştiği ve klâsikleştiği Osmanlı medreselerinde de dersler esas olarak kitaba bağlıydı. Bu bağlılık zaman içerisinde kitap adları ile ders adları arasında bir aynîlik oluşturmuş ve çoğunlukla okunan kitaplar, aynı zamanda ders adları olarak mütâlaa olunmuştu[83]. Meselâ Keşşâf denince tefsir dersi, Buhârî denince hadis dersi anlaşılmaktaydı. Derslerin veriliş şekli, sınıf ve takrir düzeni söz konusu olduğunda ise, vakfiyelerde çerçevesi çizilmeden, daha ziyâde “âdet-i kadîme üzre” hareket edilmesi tavsiye olunmakta idi. Âdet-i kadîme (öteden beri bilinen ve uygulanan gelenek) ise, yukarıda işâret olunduğu veçhile, derslerin belirli kitaplara dayalı olması, konuların bu kitaplardan parça parça iyice öğrenilmesinden sonra yeni konulara geçilmesi şeklinde anlaşılıyor; bir konu iyice öğrenilmeden yeni bir konuya geçilmiyor ve ders hocasını merkeze alan bir eğitim sistemi sürdürülüyordu. Dershânelerde veya derslerin tedris olunduğu mekânlarda, ders hocasının huzûrunda halkalar oluşturulmakta, seçkin ve gözde talebe bu halkaların ön sıralarında yer almakta ve dersleri tâkip eden talebenin seviyesi göz önünde bulundurularak, bizzat hocanın nezâretinde yürütülmekte; sık sık tekrar ve karşılıklı münâkaşalarla konuların iyice öğrenilmesine çalışılmaktaydı. Derslerin işlenmesi sırasında, talebenin not tutması da mümkündü[84]. Bununla birlikte, Taşköprülü-zâde, derslerde not tutulmasının iyi bir şey olmadığını, defter ve kitapta bulunan ve herhangi bir sebeple uçup gitmesi mümkün olan şeye ilim denemeyeceğini ileri sürerek, not tutmaktan maksadın, ilmi notlara (deftere) geçirmek değil, unutulduğu durumlarda hatırlamak için mürâcaat etmek olduğunu ifâde eder[85].

Burada kısaca gözden geçirilen Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi Anadolu’sunun öncesinde ve sonrasında karşımıza çıkan eğitim-öğretim gelenekleri ve anlayışı, kanaatimizce yazımıza esas olan dönemde de aynen sürdürülmüştü. Zîrâ Osmanlılar Büyük Selçukluları değil, esas îtibâriyle kendilerinden hemen önceki dönemi, yâni Anadolu Selçuklu döneminin ve kendileriyle aynı süreci yaşayan Beylikler döneminin uygulamalarını görmüşler, tanımışlar ve tevârüs ve nakletmişlerdi.

Bütün bu bilgilere dayanarak, Osmanlılara intikal eden âdet-i kadîmenin geçmişini, Selçuklu öncesi klâsik İslâm dönemi medreselerine, bilâhare Büyük Selçuklu dönemi eğitim müesseselerine ve onların tabiî tâkipçileri durumundaki Anadolu Selçukluları ve Beylikler dönemi medreselerine bağlamak, kanaatimizce pek de yanlış olmayacaktır. Diğer bir ifâde ile, Osmanlı öncesi Anadolu’sundaki ilim ve eğitim-öğretim müesseselerinde sürdürülen eğitim-öğretim faaliyetleri, yukarıda çeşitli vesîlelerle işâret olunduğu üzere, burada kısaca tanıtılan bu gelenek çerçevesinde yürütülmüştü.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı, 1, T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., Ankara 2006, s. 389-399.

