Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-4                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

 

İKİ ŞÂİR VE BİR ŞEHİR: NÂBÎ’NİN VE FİKRET’İN İSTANBUL’U*

İki kıt’anın ve iki denizin birleşme noktasında yer alan ve târihi boyunca her zaman imparatorluklara pâyitahtlık eden İstanbul, coğrafî açıdan olduğu kadar, ilmî ve kültürel açıdan da yine her zaman câzibe merkezi olmuş; insanları bir mıknatıs gibi kendisine çekmiş ve bâzan şâirlerin gönlünde “bir gevher-i yek-pâre” olarak taht kurmuş; bâzan sevdâlısı olan insanlar “cennet-i a’lâ”nın onun “altında mı üstünde mi” olduğunu soracak kadar kendilerini bu câzibeye kaptırmışlar; bâzan Yahyâ Kemâl gibi bir şâirin gönlünde ve muhayyilesinde her semti bir gergef gibi işlenmiştir. İnsanları kendisine meftun etmesi bakımından dünyâda İstanbul gibi ikinci bir şehir bulmak her hâlde pek kolay olmasa gerekir. İşte bu yüzden, XVIII. asrın İstanbul âşığı ünlü şâir Nedîm:

“Bu şehr-i Sıtanbul ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır

......

İnsâf değildir anı dünyâya değişmek

Gülzârların cennete teşbîh etmek hatâdır

demek lüzûmunu hissetmiştir. Eserlerinde İstanbul’un güzellikleri dile getiren sanat erbâbının ismini sebt-i defter etmek bile uzun zaman alacak çalışmalar gerektireceği için, biz bu yazımızda, esas olara, birbirinden oldukça uzak dönemlerde yaşamış iki şâirin, XVII. asrın tanınmış şâirlerin-den Urfalı Yûsuf Nâbî ile son asrımızın ünlü şâiri Tevfik Fikret’in İstanbul’unu ele almak istiyoruz. Aşağıda görüleceği gibi, bu iki şâirin İstanbul’a bakışları hakîkaten birbirinden oldukça farklıdır ve bu farklılık, insanların, içinde yaşadıkları devrin şartlarından nasıl etkilendiklerini çok bâriz bir şekilde ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. Nâbî’nin ve Fikret’in yaşadıkları döneleri ana hatlarıyla gözden geçirmek bile, bu kişilerin İstanbul’a bakışlarının altında yatan hâlet-i rûhiyeyi en yalın şekliyle bize gösterecektir.

Yûsuf Nâbî, bir XVII. asır şâiridir (1642-1712)[1]. Eski çağlardan beri bir kültür merkezi olarak varlığını sürdüren peygamberler şehri Urfa’da doğmuş olan Nâbî, 25 yaşlarında imparatorluğun başkenti İstanbul’a gelmiştir. XVII. asır siyâsî, iktisâdî ve askerî açılardan Osmanlı devletinin son derece karışık olduğu gerçekten buhranlı bir asırdır. 1600’lerden îtibâren siyâsî istikrar hızla bozulmağa başlamış; devletin başında bulunan pâdişahlar iktidar dizginlerini saray kadınlarına veyâ ardı-arkası kesilmez entrikalarla rakiplerinin ayaklarını kaydırmağa çalışan devletlülere kaptırmışlar ve tahtlarında birer kukla durumuna düşmüşlerdir. I. Ahmed’i, I. Mustafa’yı, Genç Osman’ı ve âkıbetini çok iyi biliyoruz. Nâbî’nin yaşadığı dönem içerisinde, Sultan I. İbrâhim (1640-1648)’in önce tahttan indirilip bilâhare boğulduğunu, yerine geçen IV. Mehmed (1648-1687)’in avcılıktan başka bir şey bilmediğini, devlet işlerine hiç karışmadığını, fakat sonunda onun da hal’ edildiğini; II. Süleyman (1687-1691) ile II. Ahmed (1691-1695)’in dörder yıllık saltanat sürelerinde devlet işlerini düşünmek şöyle dursun, kavramağa bile fırsat bulamadıkla-rını; II. Mustafa (1695-1703) ile III. Ahmed (1703-1730)’in de âkıbet tahtlarını kaybetmekten kurtulamadıklarını; bütün bu olanların devlet çarkını işlemez hâle getirdiğini hatırlamak lâzımdır. Kezâ bütün bunlara, devlet dizginlerini kendilerine emânet edilen sadrâzamların sık sık azledilmelerini, sürgüne gönderilmelerini veyâ îdam olunmaları da eklemek gerekir.

