Yayınlarım...
KIRGIZİSTAN MEKTUBU: I*
“Kırgızistan Mektubu” başlığını taşıyacak bir yazıya nasıl başlamam gerektiği husûsunda, cidden uzun uzun düşünmek mecbûriyetinde kaldım. “Niçin?” şeklinde yöneltilecek bir soruyu dahi, doğrusunu söylemem gerekirse, hemen cevaplandırabilecek durumda olduğumu hissetmiyorum. Bu kararsızlık, şaşkınlığa yorulabileceği gibi, hayal kırıklığına dahi atfedilebilir.
Bu satırların yazarı, ilkokulu bir köy okulunda bitirdikten sonra, küçük bir ilçede ortaokula başlamış ve o târihten îtibâren de kendisini milliyetçi bir câmianın içinde bulmuştu. Ortaokul sıralarında, açlık grevine başladığını duyduğumuz “Mustafa Cemiloğlu” ismi etrâfında Türkiye’de milliyetçi gençlik arasında yayılan rivâyetler, çocuk muhayyilemizde destânî bir direniş şeklinde tecessüm etmiş ve Esir Türk İlleri mefhûmu, bir daha silinemeyecek şekilde zihnime kazılmıştı… Esir Türk İlleri, bizim için mukaddes mekânlar gibiydi. Yakın zamanlara kadar, o yerleri gidip görmemiz mümkün değildi; hattâ Türkiye’deki çoğu insan için böyle bir şeyi tahayyül etmek bile, bir çeşit abesle iştigâldi. Slav ırkçılığının değişik bir şekli olan komünizmin demir pençeleri, Esir Türk İllerini demir bir perde ile bize kapatmış bulunuyordu. Önümüze kalın duvarlar çekilmişti. Bu duvarların arkasında ne olup bittiğine dâir bize ulaşan bilgiler o kadar silik, o kadar muğlak ve o kadar şekilsizdi ki, neyin hakîkat, neyin hayal ürünü, neyin bizzat uydurma olduğunu kestirmek âdetâ imkânsızdı.
Yıllar böylece akıp gitti. 1990’lara girerken, kendisini insanlığın en mütekâmil rejimi ve sistemi olarak takdim eden komünist sistemin, dışarıdan her hangi bir müdâhaleye gerek kalmadan, kumdan kuleler gibi dağılıverdiğini gördük. Bir siyâsî sistem ve rejim olarak, yaklaşık yetmiş yıl içerisinde kendi kendisini yiyip bitiren ve içi boşaltılmış bir çuval gibi olduğu yere yığılıveren Sovyet tecrübesi, iddiâ olunduğu gibi, ebedî bir dünyâ cenneti gerçekleştirememişti ama, acabâ geriye ne bırakmıştı?..
Gerçi daha önce çok kan ve göz yaşı dökülmüş olmakla birlikte, mevcut durumda emeksiz, kansız, alın teri dökülmeden ata yurdumuzda, bizim mukaddes mekânlarımızda beş tâne bağımsız devlet ortaya çıkmıştı. Kendileri kendilerine ne derlerse desinler, biz onlara Türk Cumhuriyetleri diyorduk. Bu bağımsızlığın, nasıl bir bağımsızlık olduğu husûsunda bile çoğumuzun düşünceleri berrâk değildi. Acabâ, bu devletler gerçekten bağımsız mı olmuşlardı? Yoksa, yetmiş yıldır, beş on Avrupa genişliğindeki bir coğrafyayı tek elden, Moskova’dan idâre etmeye çalışan bir siyâsî irâde, artık tâkatsız kaldığı için mi, herkesi başıboş bırakmış; bir bakıma, “artık sizin her işinizi ben düşünmekten usandım, kendi işinizi kendiniz görün; fakat benim gölgemden de uzaklaşmayın” mı demişti?..