[1] Modern çalışmalarda bu dönemin ilim ve eğitim-öğretim hayâtıyla ilgili olarak, ana-hatlarıyla Anadolu Selçukluları ve beyliklerin ilim ve eğitime fevkalâde ilgi gösterdikleri, pek çok şehirde medreseler yapıldığı, âlimlerin korunup desteklendiği; eğitim müesseselerinde aklî ve naklî ilimlerin birlikte okutulduğu gibi umûmî değerlendirmeler ve yorumlar dışında fazla bilgi bulunmamaktadır (bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, TTK, Ankara 1969, s. 228-234; Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, s.34-40, 74-79, 120-123, 219-224; kezâ, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, Nakışlar Yay., 2. baskı, İstanbul 1984, s. 389-395). Claude Cahen, Osmanlı öncesi Anadolu’sundaki kültürel ve dînî hayâtı incelerken (Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler [terc. Yıldız Moran] e Yayınları, İstanbul 1979, s. 245-256), yeterli malzemeye ulaşamamış olsa gerektir ki (çünkü eseri 1968’de yayımlanmıştı; oysa kendisinden bir yıl sonra beylikler dönemine dâir eserini yayımlayan Uzunçarşılı’nın kaynaklara dayalı olarak verdiği bilgiler daha zengindir), fazla olumlu bir tablo çizememekte ise de, yine de bu dönem Anadolu’sunun kimi bölgelerinin ilim, kültür ve eğitim-öğretim hayâtı bakımından bir hayli canlı olduğunu belirtir. XIII. yüzyılda Alanya’dan başlamak üzere Antalya, Burdur, Isparta, Eğridir, Gölhisar, Kara-Ağaç (Acıpayam), Denizli, Tavas, Milas, Konya, Karaman, Aksaray, Niğde, Kayseri, Sivas, Gümüşhane, Erzincan, Birgi, Manisa, Bergama, Balıkesir, Bursa, İznik, Geyve, Göynük, Mudurnu, Bolu, Gerede, Safranbolu, Kastamonu gibi bir çok yerleşim yerini gezdikten sonra Kırım’a geçen İbn Batûta, gezdiği pek çok yerde, medreseden ve müderrislerden söz etmesine rağmen, bunların nasıl yapılar oldukları, müderrislerin nasıl bir ilmî faaliyet içinde bulundukları konusuna hiç temas etmez (bkz. İbn Batûta Seyahatnâmesi, I-II [terc. Muhammed et-Tancî], Üçdal neşr., İstanbul 1983, s. 192-222).

[2] Bu tür vakfiyeler için bkz. Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri I, Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, XI/42 (1947), s. 197-235; kezâ, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri II, Mübârizeddin Er-Tokuş ve Vakfiyesi”, Belleten, XI/43 (1947), s. 415-429; aynı yazar, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri III, Celâleddin Karatay, Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Belleten, XII45 (1948), s. 17-171.

[3] Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletinin dînî-tasavvufî târihiyle ilgili bilgilerin mebzul miktarda yer aldığı, çoğunluğu Arapça ve Farsça olan eserlerde, medrese merkezli eğitim-öğretim hayâtıyla ilgili bilgiler pek yer almamaktadır. Bu eserlerin yazarları ve isimleri konusunda M. Fuad Köprülü’nün Anadolu’da İslâmiyet (İnsan yay., İstanbul 1996) adlı çalışmasında bir hayli teferruat bulunmaktadır.

[4] Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 3; Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 24; Hişam Naşabi, [İslâm Dünyâsında] “Eğitim Kuruluşları”, İslâm Şehri, İstanbul 1992, s. 90.

[5] Ulemânın pek çoğunun tahsil devrelerinde rastlandığı üzere, bu husus, yâni öncelikle Kur’ân ezberlenmesi geleneği, Osmanlı dönemi de dâhil, İslâm dünyâsının eğitim anlayışında değişmez bir düstur hâline gelecektir.

[6] Bkz. F. Rahman, İslâm (trc. M. Dağ - M. Aydın), İstanbul 1981, s. 52; Atay, a.g.e, s. 24.

[7] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 17.

[8] Johns Petersen, “Mescid”, İslâm Ansiklopedisi (İA), VIII (1979)., s. 47.

[9] Naşabi, a.g.m., s. 92-94. Naşabi’nin şu cümlesi de bu husûsu desteklemektedir (a.g.m., s. 109): “Öğretim kutsal bir ödev olarak kabul edildiği ve camide gerçekleştirildiği için, öğretmenler derslerine genellikle dua ile başlarlardı.” Bu gelenek Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde de devam etmiştir. Dersten önce duâ geleneğinin Osmanlı medreselerinde de aynen sürdürüldüğü; hattâ bâzı medreselerde asıl derse geçmeden önce duâ edilip ardından bir hadîsin (meselâ Buhârî’den) okunup yorumlandıktan ve ardından salât u selâm getirildikten sonra derse başlandığı bilinmektedir (Meselâ, ünlü âlim Molla Lütfî, derslerine başlamadan önce, Buhârî’den bir hadis okur, onu yorumlar ve daha sonra dersine geçerdi. “Bu minvâl üzre bir gün Buhârî nakl ider iken ... Ali b. Ebî Tâlib hazretlerinün ba’zı gazavâtında cism-i şerîflerine sehm ... isâbet” ettiği, acısından duramaz hâle geldiğinde, çıkartılması esnâsında acısını hissetmemek için namâza durduğunu ve okun ancak o namazda iken çıkarılabildiğini anlatmış ve “hakîkat-i hâl salât budur, yohsa bizüm kılduğumuz ‘amel kuru kıyām”dır ve onda “fâ’ide yokdur” diye ibâdette ihlâsı vurgulamıştı. Kendisini çekemeyenler, onun namâzı “kuru kıyām” olarak nitelediğini ileri sürmüşler ve kendisiyle ilgili akdolunan mahkemede aleyhine delil olarak kullanmağa kalkışmışlardı. Bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 298; Molla Lütfi hakkında geniş bilgi için bkz. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yay., İstanbul 1988, s. 205-227.

