Yayınlarım...
OSMANLI MEDRESELERİNİN İLMÎ PERFORMANSI ÜZERİNE BÂZI DÜŞÜNCELER*
Osmanlı ilim ve fikir hayâtının çevresinde şekillendiği Osmanlı medreseleri, bugüne kadar çok çeşitli açılardan ele alınmış ve muhtelif değerlendirmelere tâbi tutulmuş; lehte ve aleyhte pek çok görüş, ileri sürülmüş ve konu esas îtibâriyle bugün bile bir muammâ olmaktan henüz kurtulamamıştır. Fakat, bizce üzerinde en fazla durulması gereken hususlardan birisi, söz konusu müesseselerin ilmî performansı ve bu performansı etkileyen âmillerin neler olduğu meselesidir[1]. Bu mesele lâyıkıyla tedkik edildiği takdirde, işâret olunan bir çok görüş ve değerlendirme, kendiliğinden geçerliliğini yitirecek; ilmî veyâ ideolojik bir tartışma mevzû’u olmaktan çıkacaktır. İlmi performans derken, medreseler çevresinde ortaya konan veyâ buralarda yetişen ilmi adamlarının şu veyâ bu vesîleyle telif yahut terkip ettikleri eserlerin hem nitelik ve hem de nicelik bakımından durumuna belirtmek istiyoruz. Bu husus, şu açıdan ehemmiyetlidir: Osmanlı medreselerinin XVI. yüzyılın sonlarına kadar fevkalâde düzgün işledikleri; buralarda aklî ve naklî ilimlerin birlikte okutulduğu; sayısız büyük ilim adamı yetiştiği; bunların binlerce eser yazarak Osmanlı kültürünün gelişmesine ve devletin hızla yükselmesine katkıda bulundukları; fakat, XVII. yüzyılın başlarından îtibâren bu durumun tersine döndüğü; büyük âlimlerin yetişmemeğe başladığı; böylece ilmî sâhada duraklama ve verimsizliğin baş gösterdiği ve netîce olarak bunun Osmanlı devletinin gerilemesini hızlandırıp yıkılışına zemin hazırladığı bir müte’ârife olarak söylenegelmiştir. Nitekim, ünlü risâle sâhibi Koçi Bey, zamanındaki ilim hayâtını ve ilim adamlarını değerlendirirken, XVI. yüzyılın sonunu, bu konuda bir dönüm noktası olarak zikreder ve Sahn medreselerinden bahisle: “... bin üç (1003z1594) târihine gelince(ye dek) Sahn mu’îdlerinin (müderris yardımcılarının) şimdiki müderrisler kadar vak’ (değer) u i’tibârı var idi.” der ve kesin bir târih vermek sûretiyle müşâhede ettiği gerilemeyi vurgulamağa çalışır[2].
Benzer düşüncelere Kâtib Çelebi’de de rastlarız. Ona göre: “Ulu Osmanlı devletinin ilk çağlarından Sultan Süleyman Han zamanına gelinceye dek hikmet ile şeriat ilimlerini uzlaştıran gerçek araştırıcılar ün salmışlardı. Ebu’l-Feth (fethin babası: Fâtihi Sultan Mehmed Han, Medâris- i Semâniye’yi yaptırıp kânuna göre iş görülüp okutulsun diye vakfiyesine yazmış ve Hâşiye-i Tecrîd[3] ve Şerh-i Mevâkıf[4] derslerinin okutulmasını bildirmişti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyâttır diye kaldırıp Hidâye[5] ve Ekmel[6] derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiydi kaldı, ne Hidâye kaldı, ne Ekmel. Bununla Osmanlı ülkesinde ilim pazarına kesat gelip bunları okutacak olanların kökü kurumaya yüz tüttü”[7].
XVI. yüzyılın sonu veyâ XVII. yüzyılın başı, Osmanlı devleti açısından gerçekten de bir dönüm noktası gibidir. Hakîkaten, devletin bütün müesseselerinde gözle görülür bir tıkanma kendini hissettirir; teferruatı burada bizi ilgilendirmeyen, çeşitli köklü değişiklikler vukû’ bulmuştur. Fakat, bu değişimi Koçi Bey’in yaptığı şekilde (meselâ 1003/1594 yılı gibi), kesin bir târihten başlatmak mümkün müdür? Kanaatimizce değildir ve esâsen söz konusu değişimin XVI. yüzyılın ortalarına kadar inen bir arka-plânı mevcuttur. Sosyal hâdiseleri bir çırpıda bitirmek veyâ başlatmak elimizde değildir. Çünkü, Ülgener’in belirttiği gibi “... tarihte bir şekilden diğerine geçilirken, yenisinin bir ağızdan belirmiş ve türemiş olması beklenemeyeceği gibi, eskisinin de kısa bir zamanda gözden silinmiş olmasına ihtimal verilemez. Bilâkis öyle devirlere rastlanır ki, orada eski ile yeninin bir arada bulunuşu tesadüf değil, kaide hükmündedir.[8]“ Bu dönemler geçiş dönemleridir ve XVI. yüzyılın sonu ile XVII. yüzyılın başı da böyle bir nitelik arz eder.
Dolayısıyla, umûmî kabûle uygun olarak, XVI. yüzyılın sonlan ile XVII. yüzyılın başlarının, Osmanlı devleti açısından duraklamanın başladığı bir dönem olduğu; askerî, siyâsî, iktisâdî, mâlî ve içtimâî cihetlerden muhtelif sıkıntılarla yüz yüze gelindiği ve binnetîce sarsılan dengelerin, diğer müesseseleri olduğu gibi, mevzû’umuzu teşkil eden medreseleri de tesiri altına aldığı; binâenaleyh, ilmî verimin düştüğü -görünüş îtibâriyle- doğru ise de, meseleyi bütünüyle bu çerçevede görüp değerlendirmek, bize pek tatmin edici gelmemekledir.
