Yayınlarım...

Kırgızistan Mektubu-5                                                                   Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

MİLLETLEŞME SÜRECİNDE DİL VE BUGÜNKÜ KIRGIZİSTAN*

Sovyetler Birliği’nin 1900’ların başında dağılmasının ardından ortaya çıkan Türk cumhûriyetlerinden birisi olan Kırgızistan, bu yılın Ağustos ayının sonlarında bağımsızlığının onuncu yıldönümünü idrâk edecek. Bu genç devletin bugün siyâsî, iktisâdî, sosyal ve kültürel alanlarda çok çeşitli sıkıntıları bulunuyor. Bilindiği gibi, ülke, yüzyılı aşkın bir süre, önce Çarlık Rusyası’nın, ardından Kızıl Rusya’nın tahakkümü altında kaldı. Esâsen eskiden beri bu coğrafyada yerli nitelikli güçlü bir devlet geleneği de oluşmamıştı. Bu yüzden yeterli ölçüde güçlü bir devlet disiplini teşekkül edemediği gibi, ortak değerleri benimsetecek müesseseler de vücut bulmamış; bunun neticesi olarak ortak idealler etrâfında gerektiği şekilde toparlanma mümkün olmamış; çoğunluğu göçebe olan halk, dağların ve bozkırın kucağında ser-âzâd yaşayıp gelmiş ve bu sebeple, Kırgızistan’da millet olma süreci, modern dünyâya nisbetle çok yavaş işlemiştir. Tabiatiyle bu durum, meselelere çözüm üretme becerisini ve kültürünü de zayıf bırakmıştır. Biraz da böyle bir târihî arka-plân yüzünden olmalıdır ki, bugün bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkan Kırgızistan, karşılaştığı bâzı basit sıkıntıların çözümünde bile zorlanmaktadır. Oysa, 4,5-5 milyonluk bir nüfûsun iktisâdî sıkıntılarını gidermek, ülkenin mevcut imkânları ve potansiyeli dikkate alındığında pek de güç olmasa gerektir. Bu konuda asıl çıkmaz, bizce burada düşünüldüğü gibi “parasızlık” değil, siyâsî irâde eksikliği ve hedef belirsizliğidir. Bu ise, ayrı bir konudur.

Bütün bunlar bir vâkıadır ve her biri ayrı bir çalışmayı gerektirecek kadar mühimdir. Fakat, Kırgızistan’ın geleceği açısından en az bunlar kadar mühim olan bir başka husus daha vardır ki, bu konuda belirli bir mesâfe alınmadan, yukarıda belirtilen sâhalardaki problemleri çözmek de, kanaatimizce, mümkün olmayacaktır. Bu da dil meselesidir. Kırgızistan, bağımsızlığına kavuştuktan sonra, anayasasına resmî devlet dili olarak Kırgızca’yı, diğer bir deyişle, ana-dilini koymuştu. Fakat, anayasanın bu hükmüne rağmen, sıradan insanlarla birlikte devleti yönetenler, bir türlü eski alışkanlıklarından vazgeçememişler; sokakta, çarşı-pazarda, basın-yayın alanında, devlet dâirelerinde, ülkenin parlamentosunda, hatta âile muhitlerinde, bir zamanlar Rusların plânlı politikalarıyla öğretilip benimsetilmiş bulunan Rusça ile konuşmaya, yazmaya ve evrâk tanzîmine devam etmektedirler. Bu durumdan râhatsız olan insan sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz.

Bunu bir dereceye kadar anlamak mümkündür. Çünkü, bir asır boyunca Rus kültür emperyalizminin ve devlet baskısının altında doğmuş, büyümüş, okuyup yetişmiş ve Rusça bilmedikleri takdirde sosyal, kültürel ve siyâsî hayatta kendilerine hayat hakkı tanınmayacağı keyfiyeti ile karşı karşıya kalmış olan insanların, bir refleks hâlinde öğrenip konuşageldikleri bir dili bırakarak, daha kısa bir süre öncesine kadar horlanan, geri görülen, sosyal, kültürel ve siyâsî hayata girmesine pek de izin verilmeyen, modern dünyânın ilmî ve teknolojik gelişmelerini ifâde kâbiliyeti bulunmadığına inandırılan, bu sebeple işlenmesine, geliştirilmesine ve yeni fikirleri ifâdeye muktedir hâle gelmesine engeller çıkarılan diğer bir dille konuşmaya, yazmaya, ilim ve kültür üretmeye hemencecik yönelmelerini beklemek, saf-dillik olur. Böyle bir beklenti, insanoğlunun sosyal psikolojisine de aykırı olsa gerektir.

