Yayınlarım...
KIRGIZİSTAN MEKTUBU: III*
SÜRMENE’DEN OŞ’A KADAR YOL GİDER!
24-26 Mart târihleri arasında Manas Üniversitesi’nin kütüphânesine bir takım kitaplar almak için, Kırgızistan’ın ikinci büyük şehri olan Oş’a gittik. Bilindiği gibi Oş, Türkistan’ın en eski şehirlerinden birisi. Hattâ bu yıl, şehrin kuruluşunun 3000. yılı imiş; bu sebeple bir takım kutlama faaliyetlerinde de bulunuldu; şehrin her tarafında bu konu ile ilgili afişleri ve yazıları görmek mümkün. Şehir, Kırgızistan’ın güneyinde Özbekistan sınırında bulunuyor. Oş’a ulaşmak, Bişkek’ten karayolu ile 14-15 saatlik bir yolculuk gerektiriyorsa da, havayoluyla 35 ilâ 45 dakikalık bir süre yeterli oluyor.
İsterseniz, yolculuğumuzun başına dönelim:
24 Mart Cuma günü, saat 10’da Bişkek’in Manas Havaalanı’nından uçağa bindik. Uçağımız, küçücük bir uçak; yolcuları sayamadım ama, sanırım en fazla 20 kişi idi. Buranın uçaklarının hepsi gibi, bindiğimiz uçak da oldukça bakımsız; koltukları bir hayli eski. Uçağımız havalandıktan bir süre sonra, yönünü güneye çevirdi ve hemen yanı başımızda yükselen Aladağlara tırmanmaya başladık. Tanrıdağlarının bir parçası olan Aladağlar, bir silsile hâlinde doğu-batı istikâmetinde uzayıp gidiyor. Uçağımız, söz konusu dağların üzerinde belirli bir irtifâya geldikten sonra, normal pozisyona geldi. Kaç metreden uçtuğumuzu bilmiyorum; zîrâ, bu küçücük uçakta, kaç metre yüksekte olduğumuza dâir her hangi bir bilgi verilmedi. Ben, uçağın küçücük penceresinden aşağı seyretmeye başladım. Altımızda tepeler, tepeler, karlı tepeler... Uzanıp gidiyorlar; üzerlerinde neredeyse bir tâne ağaç bile yok. Kupkuru, kapkara, bitkisiz tepeler... Kırgızistan’ın içinde bulunduğu iktisâdî sıkıntıda, böyle bir coğrafyanın da payı olmalı. Dakikalarca gittiğimiz hâlde, anlatmaya değer, ilgi çekici hiç bir şey bulamıyorum. Zâten çok yüksekten uçmadığımız için, altımızda uzanıp giden kara parçasını çok rahatça görmek mümkün oluyor...
Uçakta yolculara sunulan hizmetlere gelince; hemen hemen hiç bir hizmet yok denilebilir. Eskiden de böyle mi idi, bilemiyorum ama, Kırgızistan’ın içinde bulunduğu imkânlar sunulan hizmetleri de etkilemiş görünüyor. Dolayısıyla, yolculara yolculuk sırasında bir bardak mineral-su dışında her hangi bir şey verilmedi; onu da hiç sevmedim, güç-belâ içtim.
Yukarıda kısaca zikrettiğimiz dağlar üzerinde yarım saatlik bir uçuştan sonra, dağların irtifâ kaybetmesiyle uçağımız da alçalmaya başladı. Oş ile Bişkek arasında, uzayıp giden bu dağlardan başka hemen hiç bir şey görmedim. Zâten, kısa bir süre sonra da Oş Havaalanına indik. Burası, Bişkek-Manas Havaalanı ile karşılaştırılamayacak kadar küçük bir havaalanı. Dolayısıyla, bizi taşımak üzere her hangi bir araba gelmedi; herkes gibi, uçaktan indikten sonra, elimizi kolumuzu sallayarak dışarı çıktık ve şehir merkezine gitmek için bir taksiye bindik.