Öte yandan, XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren bozulmağa başlayan ve XVII. yüzyılın ilk onlu yıllarında cemiyet hayâtında bir kâbusa dönüşen Celâlî Fetreti tavsamış olmakla birlikte, bütün bir yüz yıl boyunca cemiyeti derinden etkilemeğe devam etmiş; Anadolu’nun şurasında burasında patlak veren isyanlar sosyal huzûru bozmuş; bu kargaşa ortamından istifâde etmek isteyen Haydaroğlu, Katırcıoğlu, İşbir Ağa, Hasan Ağa... gibi Celâlî artıkları halkı soymağı sürdürmüşler; devletin, bu aksaklıkları ortadan kaldırmak için ciddî tedbirler almaması veyâ bulduğu çârelerin cidden sadra şifâ olamaması, insanları ümitsizliğe itmiş; bütün bunların üzerine tuzbiber ekercesine İstanbul’da meydâna gelen Yeniçerilerin sık sık kazan kaldırmaları cemiyette bıkkınlığa yol açan bir mızıkçılık hâlini alan istemezükçülükleri; devlet ricâlinin hizipçilik koridorlarında birbirlerinin kuyularını kazmağa çalışırken kaybolup gitmeleri; adâletin, eğitimin, ilim ve kültür hayâtının temsilcileri mevkiindeki ilim adamlarının ricâl-i devletten geri kalmayacak ölçüde bir çekişmenin içine yuvarlanmaları siste-mi işlemez hâle getirmişti. Bu arada, 1683 İkinci Viyana Kuşatması ve ardından gelen ric’atle başlayıp asrın sonuna kadar hızlı bir şekilde devam eden, XVIII. yüzyılda da devam edecek olan Osmanlı cezrini de unutmamak gerekir.

İşte Nâbî böyle bir yüzyılda yaşamıştır. Yukarıda ana hatlarıyla çerçevesi ve tablosu çizilen manzaranın, şâirimizin sanatkâr rûhunu incitip etkilememesi elbette düşünülemez. Nâbî’nin gazellerinin, mesnevî tarzındaki şiirlerinin ve hattâ kasîdelerinin üstün-körü tedkîki bile, bu etkiyi gözler önüne serecek niteliktedir. Onun şiirlerine hâkim olan gelecekten fazla bir şey beklemez insanların hâlet-i rûhiyesini aksettiren bedbin tavrını, pek muhtemeldir ki, söz konusu manzara da güçlendirmiş olsun. Nâbî’nin bir gazelinin matla’ını teşkil eden şu beyit, sanki böyle bir hâlet-i rûhiyenin ip-uçlarını verir gibidir:

Gülsitân-ı dehre geldik renk yok bû kalmamış

Sâye-endâz-ı kerem bir nahl-ı dil-cû kalmamış[2]

Devlet hizmetinden azlolunmanın insan rûhunda hâsıl ettiği yıkımı konu edinen bir kasîdedeki şu beyitte de, hiç arzûlamadığı hâlde, çâresizlik eseri kabûllenilen kadere rızâ ve tevekkül kendisini göstermektedir:

Gerçi kim kişver-i vîrâne-i kalbimde benim

Azl ü nasb eylemez icrâ-ı rüsûm-ı ahkâm[3]

Kezâ, aynı tavrı, şâirin çok tanınan bir gazelinin matla’ında da buluruz:

“Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rûzgârın görmüşüz[4]

