Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-46                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

XVI. ASIRDA BOZOK’TA DÎNÎ HAYAT*

Bu sempozyum boyunca çeşitli vesîlelerle ifâde olunduğu üzere, Bozok deyince, akla tabiî olarak Yozgat gelir. Bu da normaldir. Çünkü, yakın zamanlara kadar, bugünkü Yozgat ve havâlîsi Bozok olarak bilinmiş, tanınmış ve isimlendirilmiştir. XVI. yüzyılın ilk yarısından îtibâren ve bilhassa Osmanlı idâresine geçişten bir süre sonra kullanılmaya başlayan Bozok Sancağı ibâresi, yörenin Osmanlı mülkî taksîmâtındaki resmî ismi olarak, neredeyse Cumhûriyet dönemine kadar kullanımda olacaktır.

Tebliğimizde, XVI. yüzyılda Bozok’ta günlük dînî hayatın nasıl bir manzara arz ettiği konusunu ele almak istiyoruz. Önce, ileride anlatılacak olanlara zemin oluşturması açısından, Bozok ve çevresinin Osmanlı öncesi Türk hâkimiyeti dönemini satır-başlarıyla da olsa hatırlamakta fayda vardır.

1071 Malazgirt Savaşı’nın ardından peyderpey Türklerin ellerine geçen Anadolu’nun tam ortasında yer alan Bozok bölgesi, ilk olarak Dânişmendli Türklerinin hâkimiyet alanı oldu. Dânişmendlilerin güç kaybetmeye başlamalarıyla yöre Anadolu Selçukluların kontrolüne girdi. 1243’ta gerçekleşen Kösedağ savaşının Anadolu Selçuklu devletinin sonunu hazırladığını biliyoruz. Bu târihten îtibâren Anadolu, Moğol nüfûzuna girer. Moğol ordularıyla Anadolu’ya gelen ve Türklerin Tatar veyâ Kara Tatar olarak da isimlendirdikleri bir hayli göçebe unsurun Bozok bölgesine yerleştiği mâlumdur. Pek muhtemeldir ki, bunlar Müslüman olmayan unsurlardı. Daha sonra, zaman içinde bunların da Müslümanlaştıkları muhakkaktır. Moğol hâkimiyetinin etkisini kaybetmesiyle birlikte, Anadolu’da bir düzineyi aşkın beylik ortaya çıkacaktır. Bu dönemde Bozok önce Eratna ve bilâhare Kadı Burhâneddin devletinin kontrolüne girdi. Osmanlı sultânı Yıldırım Bâyezid’in diğer bir çok Anadolu beyliğini ortadan kaldırdığı süreçte, Bozok ve çevresi de 1398 yılında Osmanlı hâkimiyeti altına alınır. Ne var ki, kısa bir süre sonra Timur’la Bâyezid arasında gerçekleşen ve Osmanlıların mağlûbiyetiyle netîcelenen Ankara Savaşı, Bozok ve çevresinin kaybedilmesine ve yöreye Dulkadirli Beyliği’nin hâkim olmasına yol açar. Osmanlı devleti açısından olumsuz netîcelerine rağmen, Ankara savaşı, Bozok ve çevresinin nüfûs îtibâriyle çok daha fazla Türkleşmesi gibi, Bozok târihi açısından hayırlı sayılabilecek bir hâdiseye de vesîle olur. Timur, Anadolu’dan çekilirken, daha önce Moğollarla birlikte gelen ve bu bölgeye yerleşen unsurların çok büyük bir kısmını berâberinde götürür. Moğol artıklarından bu şekilde boşalan bölgeye bilâhare Sivas ve Kayseri civârında yaşayan Dulkadirli Türkmenlerinin göç etmeleri, yörenin nüfûs bakımından daha fazla Türkleşmesini sağlamış sayılabilir. Bölgenin bu yeni sâkinleri, Üç-Ok ve Boz-Ok olarak ikiye ayrılan Oğuzların Boz-Ok koluna mensup idiler. Bu târihten îtibâren, yöre yeni gelenlerin isimleriyle anılmaya başlanacak ve Boz-Ok=Bozok ismi bilâhare bir Osmanlı sancağı ismi olarak yüzyıllarca kullanılacaktır.

