Yayınlarım...
MEDRESE-YÖNETİM İLİŞKİLERİ VE OSMANLI MEDRESELERİNİN İLMÎ PERFORMANSI MESELESİ*
Osmanlı devletinin gerek siyâsî ve gerekse içtimâi ve kültürel târihi, bugüne kadar yerli ve yabancı pek çok ilim adamının dikkat ve ilgisini çekmiştir. Bunun böyle olması kadar tabiî bir şey olamazdı. Çünkü, altı yüz yıl gibi hiç de küçümsenmeyecek kadar uzun bir süre dünya siyasetinde hakîkaten mühim roller oynamış bulunan bir devletin askerî, siyâsî, iktisâdî, içtimâî, hukûkî, adlî kültürel müesseseleri üzerinde mesâî harcanması, elbette fuzûlî bir gayret değildi. Bütün bu sâhalarda ileri sürülen görüşlerin biribiriyle mutâbık olmalarını beklemeğe hakkımız yoktur. Esasen, böyle bir mutâbakatın olması da şart değildir.
Biz, sunacağımız bu tebliğde, söz konusu sâhalarla ilgili ileri sürülen görüşleri ve tartışılan problemleri bir tarafa bırakarak, bâhusus, Osmanlı müesseseleri arasında mühim bir yer tutan medreseler üzerinde durmak istiyoruz. Hakîkaten, bugüne kadar Osmanlı medreseleri hakkında çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Ama, kanaatimizce bu kadar üzerinde durulmasına rağmen, konu yeterince aydınlığa kavuşmuş ve Osmanlı medreselerinin üstünü örten esrar perdesi henüz tam mânâsıyla kaldırılabilmiş değildir. Daha uzunca bir süre açıklığa kavuşturulabilineceğini sanmak da saf-dillik olur gibi gözükmektedir. Burada hemen belirtelim ki, bugüne kadar içinden çıkılamayan bir meseleyi, mütevâzı ölçüler içinde sunulacak bîr tebliğle vuzûha kavuşturmak gibi büyük bir iddiânın peşinde değiliz. Ancak, böyle bir zorluk, konu üzerinde zihin yormamıza da mâni olmamalıdır.
Osmanlı medreseleri çok çeşitli açılardan ele alınabilirse de, bizce üzerinde en fazla durulması gereken husus, söz konusu medreselerin “ilmî performansı” ve bu performansı şu veya bu şekilde etkileyen âmillerin neler olduğu meselesidir. Bize öyle geliyor ki, bu âmillerin başında “medrese-yönetim” ilişkileri yer almaktadır. Nitekim arz edeceğiz.
Şimdiye kadar, bir “müteârife” olarak hep söylene gelmiştir: Osmanlı medreseleri XVI. yüzyılın sonlarına kadar son derece düzgün çalıştılar. Buralarda “aklî ve naklî ilimler” birlikte okutuldu; çok büyük ilim adamları yetişti; bunlar yüzlerce hattâ binlerce eser yazarak Osmanlı kültürünün gelişmesine ve devletin hızla yükselmesine katkıda bulundular. Fakat, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren; büyük ilim adamları yetişmemeğe başladı; böylece ilmî sâhada bir donma ve verimsizlik kendini gösterdi. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılışına ve medreselerin kapatılmasına kadar değişmedi. Meşhur Koçi Beğ bile, XVI. yüzyılın sonlarını bu hususta kesin bir dönüm noktası olarak görür ve Fâtih’in kurduğu Sahn medreselerine temas ederken, “...bin üç (1003/1594) târîhine gelince Sahn mu’îdlerinin (=müderris yardımcılarının) şimdiki müderrisler kadar vak’ (= değer) u i’tibârı var idi”, der[1].