Fakat, mesele bu kadarla sınırlı kalsa, dil meselesinin zaman içerisinde sağlıklı bir yola gireceği düşünülerek, üzerinde fazla durmak gerekmeyebilirdi. Ancak, mesele bu kadar basit gözükmüyor. Bilindiği gibi, geçen sene Kırgız Parlamentosu’nda kabûl edilen bir kânunla, Rusça, devletin ikinci resmî dili hâline getirildi. Bu, görünüşte böyledir; gerçekte devletin resmî ve birinci dili Rusça’dadır. Zîrâ, devlet yazışmalarında aslolan Rusça’dır; ilim ve eğitim müesseselerinde de durum aynıdır. Kırgızca orta seviyeli eğitim kuruluşlarında öğretilmeye çalışılıyorsa da, bu son derece kifâyetsizdir; deyim yerinde ise, Kırgızca’ya verilen ehemmiyet, yabancı bir dil öğretimine verilen ehemmiyet kadar bile değildir. Basın ve yayın hayâtında da aynı durum söz konusudur. Gazetelerin ekseriyeti Rusça’dır. Çoğu zaman Rus televizyonlarını olduğu gibi aktaran televizyon kanalları da Rusça’yı ön-plânda tutmakta, aynı tavrı radyolar da sürdürmektedirler.

İlim ve eğitim kuruluşları ile basın-yayın organlarının, devlet dâirelerinin, sokağın ve hattâ âile ortamının bu durumu, yâni Rusça’nın ülkenin birinci dili olarak hâkimiyetini sürdürmesi, bizce, Rus kültür emperyalizminin etkili şekilde varlığını devâm ettirmesinden başka bir işe yaramamaktadır. Bunda, kril temelli alfabenin Kırgızca için bile hâlâ kullanılmakta oluşunun da, hiç şüphesiz, büyük payı vardır. Böylece -mevcut harf sistemi vâsıtasıyla da- Kırgızlar, Rus kültürüne ve etkisine sonuna kadar açık bulunmaktadırlar. Böyle bir durumun olumsuzluğunu çok daha erken kavradıkları anlaşılan Âzerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın kril alfabesini terk ederek latin temelli bir alfabeyi benimsediklerini biliyoruz. Kazakistan ve Kırgızistan ise, Rusça’yı geri plâna itmek bir yana, Kazak ve Kırgız Türkçesi için bile, hâlâ Rusların uyarladıkları kril temelli bir alfabeyi kullanmaya devâm ediyor. Dolayısıyla, alfabe birliği ve hattâ ‘dil birliği’, Kazakları ve Kırgızları Ruslara biraz daha yakın tutuyor. Kazakistan’ın demokrafik yapısı dolayısıyla, karşılalaştığı sıkıntıyı ve içinde bulunduğu güçlüğü anlamak, şu safhada mümkün olabilir. Hattâ, Kırgızistan’a göre, Kazakistan’da Kazak Türkçesini öne çıkaran, herkesin Kazakça öğrenmesini teşvik ve telkin eden bir politika, her tarafta kendisini hissettiriyor. Fakat, doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda Kırgızları anlamak güçtür. Çünkü, yakın bir târihe kadar nüfûsunun dörtte üçünden fazlasını Rusların oluşturdukları söylenen başkent Bişkek’te bile artık üç bin civârında Rus’un kaldığından söz ediliyor; taşrada ise, bu bakımdan olumsuz bir tablo zâten söz konusu değildir.

Öyleyse, Rus diline ve kültürüne karşı gösterilen bu yakınlığın veya bu teveccühün sebebi nedir?

