Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-6                                                                   Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

XV VE XVII. YÜZYILLARDA OSMANLI YÖNETİM KADEMESİ İÇİNDE EBUSSUUD EFENDİ ÂİLESİ*

 

Osmanlı döneminde, bilhassa XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVII. yüzyıllar arasında ulemâ sınıfı içerisinde, üst yönetim kademeleri arasında ve saray nezdinde oldukça nüfuzlu ve güçlü ulemâ âileleri teşekkül etmiştir. Ancak Kānûnî dönemine kadar bunlar içerisinde –ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar– husûsî bir iltimâsa ve iltifâta mazhar tek ulemâ âilesi, Molla Fenârî adıyla meşhur Şemseddin Mehmed b. Hazma b. Mehmed el-Fenârî (öl. 834/1431) âilesi olmuştu. Âileye tanınan bu iltimas dolayısıyla, Fenârî-zâdelerden birisi bir mevki talep edecek olsa, üst kademelerde, meselâ müderris tâyin edilmek istese, başlangıç derecesindeki medreselerde değil, üç dört basamak yukarıdaki medreselerde vazîfelendiriliyorlardı[1]. Fakat, Kānûnî döne-minde sultanın hocası Hayrüddin Efendi (öl. 950/1453)’nin şahsî gayretleriyle çıkarılan Hoca-zâdeler Kānûnu, husûsî iltifâta mazhar bir çok yeni ulemâ âilesinin ortaya çıkmasında mühim bir âmil olmuştur[2].

Kısa süre içerisinde söz konusu kānûnun muhtevâ ve şümûlünün genişletildiği görülmektedir. Böylece, sâdece hükümdar hocalarının çocukları ve torunları değil, benzer imtiyazlardan şeyhülislâm ve kazasker oğullarının yanı sıra İstanbul, Edirne ve Bursa gibi büyük kadılıklarda bulunan kişilerin çocukları da faydalandırılmağa başlanmıştır[3].

Osmanlı devletinin benimsediği yönetim anlayışının tabiî netîcesi olarak ortaya çıkan bu güçlü ve nüfuzlu âileler, çevrelerinin birer câzibe merkezi hâine gelmekte; ikballerini devlet kapısında arayanların başvurdukları, sığındıkları ve etrâfında toplandıkları vazgeçilmez melce’ler oluşturmakta idiler. İşte bu tür güçlü âilelerden birisi de, burada yazımıza konu edineceğimiz meşhur Şeyhülislâm Ebussuud Efendi âilesidir.

Osmanlı biyografi yazarları tarafından “sultânu’l-müfessirîn, Ebû Hanîfe-i sânî, mu’allim-i sânî, sâhibü’l-irşâd ibn sâhibü’l-irşâd” gibi sıfatlarla vasıflandırılan[4] ve Hoca Çelebi lakabıyla anılan bu ünlü âlim ve şeyhülislâm âilesi, aslen İskilip’liydi. Babası, Ebussuud Efendi daha doğmadan önce İstanbul’a gelmişti[5]. Ceddinin doğum yerine nisbetle İmâdî lakabıyla da tanınan Ebussuud Efendi, 17 Safer 896 (30 Aralık 1490)’da İstanbul yakınlarında bulunan Müderris köyünde dünyâya gelmiştir[6].

