Yayınlarım...
KIRGIZİSTAN MEKTUBU: II*
Hatırlanacağını gibi, bundan önceki mektubumda, Kırgızistan’la ilgili ilk intibâlarımı aktarmış ve çizmiş olduğum umûmî tabloyu, “Sonraki mektuplarımda inşallah daha güzel tablolar çizme imkânı doğar. Bu ilk intibâlarım inşallah yanlış tesbitler olur. İnanın, yanılmış olmayı cân u gönülden diliyorum.” temennîleriyle tamamlamıştım.
O günden bu güne kadar yaklaşık üçbuçuk ay geçti. Bu üç-buçuk ayı bir kere daha gözden geçirdiğimde, önceki mektubumda çizdiğim tablonun olumlu yönde hemen hemen hiç değişmediğini söyleyebilirim. Bir milletin veya bir devletin hayatında üç-dört ayın, üç-dört yılın hiç de uzun bir zaman dilimi olmadığını, bu kadarcık bir zaman zarfında dikkate değer mühim değişikliklerin imkânsızlığını bilmiyor değilim. Fakat insanoğlu gâlibâ biraz aceleci oluyor; olumsuzlukların bir an önce düzelmesini, hayâtın daha çabuk normale dönmesini arzuluyor. Ne var ki, arzu etmek yetmiyor; yaşanan gerçekler bütün katılığı ve acımasızlığı ile karşınızda duruyor. Hele hele, bir de arzulanan istikâmette atılmış adımlar görülmüyorsa, karamsarlık daha da artıyor.
Bilindiği gibi, Kırgızistan, Sovyetler Birliği’nin 1990’da dağılmasından sonra sûretâ bağımsızlığını kazanmış veya kendisiyle başbaşa kalmış ülkelerden birisi. Sovyetlerden ayrılan diğer ülkeler gibi, Kırgızistan da ilk bir kaç yıl tam bir kargaşa içinde kalmış. Ülkeyi yönetenler de, ülke insanları da ne yapacaklarını bilmeden, eski sistemin müesseselerini çalıştırmakla karşılaştıkları problemleri halledilebileceklerini düşünürken, hâl böyle olmamış, eski sistemin bütün destekleri çekilmiş olduğu için, sıkıntılar üstüste yığılmış veya bütün bunlar yok sayılmış ve bugün, deyim yerinde ise, tam bir çıkmazın içine düşülmüştür. Dünün mantalitesi, hemen hemen aynen devam etmektedir. İnsanlar nasıl çalışmaları gerektiğini bilmeden, tıpkı serseri mayınlar gibi, bir o tarafa, bir bu tarafa savrulup duruyorlar.
Böyle bir çıkmazdan kurtulmak nasıl mümkün olacak..?
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sorunun cevâbını ülkeyi idâre edenlerin de bildiği şüpheli…
Kırgızistan’ın ve bilhassa bu memlekette yaşayan insanların bugün en büyük dertleri, insanoğlunu her türlü fenâlığı yapmaya sevketmesi mümkün olan geçim sıkıntısı. Burada neredeyse bütün iş hayatı durmuş gibi. Ülke, Sovyetlerden ayrılan devletlerin en fakiri. Kırgızistan’a kıyasla Kazakistan’ın, Özbekistan’ın, Türkmenistan’ın ve hatta Âzerbaycan’ın durumları çok daha iyi. Bu ülkelere nisbetle Kırgızistan’ın tabiî imkânları da sınırlı. Ülkenin petrolü yok, doğalgazı yok, ciddî mânâda yeraltı ve yerüstü zenginlikleri de yok; mevcut imkânların kullanımı konusunda da ciddî bir bilgisizlik ve ilgisizlik görülüyor. Ülke ayrıca coğrafî açıdan dünyâdan tecrit edilmiş gibi. Bir tarafında Çin, daha doğrusu Doğu Türkistan bulunuyor; diğer taraflarında ise, eski Sovyetler Birliği’nden kopmuş ülkeler –Tacikistan Özbekistan, Kazakistan- yer alıyor. Bu ülkelerin de büyük problemleri olduğu biliniyor. Çin’e, daha