Böyle bir soruya verilebilecek bir çok cevap bulunabilir. Fakat, öncelikle nelerin cevap olamayacağını görmek yerinde olacaktır: “Kırgızların bağımsızlıklarını kazanmalarının üzerinden henüz on yıl geçmiştir; ‘Sovyet’ kisvesi altında yetmiş yıl süren Rus kültür emperyalizminin beyinler üzerindeki tahrîbâtını unutmamak gerekir; zaman içerisinde bu durum mutlakâ değişecektir” denilirse, böyle bir mütâlaaya, öncelikle “inşallah” dedikten sonra, Âzerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan için de aynı durum ve aynı şartlar söz konusu değil miydi, diye sorabiliriz. Kırım Tatarları daha farklı ve olumlu bir muâmeleye mi tâbi tutuldular? Kafkaslardan koparılıp getirilen Ahısha Türkleri, Orta-Asya’da değişik Türk bölgelerine zorla dağıtılmış bulunmalarına ve buralarda mevcut eğitim imkânlanlarından pek de faydalanamamalarına rağmen, niçin hâlâ neredeyse Anadolu Türkçesiyle kouşmaya şuurlu bir tercihle devam ediyorlar? Kezâ, Çeçenler niçin Ruslarla bir arada bulunmak istemiyorlar?.. Bunlarla karşılaştırıldığında, Kırgızların içinden geçip geldikleri şartların, diğerlerine nisbetle daha olumlu olduğunu söylemek mümkündür.

Şu hâlde, yukarıdaki soru için daha başka âmilleri göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu âmilleri sosyal, kültürel ve ekonomik olmak üzere üç ana başlık altında toplamak mümkündür.

Kırgızistan, sosyal bünye îtibâriyle bugün yamalı bir bohça kadar bile bütünlük arz etmekten uzak gözükmektedir. Kırgız Tilin Üyrönöbüz başlıklı bir kitapçıkta, devlet hakkında bilgi verilirken “Kırgzstan’da 100 (cüzdön) aşık uluttun öküldörü caşayt.” (Kırgızistan’da 100’ün üzerinde milletin temsilcileri -etnik grup- yaşıyor) denmektedir. Ülkenin her tarafında görülebilir yerlere yazılmış bulunan Cumhurbaşkanı Askar Akayev’e âit Rusça “Kırgızstan naş obşiy dom” (Kırgızistan hepimizin evi) sözü de, sanki aynı duruma işâret eder gibidir. Ülkede, 100’ü aşkın olduğu söylenen etnik grubun oluşturduğu nüfusun yekûnu ise 5 milyon bile değildir; diğer bir deyişle 5 milyon civârındaki nüfûs, 100 parçadan oluşmaktadır. Böyle bir sosyal yapının ifâde ettiği mânâyı uzun uzadıya îzâha lüzûm var mıdır?!  Dünyânın bâzı başka ülkelerinin nüfûs yapılarında, meselâ ABD’de de böyle bir durum söz konusudur. Fakat orada, ülke ekonomik açıdan son derece gelişmiş ve dünyânın süper gücü olduğu için, herkesi ortak menfaat paydasında birleştirmek, birlikte harekete yönlendirmek kolaylaşmakta, insanlar ‘ayrı baş çektikleri’ takdirde, çok şey kaybedeceklerini görmektedirler. Bu da, bugün için sun’î de olsa, bir ‘Amerikan milleti’ ortaya çıkarmakta; insanlar, birlikte hareket ettikleri takdirde çok daha güçlü, çok daha zengin ve müreffeh olacaklarını, tecrübenin de yardımıyla, bilmektedirler.

Oysa Kırgızistan’da, insanları en azından ekonomik açıdan birlikte harekete yöneltecek bir ortam bile söz konusu değildir. Eski sistemin çöküşüyle birlikte, faaliyette bulunan iş alanlarının büyük bir kısmı ya çökmüş veya kapanmış, dolayısıyla buralarda çalışanlar fiilen işsiz kalmışlardır. Bugün Kırgızistan’da insanları ekonomik çıkarlarla, refahla veya keselerinden ve midelerinden yakalayarak ülkeye bağlamak mümkün olmadığı gibi, bunlara ülkenin kaderi ve geleceği ile kendi kaderleri ve gelecekleri arasında bir bağ bulunduğunu düşündürecek ortada ciddî bir durum da gözükmemektedir. Oysa, ülke iktisâdî bakımdan güçlü bulunsa ve insanlar bu güçten pay almış olsalar, birlikte hareket duygusu, bizce çok daha kısa bir süre içeriside herkese yayılabililirdi. “Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını çalar” atasözümüz, bu bakımdan mânidâr olsa gerektir. Tabiatiyle, mevcut durum, sâdece ülkeye sadâkat duygusunu değil, sevgiyi, onu kalkındırmak için fedâkârlık yapmak gerektiği hissini de bertaraf etmektedir. Biraz âmiyâne olmakla birlikte, burada dile getirilen bir anektod, bizce böyle bir şuur altının ürünü olmalıdır:

Adama soruyorlar:

-Kırgızistan’ı nasıl seviyorsun?