Şehir merkezine giderken, dikkatimi çeken en mühim husus, çevrenin oldukça bakımsız olması. Havaalanı ile şehir arasındaki yol nisbeten düzgün; fakat, havaalanı şehrin yanı başında bulunduğu için, zâten beş dakika içinde kendimizi şehir merkezinde buluyoruz. Şehir merkezi ise, çok daha bakımsız... Yolların çoğu, neredeyse köstebek yuvası gibi. Taksilerin ikinci vitesten yukarı çıkması, neredeyse imkânsız. Hava biraz rüzgârlı olduğu için, toz toprak içinde kalıyoruz. Şehir içinde dolaştıkça, ayakkabılarımız tozdan rengini değiştirdi.
Şehirde ilk dikkati çeken şeylerden birisi de, çeşitli ihtiyaç maddelerinin bir arada bulunduğu alış-veriş dükkânlarının ve mağazaların neredeyse yok oluşu. Her şey sokakta ve tezgâh üstlerinde. Akla gelebilecek her şey... Kitapçı dükkânları bile yok... Bir iki tâna varmış; onlar da kapalı idi. Dolayısıyla, almak istediğimiz kitapları bile sokak aralarındaki tezgâhlardan temin etmeye çalıştık. Bişkek’ten kitap almak için geldiğimizi söylediğimizde, hayret eder ve kitap okuyan da kalmış mı der gibi yüzümüze bakıyorlar. “Buraya kitap almak için şehir dışından ilk defa sizler geliyorsunuz,” diyorlar...
Akşam, misâfir olmak üzere Oş’a çok yakın olan Celâlâbâd’a gitmemiz gerekti. Orada Türk Dünyâsı Vakfı’nın kurduğu, Türk Dünyâsı İşletme Fakültesi var. Burada öğretim elemanı olarak çalışan bir arkadaşa misâfir olduk. Celâlâbâd’a gidişimiz de neredeyse bir mâcerâ oldu. Oş’a 60 kilometre uzaklıktaki şehre gidebilmek için 105 kilometrelik bir yoldan gitmek zorunda kaldık. 60 kilometrelik yol nisbeten daha iyi imiş; fakat, bu yolun 7-8 kilometrelik bir kısmı Özbekistan topraklarından geçtiği için, bu yoldan gitmemiz mümkün olmadı. Çünkü, bin türlü güçlük çıkarıyorlarmış. Türkiye ile Özbekistan’ın arasının şu sıralar hiç de iyi olmaması, Türk vatandaşları için büyük problem; çünkü onlara çok kötü davranıyorlar ve içeri almıyorlar. Sanki Türkiye Türkleri can düşmanları... Bu sebeple, 105 kilometrelik dolambaçlı bir yolu tercih etmek zorunda kaldık. Bu yolun yarısı, tamâmiyle stabilize. Tozdan, topraktan göz gözü görmüyor. Taksinin içinde olmamıza rağmen, Celâlâbâd’a vardığımızda, değirmenden çıkmışa döndük.
Celâlâbâd bana Oş’a nisbetle biraz daha derli toplu ve temiz geldi. Caddeleri biraz daha düzenli idi. Fakat, Oş’tan daha küçük bir şehir. Arkadaşlar, akşam şehir içinde bize bir araba turu yaptırdılarsa da, sabah erkenden tekrar Oş’a dönmemiz gerektiğinden, şehri yeterince gezemedik...
Burada beni duygulandıran ve esâsen bu mektubu yazmama sebep olan konuya gelince: Anlatmak istediğim husus, misâfir olduğumuz âile ile ilgili. Zâten, mektubumuzun başlığını da bu sebeple “Sürmene’den Oş’a Kadar Yol Gider” diye koymuştuk...