Hattâ, Kâtib Çelebi daha da ileri giderek şunları söyler:
“Ulu Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamânına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün salmışlardı. Ebu’l-feth (“Fethin babası; Fâtih) Sultan Mehmet Han Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kānuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesinde yazmış ve Hâşiye-i Tecrid[2] ve Şerh-i Mevâkıf[3] derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler “felsefiyât’tır diye kaldırıp Hidâye[4] ve Ekmel[5] derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyât kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tuttu”[6].
Ancak, İlk bakışta târihî tezâhürlere uygunmuş gibi gözüken bu mütâlaalar ne ölçüde geçerlidir? Öyle görülüyor ki üzerinde durulması gereken temel sorulardan birisi de budur. Zîrâ, XVI. yüzyılın sonu, durup dururken, bir müessesenin tıkanmasına nasıl sahne olmuştur? Hattâ, Koçi Beğ 1003 (1594) senesini zikreder ki, bu odadan başka bir odaya geçmek kadar müşahhas ve göze çarpan köklü bir değişim, bu kadar kesin bir târihe nasıl bağlanabilir?
Hakîkaten, XVI. yüzyılın sonlan ile XVII. yüzyılın başları, Osmanlı devletinde bir çok bakımdan köklü değişikliklerin yaşandığı, oldukça dikkati çeken bk dönemdir. Ancak, söz konusu değişim, XVI. yüzyılın sonunda birden bire ortaya çıkmış değildir ve bunun aynı yüzyılın ortalarına, 1550’lere kadar geri giden yaklaşık elli yıllık bir oluşum devresi bulunmaktadır. Burada, temas olunan köklü değişiklikler ve bunların sebepleri üzerinde duracak değiliz. Konuya Osmanlı medreseleri ve bu medreselerin ilmî performansları açısından baktığımızda da, gerçekten XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın başlan belirgin bir değişimi yansıtmaktadır.
Umûmiyetle, XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın başlarından îtibâren Osmanlılar’ın bir duraklama döneminde girdiği; devletin askerî, siyâsî, iktisâdî, mâlî ve sosyal sâhalarda çeşitli problemlerle karşılaştığı; bunun netîcesi olarak bozulan dengelerin, sosyal bir müessese olan medreseleri de etkilediği, bu sebeple de ilmî performansın düşmeğe başladığı kabûl edilir. İlmî performansın düşüşünde belirtilen problemlerin etkileri olduğu inkâr edilemezse de, meseleyi sâdece böyle bir değişimle îzâh etmek yeterince tatmin edici midir?
Kanaatimizce değildir ve söz konusu faktörlerden belki daha ehemmiyetli sebepler bulunmaktadır. Aşağıda ifâde etmeğe çalışacağımız görüşlerin netîcesini burada bir cümleyle hulâsa edecek olursak, diyebiliriz ki, Osmanlı devleti Fâtih’le başlayan hızlı yükselişini ve genişlemesini ve bunun getirdiği belirli bir refah dönemini, hızından hiç bir şey kaybetmeden XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da sürdürebilseydi, bize öyle geliyor ki, netîce îtibâriyle durum yine de değişmeyecek, medreselerin ilmî performansındaki düşüş, diğer bir ifâdeyle verimsizliğin ortaya çıkışı aynen tezâhür edecekti. Çünkü, medreselerin kendi iç dinamikleri, kuruluş şartları, belirlenen roller, kendilerinden beklenen faydalar, kısaca onlara biçilen “misyon”, başka bir netîceye imkân veremezdi. Bu bakımdan medreselerin Osmanlı topraklarındaki “doğuş şartlarını” gözden geçirmekte fayda vardır.