Zaman zaman kendisini hissettiren bu bedbin tavra rağmen, Nâbî’nin her zaman kötümser olduğu, her zaman çevresine böyle ümitsizlikle baktığı, elbette ki, söylenemez. Yukarıda çerçevesi çizilen siyâsî, askerî ve içtimâî manzaranın pek iç açıcı olmamasına rağmen, onun yaşadığı dönem, Osmanlı devletinin yine de büyük bir devlet olduğu dönemdir. Devletin sınırları Kafkaslardan Mağrib’e, Balkanlardan Yemen’e uzanan geniş bir coğrafyayı içine almaktadır. Nâbî, mâruz kalınan mağlûbiyetlere, dâhilî ve hâricî sıkıntılara rağmen, hâlâ hatırı sayılır, kendisi hesâba katılır bir devletin başkentinde ikāmet etmektedir. Dolayısıyla, onun sanatkâr rûhu hâlâ yükseklerde uçar; coşkulu ve renkli dili, hâlâ ulvî duyguları, mânevî değerleri, beşerî neş’eleri terennüm eder. O, her şeye rağmen inandığı değerlerin gücüne ve sağlamlığına gönülden inanır; îmânından şüphe duymaz; sâhip olduğu mânevî değerlerin, mensup olduğu medeniyetin kıymet hükümlerinin, içinde yaşadığı cemiyetin mâruz kaldığı buhrânı atlatacak güçte olduğuna kâni’dir. Bu sebeple, aşağıda da görüleceği gibi, burada değerlendirmek istediğimiz Nâbî’nin İstanbul tavsîfi, başkentin şâşaasını, tantanasını, imparatorluk içindeki mevkiini ve fonksiyonunu dile getirirken, sanki XVI. asrın ihtişâmını terennüm eder gibidir. O kadar, gür, o kadar kendinden emin, o kadar kendisiyle barışık...

Oysa, XX. yüzyılın ilk onlu yıllarında ölen ünlü şâir Tevfik Fikret hiç de öyle değildir. Fikret, Nâbî’ye inat, ülkesinin ve milletinin sâhip olup inandığı bütün değerlere şüphe ile bakar; ölçü ve sınır tanımaz tenkitçi rûhu ve dili, son derece saldırgandır, kırıcıdır, tahrik ve tahrip edicidir. Fikret:

Yırtılır ey kitâb-ı köhne, yarın

Medfen-i fikr olan sahîfelerin.

Bunu kimden fakat ümîd edelim[5]

derken de:

“Ey hayâl-i celiyy-i irfânım,

Yine cûş etti hiss-i vicdânım,

Benim Allâh’ı istiyor cânım,

Gel seninle fezâya yükselelim.

Arş-ı Mevlâ’ya yükselelim! [6]

derken de îtidalden uzaktır. İfrat ile tefrit arasında gidip gelmekten kurtulamaz; vurur, kırar, yıkar; her şeyi, herkesi hırpalar. Bu çılgın mizaç, aşağıda ele alacağımız onun İstanbul’u, daha doğrusu İstanbul’un şahsında dönemin yönetimini yerden yere vurduğu Sis şiirinde de aynın kendini gösterir.

Hakkında şimdiye kadar çok şey yazılıp çizilen, burada sözünü ettiğimiz ifratla tefrit arasında gidip gelen mizâcıyla ilgili çok şey söylenen Tevfik Fikret’i uzun uzadıya tanıtmağa gerek yoktur[7]. Bizi burada ilgilendiren husus, onun bu saldırgan tavrını, bir günü diğerini tutmayan hırçın ve değer tanımaz mizâcını şekillendirip besleyen ortamdır. Kendisini milleti ve devleti kurtarma ve medenîleştirme misyonu ile fahrî olarak vazîfeli sayan Fikret’in içinde yaşadığı dönem, sıkıntıları ve problemleri îtibâriyle biraz daha kolay katlanılabilir, problemlerin çözülmesi ihtilâli ülkenin ufkunda biraz daha rahat görülebilir bir dönem olsaydı, esasta çabuk etkilenen hissî bir mizâcı olmasına rağmen, öyle sanıyoruz ki, o daha îtidalli davranabilir, daha az kırıcı ve daha az saldırgan olabilirdi. İnsanların yüz yüze geldikleri sıkıntılar ve çözmek zorunda kaldıkları problemler karşısında gösterdikleri tepkileri değerlendirirken, bir taraftan yetişip yaşadıkları ortamı ve bu ortamın tezâhürlerini hesâba katarken; diğer taraftan da bu ortamdan ve onun tezâhürlerinden mizaçlarının ne ölçüde etkilendiğini nazar-ı îtibâra almak, kendilerini anlamamız bakımından mutlakā gereklidir. Fikret içinde aynı şey vârittir. Pek de huzurlu bir çağda yaşamamakla birlikte, yine de îtidalli davranan, inkârla îmân arasında bir saat sarkacı gibi gidip gelen bir tutum sergilemekten uzak kalan; dahası kendisini içinde yaşadığı cemiyete yabancı hissetmeyen, onun değerleriyle barışık olan Nâbî’nin mûtedil tavrına karşılık, Fikret’in günden güne farklılık gösteren, bir gün inanıp, ikinci gün inkâra kalkışan; bir gün küfür ve reddedip, ikinci gün rücû’ eden,

“Hayır, hayır, sana râci’ değil bu tel’înât,

Bütün bu levm ü te’ellüm, bu ibtikā-yı hayât[8]

nâraları atan isyânkar kalemi, münhasıran içinde yaşadığı şartların ağırlığından muztarip olmasa gerektir.