Kökcar’da misâfir olduğumuz ev, tipik bir Türkiye Türkü evi. Evde, küçüğünden büyüğüne herkes Anadolu Türkçesi konuşuyor. Bizi, sanki elli yıllık hasret kalmış bir yakınları gibi karşıladılar. Hâl-hatır sormalar, bizi rahat ettirmek için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmama anlayışı hiç değişmemiş. Türkiye’ye o kadar bağlılar ki... Evlerine çanak anten almışlar, sürekli Türkiye televizyonlarını seyrediyorlar. Elli yıla yakın bir süre burada kalmış olmalarına rağmen, kendilerini neredeyse buralı saymıyorlar. Bilindiği gibi, burada insanların soyadlarının sonu, Rusça “oğlu” mânâsına gelen –ov, -of, -ev, ... vs. gibi eklerle biter. Her türlü baskıya rağmen, bunlar soyadlarını değiştirmemişler; söz konusu ekleri soyisimlerinin sonuna almamışlar. Tabiî Ruslar da bunların okullarda okumalarına müsaade etmemiş... Âileden bir kişinin soyadının sonunda belirtilen ek var ve sâdece o üniversiteyi okuyabilmiş.
Bu evde Muhammed Karmiloğlu adlı bir yaşlı dede ile tanıştık. 1912 yılında Sürmene’de doğmuş olan Muhammed dede, 7 yaşında âilesiyle birlikte Batum’a gitmiş; 30 yaşına geldiğinde ise, Ruslar tarafından Kırgızistan’a sürgün edilmiş. Diğer bir deyişle, âilesiyle birlikte Ahısha Türklerinin kaderini paylaşmışlar. Kardeşlerinin çoğu yollarda ölmüş. Muhammed dede, bu yolculuk sırasında pek çok insanın nasıl telef olduğunu hatırlıyor ve biraz hüzünlü bir ses tonu ile bize anlatıyordu. Yaşlılar, çocuklar, kötü yolculuk şartlarına dayanamayanlar yollarda dökülüp gitmişler.
Muhammed dede, 90’lık yaşına rağmen, deyim yerinde ise, çakı gibi. Benimle neredeyse güreşe kalkışıyor; elleri kerpeten gibi, ellerimi ellerinden zor kurtarıyorum. “Benimle güreşe var mısın?” diyor! Kahkahalar atıyor... Kendiliğinden bir marş okumaya başlıyor:
“Ankara’nın taşına bak,
Gözlerimin yaşına bak,
Yunan Türk’ü esir almış,
Şu feleğin işine bak!”
.........
Çocukluğundan aklında kalanları anlatmaktan büyük bir zevk aldığı besbelli. Türkiye ile o kadar yakından ilgili ki, bugünkü vilâyetlerimizi birer birer saymaya başlıyor...
Düşünüyorum... Sürmene nere... Oş’un küçücük bir kasabasının, küçücük bir köyü nere... İnsanoğlunun, alnına yazılanları önceden bilmesi kim bilir nasıl iyi olurdu! Bu dede ve bu âile, daha sonra başlarına böyle bir şeyin geleceğini bilselerdi, acabâ Sürmene’den kalkıp Batum’a gitmek isterler miydi? Hiç sanmıyorum... Çünkü, sürgün yollarında ve yıllarında çekilen sıkıntı ve ıztıraplara mâkul insanların gönüllü tâlip olacaklarını düşünmek mümkün değil...