Dağılmakta olan Anadolu Selçuklu devletinin Bizans sınırındaki toprakları üzerinde kurulan Osmanlı devleti, başlangıçta tam mânâsıyla bir Uç Beyliği idi. Osmanlılar, diğer Anadolu beyliklerinden farklı bir politika tâkip ettiler. Beylik, coğrafî mevkiinin de sağladığı avantajı kullanarak, kendisine faaliyet sâhası olarak Bizans topraklarım seçti ve böylece kısa süre içerisinde büyüyüp gelişti. Başlangıçta hâkim olunan Söğüt, Bilecik ve çevresinde gerek “kazâ” ve gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesi bakımından fazla bir elemana ihtiyaç duyulmuyordu. Dolayısıyla, henüz bir aşîretler topluluğu görünümündeki beyliğin eğitim-öğretim faaliyetleri de, bunların mekânı oları medreseler de bulunmuyordu. İhtiyaç duyulan elemanlar ise, daha çok dışarıdan, yâni Anadolu’daki Konya, Kayseri, Sivas ve benzen eski Selçuklu ilim ve kültür merkezlerinde yetişen, fakat Selçuklu’nun çöküşüyle buralarda siyâsî ve sosyal huzûrun kalmaması üzerine memleketlerini terk ederek, daha istikrarlı gördükleri Osmanlı topraklarına gelen âlimlerden karşılanıyordu.
Ancak, Osmanlı beyliğinin sınırları genişledikçe, “beylikten devlete” doğru ilerleyen bir süreç başlayacak ve böylece yöneticilerin sorumluluk sâhaları genişleyecek, yapmaları gereken işler çoğalacaktır. Bu gelişmeler netîcesinde, önceden yeterli olan dış eleman kaynağı ihtiyâca cevap vermemeğe bağlamış ve bu sebeple Sultan Orhan, 1330 (731)’da İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurmuştur[7]. Orhan Bey, bu medreseye ilk müderris olarak Dâvûd-ı Kayseri (ölm. 751/1351)’yi tâyin etmiştir[8].
“İznik Orhâniyesi” adıyla da bilinen bu medrese, Bursa’mn başkent olusuna kadar ilk sıradaki ehemmiyetini korumuş, yeni başkentte yeni medreselerin açılması üzerine, öncelik Bursa medreselerine geçmiştir.
I. Murad, Yıldırım Bâyezid ve Çelebi Sultan Mehmed gibi ilk Osmanlı hükümdarlarının Bursa’da yaptırdıkları medreseler, bir taraftan toplumun din adamı ihtiyâcını, diğer taraftan devletin yönetim elemanı açığını karşılayıp kapatmışlar, fakat başkentin Edirne’ye nakli üzerine, Öncelik burada açılan medreselere geçmiştir. Ancak, Bursa medreseleri Önceliklerini kaybetmiş olmalarına rağmen, daha sonraki yüzyıllarda da ehemmiyetlerini muhâfaza etmeği başarmışlardır[9].
İlk bir buçuk asırlık süre içerisinde, Osmanlı medreselerinin derece ve sınıf îtibâriyle en önde gelenleri, sırası ile başkentlik etmiş bulunan İznik, Bursa ve Edirne şehirlerinde kurulmuştu[10]. Bu gelişme sürecinde, başkentler değiştikçe medreselerin statüleri de değişiyor ve fiilen başkent bulunan şehrin medreseleri öncelik ve yükseklik bakımından ileri çıkıyorlardı. Nitekim, başkentin, fethi müteâkıp İstanbul’a naklinden sonra, burada kurulan büyük çaplı medreseler öne geçeceklerdir.
Böyle bir gelişme safhası içerisinde medreselerin ehemmiyet kazanmaları veya yerlerini biribirlerine bırakmaları, bunların devletle ve dolayısıyla siyâsî otorite ile ne ölçüde sıkı ve organik bir ilişki içinde bulunduklarım göstermektedir. Gerçekte, eğitim ve öğretim faaliyetleri için devlet bütçesinden her hangi bir pay ayrılmamasına ve bu faaliyetlerin vakıf sistemi çerçevesinde finanse edilmelerine rağmen, îtibar olunan medreselerin daha ziyâde hükümdarlar veya yönetici sınıfın üyeleri tarafından kurulmuş olması dolayısıyla, yönetim, ilk medreselerden başlamak üzere elini bu kuruluşların üzerinde tutacak ve kontrolünü zaman içerisinde güçlendirecektir.