Bununla birlikte, Fikret’in yaşadığı devir, Yûsuf Nâbî’nin yaşadığı devre nisbetle iki üç kat daha ağır problemlerle mâluldür. İmparatorluk, XVII. ve XVIII. asırlarda kendisini üzerinde bulduğu tereddî yolundan dönmeğe muvaffak olamamış, toprak ve îtibar kaybı XIX. asırda had safhaya ulaşmıştı. Devlet-i Aliyye, devlet-i ebed-müddet, varlığını sürdürebilmek, daha doğrusu ayakta kalabilmek ve topraklarını koruyabilmek için, başkalarının himmetlerine muhtaç duruma düşmüş; Avrupalı devletlerin fiilî himâyesini arar, bu devletler arasındaki muvâzeneden veyâ çıkar ilişkilerinden medet umar hâle gelmiş; Mısır’daki bir vâlîsinin karşısında bile tutunamaz olmuştu. Daha da mühimmi, devlet ve onun aslî insanları, sâhipleri kendilerine güvenlerini yitirmişler, kendilerini yüz yıllardır ayakta tutan doğrularından şüphelenmeğe başlamışlar ve yeni arayışlar içerisine girmişlerdi. İşte tam bu fikir ve îman kargaşası sırasında emperyalist Batı’da neşv ü nemâ bulan ve burada tafsîline gerek görülmeyen fikir cereyanları, arayış içerisindeki Osmanlı insanını, bilhassa münevver denilen zümreyi kalbinden, dimâğından ve gönlünden vurmağa başlamış; kendilerini farklı fikir hareketlerinin ortasında bulan bu insanlar, bunlar arasından yeni doğrular edinme gayretine girmişlerdi. Farklı tonlarda Batıcılar, farklı tonlarda milliyetçi ve müslümanlar ve farklı tonlarda Osmanlıcılar böyle bir karmaşa ortamının ürünü olarak boy göstermişlerdir. Artık, bu zümreler arasında şiddetini gün geçtikçe artıran fikir ve kültür çatışması, hızla bütün millete yayılma istîdâdındadır. Neredeyse bütün tarafların ittifak ettikleri ortak bir düşman da bulunmuştur: Yönetim ve Pâdişah!.. En müslümanından en milliyetçisine, en batıcısına kadar herkes aynı hedefe salvo ateşine girişmiştir. Âkif bile bu koronun gönüllü aktörlerinden birisi durumundadır. Ülkenin içerisinde bulunduğu bütün sıkıntıların kaynağında aynı düşman görülmekte; aşılması zarûrî görülen bütün yolların başının aynı düşman tarafından tutulduğu düşünülmektedir.

İşte Fikret böyle bir ortamda şiirleri yazmakta, böyle bir fikir ve zihin kargaşasının hâkim olduğu İstanbul’dan İstanbul’a bakmaktadır. Onun gözünde İstanbul, söz konusu ortak düşmanı temsil etmektedir. Sis, işte böyle bir hâlet-i rûhiyenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.

Buraya kadar kısaca gözden geçirilen zemin kontrolünden sonra, asıl konumuzu teşkil eden Nâbî’nin ve Fikret’in İstanbul’unu daha yakından tanıyabiliriz.

Nâbî’nin İstanbul’u, daha işin başında Fikret’in İstanbul’undan ayrılır. Nâbî, şiirine “Der-beyân-ı Şeref-i İstanbul” başlığını uygun görmüştür. Nâbî için İstanbul’un ancak şerefi söz konusu edilebilir. Fikret ise, onu sisler içinde tahayyül eder; karanlıkla özdeşleştirir.