Bu sebeple, konuyu başka açılardan da ele almakta fayda vardır. Osmanlı medreselerinin ilmî performans bakımından göz doldurup doldurmadıklarını; doldurmuyorlar ise bunun sebeplerini araştırmak ve anlamak isleyenlerin, yukarıda çizilen umûmî manzaranın dışında, belki o manzarayı teşkil eden âmillerden daha etkili olan başka faktörleri de göz önünde bulundurmaları yerinde olacaktır[9]. Çünkü, aşağıda biraz daha teferruatlı olarak temas edileceği üzere, bize öyle geliyor ki, eğer yukarıda çizilen tabloyu oluşturan menfî hâdiseler cereyan etmese ve meselâ Osmanlı devleti yükseliş trendinden bir şey kaybetmeden gelişmesini XVII ve XVIII. yüzyıllarda da aynen devam ettirseydi bile durum fazla değişmeyecek, medreselerin ilmî performans bakımından ortaya koydukları tablo yine aynen tezâhür edecekti. Zira, söz konusu medreselerin zihniyet dünyâları, bünyeleri, kuruluş şanları, beklentileri, velhâsıl kendilerine biçilen misyon farklı bir tablonun teşekkülünü önlerdi. İşte bu yüzden, Osmanlı medreselerinin ilmî performansı ile ilgili değerlendirmelerde bulunulurken, öncelikle, şu üç noktada toplanan hususların dikkate alınması uygun olacaktır
1- Medreselerin Osmanlı topraklarındaki doğuş şartları ve bu çerçevede cereyan eden medrese-devlet ilişkilerinin mâhiyeti;
2- Keza. söz konusu müesseselerin tevârüs ve temsil ettikleri ilim anlayışının (ilim zihniyetinin) muhtevâsı;
3- Ve nihâyet, zikrolunan bu iki husûsun ilmî verim üzerindeki tesirleri.
Şimdi, üç noktada hülâsa olunan bu hususları ana hatlarıyla biraz, daha yakından gözden geçirelim.
l- Anadolu Selçuklu devletinin XIII. yüzyılın sonlarına doğru tamâmen dağılmağa yüz tutması üzerine, Anadolu’da bir çok Türkmen beyliğinin ortaya çıktığı mâlumdur. Bu beyliklerden biri ve en küçüğü olan Osmanlı Beyliği, yerleştiği coğrafî mekânın da şevkiyle gözünü batıya, Bizans topraklarına çevirdi ve kısa süre içerisinde Bizans’tan kopardığı topraklarla sınırlarını genişletmeği başardı. 1330’lara gelinceye kadar Osmanlı Beyliği’nde her hangi bir eğitim kurumunun mevcut olmadığını, henüz küçük bir coğrafî mekân üzerinde hayat süren beyliğin kazâ ve benzeri hizmetlerinin görülmesinde ihtiyaç duyulan elemanların ekseriyetle dışarıdan, Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas gibi eski Selçuklu kültür ve ilim merkezleri ile diğer İslâm coğrafyasında bozulan istikrardan rahatsızlıkları dolayısıyla buralardan ayrılarak, daha huzurlu gördükleri Osmanlı topraklarına gelen âlimlerden karşılandığını biliyoruz.
Osmanlı Beyliği büyüyüp geliştikçe mâhiyet değiştirecek, beylikten devlete doğru hızlı bir istihâle geçirecektir. Buna paralel olarak, devletin sorumluluk sâhaları artacak, idarî mekanizmalar kompleksleşecek ve müesseseleriyle birlikte bir devlet teşkilâtı teşekkül etmeğe, bu teşkilâtı ayakta tutacak nitelikli elemanlara duyulan ihtiyaç gittikçe büyümeğe başlayacak ve böylece yeni ilim ve eğitim müesseselerinin tesisi kaçınılmaz olacaktır. Bu çerçevede, Osmanlı topraklarında ilk defa 1330 (731)’da Sultan Orhan tarafından İznik’te bir medrese açılmıştır[10]. Sultan Orhan’ın bu ilk Osmanlı medresesine müderris olarak ilk kez ünlü âlim Dâvûd-ı Kayserî (ö. 751/1351)’yi getirdiğini görüyoruz[11].
Osmanlı başkenti olan Bursa’da yeni medreselerin kurulmasına kadar, İznik Orhaniyesi olarak da bilinen bu medrese, ilk sıradaki yerini muhâfaza etmiştir. I. Murad, Yıldıran Bâyezid ve Çelebi Sultan Mehmed gibi ilk Osmanlı sultanlarının Bursa’da peşpeşe yaptırdıkları yeni medreseler, bu şehri öne çıkarmış ve ilim adamları buraya toplanmağa başlamışlardır. Aynı gelişme, Edirne’nin fethi ile devletin yeni başkenti hâline gelmesinin ardından, bu şehirde tesis olunan medreselerle sürüp gitmiş, bu defa ilim ve kültür merkezi olarak ağırlık Edirne’ye kaymıştır[12].
İstanbul’un fethine kadar kurulmuş bulunan Osmanlı medreselerinin derece ve îtibar bakımından kendi aralarında oluşturdukları tabakalaşmaya baktığımızda, yukarıda çizilen tabloya uygun bir yapının teşekkül ettiğini; devletin başkent değiştirmesine paralel olarak, en yüksek medreselerin yeni başkentlerde şekillendiğini; bu gelişmenin İstanbul’un fethi ve burada tesis olunan medreselerle yeni ve nihâî başkentte noktalandığını görürüz.
Böyle bir gelişme, kanaatimizce, son derece mânidardır ve Osmanlı medreselerinin ilmî performansını etkileyen âmiller arasında bu teşekkül safhasının niteliği, medrese kurucularının sosyal tabakalaşmadaki yerleri belirleyici bir rol oynar. Başka bir vesîleyle de belirttiğimiz gibi[13], “medreselerin, başta sultanlar olmak üzere, hanedanın diğer üyeleri, ileri gelen devlet erkânı, şeyhülislâmlar ve bâzı varlıklı yüksek rütbeli ulemâ tarafından kurulmuş olmaları”, bunların daha kuruluş döneminden başlamak üzere devletle ve dolayısıyla siyâsî otorite ile ne ölçüde sıkı ve organik bir ilişki içinde bulunduklarını göstermektedir. Bu yapının, eğilim ve öğretim faaliyetlerinin niteliğini nasıl etkilediğini tahmin etmek güç değildir. Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin vakıf sistemi çerçevesinde yürütülmesine ve bu faaliyetler için devlet bütçesinden doğrudan bir pay ayrılmamasına rağmen, ulemânın itibar ettiği medreselerin ekseriyetle sultanlar ve yönetici sınıfın mensupları tarafından kurulmuş olmaları, siyâsî otoriteyi, ilk medreselerden başlamak üzere bu müesseseleri kontrol altında tutmağa ve zaman içerisinde bu kontrolü daha da sıkılaştırmağa yöneltecektir.