Yöre, tekrar Osmanlı hâkimiyetine girmek için XVI. yüzyılın ilk yarısını bekler. 1514 yılına kadar Dulkadirli Beyliği’nin hâkimiyetinde kalan Bozok, bu târihte Yavuz Sultan Selim’in söz konusu beyliği ortadan kaldırmasıyla Osmanlı idâresine girer. Ancak bir süre daha, bir Osmanlı tâbi durumunda bulunan Dulkadirli beylerinden Şehsüvaroğlu Ali Bey’in idâresinde kalır. Ne var ki Ali Bey, istiklâl peşinde koşmaktadır. Bu sebeple, 1522’de kendisinin bertaraf edilir; yöre tamâmen Osmanlılara bağlanır ve diğer Osmanlı sancakları arasına katılır. Böylece, yörede bütün unsurlarıyla fiilen Osmanlı idâresi teessüs eder.

Nüfûsun umûmî durumu bakımından XVI. yüzyılda Bozok yöresinin büyük bir ekseriyetle göçebe unsurlardan oluştuğu görülür. Bu durum, uzunca bir süre, yerleşik hayâtın gerektirdiği bir takım müesseselerin çok daha erken târihlerde oluşmasını engellemişe benziyor. Bu müesseselerden birisi de, tebliğ konumuz olan din ve dînî hayâtın gerektirdiği, göçler esnâsında berâber götürülmesi mümkün olmayan sosyal ve hayrî nitelikli yapılardır. Bölgede yapılan mühim tahrirlerden birisi olan 1539 yılına âit tahrir defterinde köy (karye) isimlerine çok az tesâdüf edilmesi ve yerleşim yerlerinin çoğunlukla mezre’a olarak zikredilmesi veyâ nüfûsun mühim bir kısmının cemaat isimleriyle kaydedilmiş olması, sözünü ettiğimiz göçebe hayâtın yoğunluğunun göstergesi olarak yorumlanabilir. Nitekim, bu târihte karye olarak zikredilen yerleşim yeri sayısı sâdece 7’den ibârettir. Diğer bütün yerleşim yerleri ya mezre’a olarak görülmekte veyâ cemaat isimleriyle karşılaşılmaktadır. Bu târihlerden îtibâren gittikçe artan bir şekilde, söz konusu mezre’a ve cemaat isimlerinin köy (karye) isimleriyle yer değiştirmesi veyâ bu isimlerin köy isimleri hâline dönüşmesi, bölgede göçebelikten yerleşikliğe giden bir sürecin yaşandığını açıkça göstermektedir. Nitekim, Bozok’a âit 1556 ve 1576 târihli tahrir defterleri bu durumu açıkça ortaya koyar. Diğer bir deyişle, daha önceki tahrirlerde mezre’a veyâ cemaat isimleri olarak geçen yerler, artık karye isimleriyle karşımıza çıkar. Bu demektir ki, daha önce hayvanlarının peşinde sürekli yer değiştiren veyâ toprakla çok az uğraşan insanlar, artık belirli yerlerde sürekli oturmaya, toprağa kök salmaya ve köyler teşekkül ettirmeye başlamışlardır. Bununla birlikte, göçebe hayâtın bütünüyle terk edildiği söylenemez. İnsanlar, belli gruplar hâlinde yine yaylaklara çıkmakta, yine hayvan sürüleriyle meşgûl olmakta ve fakat kış yaklaşırken köylerine dönmek sûretiyle sâbit ve korunaklı sığınaklar durumundaki evlerde yaşamaktadırlar.  XVI. yüzyılın son çeyreğinde bile 12 nâhiyeli Bozok Sancağı’nda 629 köy ve 505 adet mezre’anın bulunması[1], bütünüyle yerleşik bir hayâta geçiş açısından sürecin nasıl yavaş işlediğini açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir sosyal yapı, yarı-göçebe bir hayata işâret eder. Bu yapı, hiç şüphesiz yüzyıllarca varlığını sürdürecektir. Nitekim, Bozok yöresinde şehir diyebileceğimiz yerleşim yerlerine uzunca bir süre rastlamak mümkün olmaz. Yozgat şehir merkezi bile, XVIII. yüzyılın başlarından îtibâren ve bilhassa Çapanoğulları’nın buraya yerleşmesinin ardından teşekkül edecektir. Bu durum, sanırız bu sempozyumda başka tebliğlere konu edilecektir. XVI. yüzyılda Yozgat ismine dokuz-on hâneli bir köy adında tesâdüf edilmesi, belirli bir kazâ merkezinin yine aynı yüzyıl boyunca görülememesi, bölgenin yerleşik hayat bakımından sergilediği bu sosyal yapı ile yakından ilgili olmalıdır[2].