Bu hususta pek çok spekülasyon yapılabilir; ama ben spekülasyonlarla uğraşmak istemiyorum. Ne olmuşsa olmuş, bizim mukaddes mekânlarımız istiklâllerine kavuşmuşlardı! Bizim için mühim olan bu idi. Fakat, zihnimiz oralarda, şahsiyetimizi bulmağa başladığımız yaşlardan îtibâren düşünce dünyâmızın merkezini işgâl eden, Türkiye’de zaman zaman hakir görülmemize sebep olan bir rüyâyı, uyanık gözlerle, yakından müşâhede etmek arzusu, yine de çoğumuzun yakasını bırakmıyordu.
Bu yılın, sanırım, Mayıs ayı içerisinde bir fırsat doğdu. Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te bulunan Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, 1999-2000 öğretim yılı için, Türkiye’deki bâzı üniversitelerden geçici olarak öğretim elemanı talep ediyor ve arzu edenlerin başvurmalarını istiyordu. Önceleri bir şaka gibi başlayan “ben gideyim” sözleri, bir süre sonra hakîkate dönüşüverdi. Nihâyet, 1 Ekim 1999 Cuma günü Türkiye’den ayrıldık ve ertesi günü kendimizi Bişkek’te bulduk.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bugüne kadar hiç gitmediğim Türkiye dışındaki Türk dünyâsını, uçakta gece boyu tahayyül etmeğe uğraşıyor, uçağın penceresinden aşağıyı gözlemeğe çalışıyor ve aşağıda görülen yoğun ışıklı şehirlerin nereleri olduğunu kestirmeğe gayret sarf ediyordum. Tabiî, bu mümkün olmuyordu. İstanbul dışında, havadan bir ışık şeriti hâlinde beliren caddeleri bulunan başka bir şehir görmedim. Sabahın ilk saatlerinde Bişkek’e indiğimizde ise, hayal-hânemde inşâ etmeğe çalıştığım Bişkek şehrinden bütünüyle farklı bir şehirle karşılaştım. Ben henüz diğer şehirleri görmedim ama, görenlerin söylediğine göre, dağılan Sovyet imparatorluğunun sınırları içerisindeki bütün büyük şehirler, hemen hemen aynı şekilde imişler. Hattâ bir hoca arkadaş, ‘sizi uyutup, bir gece içerisinde Ukrayna’daki bir şehre indirseler, sabah uyandığınızda, yer değiştirmiş olduğunuzu fark edemezsiniz; çünkü Rusların şehir plânları hemen hemen birbirinin aynısı” demişti.
Bişkek, sokak ve caddeleri îtibâriyle sanki birbirini kesen ızgara biçiminde plânlanıp kurulmuş bir şehir. Bugün Kırgızistan’a geleli bir ay oldu; daha yeni yeni sokak ve caddelerin, çok küçük de olsa, bâzı ayırıcı husûsiyetlerinin olduğunu –o da zar zor- seçebiliyorum. Sanki bütün sokaklar, bütün caddeler birbirinin aynısı. Yollar oldukça geniş; araba yolları ile onlara paralel seyreden yaya yolları arasında en azından beş metrelik bir mesâfe var. Bu aralar, çimenlik ve ağaçlık. Esâsen, bütün yol boyları, yolları rahatça gölgeleyen ağaçlarla kaplı. Sâdece yol kenarları değil, şehrin tamamı yaygın bir ağaç örtüsüyle kaplı. Bişkek, bir şehirden ziyâde, bir parka benziyor. Ankara’da binâlar arasında ve yol kenarlarında, seyrek de olsa, yer yer ağaçlar görülür. Bişkek ise öyle değil. Tam tersine, şehrin tamâmı sanki bir park olarak düzenlenmiş ve ağaçlık alanların aralarında, birbirlerine elli metreden daha yakın olmayan binâ blokları serpiştirilmiş gibi. Bunlar da ekseriyetle birbirinin aynısı. Bunları bir zamanlar devlet yaptırıp insanlara dağıtmış.