Cevap veriyor:

-Karımı sevdiğim gibi seviyorum.

-O nasıl oluyor!?

-Bâzen seviyorum, bâzen dövüyorum, bâzen ihânet ediyorum, bâzen kendisinden para kaçırıyorum…

Şu hâlde, “vatan” mefhûmunu burada ciddî biçimde işlemeye ihtiyaç vardır. Yukarıda geçen, “Kırgızistan hepimizin evi” sözünde görüldüğü üzere vatan, ev  mevkiinden daha yukarı çıkarılmadığı müddetçe, onun sıkıntılarını göğüslemek de güç olacaktır. Hem bu sebeple ve hem de bu kadar parçalı bir sosyal bünyeyi, ortak idealler etrâfında toparlayabilmek için, hiç şüphesiz, ekonomik durumu hızla iyileştirmek, böylece insanların kaderleri ile ülkenin kaderi arasında güçlü bir bağ kurmak, son derece elzem gözükmektedir.

Ekonomik durumun iyileşmesinin bir başka faydası daha olacaktır: Bugün iktisâdî sıkıntı çeken kimselerle konuştuğunuzda, ilk teşhis edeceğiniz husus, yakın geçmişe yönelik hiç de az olmayan bir‘özlem’dir. Sık sık, eskiden herkesin işi, aşı ve sosyal bir güvencesi olduğu dile getirilmekte; bugün bunların hiç birisinin bulunmadığı ifâde olunmaktadır. Bu durum, sıradan halk tarafından ‘demokrasinin bir netîcesi’ imiş gibi görülmekte; ‘demokrasi geldi, böyle oldu’ düşüncesi, zihinlere gitgide daha derinlemesine yerleşmekle kalmamakta, alenen ifâde edilmektedir. Gerçekten, aşırı bir ekonomik sıkıntı içerisindeki insanları, bugünün rekâbete dayalı dünyâ ekonomik sistemi karşısında, eski sistemin daha fazla dayanma gücü kalmadığına ve bundan böyle aynı sistemi yeniden diriltmenin ve ayakta tutmanın mümkün olmadığına inandırmak çok zor gözüküyor. Bu da insanları mutsuz ediyor. Bu sebeple, bizce, eski Sovyet sisteminin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni devletlerde yaşayan insanların ekonomik durumlarını eski dönemde olduğundan -bir adım da olsa- daha ileri götürmedikçe, bu insanları özlenen bir nostalji ile yaşamaktan kurtarmak mümkün olmayacaktır!.. Diğer taraftan, eski Sovyet sistemi, esas îtibâriyle, Ruslarla özdeşleşmiş bulunduğu için, bugünkü sıkıntıların bertaraf edilmesinde, yine onlara bel bağlayanlar hiç de az değildir. Zâten, dikkatlice bakıldığında, yukarıda ortaya atılan “Rus diline ve kültürüne karşı gösterilen bu yakınlığın veya bu teveccühün sebebi nedir?” sorusunun cevâbı da, kanaatimizce, burada yatmaktadır!.. Öyle anlaşılıyor ki, bugünkü kötü durumun ilânihâye sürmeyeceği, eski günlerin pekâlâ geri geleceği, bugünkü durumdan kurtuluşun yine Ruslarla mümkün olacağı, dolayısıyla Rusları kızdırmanın, küstürmenin doğru olmadığı düşüncesi, pek çok insanın zihninin bir köşesinde muhâfaza olunmaktadır... 

Ancak, yine de bize öyle geliyor ki, Sovyet sisteminin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni durum, eskisinden bir adım bile iyi olsa idi, burada geçmişi ‘özlem’le ananların sayısı yüzde biri bile bulmazdı. Bu düşünce bir varsayım olarak görülmemelidir. Çünkü, küçük bir yoklama, eskiye ‘özlem’ duyan insanların gerçek ruh hâletini pekâlâ ele vermekte, ‘yeni sistem bana ne verdi ki, onun savunucusu olayım? Eskiden elimde olanları da aldı!’ mânâsına gelen yakınmalar kendiliğinden ortaya dökülmektedir.