Böyle bir sosyal yapı ve böyle bir yerleşim tablosu dikkate alındığında, XVI. yüzyılda Bozok yöresinde günlük dînî hayâtın niteliğine dâir neler söylenebilir?

Bu konuda sağlıklı bir netîceye varabilmek için, ne yazık ki, yeterli veriye sâhip değiliz. Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz yöreye âit bâzı tahrir defterleri, bu hususta bâzı ipuçları ihtivâ etmektedirler. Bu bakımdan bilhassa mufassal tahrir defterlerinde bulunan bir takım ipuçları, yörede yaşanan günlük dînî hayâta dâir bâzı mülâhazalarda bulunmamıza imkân sağlayacak niteliktedir.

Bilindiği gibi, mufassal tahrir defterlerinde tek tek kaydedilen köy veyâ muhtelif yerleşim yeri isimlerinin hemen altında, burada ikâmet eden ve vergi verebilecek durumda bulunan insanların isimleri sıralanmıştır. Bu isimlerin hemen altında, çift, nîm-çift, bennâk, mücerred, sipâhî, sipâhî-zâde, muâf, ma’lûl, pîr-i fânî… gibi sık sık şahısların hâlihazırdaki durumlarını ve statülerini gösteren ifâdelerle karşılaşılır. Bu tür açıklamalar arasında hatîb, vâ’iz, imâm veyâ mü’ezzin gibi açıklamalar da yer alır. Bir yerleşim yerinde yaşayan ve vergi verebilecek durumda bulunan isimler arasında imâm, hatîb, vâiz veyâ müezzin sıfatını taşıyan kimselerin bulunması, bizce orada bir mescid veyâ câmiin varlığına delâlet etmektedir. Dolayısıyla, bu tür yerlerde yerleşik hayâtın, en azından mezre’alara nisbetle oldukça ileri bir safhaya ulaştığı söylenebilir. Vergiye tâbi nüfus arasında bu tür sıfatlar taşıyan kimselerin bulunmadığı yerleşim yerlerinde ise, söz konusu yapıların bulunmadığına hükmetmek, sanırız, pek yanlış olmayacaktır.