Söz binâlara gelmişken, isterseniz bunlarla ilgili bâzı müşâhedelerimi aktarayım: Bloklar, umûmiyetle dört beş kattan fazla olmamakla birlikte, bir hayli uzunlar. İçlerinde hemen hemen elliye yakın dâire var; bu dâirelerin çoğunluğu, salonla birlikte toplam iki oda, küçük bir tuvalet-banyo ve mutfaktan ibâret. Gerçi daha fazla odalı evler varsa da, bunlar pek de fazla değil…
Bu evlerle ilgili olarak söyleyebileceğim tek şey varsa, o da şudur: Son derece ilkel ve hantal bir teknoloji ile yapıldıkları ilk bakışta görülüyor. Hele içleri… Türkiye’deki gece-konduları bile daha samîmî ve sevimli bulabilirsiniz. Çünkü, bana kapı kilitleri ve kollarından tutunuz da, lavabo musluklarına ve banyo küvetlerine varıncaya kadar, Türkiye’de görebileceğiniz en kötü, en hantal ve en ucuz benzerlerinden daha kötü, kaba ve zevksiz geliyor. Ruslar, ya estetik denilen şeyi bilmiyorlar veya buralarda kasten böyle binâlar yapıp, bu tür malzeme kullanmışlar. Başka bir şey aklıma gelmiyor. Sovyet coğrafyasının başka yerlerinde de aynı durum söz konusu imiş ama, Kırgızistan’daki Rus teknolojisini görünce, bu sistemin niçin yetmiş yıl içinde olduğu yere çöküverdiğini insan çok daha kolay anlıyor. Hemen her gün kendisini yenileyen kapitalist Batı teknolojisi karşısında, böyle bir teknolojiyi yetmiş yıl dahi olsa ayakta tutmak büyük bir başarı olsa gerek…
Hele evlerin başlarının belâsı, “tarakan’ denen ve istisnâsız her evde mutlakâ bulunduğu söylenen hamam-böcekleri var ki, sormayın gitsin… İnsanı tiksindiriyor. Bunlardan kurtulmak için, ev temizliğine çok dikkat etmek ve elde ilâç hazır beklemekten başka çâre yok gibi. Bu toprakların ikliminden midir, havasından-suyundan mıdır bilemem, hem bu böcekler ve hem de niteliğini bir türlü kestiremediğim tuhaf ve keskin bir koku, binâların, evlerin ayrılmaz parçası gibi. Bu bakımdan binâların lüks veya eski olması fazla önemli değil deniyor. Fakat, kanaatimce, temizlik denen şey bu coğrafyada pek de ciddiye alınan bir şey değil. Meselâ, basit bir ayrıntı belki ama, burada kolonya diye bir şeyin olmadığını ve hemen hemen bilinmediğini söylemek mümkün.
Başşehir olması hasebiyle, Bişkek merkezî bir sistemle ısıtılıyor; dolayısıyla, günün yirmi dört saatinde, her evin hem mutfağında, hem de banyosunda sıcak su var. Bir arkadaş, bu sistemin tek iyi yönü varsa, günün her saatinde evlerde sıcak su bulunması diyordu. Evlerde sıcak su bulunması güzel bir şey ise de, doğrusu, sırf bu güzel şey için, böyle bir sisteme ve bu sistemin her şeyi tekdüze hâlinde sunan sıkıcılığına tahammül edemem. Ben, her an çevremde farklı şeyleri görmeğe alışmışım. Ankara’nın veya Türkiye’deki her hangi bir şehrin her caddesinin, her sokağının birbirinden farklı olması, hattâ şehirlerin inişleri-çıkışları, tepeleri-düzlükleri bana daha sıcak geliyor. Bu bakımdan, ilk bakışta son derece düzenli, caddeleri, sokakları muntazam ve dümdüz bir arâzi üzerine kurulmuş tabiî bir parkı andıran Bişkek, teferruattan, farklılıktan hoşlanan insanlar için bir süre sonra sıkıcı gelmeğe başlayabilir. Buraya geleli bir ayı bulmuş olmasına rağmen, bu gözle bakıldığında, insana, bu tür şehirlere uzun süre tahammül edilemez gibi geliyor.