Aslında Nâbî’nin şiiri, klâsik Osmanlı edebiyâtı içerisinde beğenilen ve övülmek istenen şehirlerin muhtelif vasıflarının tavsif edildiği şehrengizler kategorisine sokulabilir. Ancak, İstanbul’un vasıfları müstakil bir eser içinde değil, şâirin oğlu Ebü’l-Hayr Mehmed Çelebi için yazdığı bir çeşit nasihat-nâme niteliği taşıyan Hayriyye’si içerisinde dile getirilmektedir[9]. Hayriyye, Karahan’ın sözleriyle, “Sâdece dilinin mükemmelliği, üslûbunun akıcılığı, rahat ifâdesi, konusuna hâkimiyeti açısından değil, aynı zamanda nev’inde şâheser denmeğe lâyık örnek oluşturması, çağının erdemli ve başarılı insan tipini şekillendirmesi, bâzı meslekleri ve mensuplarını eleştirmesi, yeri ve yabancı muhitlerde tanınıp takdir görmesi bakımından da... yazıldığı tarihten günümüze kadar ilgi görmüş, beğenilmiş nâdir nasihat-nâmelerin başında yer almıştır.

“Sosyal ve didaktik karakterli özelliği, şâirinin bâzı temâyüllerini aksettirmesi, din duygusuna ve dinî vecîbeleri yerine getirmeye gösterilen özen îtibâriyle de Hayriyye, Klâsik Edebiyatımızın bir hayli seçkin ve müstesnâ misâllerinden biri olmak üstünlüğünü koruyabilmiştir.[10]

Biz burada, Hayriyye’nin bütünü ile değil, onun 75 beyitlik “Der-beyân-ı Şeref-i İstanbul” başlığını taşıyan kısmı ile ilgileniyoruz[11]. Fikret’in Sis’i ise 44 beyitlik müstakil bir şiirdir[12].

Nâbî için İstanbul, “İlm ile ma’rifete cây-ı kabûl” (=ilim ile mârifetin kabûl gördüğü) bir şehirdir. Bütün hünerler orada kazanılır; orada kimsenin sâhip olduğu bilgi zâyi olmaz; her şey karşılığını bulu; mevki ve makam sâhibi olmak isteyen, arzûsuna orada nâil olur; her türlü sanat ve meslek orada toplanmıştır; İstanbul’da o kadar çok ve çeşitli hünerler (meslekler) vardır ki, taşrada bunların isimlerini bile bilmek mümkün değildir; çeşitli işlerle ilgili en derin bilgiler orada edinilir. Himmet sâhiplerinin, kemâl erbâbının menba’ı; her sınıftan insanın beslenip yetiştiği yer orasıdır. İzzet ve şeref mertebelerine orada ulaşılır; başka yerlerde geçirilen ömür, boşa geçmiş demektir.

Hele hele güzellikleri... İstanbul’un güzellikleri târif edilmekte bitirilemez. Onun dünyâda bir benzeri yoktur:

Ne kadar âlemi devr itse sipihr

Bulmaz İstanbul’a benzer bir şehr[13]

Deniz gezintilerinin güzelliği, havasının latifliği, Boğaz’ın iki yakasına sıralanmış köylerin ve evlerin sergilediği manzaranın gönül okşayıcılığı, mîmârî eserlerinin insanı büyüleyici zarâfeti ile, kubbesi sekizinci gezeğene benzeyen Ayasofya’nın ihtişâmı ile İstanbul,

Pâye-i taht-ı selâtîn-i cihân

Hânedân-gâh-ı mülûk-ı devrân

Südde-i saltanat-ı Osmânî

Sürre-i memleket-i hâkânî[14]

Dir. O canlar bahşeden şehirde ne arzû edilse, hemen hâsıl olur; insanın aklına ne gelse, orada onun en iyisi bulunur. Orada beylerin, paşaların, efendilerin, çelebilerin en mümtazları mevcuttur. Askerî sınıfın, ulemâ zümresinin ve sipâhî takımının en seçkinleri, pâdişahla birlikte İstanbul’dadır. Bütün yetkililer burada toplanmış olduğu için, her müşkil burada hallolunur; her neye el uzatılmak istense, orada netîce alınır; insanlar ulaşmak istedikleri mevkilere, çalışıp çabaladıkları takdirde, yine burada mutlakā nâil olurlar.