Bu tür veriler ışığında Bozok yöresinin XVI. yüzyıldaki durumuna baktığımızda, dînî hayâtın pratiklerinin mekânı olan mescid ve câmiler açısından pek de zengin bir manzara arz etmediği görülmektedir. Çünkü, tahrir defterlerinde isimleri zikredilen köylerde veyâ yerleşim yerlerinde yaşayan ve vergi verebilecek durumda bulunan insanlar arasında imâm veyâ mü’ezzin sıfatını taşıyan kimselere çok az tesâdüf edilir.  Meselâ, yerleşik hayâtın peyderpey teşekkül ettiği XVI. yüzyıl Bozok’unda, yüzyılın sonlarına doğru, yâni 1576’da bile sâdece 12 köyde câmi bulunduğu anlaşılmaktadır[3]. Bu yapıların öyle gösterişli yapılar olmadıkları da muhakkaktır. Çünkü, o dönemden günümüze büyük ölçekli hiçbir eser ulaşmamıştır. Câmi ve mescid hizmetlisi olarak mütâlaa olunabilecek kişiler olarak ise Akdağ nâhiyesinde 5, Aliki’de 2, Baltı’da 7, Delice Özü’nde 2, Boğazlıyan’da 5, Emlâk’te 3, Gedük’te 7, Karadere’de 6 kişinin ismine rastlanmaktadır. Bozok’un diğer nâhiyeleri olan Kanak-ı Bâlâ’da, Kanak-ı Zîr’de, Çubuk’ta, Sorkun’da ve Süleymanlu’da  ise imâm, hatîb, vâ’iz, mü’ezzin, vs. gibi sıfatlar taşıyan hiçbir kişinin ismine rastlanmaması dikkat çekicidir[4]. Bu rakamlar,  XVI. yüzyılın sonları gibi geç bir dönemde bile, Bozok’un tamâmında Cuma namazı kılınabilecek nitelikte en fazla 12 civârında köyde câmi bulunduğunu, diğer yüzlerce köyde böyle bir durumun bile söz konusu olmadığını göstermektedir.

Peki diğer köylerde günlük dînî hayâtın pratikleri nasıl yaşanıyordu? Veyâ, herhangi bir câmi bulunmayan ve din hizmetlisi elemanı görülmeyen yerleşim yerlerinde günlük vakit namazları nasıl kılınıyordu; Cuma ve Bayram namazları; Ramazan boyunca bugün bile Müslüman Türk halkının îfâ etmekte bilhassa titiz gözüktüğü terâvih namazları nasıl edâ olunuyordu?

Bu soruların cevaplarını, dönemin bize ulaşan az sayıdaki kaynaklarından hareketle cevaplamak pek mümkün gözükmemektedir. Ancak, günümüzden biraz gerilere, 30-40 yıl gibi fazla uzun sayılamayacak çocukluk dönemlerimize giderek, çoğumuzun çocukluğunun geçtiği köy hayâtında müşâhede ettiğimiz günlük dînî pratiklerin nasıl îfâ olunduğu konusundaki hâtıralarımızı tâzeleyerek, bâzı muhtemel netîcelere ulaşmamız mümkündür. Meselâ, daha önce Akdağmadeni’ne bağlı bulunan ve günümüzün yeni ilçelerinden Saraykent’in bir köyü iken bugün belediyelik bir belde hâline gelen benim köyümde, Çiçekli’de öteden beri câmi bulunmaktaydı. Çevredeki pek çok köyün sâkinlerinden bir çoğu, bilhassa orta yaşın üzerinde bulunanlar, Cuma günleri namaz için mutlakâ köyümüze gelirlerdi. Aynı durum Ramazan ve Kurban bayramı namazları için de söz konusuydu. Çok erken saatlerde kendi köylerinden yola çıkar, câmii ve imâmı bulunan köyümüze gelirlerdi. Kezâ, köyümüzün nâdir sayıdaki okumuşları, yâni şöyle veyâ böyle Kur’ân’ı yüzünden okumayı öğrenmiş, namazın nasıl kılınacağını ve kıldırılacağını –bir takım eksiklerine rağmen– bildikleri farz olunan insanları, Ramazan ayının girmesine birkaç gün kala, Ramazan boyunca, kendi deyimleriyle hocalık yapmak üzere, hocası bulunmayan köylere imamlık yapmaya giderlerdi. Ramazan’ın bitimiyle birlikte, bayram namâzını kıldırdıktan hemen sonra, bir aylık vazîfelerini tamamlayıp, köylülerin kendi aralarında toplayarak denkleştirdikleri aylıklarını ve bir takım hediyelerini alarak köyümüze dönerlerdi. Bu tür geçici imamlık için gidenler, hemen dâimâ, bir köy odasının veyâ uygun bir mahallin mescid olarak belirlendiği geçici mekânlarda vazîfelerini îfâ ederler, mâlum sürenin dolmasının ardından bu mekânlar eski durumlarına döndürülürdü.