Babasının adı Şeyh Muhyiddin Mehmed el-İskilîbî (el-İmâdî)’dir. Şeyh Yavsı olarak da bilinir. Dedesi Mustafa el-İmâdî (el-İskilîbî) hakkında fazla bilgi bulunmamakla berâber, Şeyh Muhyiddin Mehmed el-İskilîbî ile ilgili bir hayli bilgi vardır[7]. İskilip’te doğan Şeyh Muhyiddin, Mecdî’ye göre, bir süre meşhur Ali Kuşçu (öl. 879/1474) ile Alâüddin Alî-i Tûsî (öl. 887/1482)’den ders almış, fakat Ali Kuşçu’nun vefâtı üzerine[8] tasavvufa yönelmiştir. Bu maksatla, Bayrâmî tarîkati ileri gelenlerinden ünlü Şeyh Akşemseddin Efendi’nin halîfelerinden Şeyh İbrâhîm-i Kayserî’den “feyz ü kemâlât” tahsil etmiş ve kendisinden “irşâd u icâzet” almış[9]; daha sonra hacca gitmek için yola çıkmış ve rivâyete göre, şeyhin sohbetinden hoşlanan şehzâde, bir ara ondan tahtın kendisine müyesser olup olmayacağını sormuş ve müsbet cevap almıştır. Bu cevap, geleceğin pâdişâhı II. Bâyezîd’i pek memnun etmemiş olmalı ki, bu hâdiseyi unutmayacak ve tahta geçtiğinde Şeyh Muhyiddin Mehmed için İstanbul’da Eyüp’te büyük bir zâviye yaptıracak; hattâ bununla da yetinmeyerek, onu kendisine “şeyh” edinecektir. Bu yüzden Şeyh Muhyiddin Hünkâr Şeyhi olarak da tanınmakta idi[10]. Ebussuud Efendi’nin babası ile Sultan II. Bâyezîd arasında, daha o dünyâya gelmeden önce kurulan bu dostluk ve yakınlık, ileride ünlü âlim ve şeyhülislâma ikbal yollarını açan bir vesîle olacaktır. Şeyh Muhyiddin, 920 (1514)’de aslî memleketi olan İskilip’te vefât etmiş ve burada defnolunmuştur. Daha sonra oğlu Ebussuud Efendi tarafından kabrinin bulunduğu yere bir câmi ile bir imâret yaptırılmıştır[11].

Ebussuud Efendi, ilk tahsîlini babasından, bu ünlü şeyh Muhyiddin Mehmed Efendi’den görmüş; mukaddemât-ı ulûmu öğrendikten sonra kelâmdan Hâşiye-i Tecrîd’i tamâmen, belâgatla ilgili olarak Şerh-i Miftâh’ı iki kere ve yine kelâmdan Şerh-i Mevâkıf’ı başından sonuna kadar olmak üzere, aynı şekilde babası Şeyh Yavsı’dan okumuştur. Babasının II. Bâyezîd’e olan yakınlığı dolayısıyla, daha genç yaşlarında iken hükümdarla tanışmış ve Atâyî’nin ifâdesiyle, “yevmî 30 akçe Çelebi ulûfesi ihsân olunup câh-ı mahsûs-ı ulemâ ile ser-efrâz ve müstakıllen dest-bûs-ı pâdişâhî ile mazhar-ı i’zâz” olmuştu[12].

Ebussuud Efendi’nin kimlerden ders aldığı ve bilâhare hangi mevkilerde bulunduğu husûsunda burada teferruâta girmenin bir mânâsı yoktur. Çünkü, bu konular yeterince bilinmektedir[13]. O, çeşitli medreselerde bulunduktan sonra en yüksek Osmanlı medresesine, Sahn’a kadar ulaşmış ve buradan Bursa (939/1532) ve İstanbul kadılıklarına (940/1533), ardından Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir (944/1537).

Ebussuud Efendi, asıl şöhretini şeyhülislâm olduğu dönemde kazanmıştır. Onun, Osmanlı yönetim kademesi içerisinde ve ulemâ arasında etkili olduğu dönem de, yine şeyhülislâmlığı dönemidir. Şâban 952 (Ekim 1545)’de Fenârî-zâde Muhyiddin Efendi (öl. 954/1547) yerine şeyhülislâmlığa getirilen Ebussuud Efendi, bu makamda aralıksız 30 yıl, diğer bir deyimle, ölünceye kadar kalmış ve şeyhülislâmlık makāmı, onun döneminde en parlak zamânını yaşamıştır.

Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, İstanbul’un fethi ile cihan-şümûl bir imparatorluk vasfı kazandı; devlet sıkı bir merkeziyetçilik anlayışı benimsedi ve bu anlayışa uygun siyâsî, içtimâî, askerî, iktisâdî ve hukûkî sâhalarda köklü değişiklikler ve düzenlemeler yapıldı. Bütün bu değişikliklerin mîmârı Fâtih Sultan Mehmed, eğitim ve öğretim sâhasında da mühim düzenlemeler yapmış, ilmiye sınıfını organize etmiş ve sıkı bir sistem içerisinde merkezî yönetime bağlamıştı. Bu düzenlemelere paralel olarak, şeyhülislâmlık müessesesi de yeniden organize edildi[14]. Önceleri sâdece bir fetvâ makāmı olan bu müessese, gitgide güçlenmiş, Ali Cemâlî (Zenbilli Ali, öl. 932/1525) ve İbn Kemâl (öl. 940/1533) gibi şahsiyet olarak güçlü ve ilmî bakımdan dirâyetli şeyhülislâmlar zamânında oldukça etkili bir duruma gelmiştir. Ancak, Ebussuud Efendi de dâhil, o zamâna kadar şeyhülislâm olanların seçiminde belirgin bir prosedür oluşmamış, kazaskerlik ve mevleviyet denilen büyük kadılıklarda bulunanlar arasında uygun görülenler bu makāma getirilmişti[15]. Ebussuud Efendi de Rumeli kazaskerliğinden şeyhülislâmlığa yükselmişti.

Şeyhülislâmlığın Ebussuud  Efendi ile kazandığı fevkalâde güç, daha sonraki şeyhülislâmların seçiminde oldukça titiz davranılmasını gerektirmiş ve umûmî bir temâyül olarak, müderrislikten sonra Bursa, Edirne, İstanbul kadılıklarında bulunulmasının ardından Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerini sırası ile geçmiş olanlar arasından uygun görülen birisi seçilmeğe başlanmıştır.

Ebussuud Efendi, şeyhülislâmlığı ilmiye teşkilâtının en yüksek mertebesi durumuna getirdi. 30 yıl gibi uzunca bir süre bu makamda kalan, Kānûnî gibi bir hükümdarla çok sıkı ve samîmî ilişkiler kurmağı başaran, yine bu süre içerisinde yüzlerce talebe yetiştirip bunların bir çoğunun yüksek mevkilere gelmesinde itici bir rol oynayan ve böylece çevresine güçlü bir ulemâ grubu toplamağa muvaffak olan Ebussuud Efendi, Uzunçarşılı’nın, “vefâtına kadar 30 sene hiç bir siyâsî işe karışmadan mevkiini muhâfaza etti” demesine rağmen[16], pek çok konuda verdiği fetvâlarla ve arâzî hukûku ile ilgili düzenlemeleriyle, Atâyî’nin haklı olarak belirttiği gibi, “kavânîn-i Osmâniyyeyi şer’-i şerîfe tatbîk ve mesâlih-i dîniyye ve dünyeviyyeyi ahsen-i nizâm üzre tensîk” etmiştir. Onun pek çok konuda, tam mânâsıyla bir teşrî’ makāmı gibi çalıştığı görülmektedir. Hattâ rivâyetlere göre, bir defasında günde 1412, ikincisinde ise 1413 fetvâ vermiştir. Kezâ, Atâyî’nin ifâdesiyle “mesâlih-i fıkhiyyeden mâ’adâ cemî’ müşkilât-ı fünûndan iftâ” vazîfesi görmüştü[17].

Bütün bu tasarrufları, kendisini, gerek ulemâ arasında, gerek üst yönetim kademeleri nezdinde ve gerekse saray çevresinde görüşlerine son derece ehemmiyet verilen bir insan durumuna getirilmişti. Bu sebeple, onun siyâsî meselelere karışmadığını kabûl etmek güçtür. Aksine, her tasarrufu belirli ölçülerde devlet işlerinin her türünü etkilemekteydi.