İşte bu yapı dolayısıyla, medreselerden mezun olanlar, ileride kendilerini bir devlet memuru, diğer bir ifâdeyle tipik bir bürokrat olarak görecekler; devlet hizmetine girebilmek; kadı, müftü, kazasker, şeyhülislâm, vs. olarak aktif bir vazîfe almak için, kendilerini amansız bir mücâdelenin içinde bulacaklardır.
Bu durum, ilk Osmanlı medreselerine, ilmî kaygılardan ziyâde, her şeyden önce devlete eleman yetiştirme misyonu biçildiğini ve medreselerin, faaliyette bulundukları süre içerisinde, kendileri için belirlenen pozisyona uygun hareket ettiklerini göstermektedir. Bu pozisyon, Fâtih Sultan Mehmed tarafından, eski Orta Asya Türk, Hind-İran, İslâm ve Bizans yönetim anlayışlarından da takviye edilerek olgunlaşanları Osmanlı yönetim felsefesinin[14] verileriyle güçlendirildi. Bir taraftan güçlü bir merkeziyetçi yönetim sisteminin temelleri atılırken, diğer taraftan bu sistemin başında bulunan ve yetkilerini Allâh’tan alan, otoritesi tartışma kabûl etmez bir sultan telâkkîsi, başka bir ifâde ile patrimonyal bir yönetim felsefesi, İslâmî motiflerle de süslenmiş[15] ve oluşturulan bu ideoloji bir mesaj hâlinde medreseler kanalıyla halka aktarılmağa çalışılmıştır. Daha önce A. Yaşar Ocak tarafından işâret olunduğu üzere[16], bilhassa, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih medreselerinin açılması ve eğitim sistemine “Osmanlı merkezî yöneliminin ideolojisini oluşturma misyonu” yüklenmesiyle, burada vurgulanmağa çalışılan devlet-medrese müştereğinde mühim bir dönüm noktası aşılmıştır[17].
2. Osmanlı medreselerinin ilmî performansını iyi değerlendirebilmek için göz önünde bulundurulması gereken hususlardan birisi de, yukarıda belirtildiği gibi, bu medreselerin temsil ve tevârüs ettikleri ilim anlayışının (ilim zihniyetinin[18] niteliğidir. Çünkü, bir takım faaliyetlerin içine giren ve bu faaliyetler çerçevesinde ortaya bir lakını ürünler koyan “insanlar, yalnız şu veyâ bu şekilde hareket etmekle kalmazlar, aynı zamanda o hareke! tarzıma meşru olduğuna kendi kendilerini inandırmak için faaliyetlerine çok defa farkında olmayarak, manevî varlıklarından”, kendilerine intikal eden düşünce dünyâsından ve içinde doğup büyüdükleri kültür ikliminden de “bazı şeyler kalmak ihtiyacını hissederler”[19]. Öte yandan, ne kadar objektif olmaya çalışırsak çalışalım veyâ çalışmalarımıza ne kadar bugünkü kanaatlerimizi yansıtmadığımızı ileri sürersek sürelim, “bilerek veyâ bilmeyerek bir takım an’anelerin, îtiyatların, ahlâk düsturlarının tesiri altında yaşadığımızı inkâr edemeyiz”[20]. Dolayısıyla, Osmanlı ilim adamlarının da çalışmalarım böyle bir hâlet-i rûhiye içerisinde sürdürdüklerini; kendilerini içinde buldukları inanç, fikir ve kültür ikliminin tesirlerinden bütünüyle kurtarmalarının mümkün olmadığım kabûl etmek zorundayız. Ancak böyle bir kabûlden sonra sıhhatli ve ilmî değerlendirmelere kapı açmış oluruz.
Osmanlı medreselerinin temsil ettikleri ilim anlayışını incelerken, bu zihniyeti bize sunacak kaynakların, her şeyden önce, o zihniyete mensup ilim adamlarının eserleri olduğunu, bunların etraflıca incelenmesi gerekliğini unutmamak lâzımdır. Fakat, îtiraf edelim ki, böylesine büyük çaplı bir problemin şu kısacık yazı çerçevesinde halli şöyle dursun, tek ferdin bütün mesâîsini ve ömrünü bu konuya vakfetmesinin de yeterli olacağı çok şüphelidir. Söz konusu eserlerin, ilim adamlarımız tarafından müştereken veyâ fert fert de olsa yaygın bir şekilde, burada işâret olunan nokta-i nazardan ele alınmaları son derece isâbetli olur. Ancak, iş bununla da bilmemektedir. Osmanlı ilim zihniyetini[21] bütün veçheleriyle ortaya koyabilmek için, bu zihniyete kaynaklık eden ve İslâm kültür dâiresinde vücut bulan diğer eserlerin de tedkîki lâzımdır ki, aradaki irtibat tam manâsıyla kurutabilsin; Osmanlı ulemâsının İslâm ilim âlemine ne ölçüde katkıda bulunduğu lâyıkıyla ortaya konabilsin.