Böyle bir durum, büyük şehirlerdeki medreselerde okuyan talebenin, Ramazan aylarında –bu ayın tâtil olmasını da fırsat bilip– taşradaki yerleşim yerlerine dağılarak, kabul gördükleri yerlerde bir ay süreyle imamlık yapmaları, eğitimleri süresince sarf edecekleri harçlıklarını biriktirmeleri; bulundukları yerlerin ahâlîsini dînî açıdan bilgilendirmeleri geleneğinde de görüldüğü gibi, klâsik Osmanlı döneminde çok yaygın bir uygulama idi. Buna cerre çıkmak dendiğini hepimiz biliriz. Bozok yöresinin de bu uygulamadan nasîbini aldığı muhakkaktır.

Cenâze yıkanması, defni veyâ bir nikâh akdi söz konusu olduğunda da benzer bir yol tâkip edilirdi. Diğer bir deyişle, bu işleri yapabilecek insanların bulunduğu en yakın yerleşim yerinden istifâde edilir; buralardan imâmlar getirilir ve gerekli işlemler veyâ dînî ritüeller onların aracılığıyla yerine getirilmeye çalışılırdı.

Cuma, Bayramlar veyâ Ramazan gibi istisnâî zamanlar dışında, yâni normal günlerde, beş vakit namazını edâ edenlerin umûmiyetle bu vazîfelerini kendi hânelerinde îfâ ettiklerini biliyoruz. Anadolu’nun her tarafında bugün de çoğu zaman böyle yapılmaktadır. Taşra hayâtını az çok tanıyanlarımız iyi bilecektir. Günlük beş vakit namaz, umûmiyetle orta yaşın üzerindeki veyâ âmiyâne tâbirle ununu elemiş, eleğini asmış insanlara mahsus imiş gibi görülür; genç insanların büyük bir ekseriyetinin aklına böyle bir mükellefiyetin varlığı pek de gelmez; bunun için belirli bir yaşı geçmiş olmak gerekirmiş gibi düşünülür…

Bütün bunları niçin anlatıyoruz? Şu husus, târihimiz hakkında az-çok mâlumâtı bulunanlar tarafından çok iyi bilinecektir: Anadolu’da tarım, hayvancılık, bir takım zenaatler ve sâir bütün ekonomik ve sosyal faaliyet alanlarında çok yavaş bir ilerleme ve değişiklik söz konusu olmuştur. Diğer bir ifâdeyle, meselâ XV veyâ XVI. asırda Anadolu’da tarım hangi usûllerle yapılıyor idiyse, hemen hemen 1950’lere kadar aynı usûller geçerli oldu. İnsanlar, bu hususta babalarından, dedelerinden neleri görüp öğrendilerse, onları olduğu gibi uygulamayı tercih ettiler. Hemen hemen bütün köy evlerimiz, 1950’li veyâ 60’lı yıllara kadar aynı biçimlerde ve aynı malzemelerle yapıldı. Taşra hayâtı, asırlar boyunca ciddî sayılabilecek bir değişiklik geçirmeden varlığını sürdürdü. Motorlu araçların veyâ elektrik gücünün devreye girmesine kadar –ki bu, 1950’lerden sonra gitgide artacaktır– sosyal ve ekonomik hayâtımız yüzyıllar boyunca hemen hemen hiç değişmedi. Yâni, dünden bugüne taşradaki günlük sosyal hayâtımız durağan bir seyir tâkip etti.