doğrusu Doğu Türkistan’a gelince, burası Çin’in diğer bölgeleri ile karşılaştırıldığında oldukça fakir; dolayısıyla Kırgızların menfaat temin edebilecekleri ciddî bir sınır ticâreti söz konusu değil. Gerçi, ilk bakışta Çin ile Kırgızistan arasında yoğun bir ticârî faaliyetin olduğu söylenebir. Ancak, bu faaliyet tek taraflı işliyor. Çin, ülke olarak Kırgızistan’ın bütün pazarlarını istilâ etmiş gibi. Çarşıda pazarda gördüğünüz malların çoğu Kıtay (Çin) kaynaklı. Ne var ki, bu mallar son derece kalitesiz, dolayısıyla da ucuz. Ekonomik açıdan son derece fakir olan Kırgız halkının büyük bir ekseriyeti, kalitesiz olmalarına rağmen Çin mallarını almak zorunda kalıyor; günlük veya anlık ihtiyaçların karşılanmış olması yeterli görülüyor. Türkiye’de veya Batı’da pazarlanan Çin kaynaklı malların Kırgızistan’da görülen Çin kaynaklı mallardan daha iyi, daha kaliteli oldukları muhakkak. Sanırız Çinliler ticâreti iyi biliyorlar; öyle anlaşılıyor ki, ülkelerin ekonomik durumlarına göre mal üretip pazarlıyorlar. Kırgızistan halkının alım-gücü çok düşük olduğu için, buraya gönderilen Çin malları da ona göre seçiliyor; “ucuz etin yahnisi…” misâli, ucuz malın da kalitesi düşük oluyor. Bu durumu halk da biliyor. Kimden soracak olsanız, en kötü ve en kalitesiz mal olarak Çin mallarını gösteriyorlar. Fakat bunlar diğer ülkelerden gelen mallara göre çok ucuz oldukları için, fazla dayanıklı ve kaliteli olmasalar bile, ister istemez tercih ediliyorlar. Kırgızistan’da üretilip de Çin’e gönderilen ve karşılığında döviz sağlanan mal neredeyse yok gibi; dolayısıyla, söz konusu ticâret sâdece Çinlilerin işine yarıyor. Başka hiç bir ülkeye satamayacakları malları burada rahatça pazarlayabiliyorlar.
Yeri gelmişken bir husûsun altını çizmek gerekiyor: Türkiye’de, zaman zaman Türk mallarının kalitesizliklerinden şikâyetçi oluruz. Fakat, burada hiç de öyle değil. Çarşıda pazarda gözünüze çarpan, al-benisi olan kaliteli malların başında Türk malları geliyor. Gerçekten ihtiyaç duyduğunuz bir malı görüp markasına veya orijinine bakmadan beğenip aldığınızda ve eve getirip paketini veya kutusunu açtığınızda, çoğu zaman, Türk malı olduğunu görmeniz hiç de şaşırtıcı değil. Satıcılar da bu durumun farkındalar; ihtiyacınız olan iyi, kaliteli bir mal istediğinizde, size hemen Türkiye’den getirilmiş malları gösteriyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu durum, bir Türk olarak insanı gururlandırıyor. Ne var ki, Türk malları Çin mallarına nazaran daha pahalı oldukları ve halkın alım-gücünü zorladıkları için, Türk mallarının Çin malları kadar satış şansı olmuyor. Burada bundan bir kaç yıl önce çok sayıda Türk firması veya ticâret erbâbı varmış. Fakat söz konusu sebeplerden dolayı, bu firmaların çoğu kapanmak zorunda kalmış; işadamları faaliyetlerini durdurup ülkeyi terk etmekten başka çıkar yol bulamamışlar. Bu duruma bir de Kırgızistan bürokrasisinin ve özellikle polisinin çıkardığı güçlükler eklenince, Türkiye Türklerinin yanı sıra, diğer yabancı firmaların da işi çıkmaza giriyor.