Bütün bu zorluklara rağmen, söz konusu zihniyeti tesbit edebilmenin muhtelif yollan bulunmakladır ve bu bakımdan kaynaklarımız hiç de fakir değildir. Sâdece, muhtelif biyografik nitelikli eserlerde ortaya konulan tavrın, kullanılan ibare ve ifâdelerin aldıkları istikāmet bile, bu konuda hiç olmazsa belirli bir fikir edinebilmemiz için yeterlidir. Belli fikir ve inançların, ortaya konulan kaynaklarda tekrarlanma derecelerini, benimsenen zihniyetin de yaygınlık derecesi olarak yorumlamamak için hiç bir sebep yoktur[22]. Bu bakımdan, Osmanlı ulemâsının ortaya koyduğu muhtelif eserleri gözden geçirdiğimizde, birbirinin tekrârı niteliğinde yüzlerce ibare ile karşılaşırız. Dikkatlice bakıldığında, söz konusu ibâreleri koyu bir gelenekçiliği, nakilciliği ve ulemâ-i kadîm olarak vasıflandırılan geçmiş bir otoriteye bağlılığı yansıttığı görülür. Esâsen bu gelenekçiliğin ve her hangi bir otoriteye bağlanma düşüncesinin, Ortaçağın bütün meslek kuruluşlarına ve zihniyet dünyâsına hâkim olduğu bilinmektedir[23]. Bu durum, ulemâ tarafından yapılan ilim tasniflerinde bile kendisini gösterir: Üzerinde çalışılması, öğrenilmesi ve öğretilmesi tavsiye olunan ilimlerin ulemâ-i kadîm tarafından yazılan ve kitaplara geçirilen ilimler olması bu bakımdan ilgi çekicidir. Diğer bir deyişle ilim, bilgi (mâlumat) edinmekle sınırlı tutulmuş; araştırma ve yeni bilgiler üretme yolu mühim ölçüde kapatılmıştır denilebilir. Öte yandan, söz konusu ilimlerin kısa bir sürede uygulanabilme niteliği bulunmasının öngörülmesi, başka bir ifâdeyle, bütün ilim cehdin faydaya müstenit hâle getirilmesi ve kendisini ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) tâbirinde açığa vurması, ulemânın hayat hikâyelerinin verilişi sırasında kullanılan ibârelerle de tam bir uyum içindedir[24]. Osmanlı ulemâsının ortaya koyduğu ilmî ürünlerin umûmî bir dökümü yapıldığında, ortaya çıkacak tablonun, burada vurgulanan ilim anlayışım ve zihniyet dünyâsını bütün açıklığıyla güzler önüne serdiği görülecektir. Böyle bir tablo, sâdece Sahn-ı Semân (Fâtih) medreseleri bazında yapıldığında bile, ortaya ilgi çekici neticelerin çıktığı görülmektedir. Meselâ, yüzyıllara dayalı olarak gözden geçirdiğimizde, Fâtih medreselerinin kuruluşundan (875/1470), XVII. yüzyılın başlarına, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçliği târihe (1603) kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik etlikleri tesbit olunan 290 ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıktan; bunların 189 (% 36.3)’unun te’lîf ve geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, tasnîf ve tercüme niteliği taşıyan eserler oldukları; aynı dönemde zikredilen 290 ulemâ içerisinden ancak 118 (% 40.7)’inin, deyim yerindeyse, kalem kullandığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, XVII. yüzyılda Sahn’da müderrislik etmiş olan 648 âlimden sâdece 60 (% 9.3)ı kalem oynatacak ve irili ufaklı yekûn 118 eser verecektir. Bu mikdârın 32 (% 27.1)’si te’lîf, 86 (% 72.9)’sı ise şerh, haşiye, hamiş, ta’lîkât, kelimât, tasnîf ve tercüme üründedir. Kezâ, XVIII. yüzyılda, 30 yıllık bir süre içerisinde ise, 253 Salın müderrisi arasından 16 (% 6.3)’sının. irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bunun 11 (% 40.7)’i te’lîf, 16 (% 59.3)’sı ise telif olmayan eserlerden oluşmaktaydı.
Aynı dönemleri ve aynı rakamları başka bir açıdan değerlendirdiğimizde, 1470 ilâ 1603 yılları arasında vefat etmiş olmalarına göre, Sahn’da ders veren ulemâ tarafında yazılan te’lîf nitelikli 189 eserden sâdece 20 (% 10.6)’sinin konusunu aklî denilen ilimler oluşturmakladır. Geriye kalan 169 (% 89.4) eser tefsîr, hadîs, fıkh, akâ’id-kelâm, ahlâk ve tasavvuf gibi dinî muhtevalı konularla târih, edebiyat, sarf, nahiv, belâgat, bedî’, beyân ve ma’ânî gibi din dışı, fakat nakil geleneği bulunan ürünlerden oluşmaktadır. Bu durum, XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda mukayese dahi edilemeyecek ölçüde kötü gözükmektedir. Nitekim, XVII. Yüzyılda te’lîf nitelikli eserlerin yekûnu 32 olarak tesbit edilmiştir. Bu kadarcık ürünün 648 gibi büyük bir sayıya ulaşan ulemâ tarafından ortaya konulduğunu da unutmamak gerekir. XVIII. yüzyılın ilk 30 senesinde ise, Sahn müderrisi olmuş kişilerin ortaya koydukları te’lîf eser sayısı 13 olarak gözükmektedir.
Kezâ, bu rakamları bir bütün olarak şu şekilde değerlendirmek de mümkündür: 1470 ilâ 1730 yılları arasında, yâni yaklaşık 300 yıllık bir dönem zarfında te’lîf olarak yekûn 14 (% 6) tefsîr, 48 (% 20.5)fıkh, 25 (% 10.7) akâ’id-kelâm, 11 (% 4.7) ahlâk ve bir tane de hadîsle ilgili, yâni dînî muhtevalı olmak üzere 99 eserin yazıldığını görüyoruz. Aynı süre içerisinde edebiyat ve târihle ilgili 58 (% 24.7), Arap dilinin muhtelif durumlarıyla ilgili 11 (% 4.7) ve ayrıca konulan belirsiz olmakla birlikte “fünûn-ı ‘âliye” ibaresinden dînî nitelikli oldukları şüphe götürmeyen 30 (% 13) ve sayılan belirsiz en az 14 (% 6) çalışma (dînî nitelikli “ba’zı resâ’il”) yazıldığı gözükmektedir. Diğer bir deyişle, yekûn 234 te’lif eserden 143 (% 61.7)’ü dînî muhtevalıdır. Edebiyat, tarih ve Arap dili İle İlgili eserlerde (yekûn 69) dînî kültürün yoğun olarak işlendiğini de unutmamak gerekir. Te’lîf olmayan öteki eserlere baktığımızda, belirtilen dönem içerisinde şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, kelimât, tasnîf ve tercüme olmak üzere yekûn 336 eser ortaya konmuştur. Bunlardan 55 (% 6.3)’i tefsîr, 128 (38)’ fıkh, 64 (% 19)’ü akâ’id ve kelâm, 10 (% 10)’u ise ahlâk ve tasavvufla ilgilidir; 6 (% 1.8) hadiste ilgili çalışma bulunmaktadır. 74 (% 22) tane ise tasnîf (derleme, mecmua) ve tercüme meydâna getirilmiştir; bunların mühim bir kısmı da fetva mecmûaları oluşmaktadır[25].