[10] Fazlur Rahman İlim ve Çağdaşlık (trc. A. Açıkgenç - M. H. Kırbaşoğlu), Ankara 1990 s. 111.

[11] Bugün bile câmiler, okulların tâtile girdikleri dönemlerde –bilhassa taşrada ve Kur’an kursu binâlarının bulunmadığı yerleşim birimlerinde–, gönüllü talebe istinâden, çocuklara zarûrî ilmihâl bilgilerinin öğretildiği mekânlar olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca bkz. Naşabi, a.g.e., s. 94-101.

[12] Bkz. Petersen, a.g.e., s. 19-20.

[13] Devletin gözetimi altında düzenli bir eğitim faaliyeti yürütülen Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce, 960 (339)’da Ebu’l-Velîd Hassan, Muhammed Emevî ve 065 (354)’ten önce İbn Habban Teymî tarafından Nişâbur’da birer medrese yaptırılmıştı; kezâ 1011 (402)’den önce yine Nişâbur’da es-Sâ’idiyye ve 1014-15 (405)’ten önce Ebû Osman Sabûnî ve İbn Furek medreseleri yapılmıştı (bkz. Atay, a.g.e., s. 31; ilk dönem ilim ve kültür müesseseleriyle ilgili olarak ayrıca bkz. Oktay Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Müesseseleri”, Türk Kültürü, 12 (Ekim 1963, s. 34-43); Baltacı, a.g.e., s. 7-14; Naşabi, a.g.m., s. 97-100. Selçuklu döneminde kurulan medreselerle ve eğitim hayâtı ile ilgili olarak bkz. M. A. Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IV (Ankara, 1975), s. 75-124.

[14] Nizâmiye medreselerinin Sünnî İslâm dünyâsında kurulmuş daha önceki medreselerin eğitim-öğretim hayâtına getirdikleri yenilikler için bkz. M. Asad Talas, Nizamiye Medresesi ve İslâm’da Eğitim-Öğretim (terc. Sadık Cihan), etüt yay., Samsun 2000.

[15] Bu sırada açılan medreseler hakkında kısaca bilgi edinmek için bkz. M. Akdağ – H. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 113 vd; Köymen, a.g.m., s. 88-95; Atay, a.g.e., s. 32-35; Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984., s. 1-15.

[16] Atay, a.g.e., s. 32.

[17] Nitekim şu satırlara bkz. “Nizam’ın getirdiği en büyük yenilik, eğitimde dinî hedefin ortaya konulmasıdır. Önceleri okullar özel gayelere sahip değildi ve yetiştirme şekli de idealden yoksundu. Nizamiye, … Eşari ve Şafii esaslarını müdafaa edebilen güçlü insanlar hazırlamak için kurulmuşlardı. … Önceleri eğitim ve öğretim düzenli hiçbir plân izlemiyordu. Hocaların kararı ve arzusu dersleri düzenliyordu, hocaların bizzat kendileri istediği şeyi takip ediyorlardı. Nizamülmülk’le birlikte belli bir program ortaya çıktı ve bu program devamlı olarak izleniyordu. Daha sonra bu yenilik genelleşti ve Nizamiye’den sonra Irak’ta, İran’da, Suriye’de ve Mısır’da kurulan birçok medresenin, her birinin siyasi veyahut dini hedeflerine göre belirlenen bir çalışma programı oldu.” (M. A. Talas, a.g.e., s. 61).

[18] Bu eserlerle ilgili daha fazla bilgi için, bkz. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 40-63. Kezâ, ayrıca Hulûsi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül - Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar), H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1989, s. 39-47; kezâ, tablolar kısmı, Tablo 1-3, s. 164-165.