Böyle bir kaderi paylaşanlar sâdece bunlar mı? Türk dünyâsının her tarafına dağıtılmış bulunan benzerlerini ve bilhassa Ahısha Türklerini de unutmamak gerekir. Bu coğrafyada, yerli halk arasında tuhaf bir anlayış var. “Türk” deyince, öncelikle bunları anlıyorlar ve doğrusunu söylemek gerekirse, bunlara karşı pek de sıcak bakmıyorlar. Bunlar, sanki kendilerinin geçim kaynaklarını ellerinden almışlar gibi bir his hâkim. Daha çok kısa bir süre önce, Özbeklerle Ahısha Türkleri arasında büyük can kayıplarına sebep olan –savaş demeyeyim ama- kavgalar olmuş. Bu kavgada Rusların tahriklerinin olduğu da muhakkak. Sürgün hayatı yaşayan ve azınlık psikolojisi ile hareket eden Türkler, birbirleri ile sıkı bir irtibat hâlindeler. Sovyetler zamanında, kendileri devlet okullarına alınmadıkları, devlet müesseselerinde çalışma imkânları bulamadıkları ve hep horlandıkları için, ayakta kalabilmek için böyle bir yola başvurmuşlar, dişlerini tırnaklarına takarak çalışmışlar, çabalamışlar, yaşamaya gayret etmişler. Dolayısıyla, nasıl çalışılacağını öğrenmişler. Fakat, Kırgız veya Özbek, yâhut Kazak hiç de öyle değil. Devlet, kendilerine oturacak bir ev ve geçimlerini temin edecekleri işler verdiği için, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenememişler. Dolayısıyla, başlarında biri bulunmadığı, bir işi nasıl yapacakları gösterilmediği takdirde, kendiliklerinden bir şey başarabilmeleri mümkün değil. Zâten, Sovyetler zamânında devlet dâirelerinde veya fabrikalarında da isteyerek, severek ve iş bilerek çalışmamışlar; üretim en düşük seviyede kalmış. Çalıştıkları işleri hiç benimsememişler; mülk edinmeyi ya akıllarına getirmemişler veya buna imkân bulamamışlar. Esâsen, bugünkü ekonomik sıkıntıların temelinde biraz da böyle bir geçmişten gelmeleri gerçeği yatıyor. ‘Aşı ve işi’ hazır, kendiliğinden gelen şey olarak görmüşler... Sovyetler dağılınca, sudan çıkmış balık gibi ortada kalmışlar. Ahısha Türkleri ise, daha önceden de böyle bir durumda bulundukları ve ayakta kalmanın yollarını tecrübe ile öğrendikleri için, bu değişiklikten fazla etkilenmemişler. Bu durum, diğerlerinin kıskançlıklarını celbetmiş. Kendileri ayakta durmakta zorlanırken, onların hâl ve vakitlerinin nisbeten iyi olması, bu kıskançlığı daha da körüklemiş. Dolayısıyla, Türkler şimdi sanki üvey evlât muâmelesi görüyorlar...
Bakmayınız, Türkiye’den kardeşlik nutukları atmamıza; buranın yerli halkı, Türkleri pek de sevmiyor. Bu psikolojinin arkasında eski Sovyetler Birliği döneminde verilen eğitimin de mutlakâ payı vardır. Buna, Türkiye ve Türkler ile ilgili derin bilgisizliği eklemek, gözardı edilmemesi gereken bir husus. Hattâ, Türkiye’den buraya iş yapmak için veya değişik gâyelerle gelen Türklerin tutum ve davranışları da, bu antipatide pay sâhibi olsa gerektir. Türkiye Türklerinin burada karışmış oldukları bir takım hâdiseleri ve sergiledikleri hareketleri ise, sükûtla geçmeyi tercih ediyorum...
Bütün bunlara rağmen, durumun ilâ-nihâye böyle devâm edeceğini sanmıyorum. Türkiye, sözünü ettiğim olumsuzlukları ortadan kaldırmak için, karın doyurmayan kardeşlik nutukları yerine, buraya veya buralara ekonomisi ile girmelidir. Buralarda yatırım yapacak olanlar, Türkiye’de dikiş tutturamayan bir takım mâcerâ-perestler ve sefih ruhlu kimseler değil, ciddî işadamları olmalıdır. Ekonomik faaliyetler, fırın gibi, tüketime yönelik gıdâ maddeleri pazarlama şirketleri gibi, lokanta, vs. gibi ciddî mânâda ekonomiye katkısı olmayan alanlarda değil, iş alanlarını geliştirmeye, genişletmeye, üretime ve insanlara iş kapısı açmaya yönelik alanlara teksif edilmelidir. Yapılan işler kalıcı ve uzun vaadeli olmalıdır. Lâf aramızda, insanları boğazından yakalamaktan başka yol, bence görünmüyor. Buralarda, bu yolla alınmayacak mesâfe yoktur. Bunun ardından, insanlarımızın daha yakından tanınması, bilinmesi ve eğer gerekiyorsa sevilmesi kendiliğinden mümkün olacaktır...
_____________
*
Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk
Yurdu,
XX/158 (Ekim 2000), s. 13-15.