3. Zikrolunan bu iki hususun dikkate alınması, artık incelenen ilmî ürünlerin değerlendirilmesi sırasında, ayakların çok daha sağlam bir şekilde yere basmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla, başka bir vesîleyle de vurguladığımız gibi[26], bu yapı, Osmanlı medreselerinin neden IX. yüzyılı müteâkıp İslâm dünyâsında silikleşmeğe ve donuklaşmağa yüz tutan ilim hayâtını ve fikir birikimini canlandırmakta ve ayağa kaldırmakta yetersiz kaldıklarını; neden orijinal fikir ve görüşler üretecek ilim adamlarını yetiştirmekte güçlük çektiklerini veyâ neden Batıdaki kilise ve manastır mektepleri gibi bir fonksiyon icrâ ederek, târih içinde oluşturdukları gelenek ve ilim anlayışları ile modern üniversitelerimizin teşekkülüne zemin hazırlayamadıklarını bir nebze açıklar niteliktedir.
Bilhassa burada ilk konu olarak ele alınan, medreselerin Osmanlı topraklarındaki doğuş, şartları ile bu çerçevede cereyan eden medrese-devlet ilişkilerinin mâhiyetinin, Osmanlı ulemâsını devletten ve devlet umûrundan müstakil düşünme ve ele aldığı, üzerinde kalem oynattığı konulan tahlil ederken münhasıran ilmî zihniyetle hareket etme elastikiyetinden mahrum bıraktığı ileri sürülebilir. Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlı ulemâsının asıl vazîfesi, münhasıran ilmî çalışmalardan ziyâde, Koçi Bey’in ifâde ettiği üzere, tıpkı bir yönetici gibi, “intizâm-ı dîn ü devlete sâ’î olup ahvâl-i ibâdu’llâh ile mukayyed” olmaktı[27]. Öte yandan, medreselerin kendi aralarında oluşturdukları hiyerarşik yapı ve buralarda ders veren âlimlerin, meslekî hayatlarında bu yapıya uygun olarak ilerleme imkânı bulmaları, kendi aralarında hiç de küçümsenemeyecek bir post kavgasının içine düşmelerine yol açıyordu ki, kaynaklarımızda bunun örneklerine bol bol rastlamak mümkündür[28]. Dolayısıyla, gerek medreselerin kendi iç dinamikleri, gerek temsil ve tevârüs ellikleri ilim anlayışının statik niteliği ve gerekse devlet karşısındaki pozisyonlarının elverişsizliği ve kendilerine yüklenen misyonun bağlayıcılığı üst üste binince, pek çok örnekte görüldüğü üzere, zâten yazmaktan fazla hoşlanmayan[29] ve kendinden önce yazılmış eserlerdeki bilgileri öğrenmenin yeterli öldüğünü düşünen[30] Osmanlı ulemâsını, bir süre ders vermesi lâzım gelen medreseleri hızla geçtikten sonra, maddî imkânları daha iyi olan medrese dışındaki sâhalarda çalışmağa ve hâriçte bir mevki edinebilmek için türlü kombinezonların içinde yer almağa yöneltmiştir[31]. Bütün bu hususlar, tabiatiyle ilmî verim üzerinde menfi tesirler bırakan hâdiselerdi. Bu çerçevede, Osmanlı medreselerinin yetiştirdiği ulemânın yetişme safhalarını, bu safhalarda içinde yer almak mecbûriyetinde kaldıkları sosyal ilişkileri ve nihâyet kendilerinin ve âilelerinin sosyal tabakalaşmadaki yerlerini tedkik etmek de, ortaya ilmî verimi çok yakından etkileyen ilgi çekici netîceler çıkarabilir. Meselâ, Osmanlı medreselerinin zirvesini temsil eden Semâniye medreselerinde ders veren ulemânın, daha ünce kısaca belirttiğimiz istatistik veriler çerçevesinde, neredeyse hemen tamâmının, temelini himâye anlayışının oluşturduğu bir iltimas ve intisâb sistemi dâiresinde meslekî hay allarında ilerledikleri görülmektedir. Bu mekanizmanın işleyiş şekline kısaca baktığımızda, şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Yönelim, cemiyet ve ulemâ nezdinde îtibarlı bir yer edinebilmek için -hükümdar da dâhil- yönetim kademelerinde söz sâhibi olan, hatırı sayılan veyâ elinde yetki bulunan birisine dayanmak, onun manevî nüfuzu ve kefâleti altına girmek ve bu yolla vazîfe tevcih edecek olan merkezî yönetimin îtimâdını kazanmak gerekmiştir. İkbâlini ilmiye mesleğinde gören birisi, şâyet hükûmet merkezinde bulunuyor ve âilesi az çok tanınıyor ise, ilmiye mensupları arasına girmesi daha kolay olmakla birlikte, yine de güçlü bir hâmî ve kefil bulmak ve mânen onun kapı halkından sayılmak sûretiyle, yürümek istediği yolda çok daha kolay ilerleyebiliyordu. Güçlü şahısların desteğini, himâyesini ve kefâletini elde etmek, bir ilmiye mesleği mühtedîsi için son derece arzulanan şeydi. Böyle bir seyir içerisinde hızla ilerlerken, hâmîsinin ölümü veyâ vazîfesinden azli üzerine, yıllarca aynı mevkilerde kalanlara ve yâhut mevkilerini kaybedenlere rastlamak, Sahn müderrisleri arasında bile, sıradan hâdiselerden idi. Bu mekanizma içerisinde, babaları veyâ yakınları yüksek mevkilerde bulunanlar, diğerlerine göre daha avantajlı durumda oluyorlardı. Çünkü, imkânları ve fırsatları değerlendirmeleri hem çok daha kolay ve hem de yüksek rütbeli ulemâ çocukları için bir takım husûsî kānunlar bulunmaktaydı. Bu tür ilişkilerin müesseseler veyâ şahıslar etrafında aldığı ilişki türlerine baktığımızda, karşımıza ulemâ-saray, ulemâ-devlet adamı (yönetici) ve ulemâ-ulemâ ilişkileri olarak tasnif edilebilecek üç kategori çıktığını görüyoruz. Bu ilişki ağı, taşrada doğmuş olanların merkezde kabûl görebilmeleri iğin daha da ehemmiyet kazanmaktaydı. Dolayısıyla, sosyal tabanı sıradan halka dayanan insanların ilmiye mensupları arasına katılmaları ya çok güçleşmekle veyâ meslekî seyirleri son derece uzun sürmekte idi. Bu da, zaman içerisinde, ilmiye sınıfını bir bakıma içine kapalı bir zümre hâlin getirmekleydi. Mesela, Sahn-ı Semân medreselerinde yaklaşık üç yüz yıllık bir süre içerisinde ders vermiş olanlardan tesbit edebildiğimiz 1200 civârında bir ilim adamı topluluğunun, zamanla kapalı-devre çalışır bir mekanizma görüntüsü verdiği görülmektedir. Söz konusu medreselerin kuruluşundan XVI. yüzyılın ortalarına kadar geçen yaklaşık seksen yıllık zaman zarfında, 105 Sahn müderrisinden 41 (% 39}’ı ulemâ ailesine mensup iken,49 (% 46.6)’u halktan, 10 (% 9.5)’u kal taifesinden, 4 (% 3.8)’ü ümerâdan, birisi ise tüccardandı. XVI. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın başına kadar olan daha kısa bir süre içerisinde ders veren 167 âlimden ise, 98 (%58.6)’i ulemâ, 10 {% 5.9)’u ümerâ, 6 (% 3.6)’sı kul, 4 (% 2.4)ü esnaf ailesine mensuptu. Halktan gelenler ise 49 (% 29.3)’dan ibaretti. XVII. yüzyıl boyunca ise, 648 Sahn müderrisinden 343 (% 52.9)’ü ulemâ, 17 (% 2.6)’sı ümerâ, 16 (% 2.4)’sı tüccar, 14 (% 2.1)’ü kul, 221 (% 34.1) halktan bir aileye mensuptu. 37 (% 5.7) kişinin sosyal durumunu tesbit etmek mümkün olmadı. XVIII. yüzyılın ilk 30 yıllık bir döneminde Sahn’da ders veren 243 kişinin durumuna baktığımızda, bunlardan 153 (% 63)’ünün ulemâ âilesinden, 11 (% 4.5)’ini ümerâdan, 2 (% 0.8)’sinin esnaftan, 5 (% 2.1)’inin kul tâifesinden ve 72 (% 29.6)’sinin ise halktan olduklarını görüyoruz. Bu rakamlar, zaman içerisindeki tipik kastlaşmayı ortaya koyan veriler olmaları bakımından ilgi çekicidirler[32].