Ebussuud Efendi, bu îtibârını, yazdığı ve Osmanlı ulemâsı arasında Zemahşerî’nin Keşşâf’ı ile Kadı Beyzâvî’nin tefsirlerinden sonra en fazla tutulan tefsîri ile zirveye çıkardı[18]. Tefsîrinin Sâd Sûresi’nin sonuna kadar olan bölümünü, Kānûnî’nin bir an önce görmek istemesi üzerine, 972 (1564)’de kendisine göndermiş, hükümdar son derece beğenince günlük 200 akçe olan maaşı 500 akçeye çıkarılmıştı. Geri kalan kısmı tamamlandığında (9731561) ünlü şeyhülislâma i’zâz u ikrâmda bulunulmuş, hil’at giydirilmiş, bütün talebesi mülâzım kaydedilmiş ve maaşına 100 akçe daha zam yapılmıştı. Ayrıca, Ebussuud Efendi’nin hâtırına nevbet îlân edilmiş ve kazaskerlerin de onar mülâzım vermeleri kānun hâline getirilmişti. Bu tefsir, ona Sultânu’l-Müfessirîn (tefsircilerin sultânı) unvânını kazanmıştır[19]. Atâyî’nin onun hakkında “hakkâ ki merhûma müyesser olan ni’am-ı mütevâfire ve hısâl-i celîle-i mütekâsire bir devletde bir sâhib-i devlete müyesser olduğu” görülmüş ve işitilmiş şey değildir demesi, sâdece bir hakîkatin dile getirilmesidir[20]. Ebussuud Efendi’nin klâsik dönem Osmanlı ulemâsı arasında mümtaz bir mevki işgal ettiği tartışma götürmez. Ancak, kabûl etmek gerekir ki, ulaştığı şöhretin mühim bir kısmı da, bizâtihî bulunduğu makāmın yüksekliğinden kaynaklanıyordu. Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı âlimlerinin büyük çoğunluğunun devletin yönetim çarkı içerisinde geldikleri makamlarla mütenâsip bir şöhret kazandıkları görülecektir. Bu görüşü mübâlağalı bulmamak gerekir. Çünkü, onların büyük çoğunluğu, yaratıcı birer ilim adamı olmaktan ziyâde, kurulu düzeni devam ettirmenin tabiî birer elemanı durumunda idiler. Devletin kendilerinden beklediği şey, ilmî araştırma ve incelemenin kendisi değil, fiilî hizmet idi. Devletin içindeki bu statüleri, ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar, daha önceki yüzyıllarda yaşamış bulunan Ebû Hanîfe, Fahrüddîn-i Râzî, Gazzâlî, Seyyid Şerîf-i Cürcânî, İbn Sînâ, Fârâbî ve benzerleri çapında yaratıcı kimseler olmalarını mühim ölçüde engellemiş; diğer bir ifâdeyle, hemen hepsi geçmiş ulemânın nakilci talebeleri olmaktan ileri gidememişlerdi[21].

Diğer taraftan, merkezî yönetimin benimsemiş bulunduğu yönetim anlayışı, başka şekilde hareket etmelerini güçleştiriyordu. Çünkü, katı bir merkeziyetçilik olarak şekillenen Osmanlı yönetim anlayışına uygun olarak sultan, devleti, kendisine sadâkat bağı ile bağlıpatrimonyal bir bürokratik sınıf” aracılığıyla yönetmekte; bu zümreye, temelde sivil kökenli olan, fakat gördükleri eğitim ve öğretim netîcesinde, devletin kullanabileceği faydalı birer eleman durumuna gelen ulemâ da dâhil bulunmaktaydı. Bu bürokratik yapı içerisinde rol alan herkes, belirli prensipleri kabûl etmek zorundaydılar. Her şeyden önce, sultâna karşı sorumlu idiler ve onun hükümranlık haklarını bütün güçleriyle korumak durumunda bulunuyorlardı. Çünkü, kendilerinin ikballeri de buna bağlı idi. Sultânın, geleceğinden emin olmak için, devletin kilit noktalarını sadâkatlerinden emin olduğu, yakından tanıdığı ve çevresine topladığı bendeleri ile sıkı bir kontrol altında tutması gerekiyordu. Kezâ, böyle bir yönetim anlayışının cemiyete hâkim olabilmek için, kendi başını sıkıntıya sokabilecek sosyal kümelenmelere göz yummaması, deyim yerinde ise ipleri elinden kaçırmaması ve tesis ettiği düzenin devâmı için devletin sürekli nâzım bir rol oynaması lâzımdı[22].