Medreselerin, başta sultanlar olmak üzere, hanedânın diğer üyeleri, vezirler, ileri gelen devlet erkânı, şeyhülislâmlar ve bâzı varlıklı yüksek rütbeli ulemâ tarafından kurulmuş olmaları, eğitim-öğretim faaliyetlerini ve eğitim niteliğini, kurucularının umûmî beklentilerinin etkisine sokmuş olmalıdır. Dolayısıyla, verilen eğitim, münhasıran “ilmî” olmak yerine, devletin beklentilerine göre şekillenecektir. Bu yüzden, medreselerden mezun olanlar, kendilerini bir devlet elemanı olarak düşünüyorlar, hemen bir devlet hizmetine giriyorlar; kadı, müftü, kazasker ve şeyhülislâm olarak yönetim kademelerinde aktif vazîfe alıyorlardı. Bu sebeple, İstanbul’un fethine kadar, devletin önde gelen müesseselerinin başında ve yüksek mevkilerde ulemâ zümresine mensup insanlar bulunmuştu. Kezâ, “beylikten devlete” ve “devletten imparatorluğa” geçiş safhasında kurulan ve geliştirilen devlet teşkilâtının, Öncelikle ulemânın zihninde ve elinde şekillendiği mâlumdur.
İlk Osmanlı medreselerinin, öncelikle “devlete eleman yetiştirme” misyonu, fethin hemen ardından İstanbul’da açılan medreselere olduğu gibi geçmiştir. Yeni medreselerin açılmasında, devletin sınırlarının genişlemesi ve yetişmiş elemana duyulan ihtiyâcın artması, bilhassa teşvik edici bir âmil olmuştur. “Bu çerçevede, Fâtih tarafından kendi külliyesi bünyesinde açılan Sahn-ı Semân medreseleri yoğun bir ihtiyâcı karşılamışlardır.
Burada anahatlarıyla temas olunduğu üzere, daha başlangıçta Osmanlı medreselerinin pozisyonu belirlenmiş oluyordu. Bu pozisyon, Osmanlı yönetim anlayışının verileriyle güçlendirildi. Bir taraftan güçlü bir merkeziyetçi idâre sisteminin temelleri atılırken, öte taraftan bu sistemin başında bulunan ve “yetkilerini Allah’tan alan, otoritesi tartışma kabul etmez bir sultan” anlayışı, diğer bir deyişle “patrimonyal yönetim felsefesi” geliştirilmişti.
Osmanlı sultanları, Fâtih’e kadar kendilerini yönetici kadrodan ve cemiyetten tecrit etmemişlerdi. Başlangıçta, aşîret beyleri arasında bir bey, diğer bir ifâdeyle eşitler arasında birinci olan Osmanlı sultanları, beylik güçlenip devlete dönüşürken, kendileri de mevkilerini güçlendireceklerdir. Osmanlı sultanları, bilhassa XV. yüzyılın sonları ile XVI. yüzyılın başlarında yazılan kroniklerde görüldüğü üzere, hânedanlarının meşrûiyetini savunmak için çeşitli yollara başvurmuşlardı. Bunlar arasında, devletin kurucusu Osman Bey’in “son Selçuklu sultânına halef seçildiği iddiâsı”nın yanında[11], Osmanlılar’ın “Oğuz Han soyundan” geldiği veya hâkimiyetin doğrudan doğruya Allah tarafından, mübârek bir kişi vâsıtasıyla (=Şeyh Edebalı’yı hatırlayalım) Osman Bey’e ihsan edildiği şeklinde düşüncelere rastlanmaktadır[12].