Kırgız mevzuâtını iyi bilmiyorum ama, söylendiği ve anlayabildiğim kadarıyla, son derece muğlak, serbest piyasa şartlarına elverişsiz, yabancı sermâyenin gelmesini zorlaştırıcı bir bürokrasi var. Küçük bir iş yeri, meselâ en basitinden bir lokanta açacak olsanız, neredeyse kırk yerden izin almak zorunda kalıyorsunuz. Bu izni, normal yollardan almanız ise son derece güç. Öncelikle kesenizin ağzını sonuna kadar açmanız gerekiyor. Her kademede, her basamakta önünüze sayısız engellerin çıkması işten bile değil. Bu engelleri aşmanın yolu ise, mevzuâtı tam olarak tâkip etmekten değil, Türkiye’de de tanıdık bir tâbir olan, birilerini görmekten, size izin verecek insanları memnun etmekten geçiyor. Üstelik, açılacak iş yeri, buraya değil de, münhasıran işyerini açan yabancı insanın kendi ülkesine hizmet ediyormuş gibi bir anlayış hâkim. Oysa, bu işyerlerinde çalışacak olanlar yine Kırgızlar. Diğer bir deyişle, iş alanları hemen hemen sıfırlanmış bir ülkede, bu işyerlerinin her biri beşer onar Kırgıza ve onların âilelerine ekmek kapısı olacak; ne var ki bunu anlayan yok gibi; yâhut anlamak istenmiyor. Bu işyerlerinin faaliyetlerini zorlaştırmak, kazançlarını tırtıklamak, mâliye, zâbıta veya polis maarifetiyle olmadık güçlükler çıkarmak, bir hüner gibi görülebiliyor. Ellerinde azıcık güç veya yetki olanlar, bundan kendi hesaplarına nasıl faydalanacaklarını düşünüyorlar. Serbest piyasa ekonomisini hedefleyen, dünyâ ticâret ve iş hayatının nîmetlerinden faydalanmak isteyen geri kalmış diğer ülkeler, yabancı sermâyeyi çekebilmek için câzip şartlar ve imkânlar sunmanın yollarını ararken, burada mevcut olan sınırlı yolların da tıkandığını görüyorsunuz. Öyle sanıyorum ki, burada yabancı sermâyenin veya işadamlarının, hizmet verdikleri, iş ve mal ürettikleri değil de, ülkeyi soydukları hissi hâkim; yâhut eski sistem, yabancı sermâyeyi vahşî kapitalizmin uzantısı, maşası ve âleti gibi tanıtmış. Bu sebeple olmalı ki, bir Rus tarafından işletilen mağaza ile meselâ bir Türk veya bir Batılı tarafından işletilen bir mağaza, hiç de aynı muâmeleye mâruz kalmıyor.