Bu işte ulemâya da mühim vazîfeler düşmekteydi. Çünkü, merkezî yönetim, eğitim ve öğretimle ilgili işlerle kazâ umûrunu tamâmen, mâlî ve diplomatik sâha ile ilgili faaliyetleri kısmen onlara havâle itmişti. Ulemânın, bilhassa Müslüman cemaat nezdindeki nüfûzundan faydalanmak sûretiyle reâyânın merkezî otoriteye sadâkatini temin etmek, hiç de küçümsenecek bir kazanç değildi. Bütün bu sebeplerle, merkezî otoritenin birer yönetim elemanı olarak kullanacağı unsurları iyi seçmesi, yakından tanıması ve onlardan emin olması ehemmiyet kazanıyordu. Bu ihtiyaç, söz konusu elemanların temîninde son derece karmaşık ve çeşitlik fertler arası ilişkilerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmış ve Doğu cemiyetlerinde zâten köklü bir geçmişi bulunan tavsiye ve himâye geleneğinin[23] daha da yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştı.

Yukarıda kısaca üzerinde durulan Osmanlı yönetim anlayışı ve zikredilen bu gelenek. ünlü kişileri ve tanınmış ulemâ âilelerini mühim bir başvuru mercii durumuna getirmişti. Çünkü, bu insanlar, merkezî yönetim nezdinde sadâkatlerini daha önce ispat etmiş kişilerdi. Onların tavsiye edecekleri veyâ uygun görecekleri kişilerden devlete her hangi bir zararın geleceği düşünülemezdi. Dolayısıyla, tavsiye edilen kişinin tavsiye edenin âilesinden olmasıyla, merkezî yönetimin tanımadığı bir âileden olması arasında, bâzı öncelikler dışında, fazla bir fark bulunmuyordu. Bu yüzden, geleceklerini devlet kapısında arayanlar için, böyle meşhur bir âileye intisâb etmek veyâ saray nezdinde nüfuzlu bir âlimden mülâzemet almak son derece mühimdi[24]. Benzer tavırların, etkisinden hiç bir şey kaybetmeden bugün de bâriz bir şekilde görülmesi, alışkanlıklarımızın ne kadar zor değiştiğini ortaya koymaktadır.

Ebussuud Efendi’nin meşhur olmasında bu alışkanlıkların da mühim bir payı olmalıdır. Çünkü o, gerek âilesi ve gerekse çevresi için sığınılması, desteğinin alınması gereken böyle bir şahsiyetti. Ondan okumak, ondan mülâzım olmak, onun hânesine intisâb etmek veyâ onun okuttuğu ve yüksek makamlara gelmelerini sağladığı ulemânın desteğini ve himâyesini elde etmek, kısaca şu veyâ bu şekilde onunla bir irtibat kurmak, ilmiye teşkilâtı içinde ilerlemenin ve üst mevkilere gelmenin mühim işâretleri olarak görülmekte idi. Ebussuud Efendi’nin popülaritesinin, çevresinde bu tür faaliyetlerin yoğun bir şekilde cereyan ettiği bir dönemde, yâni şeyhülislâmlığı zamânında zirveye çıkması, biraz da bu yüzdendi. Ebussuud Efendi, büyük bir âlim olduğu kadar, belki bundan daha fazla bir teşkilâtçı, bir idâreci idi. Bu konumundan, oğulları ve torunları kadar, yakınları ve çevresine toplananlar da faydalanmışlardı. Fakat, ne yazık ki, ilişkilerin tabiati gereği sık sık sûiistîmaller de olabiliyordu.