Bizce, insanların asgarî ihtiyaçlarını karşılamayan hiç bir sistemin benimsenme şansı yoktur. İnsanlar, öncelikle asgarî ihtiyaçlarını karşılamak istemekte, ancak bundan sonra başka hedeflere yönelmekte, estetik veya mânevî duyguları hatırlamaktadırlar. Vatan ve millet düşüncesi de bu çerçevede ele alınabilir. Türkiye gibi bir ülke için, ‘vatan’ ile ‘ekmek’ arasında doğrudan kurulacak böyle bir ilişki, ilk bakışta çok basit ve fazla maddî gözükse bile, yıllarca materyalist bir felsefe ile avutulmuş 100’ü aşkın etnik grubu, mücerret nitelikli ortak değerler etrâfında toplamanın ve ortak bir vatan şuuru geliştirmenin bize başka yolu yok gibi gözükmektedir. Bir de, bu parçalı sosyal bünyeyi oluşturan insanların her birinin bir diğeri ile arasına uzun mesâfeler koyduklarını düşününce, karşı karşıya kalınan problemin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Burada kim Kırgız, kim Kazak, kim Uygur, kim Tatar, kim Âzerî, kim Özbek, kim Türkmen, kim Ahıska Türkü, kim Moğol, kim Dungan, kim Rus, kim Çinli, kim Koreli… insanlar için o kadar mühim ki… İnsanların alınlarında sanki kimlikleri yazılı gibi. Hemen herkes, bu dıştan gözükmeyen yazıyı rahat bir şekilde okuyor ve derhal ona göre tavır alıyor. Bizzat Kırgızlar içinde bile kabile yapısının ve bölgeciliğin bütün canlılığı ile varlığını sürdürmesi ve üstelik insanların bunu bir meziyet gibi görmeleri; gizli bir alt kabile ­- üst kabile çekişmesi, bizce milletleşme sürecinin olumlu yönde gitmesinin önündeki engellerin başında gelmektedir.

Böyle bir ortamda, değişik etnik grupları, en azından dil açısından Kırgızca etrâfında birleştirmek bile son derece güç gözüküyor. Kırgızların kaderleriyle kendi kaderleri arasında bir bağ olduğu şuurunu taşımayan kimseler,  pekâlâ “niçin Kırgızca?” veya “niçin benim dilim değil?” psikolojisi içinde tavır alabiliyorlar ve sanki açıkça ifâde etmeden, “niçin zahmete gireyim, ben olmayacaksam, başkası da olmasın; Rusça, başkalarıyla iletişim kurmam için yeter de artar bile” duygusuyla hareket ediyorlar.

Öte yandan, bu parçalı sosyal bünyenin ortaya koyduğu parçalı kültürel yapıyı da dikkate almak gerekmektedir. Farklı kültürlerin bir mekânda ve bir arada bulunması, zaman zaman mühim bir zenginlik kaynağı olarak görülür ve değerlendirilirse de, bizce bu kültürlerden birinin, diğerlerini de temsil niteliği kazanarak hâkim kültür hâline gelmesi, ülkelerin istikbâli açısından mutlakâ gereklidir. Meselâ, bugün Türkiye’de, bir imparatorluğun bakiyyesi üzerine kurulmuş olmanın tabiî netîcesi olarak, farklı etnik köklere mensup insanlar ve kültürler yaşıyorlarsa da, bunların hepsini kucaklayacak kâbiliyet ve vüs’atte bir de Türk dili ve kültürü bulunuyor. Böyle durumlarda, hâkim kültürün, alt-kültürlerden faydalanması veya beslenmesi mümkün olmakta, hâkim kültür alt-kültür mensuplarının duygu ve düşüncelerini de yansıtmak sûretiyle, etrâfında birleşilecek ortak değerler üretme imkânı bulabilmektedir. Fakat, birbirine muârız olan, ayrı kompartımanlarda kendi yollarına giden veya biribirlerinden çok az alış-verişte bulunan kültürlerin aynı mekânda bir arada yaşamaları, ancak birbirlerine pek de saygı göstermemeleri söz konusu ise, böyle bir ortamda sağlıklı bir sosyal bünyenin oluşması fevkalâde güçtür. Bugün “Kırgızistan’da hâkim kültür hangisi” diye yöneltilebilecek bir soruya, tereddütsüz “Kırgız kültürüdür” cevâbını verebilmek pek kolay gözükmüyor. Bu görüş, sanki Kırgızlar tarafından da benimsenmiş gibi…