Kezâ, Osmanlı hânedanının hâkimiyetine meşrû bir zemin hazırlayabilmek için, dînî hislerin ve gazâ motiflerinin şuurlu bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Oruç Beğ’e göre, Osmanlı sultanları “Hakk Te’âlâ buyruğu üzerine yürücilerdür. Fî sebîli’llâh gazâ idüp gazâ mâlını cem’ idüp Hakk yoluna sarf idicilerdür. Sırât-ı müstakîm üzre olup Hakkdan yana müteveccihlerdür. Dîn yolına gayretlülerdür, dünyâya mağrur değüllerdür, şerî’at yolın gözedicilerdür. gurûr ehlinden intikām alıcılardur, garîbleri sevüp, fukarâya ihsân idüp, âlimleri terbiyet kılıcılardur. Şarkdan garbe değin İslâm dînini açmağa kasd idicilerdür, dîn yolma can u baş terk idicilerdür. Hakk Te’âlânun keremine sığınup Hakka müşrik olanları ve İslâm(ı) kabûl itmeyüp İslâm ehline kasd iden küffâr-ı hâksârı kırıcılardur. Bu âl-i Osman “Oğuz” neslindendür. Dîn yolında kavîlerdür, i’tîkâdları muhkemlerdür”[13].
Bu satırların altında verilmeğe çalışılan mesaj, kanaatimizce şudur: Bu tür meziyetlere sâhip insanlar tarafından idare olunmak ve onların emirlerine itaat etmek bir ni’met ve Allâh’ın bir emridir. Nitekim, Osmanlı yönetim felsefesinin teorisyenlerinden birisi olan Tursun Beğ’in belirttiği gibi, hadiste “İnsanlara şükretmeyen Allâh’a da şükretmez” denilmiştir[14]. Öyleyse, Osmanlı hânedanına tâbi olarak, bu şükrün edâsı gerekir!
Osmanlı medreseleri, bu mesajın İslâm toplumuna aktarılıp benimsetilmesinde son derece ehemmiyetli bir rol oynamışlardır. Bâhusus, ilk defa 1330 yılında İznik’te kurulan Sultan Orhan medreselerinden îtibâren kısmen, fakat İstanbul’un fethinin ardından Fâtih medreselerinin açılması ve eğitim sistemine “Osmanlı merkezî yönetiminin ideolojisini oluşturma misyonu” yüklenmesiyle birlikte[15] büyük ölçüde “amatör ilmî hedeflerin dışına taşan” Osmanlı medreseleri, içlerinde ders veren müderrisleriyle berâber, siyâsî hâdiselerin merkezinde yer alacaklardır. Bu durum, diğer bir takım sebepler bir kenâra bırakılırsa, medreselerin, neden XII. yüzyıldan sonra İslâm dünyâsında silikleşmeğe ve donuklaşmağa yüz tutan ilmî hayâtı ve fikrî birikimi canlandırmakta ve hızlandırmakta yetersiz kaldıklarını; neden orijinal fikir ve görüşler üretecek ilim adamlarını yetiştirmekte güçlük çektiklerini veya neden Batıdaki kilise ve manastır mektepleri gibi bir fonksiyon icrâ ederek, târih içinde oluşturdukları gelenek ve ilim anlayışı ile modern üniversitelerimizin kurulmasına zemin hazırlayamadıklarını bir nebze açıklar niteliktedir.
Osmanlı medreselerinin eğitim sistemi içerisinde tabakalanış şekli de ilmî performansın sürekli ilerlemesine mâni olacak nitelikteydi. Medreseler, alttan üste doğru basamak basamak yükselen bir derecelenmeye tâbi tutulmuştu. Her müderris (=veya ilmiye mensûbu), eğitim ve öğretim hayâtına en alt seviyedeki medreselerden başlamakta, her medresede okunması gereken dersleri (=kitapları) okuyup başarılı olduktan sonra bir üst medreseye geçebilmekte ve böylece en yüksek dereceli medreselere kadar ulaşmak mümkün olmaktaydı. Aynı şey, müderrislerin tedris hayâtları için de geçerliydi. Yâni, akademik hayâta en alt seviyedeki medreselerden başlanılmakta, geçilmesi gereken medreseleri basamak basamak geçtikten sonra, yüksek medreselere ulaşılmakta ve bilâhare buradan, yönetici olarak, yahut başka bir vazîfe ile devlet hizmetine girilmekteydi.