Meselâ, hiç bir mühim başarısı kaydedilmeyen Ebussuud Efendi’nin oğlu Mehmed Çelebi (931-970 /1524-1562) babasından okuduktan sonra, onun sevki ile şeyhülislâm da olan Fenârî-zâde Muhyiddin Efendi’den mülâzemet almış ve kısa süre içerisinde, hızlı bir terakkî ile Sahn’a kadar ulaşmıştı[25]. Diğer bir oğlu Ahmed Efendi (944-970 / 1537-1562) de önce babasından okumuş, sonra bir süre Taşköprülü-zâde Ahmed Efendi’den ders almış, ardından babasının mu’îdi (bir bakıma asistanı) olmuş ve 19 yaşında müderris tâyin edilerek yine kısa süre içerisinde Sahn müderrisliğine yükselmişti[26]. Üçüncü oğlu Mustafa Efendi (965-1008 / 1557-1599) ise, kardeşleri gibi babasından okuyup yine ona mülâzım olmuştu. Henüz 17 yaşında iken “ikrâmen li-vâlidihi’l-kirâm”, yâni babasına hürmeten doğrudan Sahn medresesi müderrisliğine getirilmişti. Rumeli kazaskerliğine kadar yükselen Mustafa Efendi’nin bütün başarısı, “hüsn-i kitâbetleri olmağın Dürer ü Gurer emsâli mutavvelâtı tahrîr ü hâşiye”den ibâret kalmıştı[27]. Kezâ, torunu –Mehmed Çelebi’nin oğlu– Abdülkerim Çelebi (öl. 981/1573) de tahsîlini ve mülâzemetini dedesinden elde ettikten sonra, “şân-ı mevlevîye iclâlen ve def’aten” Hâriç Ellili bir medreseye müderris tâyin edilmişti[28]. Diğer torunu –yine Mehmed Çelebi’nin oğlu– Abdü’l-vâsi’ ise (öl. 990/1582), aynı şekilde “ikrâmen li-ceddihi’l-kerîm” Hâriç Ellili bir medreseye getirilmiş, kısa süre içerisinde Sahn’a ulaşmış, fakat Süleymâniye medreselerinden birinde müderris iken dedesinin ölümü üzerine (5 Cemâziye’l-Evvel 982/23 Ağustos 1574), bu hızlı yükseliş duraklamış ve burada yedi sene beklemek zorunda kalmıştı[29].

Kezâ, mühim bir başarı gösteremedikleri hâlde, sırf Ebussuud Efendi âilesine mensup olmaları dolayısıyla mühim medreselerde müderris olarak bulunan torunlarından bâzılarının sâdece isimlerini zikretmekle yetineceğiz: Ebussuud-zâde Mehmed b. Mustafa (997-1040 /1588-1637)[30], Ebussuud-zâde Mehmed Sâdık b. Mehmed b. Mustafa (1030-1082/1620/1671)[31], Ebussuud-zâde Ahmed b. Mehmed Sâdık (1049-1091/1639-1680)[32], kardeşi Ebussuud-zâde Mes’ûd (1058-1091 /1648-1680)[33] ve onun da kardeşi Abdulbâkî Efendi (1074-1117/1663-1705)[34].

Gerek XVI. ve gerekse XVII. yüzyıllarda Ebussuud Efendi âilesinin şöhretinden faydalananlar arasında bulunanlardan amcası Abdü’n-nebî’nin oğulları Lütfu’llâh Efendi (öl. 978/1570)’yi[35]; Ebussuud Efendi’nin dâmâdı şeyhülislâm da olan Ma’lûl-zâde Seyyid Mehmed Efendi âilesini[36]; kezâ annesi Ebussuud-zâde Mustafa Efendi’nin kızı olan Şeyhülislâm Bahâyî Efendi (1010-1064/1601-1653)’yi[37] de unutmamak gerekecektir.

Ayrıca, burada tek tek saymağa gerek görmediğimiz pek çok ulemâ, gerek XVI. ve gerekse XVII. yüzyıllarda Ebussuud Efendi âilesine mensup kişilerden okumuşlar, onların desteğini ve himâyesini edinmişlerdi[38].

Netîce olarak, XVI. yüzyılın bu ünlü âliminin çevresinde tesis ettiği nüfûzun, kendisinden sonra da uzun yıllar devam ettiğini belirtmekle yetiniyoruz.

_______

* Bu yazı, tebliğ olarak hazırlandıktan sonra iki ayrı yerde yayımlanmıştır. Bkz. Türk Kültür ve Tarihi İçerisinde Çorum Sempozyumu (26-27 Temmuz 1991) Tebliğleri, Çorum, tarihsiz, s. 231-239. Makāle olarak bkz. Türk Yurdu, XI/50 (Ankara, Ekim 1991), s. 25-29.