Bütün bu vasıflandırmalar, Nâbî’nin İstanbul’u ne kadar sevdiğini göstermektedir. Ancak, bütün güzelliklerin yanında, ah bir de şu, İstanbul’u sık sık kavuran tâ’ûn illeti olmasaydı, havası mûtedil olsaydı, başka beldelere kim bakardı; cennet gibi bu güzel, böylesine gam giderici şehirden kim ayrılmak isterdi:

Olmasaydı maraz-ı gûnâgûn

Âh illâ o mübârek tâ’ûn

Kim çıkardı o behişt-âsâdan

Böyle ma’mûre-i gam-fersâdan

Yine de, bütün bunlara rağmen, istikbâl arayan, güzellikleri isteyen, kemâli arzûlayan insan İstanbul’a gelmelidir. Çünkü, ona hiç bir şehir denk olamaz; bütün hünerler, bütün bilgiler burada toplanmıştır. Başka şehirde “kim okur kim dinler”; taşranın bütün hüneri “akçe”dir, para kazanmaktan başka bir şey düşünülemez; taşrada zengin olmanın yolu ya ticâret, ya ziraat veyâ fâizcilik (ribâ)tir.

Nâbî, ilim ve irfan bakımından da taşra ile İstanbul’u mukāyese eder. Taşralılar için kullandığı ve kelimeler, onun taşralılara hiç de iyi gözle bakmadığını, hattâ onları küçümsediğini gösterir. Ona göre, bu devirde taşrada “ma’nifetden eser” bile kalmamış; mârifet ve ilim erbâbı ortadan çekilmiştir. Taşradakiler, şiiri ve nesri insanların birbirine sövüp sayması zannederler; onlarca güzel görülen söz sâdece Farsça’dır; biraz da Arapça vardır, fakat o da kar gibidir; ne sarfa ve ne nahve riâyet edildiği için kalıcı değildir, eriyip gider. Taşralılar nezâket ve fazîlet de bilmezler; onlar böbürlenme ve büyüklenme ile kendilerinden geçmişlerdir; rütbe ve mevkiden başka bir şey düşünmezler; fazîlete, mârifete ve ilme kıymet vermez olmuşlardır; artık tahsildar atlarına yaltaklanır duruma düşmüşlerdir.

Nâbî’ye göre, hikmetine bakın ki, Allâh taşradan ilmi kaldırmıştır; gereksiz ve haksız yere bu kadar büyüklenen taşralılar, bir de ilim ve irfan sâhibi olsalardı, halta dönüp de bakmazlardı; Allâh onları cehâlet zinciriyle bağlamamış olsaydı, kendilerini mutlakā kimse zaptedemezdi. Onların bütün bildikleri büyüklenmektir. Hâlbuki büyükler ülkenin idâre edildiği başkentte bulunurlar, ricâl-i devlet kibir nedir bilmezken, taşradaki sütü bozuklar kendilerini dev aynasında görürler; üstelik de devlet adını anarak şan ve şöhret satarlar; derecelerini, hadlerini ve mertebelerini bilmezler. Onların ne mal olduklarını ancak İstanbul’u görmüş olanlar anlarlar. Taşrada allâme-i cihân kesilenler, İstanbul’a gelip bir meclise girdiklerinde dut yemiş bülbül olurlar, dilleri tutulur, serseme dönerler; onların en meşhurları, İstanbul’un en alt seviyedeki âlimlerinin meclislerine bile iştirak edemezler; iştirak edenler ise, taşrada meclislerin baş köşesinde otururlarken, burada kapı eşiğinde bile yer bulamazlar; taşrada herkese tafra satanlar, kaş çatanlar, İstanbul’da kapıcılara bile eğilmek zorunda kalırlar.

Dolayısıyla, başka bir şehir hiç İstanbul’la mukāyese edilebilir mi? Hiç kendisine tâbi olunan, tâbi olanla bir tutulabilir mi? Tutulamaz!

Nâbî, eserini 1701 yılında Halep’te iken yazmıştır. Bu sebeple, İstanbul’dan sonra gönül verdiği tek şehir olarak sâdece Haleb’i zikreder. İstanbul’la mukāyesesi mümkün olmasa bile, insanların râhatı ve huzûru bakımından Halep’ten daha iyi bir şehir yoktur.