Ruslar, Orta Asya’yı, Türk illerini istilâya giriştiklerinde, cılız da olsa, Batı’dan ara-sıra yükselen tepkilere karşı, “biz oraya kültür ve medeniyet götürüyoruz” mealli cevaplar veriyorlardı. İnsan, bu coğrafyada zaman zaman bu düşünceleri benimseyen kimselerin az olmadığı hissine kapılıyor. Çoğu insan, bu coğrafyaya ilmin, fennin, tekniğin, modernlik nâmına ne varsa her şeyin Ruslar ve Rusça kanalıyla geldiğine inanmaktadır. Bu arada, Çarlık Rusyası’nın bu toprakları nasıl bir târihî süreç sonunda ele geçirdiği ve bu süreç boyunca kendilerine direnen bölge insanlarına nasıl bir muâmeleyi revâ gördüğü, geniş halk kesimleri tarafından unutulmuş veya bilinmiyor olmalı ki Rus, Rus dili, Rus kültürü burada hiç de yabancı muâmelesi görmüyor. Kırgızların, Rus kültürünü hâkim ve üstün kültür olarak gördüklerinde -maalesef- şüphe yoktur.  Bu düşünce, sâdece sıradan kimselerde gözükmemekte, bilâkis  okumuş yazmış, ilim adamı sıfatını taşıyan insanlar arasında bile yaygın bir şekilde yaşamaktadır. Meselâ, bir Kırgız dili ve edebiyâtı hocasına, “Kırgızca günaydın veya iyi sabahlar, hayırlı sabahlar  nasıl deniyor?” diye  sorduğunuzda, gülerek “Kırgız kültüründe öyle incelikler yok” cevâbını verebiliyor! Aynı soruyu “iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler” nasıl söylenir şeklinde yönelttiğinizde de, aynı tavırla, yine aynı cevâbı alıyorsunuz!.. Oysa, bugün ülkenin başkenti olan Bişkek’te, herkes Rusça olarak “dobraya utra” (günaydın;  iyi, hayırlı sabahlar), “dobrıy den” (iyi, hayırlı günler), “dobrıy veçır” (iyi, hayırlı akşamlar) ve “spakoynoy noçi” (iyi geçeler, iyi uykular) demesini pekâlâ biliyor; birbiriyle karşılaşanlar, büyük bir ekseriyetle “zdrastviti” (merhaba) veya “priviet” (selâm) demekten geri kalmıyor;, fakat bu kelime ve ifâdelerin Kırgızca’sını aramak, bulmak, kullanmak veya yoksa yapmak pek akla gelmiyor. Bugünün Kırgızca’sı, Rusça’nın o kadar derin tesiri altında kalmış ki, bâzı ibâre ve ifâdelerin birebir Rusça’dan  çevrildiği görülüyor. Meselâ, telefondaki adam, kendisini “bu ben Nurlan” diye tanıtıyor; evinizin kapısı vuran kimseye “kim o?” diye seslendiğinizde de, yine “bu ben … falan) diye cevap veriyor ki, bu tür cevap ve ifâdelerde, aynı ifâdelerin Rusça’sının birebir çevirisi ile karşılaşıyorsunuz. Buna benzer pek çok örnek bulunabilir.

Bütün bunların dışında, birbirleriyle Kırgızca konuşanların iki kelimelerinden, iki cümlelerinden birinin Rusça olması da ayrı bir keyfiyettir. Böyle bir durumda, farklı etnik köklere mensup kimselerin yerinde ben de olsam, muhtemel ki, “Kırgızca mı, Rusça mı olduğu belli olmayan karmakarışık bir dille konuşacağıma, sâdece Rusça konuşurum, daha iyi” derdim. Ülkeyi idâre edenlerin, bir ana-dil derdi ve bunun çözümü yönünde ciddî girişimleri bulunmayınca, buradaki insanların ekseriyeti de, sanırız böyle düşünüyordur. Üstelik yukarıda da işâret olunduğu gibi, Rusça karşısında, başka bir kompleks daha vardır: O da, bu coğrafyaya ilmin, fennin, tekniğin, modernlik nâmına ne varsa her şeyin Rusça kanalıyla geldiğine inanılması, medenî dünyâ ile ilişkiye geçmenin yolunun Rusça’dan geçtiği yönündeki ön-kabûldür. Bunda bir ölçüde hakikat payı bulunsa bile, bu konuda kabahatın Kırgızca’da olmadığı düşünülmüyor; Kırgızca’ya bu fırsatın verilmediği unutuluyor. Tıp alanında olduğu gibi, bugün yeryüzünde bâzı ilim dallarında ortak terminoloji kullanıldığı bir vâkıadır. Fakat işlendiği, kullanıldığı ve gelişmesine imkân sağlandığı takdirde, milletlerin ana-dillerinin çok çeşitli alanlarda yeni buluşları ve îcatları karşılayacak kâbiliyette oldukları, bilinmeyen bir husus değildir. Bu kadar ağır ve bizce kasıtlı tahrîbâta rağmen, Türkiye Türkçesi’nin terminoloji veya ilim ve teknik alanında kullanılan kelimeleri üretme açısından hiç de kâbiliyetsiz olmadığı bilinmeyen bir husus değildir. Kırgızca da nihâyet ana Türkçe’nin bir dalıdır ve Türkiye Türkçesi’nin sâhip olduğu imkânlara o da sâhiptir…