Böyle bir sistem, medreselerde ders veren hocaların sürekli olarak değişmelerini gerektirmiştir. Osmanlılarda hiç bir eğitim kuruluşu -ki, bunlar umumiyetle medreselerdir-, bir müderris için sürekli bir çalışma mekânı, akademik hayâtını geçirdiği bir yer olarak kalmamıştır. Diğer bir deyişle, basamaklar şeklinde organize edilmiş olan medreseleri sırasıyla geçtikten sonra, idârî mevkilere yükselmek, değişmez bir gelenek ve uygulama hâlini almıştır. Müderrislerin münhasıran “itim ve eğitim-öğretim adamı” olarak çalışmayı tercih edip idârî mevkileri bir tarafa itmeleri nâdir hâdiselerdendir. Bunun da gözardı edilemeyecek kadar güçlü ve yerleşmiş dayanakları bulunuyordu. Çünkü, hem devlet ve hem de bizzat ulemâ, ilim adamlarını “bürokrasinin temel unsurları” arasında görüyordu[16].
Bu husûsu müşahhas örneklerle desteklemek mümkünse de, sözü daha fazla uzatmamak için bâzı istatistikî verileri zikretmekle yetineceğiz. Meselâ, kuruluşundan (1470) XVI. yüzyılın ortalarına kadar Sahn medreselerinde ders verdiklerim tesbit ettiğimiz 105 müderristen sâdece 40’ı (= % 38) müderris olarak kalmış ve idârî bir mevkie geçmemişti. Bu nisbet, XVI. yüzyılın sonlarına kadar geçen süre içinde daha da düşecektir. Yâni, yaklaşık elli yıllık bir süre içinde Sahn müderrisi olarak vazîfe îfâ eden 167 müderristen ancak 34’ü (= %20.3) idârî bir vazîfe almamıştır. Aynı durum, XVII. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Yaklaşık yüz yıllık bir süre içinde 648 Sahn müderrisinden yalnız 143’ü (=% 22) müderrislikten sonra fiilî devlet hizmetine geçmemiştir. XVIII. yüzyılın ilk yarısında ise 243 kişiden ancak 60’ı (= % 24.7) müderrislikle iktifâ etmişti[17].
Ulemânın bir an önce idarî kadrolara geçmek için fırsat aramasını ve bu sebeple medreselerde fazla kalmak istememelerini değerlendirirken, bunun ilim ve eğitimin kalitesi ile ilgili boyutlarını da unutmamak zorundayız. Medrese hocalarının aynı medreselerde uzun yıllar ders vermemeleri, yâni kısa süre içerisinde medrese değiştirmeleri, öyle sanıyoruz ki, en azından bâzı medreselerin ihtisaslaşma bakımından öne çıkarak, meselâ “Ezher” gibi belirli bir şöhrete ulaşmalarını güçleştirmiştir. Fâtih medreseleriyle ilgili olarak yukarıda zikredilen rakamları bu açıdan da değerlendirmek söz konusu ise de, bu husûsu müstakil bir çalışmamızda ele almış olduğumuz için teferruâta girmeyeceğiz[18]. Fakat, burada kısaca bir cümleyle ifâde edecek olursak, üçyüz yıllık bir süre içinde Sahn medreselerinde ders vermiş olan yaklaşık 1200 civarında ilim adamından pek azının bir kaç sene aynı medresede kalarak eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürdüklerini görüyoruz.