Bu statik durumdan hareketle, gözden geçirmeye çalıştığımız XVI. yüzyılda Bozok’ta nasıl bir günlük dînî hayat yaşandığını bir nebze de olsa tahayyül etmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle, çok uzak bir geçmiş olmayan çocukluk çağımızda dînî ritüeller olarak çevremizde gördüklerimiz nelerden ibâretse, Bozok’ta XVI. yüzyıl boyunca da hemen hemen benzerleri vardı. Yâni, insanlar o devirlerde de Cuma ve bayram namazları için yine mescid veyâ  câmi bulunan komşu köylere gidiyorlardı; Ramazan aylarında başka yerlerden gelen geçici imâmlar tutuyorlar ve bunların ücretlerini kendi aralarında toplayarak karşılıyorlardı. Cenâzelerini yıkatmak, defnetmek veyâ nikâhlarını yaptırmak için, kendi köylerinde bu işleri yapabilecek kimseler yoksa, komşu köylerden faydalanıyorlardı. Günlük dînî mükellefiyetler de, yine büyük bir ekseriyetle, orta yaşın üzerindeki veyâ ununu elemiş, eleğini asmış insanlara bırakılmış bulunuyordu. Kısaca, dünden tevârüs olunan popüler veyâ dînî kültür ve mîras olduğu gibi sürdürülüyordu. Bu mîrâsın kitâbî sayılabilecek bir nitelik taşımadığını; diğer bir deyişle, temel eğitim müesseseleri olan medreselerde üretilen bilgilerin Osmanlı taşrasında fazlaca bilinmediğini belirtmek, sanırız mübâlağa sayılmayacaktır.

XVI. yüzyılda Bozok’ta günlük veyâ popüler dînî hayatla ilgili olarak sâdece bunları mı söyleyebiliriz? Elbette hayır. Bu yüzyılda Bozok’ta bir takım tekke ve zâviyelerin varlığını da biliyoruz. Bu bilgi, Anadolu’nun her tarafında olduğu gibi, Bozok’ta da belirli ölçüde bir tasavvuf geleneğinin sürdürüldüğünü göstermektedir.

Yukarıda, Bozok’a âit bâzı tahrir defterlerinden söz etmiştik. Söz konusu defterleri, vergiye tâbi tarım alanlarının mevcut durumlarıyla ilgili bâzı bilgiler de ihtivâ ederler. Yâni, söz konusu yerlerin timâr mı, ze’âmet mi, has statüsünde mi bulunduğunu; yoksa herhangi bir vesîleyle bir tarîkat şeyhine veyâ tekke ve zâviyeye vakfedilmiş yerler mi oldukları bilgisini edinmek açısından, söz konusu defterlerin verileri oldukça aydınlatıcıdır. Bölgede bulunan tekke ve zâviyelere vakfedilmiş yerlerin azlığına veyâ çokluğuna bakarak, popüler İslâmî hayâtın umûmî durumu hakkında bir takım değerlendirmelerde bulunmak pekâlâ mümkündür.

1576 târihli tahrir defterinde kendilerine gelirleri vakfedilmiş ziraat edilebilir alanların zikri dolayısıyla başlıca şu tekke ve zâviye isimlerine rastlıyoruz: Çandır’da Şahruh Bey Zâviyesi, Karıderesi köyünde Hacı İbrâhim Zâviyesi, Osman Paşa Tekkesi’nde Emirci Sultan Zâviyesi, Kanak-ı Zîr’in Fakihlü köyünde Yunus Halîfe Zâviyesi, Kanak-ı Bâlâ’nın Hazma Abdal Kışlası’nda Şahverdi Fakih Zâviyesi, Akdağ’da Kılınç Abdal Zâviyesi, Emlâk nâhiyesinin Can Abdal köyünde aynı adlı bir zâviye, Çubuk’un Toklu köyünde Seyyid Selâhattin Zâviyesi.[5] Belirtmek gerekir ki, bu zâviyeler XIII. yüzyıldan beri bölgede faal durumda idiler. Ayrıca, merkezi Bozok sancağı toprağı olmamakla birlikte, Bektaşî tarîkatine mensup bâzı kişilerin yörede bulundukları ve kendilerine bir takım gelirlerin vakfedildiği görülmektedir[6].