[1] Nev’î-zâde Atâyî, Hadîkatü’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık (Zeyl-i Şakā’ık; nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, I, s. 32.

[2] Cahid Baltacı, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 26; İsmail H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, 3. baskı, Ankara 1988, s. 77.

[3] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 72-73.

[4] Atâyî, a.g.e., I, s. 183; Müstakîm-zâde Süleyman Sa'deddin, Devhatü’l-Meşâyih (nşr. Z. Kazıcı), İstanbul 1978, s. 23-24.

[5] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 235.

[6] Atâyî, a.g.e., 1, s. 183; Müstakîm-zâde, ikinci bir doğum târihi daha zikretmektedir: 17 Safer 897. C. Baysun (“Ebussuud Efendi”, İslâm Ansiklopedisi (İA), IV, s. 92), Atâyî’ye atıfta bulunarak Ebussuud Efendi’nin İskilip’te doğduğunu yazıyor. Hâlbuki, atıfta bulunduğu sayfada açık olarak “... mahrûse-i Konstantıniyye kurbünde vâki’ ... olan Müderris köyünde pertev-endâz-ı âlem-i vücûd ... olmuşlar idi” denilmektedir. Uzunçarşılı ise (a.g.e., s. 235), “Eyüp’te babasının tekkesinde doğmuştur” demekte, fakat kaynak zikretmemektedir. Onun İstanbul’da doğmuş olmasına yapılan îtirazlar arasında, babası Şeyh Yavsı’nın Amasya’da Şehzâde Bâyezîd ile tanıştığı sırada yedi yaşlarında bulunduğu rivâyetleri de vardır. Ancak, bu iddiânın pek tutarlı olmadığı ileri sürülebilir. Çünkü, II. Bâyezid 1481’den önce Amasya vâlisi idi. Bu târihte babası Fâtih’in vefâtı üzerine tahta geçmişti. Şeyh Yavsı’nın Amasya’da II. Bâyezîd ile hangi târihte görüştüğü kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1481’den önce olduğu kesindir. Eğer bu buluşma sırasında Ebussuud Efendi yedi yaşında bulunuyor idiyse, buluşma târihini 1480 kabûl  edecek olsak bile, Ebussuud Efendi’nin en azından 1473’te doğmuş olması gerekir. Onun doğum târihi olarak verilen rakam ise, ayı ve günü de dâhil olmak üzere 1490’dır. Buna göre, meselâ Atâyî’nin, Ebussuud Efendi’nin son senelerini idrâk etmiş, oğullarını yakından tanımış, yetiştirdiği talebelerini çok iyi bilen biri olarak, doğum târihini 17 Safer 896 (30 Aralık 1490) şeklinde kesin bir ifâdeyle vermektedir; diğer bir ifâdeyle, bu ünlü şeyhülislâmın doğum târihi konusunda yaklaşık 20 yıl gibi büyük bir hatâ yapmaması gerekir. Hâlbuki, onun vefât ettiği sırada “sinn-i şerîfleri 84 idi” denilmektedir. Diğer ihtimâle göre, Ebussuud Efendi’nin 104-105 yaşlarında ölmüş olması gerekir ki, yine böyle büyük bir fark olarak ortaya çıkan hatânın yapılmaması lâzımdır.

    Onun babasının İstanbul’a II. Bâyezîd’in tahta geçişinden sonra geldiğine hükmedilebilir. Çünkü, babası adına yapılan zâviye, hükümdârın eseridir ve kendisine bir mânâda hediye edilmiştir.

[7] Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’iku’ş-Şakā’ık (Şakā’ık trc., nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 349-351; Atâyî, a.g.e., I, s. 344-355.