[19] Baltacı, a.g.e., s. 10.

[20] O. Turan, a.g.e., s. 35-37.

[21] Aynı eser, s. 69-70.

[22] Aynı eser, s. 117-123.

[23] Aynı eser, s. 212-219.

[24] Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969, s. 114.

[25] Ara Altun, Mardin’de Türk Devri Mimarisi, İstanbul 1971, s. 88.

[26] Aynı eser, s. 103.

[27] Baltacı, a.g.e., s. 10.

[28] Cl. Cahen, a.g.e., s. 246.

[29] Bkz. O. Turan, “Şemseddin Altun-Aba, Vakfiyesi ve Hayatı”, Belleten, Sayı 42 (Ankara 1947), s. 204.

[30] İ. Hakkı Konyalı, Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi, Konya 1965, s. 851.

[31] Halil Edhem, Kayseriyye Şehri, İstanbul 1334, s. 98-99.

[32] Baltacı, a.g.e., s. 10.

[33] Bkz. Anadolu Beylikleri, s. 229-231. Beylikler döneminde yaptırılan medreselerin bir kısmı burada ismen zikredildikleri için, hepsinin tekrar zikredilmesine gerek görülmemiştir.

[34] Osmanlı devletinin kuruluşundan îtibâren ortaya çıkan medreseler ve eğitim-öğretim müesseseleri üzerinde oldukça fazla yayın yapılmış olduğu için, bu yazıda Osmanlı dönemi ele alınmamıştır.

[35] Baltacı, a.g.e., s. 10.

[36] Paul Wittek, Menteşe Beyliği (terc. O. Şaik Gökyay), Ankara 1944, s. 137.

[37] Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, İstanbul 1973, I, s. 75.

[38] A.g.e., s. 145-146.

[39] Aynı eser, s. 166, 173.

[40] Aydın Sayılı, “Vâcidiye Medresesi, Kütahya’da Bir Ortaçağ Türk Rasathanesi”, Belleten, XII/47 (1948), s. 655-666.

[41] Halil Edhem, “Germiyan Oğulları Eserleri”, TOEM, I, s. 128.

[42] M. Sözen, a.g.e., I, s. 194.

[43] İ. Hakkı Konyalı, Karaman Tarihi, İstanbul 1967, s. 715.

[44] A.g.e., s. 461.

[45] A.g.e., s. 744.

[46] Anadolu beylikleri döneminde yaptırılan medreselere örnek olmak üzere, daha fazlasının isimleri için bkz. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 229-231.

[47] Tayip Okiç, Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tedkikler, Ankara 1959, s. 105.

[48] Okiç, a.g.e., s. 106.

[49] Konyalı, Konya Tarihi, s. 802.

[50] Baltacı, a.g.e., s. 12.

[51] Konyalı, a.g.e., s. 586, 949 vd.

[52] Corci Zeydan, Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi (terc. E. Megamiz), İstanbul 1330, III, s. 371.

[53] Konumuzu doğrudan ilgilendirmedikleri için, bunları bir tarafa bırakıyoruz. Bunlar hakkında kısa bilgi için bkz. Süheyl Ünver, Selçuklu Tabâbeti, Ankara 1940.

[54] Bugün, yaz dönemlerinde ilköğretim okullarının tâtile girmeleriyle birlikte, Türkiye Diyânet İşleri Başkanlığı’nın kontrolünde olmak üzere, Türkiye’nin her yerindeki câmilerde çocuklara temel ilmihal bilgilerinin verildiğini biliyoruz. Bu bilgilendirme faaliyetlerini, sıbyan mekteplerinin fonksiyonlarının devâmı olarak görmek mümkündür.

[55] İslâm dünyâsında ilk dönemlerden îtibâren eğitim-öğretim alanında ortaya çıkan gelişmeler ve oluşan yapı hakkında derli toplu bir fikir edinmek için bkz. M. Akdağ – H. Öymen, a.g.e.

[56] M. A. Köymen’in yukarıda adı geçen makalesi, Büyük Selçuklu dönemi eğitim-öğretim hayâtının temel husûsiyetlerini ana-hatlarıyla ortaya koyması bakımından oldukça mühimdir. Dönemin en ünlü medreseleri hakkında yeni bir değerlendirme için bkz. M. Asad Talas, a.g.e.