Netîce olarak şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı medreselerinin ve ulemâsının ilmî performansını inceleyecek olanların, medreselerin ve içlerinde ders veren ilim adamlarının bu bakımdan göz doldurup doldurmadıklarını belirtmeden önce, yukarıda çizilen tabloyu dikkate almaları, kanaatimizce bir taraftan hakikate biraz daha yakından nüfuz etmelerini ve diğer taraftan değerlendirmelerinde, aynı şekilde, biraz daha insaf ölçüleri içinde kalmalarım sağlayacaktır...
_________
* Türk ve İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu (tebliğ, 3-5 Haziran 1994, İstanbul; Kandilli Rasathanesi). [Bu yazı, söz konusu tebliğin biraz daha genişletilerek yayımlanmış sûretidir. Bkz. Türkiye Günlüğü, Sayı 30 (Eylül-Ekim 1994), s. 49-57].
[1] Bu konu, bugüne kadar bir mesele olarak, Türkiye’de ilk kez meslektaşım ve arkadaşım M. Hulûsi Lekesiz tarafından bir master tezi çerçevesinde ele alınmış ve ortaya konulan ilmî ürünlerin nitelikleri de ana hatlarıyla tasnif edilmek süreliyle, Osmanlı ilmî zihniyetinin XV ve XVÜ, yüzyıllardaki durumu teşekkül, gelişme ve çözülme safhaları İle i ne l en m iştir. Bkz, Lekesiz, M. Hulusi, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül, Gelişme-Çözülme: XV-XVI1. Yüzyıllar), yayımlanmamış Yüksek Lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1989, keza, “Osmanlı İlmî Zihniyeli: Teşekkülü, Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu, XIz49 (Ankara, Eylül 1991), s. 21-31
[2] Koçi Bey, Risâle-i Koçi Bey, Londra 1277, s. 10.
[3] Ünlü âlim Nâsıruddîn-i Tûsî (o. 672/ 1237)’nin Tecrîdü’l-Kelâm adlı eserine yazılan bir haşiye, Bu esere, Osmanlı ulemâsınca pek çok şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîk ve kelimât yazılmıştır. Bkz. Kâtib Çelebi, Keşfü’z-Zünûn, İstanbul 1971, C. l, s. 346-351.
[4] Adududdin Abdurrahman b. Ahmed el-Îcî (ö. 756/1355)’nin kelâmla ilgili el-Mevâkıf adlı eserinin bir şerhi. Esere Seyyid Şerîf-i Cürcânî tarafından yazılan şerh çok beğenilmiş ve Osmanlı ulemâsı daha ziyâde bu şerh üzerinde çalışmıştır. Msl. bkz. Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’iku’ş-Şakā’ik (haz. A. özcan), İstanbul 1985, s. 145-, 166, 170, 193, 196, 205, 300, 310,312, 387, 391, 405, 447, 450.470.
[5] Burhânüddin Alî (ö. 593/1196-97)’nin fürû’ hakkında yazdığı Hidâyetü’l-Mübtedî adlı eserine, yîne kendisinin yazdığı bir şerh.
[6] Ekmelüddin Muhammed b. Mahmûd el-Bâberti (ölm. 786/1384)’nin Hidâye’ye (bkz. dipnot 4) yazdığı şerhtir. Eserin asıl adı el-İnâye’dir. Usûl-i fıkıh’ (=fıkıh metodolojisi) ile ilgili olan bu eser, Osmanlı ulemâsının en fazla îtibar ettiği kitaplardandı.
[7] Kâtib Çelebi, Mîzânü’l-Hakk fi İhtiyâri’l-Ahakk (sâde., O. Ş. Gökyay), Tercüman 1001 Temel Eser, yay. no. 145, İstanbul 1980, s. 21.
[8] Ülgener, Sabri F., Darlık Buhranlım ve İslâm İktisat Siyaseti, Mayaş Yay., Ankara 1984, s. 109.
[9] Konuyu bu açılardan ele alan ilk çalışma için bkz. yukarıda dipnot l.
[10] Uzunçarşılı, 1. H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK yay., 3. baskı, Ankara 1988, s. 1.
[11] Mecdî, a.g.e., s, 27.
[12] Baltacı, Cahid, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 15; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1-2.
[13] Unan, Fahri, “Medrese-Yönetim ilişkileri ve Osmanlı Medreselerinin İlmi Performansı Meselesi”, VII. Osmanlı Sempozyumu (Söğüt, Eylül 1922), Ankara 1993, s. 17-18.