Nâbî’nin İstanbul’u ana hatlarıyla böyledir. Onun, Osmanlı başkentini bu vasflarla tavsif etmesi, gerçekten son derece yerinde ve anlaşılır bir husustur. Çünkü, devrin en önde gelen devletlerinden birisi olan imparatorluğun başkenti, devletin merkeziyetçi yönetim anlayışının tabiî bir netîcesi olarak, bütün yetkileri bünyesinde toplamıştır. Taşrada, merkezden habersiz, merkezin izni olmaksızın, en azından teorik olarak bir yaprağın hareketi bile imkânsızdır. Devlet nezdinde îtibarlı ilmî müesseseler de başkentte toplanmıştır. Bütün tâyin ve terfîlere, bütün “azl ü nasblara orada karar verilir. Yüzyıllarca İstanbul’un taşını-toprağını halkın gözünde altın eden, onun devlet katındaki işte bu mevkii olmalıdır.

Nâbî’nin eserini kaleme aldığı 1701’den Fikret’in Sis’ini yazdığı 1901 yılına gelinceye kadar aradan tam iki asır geçmiş; o her şeye hâkim görüntüsü veren imparatorluk tökezlemiş, iki yüz yıl boyunca gerileye gerileye kendi kabuğunda bile râhat edemez duruma düşmüş; çevreden üzerine saldıranları sâdece el yordamıyla savacak hâle gelmiştir. Nâbî’nin o şanlı-şerefli İstanbul’u, eski haşmetini kaybetmiştir; herkesin birbirinin aleyhinde entrikalar çevirdiği, iktidarların gidip geldiği, kafaların ve zihinlerin karmakarışık olduğu bir hengâmeyi yaşamaktadır.

Artık devlet ve ricâli, halkı ile kavgalıdır; münevverleri, halkın değerleriyle kavgalıdır. Fikret, bu kavga ortamında, onu sürdürenlerden biri durumundadır. Yukarıda da kısaca işâret olunduğu gibi, herkes ortak istibdâd düşmanına ve onun sürdürücüsüne karşı ağız birliği etmişcesine hücûma geçmiştir. Açıktan saldırı tehlikeli görüldüğü için,o istibdâdı ve sürdürücüsü mevkiinde bulunanları temsil ettiği düşünülen İstanbul’u, Nâbî gibi tavsif etmek artık imkânsızıdır. Fikret için, İstanbul’un “âfâkını bir dûd-ı mu’annid” sarmıştır; bu ‘inatçı duman’ öyle bir beyaz zulmet (zulmet-i beyzâ)tir ki, sürekli artmaktadır; onun baskısı altında her şey silinmiştir; her şey tozlu bir kesâfetten ibârettir.

Artık böyle bir manzara sergileyen İstanbul’u karşısına alıp yerden yere vurmak, hakāretler dizmek, Fikret için hiç de zor değildir. O, “sana lâyık bu derin sütre-i muzlim” (koyu, karanlık örtü) “ey sahn-ı mezâlim!” (ey zulümler meydânı) diye haykırırken, mest olur gibidir. Fikret için İstanbul, artık şâşaanın, tantananın mezârıdır; sevgileri bile kanlıdır, nefret doludur; şehir, mâvi Marmara’nın kucağında ölmüş gibi dalgın uyuyan zinde bir halk yığınından ibârettir. Fikret:

Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı musahhir

Ey bin kocadan artakalan bîve-i bâkir[15]

diye seslenirken, hakāretleriyle râhatlamaktadır. Bu kadar görmüş geçirmiş, bu kadar el değiştirmiş ve kullanılmış olmasına rağmen, İstanbul’un güzelliğinde hâlâ tâzeliğin sihri görülmekte, hâlâ kendisini seyredenlerin bakışları üzerine titremektedir. İstanbul, uzaktan kendisine bakanlara, süzgün mâvi gözleriyle pek mûnis görünür; oysa o ancak “en kirli kadınlar gibi mûnis”tir; çünkü üstünde coşan göz yaşlarının hepsine karşı hissizdir. Sanki daha kurulurken, bir hıyânet eli yapısına lânetin zehrini katmış gibidir, dolayısıyla lânetlidir. Zerrelerinde riyânın pisliği dalgalanır; içerisinde saffetin zerresi bulunmaz; her tarafını riyânın, hasedin kokuşmuşluğun pisliği kuşatmıştır.