Medreselerde eğitim ve öğretini faaliyetlerini yürüten ve ilim adamlarının gerektiğinde doğrudan devlet hizmetine girerek vazîfe üstlenmelerinin yadırganacak bir yönü bulunmamaktadır. Bugün de devletin istihdam ettiği üst seviyedeki yöneticiler ekseriyeti üniversitelerde yetişmekte; mühim bir kısmı da akademik hayattan idârî kadrolara geçmektedir. Fakat, burada üzerinde ısrarla durduğumuz husus, Osmanlı medreselerini dolduran ulemânın böyle bir tercîhi hayatlarının gâyesi hâline getirmiş olmalarıdır. Bu tavır, onları hızla siyâsî hâdiselerin ortasına çekmiş, sık sık hizipleşmelere, yeniçerilerle birlikte işbirliği ederek çeşitli karışıklıklar çıkarmalarına sebep olmuş, münhasıran ilmî faaliyetlerde bulunmaktan alıkoymuş ve böylece ülkenin içinde bulunduğu sosyal, kültürel, siyâsî, iktisadî ve hattâ askerî bir takım sebeplerin de birleşmesiyle ilmî performans hızla düşmüş veya üzerinde zihin yorulan ilim dallan sınırlı kalmış, pratik faydaları görülen konulara ağırlık verilmiştir.
Bugün, elimizde bu durumu tevsik edecek pek çok veri mevcuttur. Osmanlı medreseleri arasında seçkin bir yeri bulunan Sahn-ı Semân medreselerinde ders vermiş olan yaklaşık 1200 civarındaki ilim adamını bu açıdan değerlendirdiğimizde, karşımıza ilgi çekici netîceler çıkmaktadır. Meselâ, 1470’ten, yâni söz konusu medreselerin kuruluşundan XVI. yüzyılın sonlarına kadar geçen süre içerisinde Sahn’da müderrislik eden yekûn 290 kişiden sâdece 118’i (= % 40.7) pek çoğu birer risaleden öte gitmeyen yekun 520 eser yazarken; XVII. yüzyıl boyunca 648 ilim adamından yalnız 60’ı (= % 9.3) irili-ufaklı yekûn 118 eser ortaya koyabilmişti. XVIII. yüzyılın ortalarına kadar Sahn müderrisliği eden yekûn 253 kişiden ise, ancak 16’sınm (= % 6.4) benzer nitelikte eserler yazdıklarını görüyoruz.
Yazılmış olan bu eserlerin büyük bir kısmı (= 647’si) “naklî” denilen ve umûmiyetle dînî muhtevâlıydı. “aklî” denilen ve dînî muhtevâlı olmayan eser sayısı ise 36’dan ibaretti. Keza, yeni söz konusu eserlerin 227’si telif nitelikli olup geriye kalan 433 eser ise şerh, haşiye, hamiş, ta’lîk, tasnif ve tercüme olarak bilinen bir takım açıklama ve derlemelerden ibâretti. Üzerinde en fazla çalışılan ilim dalları ise, pratik uygulama alanı bulunan “fıkıh”, yâni İslâm hukûku idi[19].
Netîce olarak şunu söyleyebiliriz: Osmanlı medreseleri, klâsik İslâm medreselerinden farklı olarak, devletin yönetim mekanizmasının başında bulunan idârecilerin sıkı kontrolleri altına girerek, siyâsî hâdiselerin tam ortasında yer almışlar, bu yapılanma ulemânın “amatör ilmî hedeflere yönelmelerini” önemli ölçüde etkilemiştir. Osmanlı medreselerinde yetişen ve eser veren ilim adamlarının ortaya koydukları bütün çalışmaları tedkik etmek ve ilmî mâhiyetlerini mukāyeseli bir şekilde ortaya koymak, elbetteki uzun zaman isteyen ve ekip çalışmasını gerektiren oldukça zor bir iştir. Dolayısıyla, bugünden kesin bir hüküm vermek mümkün gözükmemekle birlikte, burada yaptığımız gibi, küçük çaplı da olsa, ortaya konulacak çeşitli çalışmalar, öyle sanıyoruz ki, netîce itibâriyle karşımıza çok daha farklı bir tablo çıkarmayacaktır.