Binâanaleyh, dil konusunda karşımıza çıkan bu tablonun, günümüz dünyâsında bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmek isteyen Kırgızistan’ın çıkarlarına uygun olduğu söylenemez.

Şu hâlde, yukarıda kısaca hülâsa olunan verilerden ve mütâlaalardan sonra, müşahhas olarak şöyle bir soru sorulabilir: Dil, niçin bu kadar mühimdir?..

Bilindiği üzere, dil, bir milletin millî varlığının en mühim unsurlarının başında gelir. İlim adamları, millet denen sosyolojik bünyeyi tanımlarken, başka bâzı unsurları da saymakla birlikte, umûmiyetle “aynı dili konuşan insanlar topluluğu” ndan  söz ederler.

“Aynı dili konuşmak”  vurgusu niçindir?

Dil, insanların duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarmalarının temel vâsıtasıdır. Fakat, bu “vâsıta”, insanoğlunun kullandığı diğer “vâsıta”lardan çok farklı bir hüviyet arz eder. Dilin temel malzemesi “ses”ler ve seslerden oluşan “kelime”lerdir; fakat kelimeler, bir takım şekillerin rastgele yanyana gelmelerinden ibâret harf blokları değildir. Kelimeler çok mühimdir. Her bir kelimeyi, karanlık bir odanın dışarıya açılan “pencere”leri olarak değelendirmek mümkündür. Bir dilin, ne kadar çok kelimesi varsa, düşünce dünyâsına açılan o kadar çok kanalı var demektir. Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, bir insan, ne kadar çok kelime biliyorsa, dış dünyâ  ile o kadar çok kanala sâhip demektir. Çünkü, her bir kelime, ifâde ettiği mânâ ve karşıladığı mefhûm ile ehemmiyet kazanır. Bir dilde, herhangi bir mânâyı veya mefhûmu ifâde edecek kelime yoksa, bilhassa bir dilden başka bir dile tercüme sırasında karşılaşılan güçlüğün, çevireni nasıl bir sıkıntı içine düşürdüğü, konuyla ilgilenenlerin yakından bildikleri bir husustur.