[8] Mecdî (a.g.e., s. 351), Ebussuud Efendi’nin babası Şeyh Yavsı’dan bahisle, “Şeyh hazretleri, Mevlânâ Ali Kuşçu’nun birâderlerinin kerîmesini tezevvüc eyledi” demektedir. Atâyî’nin (a.g.e., I, s. 83) kaydettiği ve Ebussuud Efendi tarafından Şeyh Abdurrahman b. eş-Şeyh Cemâlüddin el-Merzifonî’ye verilen bir icâzet-nâmede ise, Ali Kuşçu’dan “amm-i vâlidî” (babamın amcası) şeklinde söz edilmektedir. Buna göre, Şeyh Yavsı’nın babası Mustafa el-İmâdî ile Ali Kuşçu’nun ve ismi belirtilmeyen kardeşinin kardeş olmaları gerekmektedir. Ancak, Şeyh Yavsı’nın hâl tercümesini veren Mecdî (a.g.e., s. 349-351) ve Atâyî (a.g.e., I, s. 344-355), bu hususta hiç bir açıklayıcı bilgi vermemektedirler.

[9] Atâyî, a.g.e., I, s. 344.

[10] Mecdî, a.g.e., s. 350; Atâyî, a.g.e., I, s. 347; Baysun, a.g.m., s. 92.

[11] Mecdî, a.g.e., s. 351.

[12] Atâyî, a.g.e., I, s. 184; ayrıca bkz. Müstakîm-zâde, a.g.e., s. 24.

[13] Atâyî, a.g.e., I, s. 183-188; Peçevî, Târîh, İstanbul 1282, I, s. 52-53; Müstakîm-zâde, a.g.e., s. 23-26; Baysun, a.g.m., s. 92-99; Baltacı, a.g.e., s. 168-169; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 235-236.

[14] Fahri Unan, “Osmanlı Resmî Düşüncesinin İlmiye Tarîki İçindeki Etkileri: Patronaj İlişkileri”, Türk Yurdu, 11/45 (Mayıs 1991, Ankara), s. 33-34 (makāle elinizdeki çalışmada yer almaktadır).

[15] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 177.

[16] A.g.e., s. 235.

[17] Atâyî, a.g.e., I, s. 185; ayrıca bkz. Halil İnalcık, “İslâm Arazi ve Vergi Sisteminin Teşekkülü ve Osmanlı Devrindeki Şekillerle Mukâyesesi”, İslâm Tedkikleri Ens. Dergisi, I/1 (Ankara 1959), s. 29-49.

[18] Bu tefsîrin tam adı, İrşâdü’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’âni’l-Kerîm’dir. Tefsîr hakkında daha geniş bilgi için bkz. Abdullah Aydemir, Ebussuud Efendi ve Tefsirdeki Metodu, Diyânet yay., Ankara, târihsiz.

[19] Atâyî, a.g.e., I, s. 186.

[20] A.g.e., I, s. 187.

[21] Fahri Unan, “Atâyî’nin Gözüyle Bir Osmanlı Âlimi”, Türk Yurdu, 10/37 (Eylül 1990, Ankara), s. 50 (elinizdeki çalışmada bulunmaktadır).

[22] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleler 1, İstanbul 1990, s. 179; ayrıca bkz. Unan, “... Patronaj İlişkileri”, s. 34-35.

[23] Mardin, a.g.e., s. 184.

[24] Unan, “... Patronaj İlişkileri”, s. 36-37.

[25] Atâyî, a.g.e., I, s. 42.

[26] A.g.e., I, s. 32.

[27] A.g.e., II, s. 428.

[28] A.g.e., I, s. 183.

[29] A.g.e., I, s. 266-267.

[30] Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyi’u’l-Fuzalâ (nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, I, s. 40.

[31] A.g.e., I, s. 384.

[32] A.g.e., I, s. 465.

[33] A.g.e., I, s. 466.

[34] A.g.e., II, s. 275.

[35] Atâyî, a.g.e., I, s. s. 121.

[36] A.g.e., I, s. 136.

[37] A.g.e., II, s. 660.

[38] Şeyhî, a.g.e., I, s. 118, 182, 230, 239, 240, 250, 252, 259, 265, 281. 283, 287, 307-309, 314, 315, 327; II, s. 410, 447, 457, 460, 506, 513, 520, 539, 540, 541, 641, 642; Atâyî, a.g.e., I, s. 9, 227.