_________
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır. “Medrese-Yönetim İlişkileri ve Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Meselesi” VII. Osmanlı Sempozyumu (Söğüt, Eylül 1992), Ankara 1993, s. 13-23.
[1] Koçi Beğ, Risâle-i Koçi Beğ, Londra 1277, s. 10.
[2] Büyük âlim Nâsırüddin-i Tûsî (ölm. 672/1273) tarafından yazılan Tecrîdü'l-Kelâm adlı esere yazılan bir hâşiye. Aslında bu esere Osmanlılar tarafından pek çok şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât yazılmıştır (bkz. Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, İstanbul 1971, C. l. s. 346-351).
[3] Adudiddin Abdurrahman b. Ahmed el-Îcî (ölm. 756/1355) tarafından yazılan el-Mevâkıf adlı eserin bir şerhi. Esere en güze şerh Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yazılmıştır. Osmanlı âlimleri ise, ekseriyetle bu şerh üzerinde çalışmışlardır (bkz. Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’ıku’ş-Şakā’ık (haz. A. Özcan) İstanbul 1989. s. 145, 166, 170, 193, 196, 205, 300, 310, 312 387, 391, 405, 447, 450, 470. Kelâmla ilgili bir eserdir.
[4] Burhânüddin Ali (ölm. 593/1196-97)'nin "fürû" hakkında yazdığı Hidâyetü'l-Mühtedî adlı eserine, yine kendisinin yazdığı şerhtir.
[5] Ekmelüddin Muhammed b. Mahmûd el-Bâbertî (ölm. 786/1384)'nin, Hidâye'ye (bkz. dipnot 4) yazdığı şerhtir. Asıl adı el-İnâye'dir. “Usûl-i fıkh” (=Fıkıh metodolojisi) ile ilgilidir. Ormanlı medreselerinin en fazla okutulan kitapları arasında bulunuyordu.
[6] Kâtib Çelebi, Mîzânü'l-Hakk fî İhtiyâri'l-Ahakk, Tercüman 1001 Temel Eser. yay. no. 145, (sâdeleştiren O. Ş. Gökyay), İstanbul 1980, s.21.
[7] Uzunçarşılı, İ. H. Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, 3. baskı, Ankara 1988, s. l.
[8] Mecdî Mehmed Efendi, a.g.e., s.27.
[9] Baltacı, C., XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 15; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1-2.
[10] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 2.
[11] İnalcık, H., "Osmanlılarda Saltanat Verâseti Usûlü ve Türk Hâkimiyet Telakkisi ile İlgisi", Ank. Üni. Siyasal Bil. Fak. Der., XIV/1, Ankara 1959, s. 77.
[12] İnalcık, a.g.m., s. 80.
[13] Oruç b. Âdil, Tevârîh-i ÂI-i Osmân, (F. Babinger neşri), Hannover 1925, s. 79-80.
[14] Tursun Beğ, Târîh-i Ebu'1-Feth, (haz. M. Tulum), İstanbul 1977, s. 8.
[15] Ocak, A.Yaşar, "XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Resmî Dinî İdeolojisi ve Buna Muhâlefet Problemi", İslâmî Araştırmalar, IV/3 (Temmuz 1990), s. 193.
[16] Mardin, Ş., Türkiye'de Din ve Siyâset, Makaleler 3, İstanbul 1991, s. 42-43.
[17] Bu konuda, hazırladığımız Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (TTK, Ankara 2003) adlı çalışmamızda teferruatlı bilgi bulunmaktadır.
[18] Keza, bu konularla ilgili olarak da söz konusu çalışmamızda geniş bilgiler verilmiştir.
[19] Aynı şekilde, bu konularla ilgili olarak da söz konusu çalışmamızda geniş bilgiler verilmiştir.