Burada isimleri zikredilen zâviyelerin XVI. asrın ikinci yarısındaki durumu yansıttıklarını belirtmek gerekir. Daha sonraki yüzyıllarda Bozok’ta faaliyet gösteren pek çok tekke ve zâviye ismine rastlanacaktır. Fakat bu husus, dönem îtibâriyle konumuzun dışında kalmaktadır. Bu tür tekke ve zâviyelerin sosyal alandaki durumlarıyla ilgili olarak da bir iki cümle söylemek yerinde olacaktır:

Medrese çevrelerinin temsil ettikleri kitâbî İslâm’ın kâidelere sıkı sıkıya bağlı bir dînî hayâtı öngördüğü; günlük hayâtı ve sosyal faaliyetleri daha ziyâde emirler ve nehiyler çerçevesinde düzenlemeye çalıştığı bir ortamda, tarîkat çevrelerinin daha hoşgörülü ve mistik bir hayâtı temsil ettikleri öteden beri savunula-gelmiştir. Medrese çevrelerine mensup olanlar, aynı zamanda resmî makamların temsilcileri veyâ halk arasındaki sözcüleri olarak da görülmüşler ve tarîkat mensuplarına nisbetle kendilerine karşı daha mesâfeli durulmuştur. Umûmî olarak halkın, tarîkat mensuplarını kendilerine daha yakın, sıkıntılarını ve problemlerini teklifsiz-tekellüfsüz aksettirdikleri kimseler olarak gördükleri mâlumdur. Bu sebeple, tekke ve zâviye mensuplarının, diğerlerine nisbetle, halk arasında daha fazla etkili ve nüfuzlu oldukları; kendilerinin sözlerine îtibar edildiği; bu durumu iyi bilen merkezî yönetimin tasavvuf erbâbına bir takım imtiyazlar tanıdığı; kendilerini halkla devlet arasında aracı rolü oynayan kimseler gibi gördüğü bilinir. Bozok yöresinde, XVI. yüzyılda gündelik hayâtını yaşayan sıradan insanların ne kadar yoğunlukta tekke ve tarîkatlere gittikleri; buraların mensuplarının irşatlarından, tavsiyelerinden ve yönlendirmelerinden ne ölçüde etkilendikleri tam olarak kestirilememekle birlikte, kendilerinin –deyim yerinde ise– “kutsal” şahsiyetler olarak görüldüğü, büyük bir saygı beslendiği ve sözlerine îtimat edildiği muhakkaktır. Dolayısıyla, bu dönemde Bozok’ta yaşanan günlük dînî hayat üzerinde tekke ve tarîkat mensuplarının da mühim bir etkisi bulunduğunu kabul etmek zorundayız.

_________

* Bu yazı, I. Uluslararası Bozok Sempozyumu (Yozgat, 13-14 Mayıs 2006)'na tebliğ olarak sunulmuştur.

[1] Yunus Koç, XVI. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağı’nın Nüfus ve İskân Yapısı, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1989, s. 41.

[2] 1539-1642 yılları arasında Bozok yöresinin nüfûs ve iskân bakımından nasıl bir manzara sergilediği, meslektaşım Mehmet Öz tarafından tahrir defterlerine dayalı olarak ana-hatlarıyla incelenmiştir. Bkz. “Bozok Sancağı’nda İskân ve Nüfus (1539-1642)”, XII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri (ayrı basım), TTK, Ankara 2000, s. 787-794.

[3] Koç, a.g.e., s. 68.

[4] Bu rakamları, Koç’un adı geçen çalışmasının sonunda yer alan nâhiyeler ve köyler tablosundan kolayca tâkip etmek mümkündür. Bkz. A.g.e., s. 101-117.

[5] Bkz. Koç, a.g.e., s. 48-51.

[6] Adı geçen eser, s. 71.