[14] Geniş bilgi için bkz. İnalcık, Halil, “Osman lı Pâdişâhı”, Ank. Üni. Siyasal Bilgiler Fak. Der., XIII/1 (1958), s. 68-79, aynı yazar, “Pâdişâh”, İslâm Ansiklopedisi, IX (1964), s. 491-495; kezâ, “Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un Fethi ve imparatorluk”, Türk Kültürü, 20 (1964), s. 8-13; aynı yazar, “Osmanlı imparatorluğu”, Türk Dünyası Elkitabı, Ankara 1976, s. 979; Ocak, A. Yaşar, “XV-XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Resmî Dinî ideolojisi ve Buna Muhalefet Problemi”, İslâmî Araştırmalar, IV/3 (Ankara, Temmuz 1990), s. 192.
[15] Oruç Beğ’in, Osmanlı sultanlarını “Hakk Te’âlâ buyruğu üzerine yürücilerdür. Fî sebîli’llâh gazâ idüp gazâ mâlın cem’ idüp Hakk yolına sarf idicilerdür. Sırât-ı müstakim üzre olup Hakkdan yana müteveccihlerdür. Dîn yolına gayretlülerdür; dünyâya mağrûr değüllerdür; şerî’at yolın gözedicilerdür; gurûr ehlinden intikām alıcılardur; garîbleri sevüp, fukarâya ihsân idüp, âlimleri terbiyet kılıcılardur. Şarkdan garbe değin İslâm dînini açmağa kasd idicilerdür. Dîn yolına cân u baş terk idicilerdür. Hakk Te’âlânun keremine sığınıp Hakka müşrik olanları ve İslâm(ı) kabûl itmeyüp İslâm ehline kasd iden küffâr-ı haksârı kırıcılardur. Bu âl-i Osmân, Oğuz neslindendür. Dîn yolunda kavîlerdür; i’tikādlar muhkemlerdür.” şeklinde tavsif etmesi, aynı zamanda, bunlar için bir meşrû’iyet zemîni hazırlamaya da yöneliktir. Bkz. Oruç b. Âdil, Tevârih-i Âl-i Osmân (F. Babinger neşri). Hannover 1925, s. 79-80.
[16] Ocak, a.g.m., s. 193; kezâ, “Günümüz Türkyesi’nde İslâmî Düşüncenin Bir Tahlil Denemesi ve Tarih Perspektivî”, Dünden Bugüne İslâm Dünyasında Zihniyet Değişiklikleri ve Çağdaşlaşma Problemleri Sempozyumu (16-17 Haziran 1990, Bursa), Bursa 1991, s. 144-145.
[17] Medrese-yönetim ilişkileri ve Osmanlı medreselerinin devlet karşısındaki konumu ile ilgili olarak, Fâtih medreseleri örneğinde, daha fazla mâlumat için bkz. Unan, Fahri, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (basılmamış doktora tezi; Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993), s. 354-360 [Eserin basılmışı: TTK, Ankara 2003].
[18] Burada terminoloji olarak ilim zihniyeti yerine ilmî zihniyet de demek mümkündür. Nitekim yukarıda zikrolunan doktora tezimizde her hangi bir tereddüt gösterilmeden, her iki ibâre bir değerinin yerine kullanılmıştır. Fakat, iki ibâre arasında bir fark olabileceğini, şimdilik bir düşünce olarak, belirtmek istiyoruz. Osmanlı medreselerinin ilmî performansı meselesini tartışırken, bu medreseler de hâkîm olan zihniyeti belirtmek için, ilmî zihniyet yerine, ilim zihniyeti tâbirinin kullanılması daha isâbetli olamaz mı? Gerçekten, ortada bir zihniyet bulunmaktadır; fakat, acaba her ilim zihniyeti hakîkaten ilmî bir zihniyet midir? Bu mesele, ilmî zihniyetin ne olduğu da etraflıca mütâlâa edildikten sonra, terminoloji acısından daha teferruatlı olarak ele alınırsa, bize öyle geliyor ki, iki tâbir arasında, Ülgener’in ekonomi zihniyeti ile ekonomik zihniye! arasında var olduğunu belirttiği türden bir fark ortaya çıkamaz mı? Ülgener, “ekonomi kelimesi yerine, çok defa tesâdüf edildiği veçhile ekonomik veyâ iktisadî sıfatlarından birini” kullanmanın bâzı yanlış anlamalara sebep olabileceğini belirttikten sonra. “Filhakika, ekonomik zihniyet, garp memleketlerinde 19 uncu asırdan sonra görüldüğü üzere iktisadîlik prensibine dayanan bir düşünce tarzını ifade eder; bu bakımdan ekonomik zihniyet genîş manada ekonomi zihniyetinin muhtelif tezâhürlerinden biri olmakla beraber, her ekonomi zihniyetinin muhakkak ekonomik zihniyet olması lâzım gelmez” demektedir (Ülgener, Darlık Buhranları, s. 9, dipnot 9).
[19] Ülgener, a.g.e.. s. 9.
[20] Aynı yer..
[21] Bu zihniyeti ana hatlarıyla ele alan ilk çalışma için bkz. yukarıda dipnot 1.
[22] Ülgener, Sabri F., İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yay., 2. baskı, İstanbul 1981, s. 45.
[23] Bkz. Ülgener, Zihniyet Dünyası, s. 88-89, 96, 114,206.
[24] Fatih dönemi âlimlerinden Hoca-zâde Muslihüddîn Mustafa (ölm. 893z1488)’ya göre, ilimler üç ana gruba ayrılmaktadır:
a) “Takriri ve tahrîri mümkün olan”, yâni anlatılması ve yazılması imkân dâhilinde bulunan ilimler. Bu ilimler, musanniflerin meşhurları tarafından tasnif ve telif edilmiş ve ortaya koydukları eserlere kilk-i tahkik ile tesbît ve imlâ” olunmuştur. Öğrenilmesi için çaba gösterilmesi gereken ilimler bunlardır. Çünkü, kitaplara geçirilmiş oldukları için öğrenmekte bir güçlük yoktur. Esâsen insana faydalı olan ve cemiyetin işine yarayan ilimler de bu grup içerisindedir.
b) “Takrire hâ’iz olup tahrîri câ’iz olmayan”, yâni dile getirilmesi mümkün olmakla birlikle, yazılıp çizilmesi doğru olmayan ilimler. Bu ilimler, “vehmiyyât ile mahlût ve mugâletât ite memlû” olduklarından ve “bu makûle kıyl ü kāl, mücerred nizâ’ ve cidâl içün” öğrenildiklerinden, bunların kimseye faydası yoktur. Felsefî ilimlerin bu kategori içinde değerlendirildiğini belirtelim.