Bunlar her dil için geçerli hususlardır. Dolayısıyla, bir insan zengin bir dili iyi öğrendiği takdirde, ilim, teknik ve felsefe dünyâsının bilgilerine rahatça ulaşabilir. Fakat, öğrenilen dil, eğer millî dil, diğer bir deyişle, insanların ana-dilleri değilse, her hâlükârda ortada eksik kalan cihetler olacaktır. Çünkü, ana-dil ile milletlerin mantaliteleri arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Milletleri, başka milletlerden farklı kılan, onlanların dilleridir; bu dille ibdâ edilmiş kültürleridir; bu kültürle şekillenmiş şahsiyetleridir. Nitekim Rusça, Rus milletinin mantalitesinin, felsefesinin, dünyâya bakış açısının, başka bir ifâdeyle Rus kültürünün ürünü, bütün bunların taşıyıcısı ve yayıcısıdır. İngilizce İngilizlerin, Fransızca Fransızların, Almanca Almanların, Çince Çinlilerin ve Türkçe de Türklerin dünyâya bakışlarının ve millî kültürlerinin hem ürünü, hem taşıyıcısıdır. Milletlerin, hem bütün eğitimlerini başka bir milletin diliyle almaları, hem de kendi özdeğerlerine bağlı, millî kültürleriyle beslenmiş millî şahsiyetler olarak yetişmeleri mümkün değildir. Diğer bir deyişle, bütün eğitimini Rusça alan bir insan, etnik açıdan olmasa bile, kültürel açıdan -en azından- yarı yarıya Ruslaşmış demektir. Aynı şey, İngilizce ile, Fransızca, Almanca veya başka bir dille eğitim gören insanlar için de değeçerlidir. Bu şekilde eğitilmiş, yetiştirilmiş insanlar, mantalitelerini ve kültürlerini aldıkları milletlerin basit kopyaları olarak, kendi milletlerinin iyiliğini ve kötülüğünü ayırdetme kâbiliyetini kaybederler, kopyası oldukları milletlerin gözlükleriyle çevrelerine ve dünyâya bakmaya çalışırlar… Bugün modern dünyâda, gelişmiş milletlerin ana-dillerini nasıl bir kıskançlıkla korudukları, bunu -deyim yerinde ise- nasıl bir şeref ve haysiyet meselesi olarak gördükleri, dil yoluyla kültürlerini kendi ülkelerinin dışına yaymaya çalıştıkları bilinmeyen bir husus değildir. Bu yolla hedeflen, menfaat çatışmasından ibâret olan milletlerarası mücâdelede, rakiplerin dayanma güçlerini, dirençlerini yok etmek, en azından zayıflatmaktır. Bugün, milletlerarası mücâdeleler savaş meydanlarından ziyâde, kültürel alanlara kaymış bulunmaktadır. Milletlerin kültürlerinin taşıyıcısı durumundaki dil, bu hususta son derece mühim bir rol oynamaktadır. Şâyet böyle değilse, meselâ İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve daha başkaları niçin hem Osmanlı döneminde ve hem de bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde kendi dilleriyle eğitim veren kuruluşlar açtılar, hâlen açıyorlar, açmak istiyorlar; açılmış olanları niçin sonuna kadar desteklemeğe çalışıyorlar?.. Türklerin kara kaşları, kara gözleri için mi?.. Yoksa, kendi emellerine hizmet edecek, şahsiyetleri –en azından- örselenmiş, “beyinleri kodlanmış mankurtlar” yetiştirmek için mi?.. Aynı şekilde, İngilizlerin, Fransızların ve Almanların, hâlen çıkarları bulunan bölgelere veya devletlere yönelik çalışmalarında, dillerini nasıl etkili bir silâh olarak kullanmaya çalıştıkları, öteden beri bilinmektedir. Osmanlı-Türk devletinin son dönemlerinde, büyük şehirlerin bir çoğunda açılıp faaliyete geçirilen yabancı okulların, devletin parçalanmasında birer “ajan yuvası” olarak oynadıkları menfî rol çok iyi bilinmektedir. Zâten bu sebeple değil midir ki, Ruslar, kendi kontrolleri altında bulunan Türk dünyâsında Rusça’yı hâkim kılmak için her türlü yola başvurmaktan  kaçınmamışlardır. Böylece Türk yurtlarının kültürel birliği parçalanmak, millî hisleri zayıflatılmak  ve karşılaşılacak mukâvemet etkisiz kılınmak istenmiştir. Maalesef, bugün bu yolda bir hayli mesâfe alındığı görülmektedir.

Geniş bir coğrafya düşününüz ki, parça parça edilmiş, kültürel ve etnik açıdan birbirinden pek de farklı olmayan insanlar Âzerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan … adlarıyla parça parça edilmiş, bunların her birine kril temelli farklı alfabeler uydurulmuş, bu sûretle yarım kimlikli, yarım ve kozmopolit kültürlü ayrı milletler ‘yaratma’ yoluna gidilmiştir. Kezâ, bu insanlar arasında sürekli menfaat çatışmaları çıkartılmış, küçük anlaşmazlıklar büyütülerek, aralarına nefret duyguları pompalanmaya çalışılmıştır. Bugün ayrı devletler olarak ortaya çıkan Türk cumhûriyetlerinin, biribirlerinin sıkıntılarını çözmek için birlikte harekete geçme, biribirlerini destekleme konusunda isteksiz davranmalarının temelinde, bizce bu parçalanmışlık ve Rus kültür emperyalizminin beyin törpüleyici tahrîbâtı yatmaktadır. Binâenaleyh, bizce, bu tahrîbâtın tâmiri, millî kültürün güçlendirilmesiyle millî şahsiyetin teşekkülü ve millî değerler etrâfında kenetlenmiş, modern mânâda bir millet oluşturulabilmesi için, sâdece Kırgızistan’da değil, bütün Türk dünyâsında millî dile hak ettiği ehemmiyetin mutlakâ verilmesi gerekir.

____________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, .... /33 (Ağustos 1999), s. 33-41.