Yıllardır okuduklarımızın ve bu çerçevede zihnimizde canlandırdıklarımızın etkisiyle mi böyle düşünüyorum, orasını kestiremiyorum ama, şehir genelde güzel bir şehir olmasına rağmen, bana biraz soğuk geliyor. Ana caddelerin kenârlarındaki bâzı binâların önünü kapatan ve uzayıp giden kalın bahçe duvarları, insana bunların arkasında esrârengiz ve karanlık işlerin döndüğü hissini veriyor. Bunların mühim bir kısmı, bugün artık çalışmayan bâzı iş yerleri ve resmî kamu binâları. Kim bilir, belki de ben böyle görüyor olmalıyım ama, bu yapılar bana birer komünist çehre gibi sırıtıyor. Bu hissi güçlendiren işâretler de yok değil. Meselâ, bâzı parklarda ve meydanlarda komünist dönemde kalma heykellere sık sık rastlamak mümkün. Bişkek’teki Millî Müze’nin önündeki büyük Lenin heykeli, hem bu toprakların bir süre önce nasıl bir sistem altında olduğunu söylüyor, hem de bugün biraz uzaklaşmış gibi gözüken bu sistemin, aslında bir adım ötede bulunduğunu haykırıyor; bir köşe başında hemen karşınıza dikilecekmiş hissi veriyor.
Komünizmin bugün Kırgızistan’da fiilen bulunmadığı söylenebilir. Bu doğrudur… Fakat, insanların o sisteme karşı tuhaf ve özleyen duygularla dolu oldukları hissediliyor. Kırgızistan, diğer Türk cumhuriyetleri içerisinde –eğer öyle ifâde etmek yerindeyse- en demokratik olanı denilebilir. Fakat, bu demokrasi, büyük bir başıboşluk dışında, burada yaşayan insanlara bir şey getirmiş değil; yakında getirecekmiş gibi de gözükmüyor. Burada, müthiş bir sefâletin hüküm sürdüğünü etrâfa bakarak değil, gözlerinizi bağlayarak da anlayabilirsiniz. Bugün Kırgızistan’da çalışan fabrika sayısı neredeyse yok gibi; eskiden çalışan, kendi çapında bir şeyler üreten iş yerlerinin de hemen tamâmı kapanmış durumda. Tarım alanlarının bile aynı durumda olduğu, eski teknoloji ürünü Rus traktörlerinin artık iş görmediği, yedek parçalarının bulunmaması dolayısıyla, bozulanların bir daha tâmir edilemediği, bu sebeple traktörden karasabana doğru bir dönüş bulunduğu söyleniyor. İş sâhası hemen hemen yok gibi. Bu yüzden, köşe başları, yol kenârları bizim şehirlerde belediye zâbıtalarının engellemek için uğraştıkları sokak satıcıları ile dolu. Eline dört ayaklı küçük bir tezgâh geçiren pek çok insan, bunun üzerine sekiz-on sigara, üç-beş selpak, bir iki avuç çiklet, şeker ve benzeri şeyler dizmiş, satmaya çalışıyor. Bunların ekserisi kadın; onla yetmiş arasında her yaştan insan, yağmur demiyor, soğuk demiyor bu tezgâhın başında bir şeyler satmaya çalışıyor. Bundan ne kazanıyorlar bilmiyorum ama, mâliyetini hesap etmeden hepsini satacak olsalar, bu tezgâhlar üzerindeki malların toplam on milyon lira etmeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim... Türkiye’deki feministleri buraya getirip, bu kadınların hâlini onlara göstermeli ve bir de kendilerinin Türkiye’deki havalarını, ukalâlıklarını hatırlatmalı… Sabahın erken saatlerinde penceremin önünde süpürge sesi ile uyanıyorum; perdeyi aralayıp kaç kez baktım: Altmış veya yetmiş yaşındaki kadın, elinde süpürge, sokak süpürüyor! Habersizce yanına yaklaşıp, birazcık iteleseniz, devriliverecek kadar mecalsiz görünüyor. Başka sokaklarda da aynı yaşlarda, aynı durumlarda kadınlar görmek sıradan şeyler. Bunlar, alacakları üç kuruşluk maaşla