Kırgızistan’da insanlar iş deyince, her yerde olduğu gibi, tabiatiyle parayı düşünüyorlar. Tabiî ki bu normal, insânî bir tavır. Ancak, normal olmayan, işin niteliği. Çünkü, burada üretime ve üretim yoluyla kazanmaya dönük hemen hemen önemli hiç bir iş ve faaliyet alanı bulunmuyor. Meselâ, ülkenin başşehri Bişkek’in sokak ve caddelerinin görüntüsü bu konuda her şeyi ortaya koyuyor. Sokak ve caddeler sanki metre metre parsellenmiş gibi. Herkes, elindeki üç beş nesneyi satmak için ya bir tezgâh peydahlamış veya meselâ iki elline üç-beş limon, yâhut benzeri şeyi almış, satmaya çalışıyor. Bilhassa, yaşlı ihtiyar bir çok kadın, dört ayaklı, sehpâ gibi küçük tezgâhlarının başında, yağmur-kar demeden rengârenk paketli sigaraları veya bir sepet elmayı, armutu, bir kaç yumurtayı, evlerinde hazırlamış oldukları turşuları, vb. şeyleri satmak için bekleşiyor. Bu bakımdan bu ülkelerde çok sık görülen, iğneden ipliğe her şeyin satıldığı, haftanın her günü açık bulunan semt pazarları görülmeğe değer. Kadınlar, evlerinde pişirdikleri ve liboşka dedikleri pide benzeri ekmekleri satmak için pazar girişlerinde tesbih tânesi gibi dizilmiş duruyor, bir taraftan da koro hâlinde liboşka!.. çığlıkları etrâfı kaplıyor. Burada fırın ekmeğinden çok bu tür ekmekler satılıyor ve bunlar tabiî ki bir gelir kaynağı gibi görülüyor. Adım başı kafe denilen ve aynı zamanda lokanta hizmeti de verilen yerler karşınıza çıkıyor. Yine adım başı karşınıza çıkan döviz büfeleri ise ayrı bir konu. Ankara ve İstanbul gibi nüfusları milyonlarla ifâde olunan şehirlerde bile, Bişkek’teki kadar bol döviz büfesi olmasa gerek. İnsanlar, buradaki yabancıların bozduracakları dövizlerin üzerinden kazanacakları bir kaç somluk (Kırgız para birimi) geliri bir geçim kaynağı olarak değerlendirmeye çalışıyor. Ancak, bunların sâhipleri, eski dönemin zenginleri olsalar gerek. Çünkü, sıradan insanların böyle bir işin bile üstesinden gelmeleri mümkün değil… Ayrıca şunu da ifâde etmek gerekir ki, satışa sunlan ve nisbeten ‘dayanıklı mal’ kategorisine giren şeylerin neredeyse hepsi yabancı kaynaklı. Bu tablo, ortada üretimden çok tüketime yönelik nesnelerin dolaştığını gösteriyor. Kezâ, aynı tablo, ülkenin nasıl bir işsizlik cenderesi içinde sıkıp kaldığının da bir göstergesi. Mevcut işyerlerinde çalışanların gelir seviyeleri ise son derece düşük. Meselâ, bir ilkokul öğretmeni, ancak 450-500 somdan fazla alamıyor. Üniversite hocası bile, bu meblağın ancak bir kaç katını alabiliyor. Artık diğer iş sâhalarında çalışanların gelir seviyelerini buna göre mukâyese edebiliriz. Bu arada, 500 somun ancak 11 veya 12 dolara tekâbül ettiğini de belirtmeliyiz. Bu insanların hayatlarını nasıl idâme ettirdiklerini, doğrusunu söylemek gerekirse, ben anlamış değilim. Sokakları, semt pazarlarını dolduran ve bir som olsun koparabilmek için peşinizi bırakmayan genç, yaşlı, çocuk, sakat, sarhoş dilenciler, çizilen tabloyu ve ekonomik sefâleti bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Bütün bunlara rağmen, had safhada bir içki tüketimi söz konusu. Sefâletin verdiği umutsuzluktan mıdır, yoksa eski sistemin insanları öyle alıştırdığından mıdır, bilemem ama, herkes kendisini içkiye teslim etmiş gibi. Sanki bu sûretle acı gerçekten kaçmaya, hayatın çekilmez yükü unutulmaya çalışılıyor.