[57] Yukarıda isimleri zikredilen İ. H. Uzunçarşılı’nın (İlmiye Teşkilâtı), C. Baltacı’nın, M. Bilge’nin, H. Atay’ın eserlerinin ve bizim eserimizin (Fâtih Külliyesi) bibliyografyaları, bu konuda oldukça geniş bir materyal bulunduğunu göstermeye yeterlidir.

[58] Osmanlıların, diğer Anadolu beyliklerine nisbetle, Anadolu Selçuklu mirâsını daha iyi benimseyip bünyelerine intikal ettirdikleri umûmiyetle kabûl edilir (bkz. O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, s. 650-657).

[59] “Vakıf, lisan-ı şer’îde bir ‘aynın, menfaatı ‘ibadullaha ait olmak üzere aslını müebbeden haps etmektir.” (Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, haz. N. Öztürk, Diyanet Vakfı yay., Ankara 1995. s. 49. Ayrıca bkz. A. Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, TTK, Ankara 1988, s. 29 vd.; kezâ, N. Öztürk, Türk Yenileşme Tarihinde Vakıf Müessesesi, Diyanet Vakfı yay., Ankara 1995, s. 19 vd.).

[60] Medreselerin tüzükleri durumundaki vakfiyelerden, buraların kendilerine has bir yönetim şeklinin olduğunu, büyüklüklerine göre her birinin nâzır veyâ mütevellîlerinin, yazışmalara bakan kâtiblerin, gelirlerin tahsîliyle vazîfeli vergi toplayıcıların, harcama kalemlerini tâkip eden elemanların, kapıcıların, bekçilerin, çevre temizlikçilerinin, aşçıların ve benzeri hizmetlilerinin bulunduğunu anlıyoruz. Bunların seçiminde doğruluğun ve dürüstlüğün, işlerinin ehilleri olmalarının ve sadâkatin ön-plânda tutulduğu, en azından vâkıfların bunları birer şart olarak belirtmek ihtiyâcı duyduklarını görüyoruz. Söz konusu vakfiyeler, medrese bünyesinde çalışan bütün hizmetlilerin günlük ücretlerini de ihtivâ etmektedirler. Müderrislerde aranan ortak şartlar ise, aklî ve naklî ilimlerde mâhir olmaları, ders verme kâbiliyetlerinin olması, ehl-i sünnet mezhebi üzerine bulunmaları, doğruluk, ahlâkî erdemler ve sadâkat yine ön-plâna çıkmaktadır (bkz. O. Turan, yukarıda 2 nolu dipnotta geçen vakfiye örnekleri; kezâ, Uzunçarşılı, “Karamanoğlu Devri Vesikalarından İbrahim Bey’in Karaman İmareti Vakfiyesi”, Belleten,I/1 (1937), s. 56-58, 92-127; kezâ, Anadolu Beylikleri, s. 232-234).

[61] O, Turan, a.g.m.’ler; kezâ, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, s. 36, 214, 217, 221; Uzunçarşılı, a.g.m. ve eser, s. 232-234); Refet Yinanç, “Selçuklu Medreselerinden Amasya Hilafet Gazi Medresesi ve Vakıfları”, Vakıflar Dergisi, XV (1982), s. 9).

[62] Bunların aldıkları ücretler konusunda bir standart söz konusu değildir. Medreselerin gelir kaynaklarının durumlarına, vâkıfın imkânlarına ve yörenin cârî ödeme geleneklerine göre, meblağların farklılık arz ettikleri görülür. Meselâ, Erzurum’daki Çifte Minâre veyâ Hâtuniye medresesi müderrisi için yıllık 3500 akçe tahsis olunmuştu (O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 36; Hilâfet Gâzî medresesinde müderris için yıllık 1200 gümüş dirhem ve 300 mudd buğday ücret ödenirken, mu’îde yıllık 240 gümüş dirhem maaş verilmesi öngörülmüştü (R. Yinanç, a.g.m., s. 9).

[63] 1209’de Amasya’da yaptırılan Hilâfet Gâzi medresesi vakfiyesinde, burada ders verecek müderrisin ve ders görecek talebenin sâdece Hanefî mezhebinden olmaları öngörülmüştür (bkz. R. Yinanç, a.g.m., s. 8-9).