karınlarını doyurma mücâdelesi veriyorlar. Bu maaşla, fazla bir şey değil, belki sâdece her güne bir-iki ekmek alınabilir. Burada mahalle araları diyebileceğimiz yerlerde umûmî pazarlar bulunuyor; bunlar Türkiye’deki gibi haftalık değil, sürekli faaliyet gösteren pazarlar. Çeşit fazla olmamakla birlikte, her tür ihtiyacınızı bu pazarlardan sağlayabilirsiniz. Etten yumurtaya, balıktan içkiye, sebze-meyveden ekmeğe kadar her şey var ve satıcıların ekserisi yine kadınlar. Fakat, kadın olsun, erkek olsun, bütün satıcılar, istisnâsız sattıkları malların gerçek fiyatının çok üstünde ücret istemeyi sanki âdet hâline getirmişler gibi. Alacağınız bir şeye 15 SOM (Kırgız parası) istemişlerse, siz rahatlıkla 10 SOM teklif edebilir ve alabilirsiniz; pazarlıksız hiç bir şey almamak gerek; taksiciler bile aynı durumda; aynı mesâfe için birisi 80, bir diğeri 50, bir başkası 30 SOM ücret isteyebiliyor… Dolayısıyla, mutlaka pazarlık yapmak lâzım. Ben, Türkiye’de pazarlık yapmayı hiç beceremezdim; fakat burada artık yavaş yavaş öğrenmeye başladım. Çünkü, hiç bir şeyin standardı yok; güvenebileceğiniz hiç bir değer veya ölçüt yok. Üstelik sizin, dışarıdan, Türkiye’den geldiğinizi –en azından fiziğinizden- anladıkları için, sanki cebinizdeki paranın tamâmına göz dikmiş bir insanla karşı karşıya kalıyorsunuz. Deyim yerindeyse, mümkün mertebe sizi “yolmaya” kalkışıyorlar. Onların gözlerinde siz baysınız, çok zenginsiniz. Öyleyse çok vermeniz gerek. Kendilerinin 30 dolara kiralamayacakları, daha doğrusu kiralayamayacakları evleri, size 100 dolara kiralamak için ne numaralar çeviriyorlar. Ahlâkî değerler sıfırlanmış gibi; ahbap olduğunuz birisi bile, açığınızı bulduğu an sizi rahatça “kazıklayabilir”. Burada insanların yüzünde sanki bir perde var; karşınızdaki insanın gerçek şahsiyetini keşfetmeniz neredeyse imkânsız. Çok üzücü ama, bu konularda buradaki Ruslar, daha dürüst, daha insaflı, daha âdil; hakkı neyse onu istiyor. Diğerleri ile mukâyese ettiğinizde Rusları daha güvenilir bulmanız mümkün; her şeye rağmen bir kültürle, bir nezâketle karşılaşabiliyorsunuz… Bir Türk milliyetçisi olarak böyle bir cümleyi kullanacağım aklıma bile gelmezdi ama, ne yazık ki böyle…
İşte böyle bir tablo içerisinde, buradaki insanlar, aç karınla demokrat olmayı pek mânâlı bulmuyorlar gibi. Sık sık, 90’dan önce böyle değildi, sözlerini duyabiliyorsunuz. Her şeyin daha ucuz olduğu, belirli bir gelirleri ve işleri bulunduğu, dolayısıyla yarınlarının güvence altına alındığı zannıyla, sanki eski günleri özlüyorlar. Rusya, bu teminatları vererek, bu insanları tekrar eski sistem altına çağıracak olsa, büyük bir ekseriyetin koşarak gideceğinden emin olabilirsiniz. Burada insanlar, sanki üretmeden tüketmeye alışmış gibiler; kendi ayakları üzerinde durmayı beceremedikleri gibi, bunun nasıl yapılacağı konusunda da en küçük bir bilgileri yok. Üreterek değil, bir yerlerden kısa bir zaman zarfında çok para gelsin ve her şey bollaşsın, der gibi bir arzu, yüzlerden rahatça okunuyor. Bu insanlara, söz konusu anlayışın o sistemi çökerttiğini, bugüne kadar bir bakıma üretmeden tükettiklerini ve artık tüketecek bir şey kalmadığını, isteseler bile o sistemin artık verecek bir şeyi kalmadığını anlatmak çok zor görünüyor...