Kırgızistan bu çıkmazdan nasıl kurtulur?.. Ben ekonomist değilim; dolayısıyla da kimseye mûcize receteler sunamam… Ancak, bu çıkmazdan kurtulmak için, her şeyden önce, ülkenin idârî kadrosunun mevcut durumun vehâmetini anlaması ve ona göre ortaya ciddî bir irâde koyması gerekiyor. Her şeye rağmen, Kırgızistan, dört buçuk milyonluk nüfûsu besleyemeyecek bir ülke değil. Ülkenin geniş tarım alanları bulunuyor. Ekonomilerini sanâyiye ve dayanıklı mallara dayandıran ülkelerin gelir seviyelerinin ve gelişme hızlarının çok daha yüksek olduğu, dolayısıyla asrımızın tarım asrı olmadığı bilinmeyen bir husus değilse de, hiç olmazsa ilk senelerde, alınacak ciddî tedbir ve teşviklerle insanları geçim sıkıntısından ve ‘boğaz’ derdinden kurtarmak, tarım yoluyla pekâlâ mümkün olabilir. Zîrâ dört buçuk milyonluk bir nüfûs, bizim İstanbul’umuzun yaklaşık üçte biri veya Ankara nüfûsunun biraz fazlası demektir. Bu kadarcık bir nüfûsu, akıllı, irâdeli ve dirâyetli idârecilerin refâha kavuşturması, insanları hiç olmazsa zarûrî ihtiyaçlarını rahatça karşılayabilir bir duruma getirmesi çok zor olmasa gerek. Kırgızistan küçük bir ülke olmakla birlikte, bu nüfûs göz önüne alındığında büyük bile sayılır. Ülkenin sanâyii akşamdan sabaha gelişip ilerleyemeyeceğine, bu iş ancak yavaş ve emin adımlarla başarılabileceğine ve dış pazarlara sunulup para getirecek üretim malları, canlanmış bir sanâyiin netîcesi olacağına göre, çok uzun vaadeli bir çözüm olmasa bile, kanaatimizce yakın gelecek için, tarım ve hayvancılık iyi bir gelir kapısı gibi görünüyor. Ancak, bunların da modern anlamda yapılması ve bilhassa dış pazarlarla irtibat kurulması gerekiyor. Yoksa, üretilen malları, alım gücü sıfıra dayanmış insanlara arz etmenin fazla bir mânâsı olamaz…
Bir de, yönetim mekanizmasını ellerinde bulunduran insanların, fazla vakit kaybetmeden zihniyetlerini değiştirmeleri lâzımdır. Bugünün dünyâsında, hiç bir ülke, ekonomisini kendi içine kapanarak güçlendiremiyor. Hepimizin bildiği gibi, dünyâ pazarlarıyla irtibat hâlindeki bir ülkede patlak veren bir iktisâdî sıkıntı ve darboğaz, dalga dalga hemen hemen dünyânın diğer bütün ülkelerini de olumsuz yönde etkiliyor. Komşunun fakir ise, siz zengin olamıyorsunuz. Dolayısıyla yabancı sermâyenin, dış pazarların, yabancı yatırımcıların birer öcü gibi görülmemesi gerekir. Bügün dünyâ üzerinde yaşayan milletler ve devletler, mevcut imkânlarını kendileri kullanamıyorlarsa, başka milletlerin ve devletlerin sermâye ve bilgi birikimlerinden faydalanmanın yollarını arıyorlar. Böylece hem bilgi, hem de sermâye birikimi mümkün oluyor. Kimse kimseye karşılıksız bir şey vermeyeceğine göre, dışarıdan gelen insanların da kazanç temin etmeleri gerekir; bu durum, bir ülke zenginliğinin çalınması gibi görülmemelidir.
Yabancılar bir tarafa,Kırgızistan’da bizzat ülke insanlarının bile, bu bakımdan önleri tıkalı. Küçük çaplı bile olsa, yerli teşebbüslerin de önlerinde dağlar kadar engeller görülüyor. Batı vahşî kapitalizminin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” düstûru, ne kadar sevimsiz görülürse görülsün, bu ülke için son derece elzem. Hiç olmazsa bu yolla sermâye ve bilgi birikimi mümkün olsun. Türkiye’de bir dönem merhûm Özal’ın, sermâye birikimi teşvik etmek için, bâzı kânun dışı ticârî ve iktisâdî faaliyetlere göz yumduğu yönündeki şâyiaları hatırlamak gerekir.
Şimdilik benim aklıma gelenler bunlar… Daha doğru, daha netice verici ve daha ciddî tedbirlerin neler olduğunu, mesleği ekonomi olan uzmanlara havâle etmek durumundayız. Daha güzel günlerde ve mektuplarda buluşmak üzere…
________
*
Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk
Yurdu,
XX/151
(Mart 2000