[64] O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 213. Mardin Ulu Câmi bitişiğindeki medrese, Hanefî ve Şâfi’î (aynı eser, s. 214) ve Diyarbakır’da Artuklular tarafından 1194 yılında yaptırılan Mesûdiye Medresesi, dört mezhebi dikkate alarak eğitim veriyordu; bu durum talebe ve müderrisler için aynen geçerli idi (aynı eser, s. 217, 225). Konya’da bulunan Altun-Aba medresesi, Hanefî ve Şâfî mezheplerine göre (O. Turan, “Altun-Aba Vakfiyesi”, s. 202), Karatay medresesi ise dört sünnî mezhebi dikkate alarak eğitim veriyordu (O. Turan, “Celâleddin Karatay…”, s 74).

[65] Kezâ Turan, a.g.e., s. 213.

[66] Sivas Bürûciye medresesinde 38 talebe bulunurken (bkz. O. Turan, “Celâlettin Karatay …, s. 78), Kütahya’daki Germiyon-oğlu Ya’kûb Bey medresesinde –nehârî belli değilse de- leylî 9 (Uzunçarşılı, a.g.e., s. 232), Amasya Hilâfet Gazî medresesinde ise yekûn 12 talebe bulunuyordu (R. Yinanç, a.g.m., s. 9). Artuklu emirlerinden II. Necmeddin Gâzî’nin kendi adına nisbet olunan Koç-hisar’daki medresesinde “80 oda” bulunduğu belirtilir (O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 218).

[67] Bkz. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 232.

[68] A.g.e., s. 234.

[69] R. Yinanç, a.g.m., s. 9.

[70] Uzunçarşılı, a.g.m.; kezâ O. Turan, yukarıdaki 2 nolu dipnot.

[71] Bkz. Köymen, a.g.m., s. 114-117.

[72] Osmanlı medreselerinin vakfiyeleri ve muhtelif muhâsebe kayıtları, bu hususta teferruatlı bilgiler sunarlar. Bir örnek için bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 135-142.

[73] Bkz. R. Yinanç, a.g.m., s. 9.

[74] Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 234.

[75] Köymen, a.g.m., s.121-122; M. A. Talas, a.g.e., s. 51.

[76] Büyük Selçukluların münhasıran tek mezhebi korumaya çalışmadıkları; sünnî mezheplerin tamâmını öğretmeye gayret ettikleri konusunda bkz. O. Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, 3. baskı, İstanbul 1980, s. 326-331.

[77] Bu konuda derli toplu bilgi için bkz. F. Unan, “Osmanlı Medrese Ulemâsı: İlim Anlayışı ve İlmî Verim”, Koomduk İlimder Jurnalı /Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek 2003), Sayı. 5, s. 14-33.

[78] Bkz. F. Unan, “Bir XIV. Yüzyıl Yazarının Kaleminden Çağının İlim ve Âlim Anlayışı”, Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek), Sayı 3 (2002), s. 359-381.

[79] Meselâ bkz. O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 222.

[80] Naşabi, İslâm dünyasında ilk dönemlerde hocaların derslerini yazılı metin olmaksızın ezbere verdiklerini; bir süre sonra, derslerde önceden hazırladıkları notlardan faydalanmağa başladıklarını; fakat zaman geçtikçe ilk dönemin büyük üstadlarının eserlerinin sonraki hocalar için ders kitâbı hâline geldiğini ifâde eder (a.g.e., s. 109). Naşabi’ye göre, bu durum gitgide kalıplaşmış bir eğitim anlayışına doğru yönelmiş ve hicrî IV. asırdan sonra hocalar, derslerde “sâdece büyük üstadların eserlerini” okutmakla yükümlü kılınmışlardır. Hattâ “... Mustansiriye Medreselerinin hocaları bu kurala karşı gelerek kendi kitaplarını okutmağa başladıklarında, olay vezire ve sonra da Halifeye nakledildi. Halife de hocaları huzuruna çağırarak sadece eski üstadların (selef) kitaplarını okutmalarını istedi. Bunun üzerine hocalardan birinin kendi kitabını okutma hakkını savunarak Halife’ye “Onlar insandı, biz de insanız!” dediği” ifâde olunmaktadır (a.g.m., s. 106-107), Ayrıca bkz. Aydın Sayılı, “Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa ile mukâyese)” A.Ü. D TCF. Felsefe Araştırmaları Dergisi, I (1963), s. 38.

[81] Bu gelenek hakkında daha geniş bilgi için bz. Naşabî, a.g.m., s. 105-110.

[82] Bkz. Köymen, a.g.m., s. 113.

[83] F. Unan, Fâtih Külleyesi, s. 339.

[84] Aynı eser., s. 354.

[85] Taşköprülü-zâde, Mevzû’atu’l-Ulûm, İstanbul 1313, I, s. 64.