Bu zihniyeti anlamağa çalıştığımızda karşımıza, Kırgızistan’ın kendi gücüyle aşamayacağı âşikâr olan hep aynı sıkıntı çıkıyor. Husûsî veya resmî fark etmiyor, maaşların en dolgununun 50 dolar bile olmadığı bir ortamda, insanların ne yapmasını beklersiniz?.. Bir taksici, eşinin ürek (kalp) doktoru olduğunu ve aylık 30 dolar aldığını söylüyordu… Artık sıradan insanın gelir seviyesini siz tahmin edin… Dolayısıyla, Kırgızistan’ın uzak geleceğini bilemem ama, bir aylık süre içerisinde anlayabildiğim kadarıyla, yakın geleceği hiç de aydınlık görünmüyor. Kırgızistan’da istikbâlin aydınlık olabilmesi için, bugünden bir takım ciddî tedbirlerin alınması lâzım. Burasını tanıyanların, üst seviyede makamlarda bulunmuş olanların söylediklerine bakılırsa, söz konusu ciddî tedbirlerin alındığına, en azından düşünüldüğüne dâir hiç bir belirti yok. İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyorlar; daha doğrusu “ufuk” veya “hedef” kaybolmuş gibi. Buralı birisi, ülkemiz orta Afrika ülkelerine dönmek üzere; bir batağa saplanmış durumdayız ve buradan nasıl kurtulacağımızı da bilemiyoruz, diyordu. Mevcut kadroların zihniyet dünyâsını başka değerler şekillendirmiş ve öyle anlaşılıyor ki, şimdiye kadar ülkenin işlerini başkalarını düşünüp plânlamış, yapıp yürütmüş. Bu sebeple, neyin nasıl ve niçin düşünüleceği hemen hemen bilinmiyor…
Buraya kadar sizlere çok karanlık bir tablo çizdiğimin farkındayım. Ne yapayım ki, ilk intibâlarım böyle. Ben daha güzel şeyler görmek istiyordum. Eski Esir Türk İllerinin bir parçası olan bu toprakların bir daha başkalarının eline düşmesi beni gerçekten incitir; Türkiye Türklerinin bu topraklar için hissettikleri duygular, buradaki insanlar için henüz anlaşılır olmasa bile, ben bu toprakları gerçek sâhiplerinin ellerinde görmek isterim. Dolayısıyla, böyle bir tablo çizerken ne siyâsî bir maksat güttüm, ne bir taraftar veya karşı taraf olarak düşündüm. Çünkü, burada benim için taraf veya karşı taraf olmanın hiç bir mânâsı yok…
Sonraki mektuplarımda inşallah daha güzel tablolar çizme imkânı doğar. Bu ilk intibâlarım inşallah yanlış tesbitler olur. İnanın, yanılmış olmayı cân u gönülden diliyorum.
________
*
Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk
Yurdu,
XX/150 (Şubat 2000