c) “Takrîr ve ta’bîre” imkân bulunmayan, “tahrîr ve tasvîri” mümkün olmayan ilimler. Bu ilimler, bir takım remiz ve işaretlerle anlaşılabilirler; îlm-i ledünn (ilâhî bilgi) adı da verilen bu ilimler, insanlar tarafından dile gebrelemezler; bu bilgileri irfan, zevk ve vicdan sâhipleri Allâh’ın lütuf ve ihsânı sâyesinde bilirler; husûsî olarak tahsil ile elde edilemezler; kişiler birbirlerine remiz ve işâretlerle anlatırlar. Bu kategoriye ise tasavvufun dâhil edildiği anlaşılmaktadır. Bkz. Mecdi. a.g.e., s. 153-154.
Gerek Taşköprülü-zade’nin (bkz. Şakā’ık, Mecdi trc., 1989, s. 4-6, ayrıca, Miftâhu’s-Sa’âde, I-III, Haydarâbâb 1328 ve bu eserin Türkçe trc. Mevzû’atü’l-’Ulûm, l-II, İstanbul 1313); gerek ona kaynaklık eden eski İslâm âlimlerinden Fârâbî =(ö.339z950)’nin (İhsâ’u’l-Ulûm-İlimlerin Sayımı, trc. A. Ateş, M.E.B. İstanbul 1989); gerek onun talebesi İbn Sînâ (ölm. 429zl537)’nin (Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğilimi, İstanbul 1983), s. 53-56; Anawati, G., “Bilim”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti. V, trc.. T. Koç, İstanbul 1989, s. 317-318) ve gerekse daha sonraki ilim adamlarının (msl. bkz. İbn Haldûn, Mukaddime, M.E.B. trc., Z.K.Ugan, İstanbul 1988, II, s. 455-609) ilimleri tasnifleri, mâhiyet îtibâriyle birbirlerinden büyük bir farklılık göstermezler. Ancak, zaman içerisinde öğrenilmesi tavsiye olunan ilimlerin fayda esâsına (‘ulûm-ı nâfi’a: faydalı ilimler) oturtulduğu ve Gazzâli (ö. 505/ 111)’nin (bkz. Dalâletten Hidayete [el-Munkız mine’-Dallâl.] trc. A. S. Furat, İstanbul 1978, s. 51-60) ve hattâ İbn Haldûn (Mukaddime, III, s. 101-113)’un Sile bu yönde tavsiyelerde bulundukları görülür. Osmanlı sâhasında ise, bunun sayısız örnekleri ile karşılaşmak mümkündür (daha fazla bilgi için bkz. Unan, F., Fâtih Külliyesi, s. 290-303; 346-349). Pek çok örnekten en çarpıcılarından birisi olarak Şâir Nâbî’’nin şu ifâdeleri, bütün zihniyeti hulâsa eder gibidir: “İşlerin yücelerini öğrenmeye bak ve felsefe vâdisine dalmaktan kaçın... ilim nâmına ne varsa tepsini kazanmaya bak, ama hepsini kullanma. Derûnunu gösteren ilim sana kâfidir ki bunlar da fıkıh, hadis ve tefsirdir. Bunların dışında kalan ilimleri de öğren ama, sakın bildiklerini uygulama ki fikir çalışmalarıyla ve gereksiz çekişenlerle ayaklara düşme. Hattâ fıkıh ilminin de ibâdet bahsiyle ilgilenip mahkeme ve dâvâ kısmıyla ilgilenme, o semtlere uğrama (ki haksızlık edip günâha girmeyesin). Zâten dünyâda da âhirette de alış-veriş ilmini bilmemek sana noksanlık verecek değil.” (Bkz. Hayriyye, haz. ve sâde, İskender Pala. Bedir yay., İstanbul 1939, s. 59-61; ayrıca bkz. s. 106-107, 191, 199. aynı şekilde bkz. Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye, trc. Vidâdî, İstanbul 1256, s. 41-55). Fakat, pratik ihtiyaçlar dolayısıyla, Osmanlı ulemâsının, fıkhın en az ibâdet bahsi kadar, muâmelât ve ukûbât (mahkeme ve dâva) kısmıyla da ilgilendiklerini ortaya konan eserler göstermektedir.
[25] Bu verilerle ilgili daha teferruatlı bilgi ve değerlendirme için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 321-343. Burada zikrolunan istatistik rakamlar, mutlak rakamlar olmamakla birlikte, ilâve olunacak yeni verilerin, netîceyi büyük ölçüde değiştireceği düşünülmemektedir.
[26] Unan, F., “Medrese-Yönetim ilişkileri ve Osmanlı Medreselerinin ilmî Performansı Meselesi”, VÜ. Osmanlı Sempozyumu (Soğul. Eylül 1922), Ankara 1993, s. 19-20, ayrıca bkz. Fâtih Külliyeni, s. 209.
[27] Koçi Bey, a.g.e., s. 10. Ayrıca bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 344-345.
[28] Geniş bilgi için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 185-211.
[29] Meselâ, Osmanlı medreselerinin zirvesini temsil eden Fatih medreselerinde, medreselerin kurulusundan (1470), yaklaşık XVIII. yüzyılın ortalarına (1730’lara) kadar geçen üç yüz yılı aşkın bir süre içerisinde ders vermiş bulunan, tesbit edebildiğimiz 1200 civârındaki ilim adamından sâdece 194 (% 16.3)’ünün iri veyâ ufak bir eser verdiğini görüyoruz (Bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 330).
[30] Bkz. Unan, Fatih Külliyesi, s. 325-330.
[31] Fatih medreseleri bazında bir örnek için bkz.Unan, Fatih Külliyesi, s. 185-210, 354-358.
[32] Semâniye medreselerinde ders vermiş bulunan ulemâyı konu edinen değerlendirmelerle ilgili olarak daha teferruatlı bilgi için bkz. Unan, Fatih Külliyesi, s. 185-222, ayrıca bkz. Mantran, R., 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, I (Çev. M. A. Kılıç bay), Ankara 1986, s. 139-140; kezâ, XVI. ve XVII. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat (çev. M. A. Kılıçbay), İstanbul 1991, s. 88, 181.