Bu kadar pisliğe bulaşan bir şehrin, ortaya çıkması, arz-ı endâm etmesi mânâsızdır, utanmazlıktır. Onun için saklanmaktan başka çıkar yol yoktur. Fikret işte bu sebeple bağırır:

Örtün, evet ey hâile... örtün, evet ey şehr;

Örtün ve mü’ebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..”

Zamânın günahkâr kadını (fâcire-i dehr) İstanbul, debdebeleri, tantanaları, şanları ve alaylarıyla; kâtil kuleleri, kaleleri, zindanlı saraylarıyla da tahkîri hak eder. Zîrâ, bu sahte gösterişin dışında kalan ikinci bir İstanbul vardır ki, tam mânâsıyla sefil bir hayâtı yaşamaktadır. O, dişleri dökülmüş, sırıtan sıra sıra surlarıyla; kubbeleri, şanlı münâcaat yapıları, doğruluğun dile getirildiği minâreleriyle; çatıları çökmüş medreseleri ve mahkemeleriyle miâdını doldurmuş gibidir. Etrâftaki servilerin siyah gölgelerinde sığınılacak birer mahal bulmuş sabırlı dilencileriyle; “Geçmişlere rahmet!” diyen kabir levhalarıyla; türbeleriyle, sessiz ve sâkin yatarken bile insanları îkâza çalışan ecdâdın mezarlarıyla yüzünü geriye çevirmiştir.

Nâbî’nin, herkesin emeline kolayca eriştiği, her istîdâdın kadrinin bilindiği ve insanların yükselme arzûlarının tahakkuk ettiği yegâne yer olarak vasıflandırdığı zengin ve müreffeh İstanbul artık yoktur. Fikret’in İstanbul’unun eski sokakları balçık, çamur ve toz-toprak deryâsıdır; vîrâne evlerin duvarlarındaki her yarık bir vak’ayı sayıklar; kendi hâllerine terk edilen eskimiş meskenler, kapkara damlarıyla ayaklı birer mâtem sembolü gibidirler. Bu evlerin ocakları, yıllardır tütmeği unutmuş, her birisi bir leyleğe, bir çaylağa mesken olmuştur. Etrâfı, tabiatinin fazîleti ile her nîmete lâyık iken aç, âtıl ve hareketsiz kalan; her nîmeti, her fazîleti, kurtuluşa vesîle olan bütün sebepleri mânâsız bir tevekkülle gökten dilenen riyâkâr insanlar doldurmuştur. Konuşma şerefi ile diğer mahlûklardan ayrılan bu insanlardaki nankörlük tel’în edilmez mi?

Böyle bir İstanbul’da nâmus artık efsânelerin bataklığına gömülmüş bir hâtıra gibidir; ayak öpücüğü, ikbâlin kıblesi hâline gelmiştir. Her şahsa dokunulmazlık ve hürriyet öngören, herkese nefes alma imkânı veren kānun, bir efsâneden ibârettir. Hak, mahkemelerden sürekli sürülen muhal bir vaad, ebedî bir yalan hâline gelmiş; ağızlar, vicdanlara kadar uzanan tecessüsün kulağının kendisini dinlediği korkusuyla kilitlenmiş; millî şöhret, buğuz ve tahkîre uğramış; kılıç ve kalem iki siyâsî mahkûm durumuna düşmüştür.

Bütün bu ve benzeri olumsuzlukları sayıp döken Fikret, sonunda yine feryat ile susar:

“Örtün, evet, ey hâile... örtün, evet ey şehr;

Örtün ve mü’ebbed uyu, ey fâcire-i dehr!

Fikret’in İstanbul’unun temsil ettiği değerlerle, Nâbî’nin İstanbul’unun değerleri birbirinden ne kadar uzaktır! Nâbî’nin kendisi ve çevresiyle barışık mûtedil sesinin tasvir ettiği İstanbul’la Fikret’in çılgın kaleminin fâcire-i dehr (zamânın günahkâr kadını) terkîbiyle tavsif ettiği İstanbul, birbirine ne kadar zıttır!

Bu tezat, doğruları hiç bir noktasında benzeşmeyen iki ayrı rûhun tezâhürleridir. Fikret, artık mensûbu olduğu medeniyetten tamâmen ümîdini kesmiş bir bedbindir. Onu Âkif’le kavgaya tutuşturan da esâsen yine aynı bedbinlik, aynı fikir kumkumasıdır[16].

Bütün bunlara, yâni Fikret’in Sis’indeki karalamalara, küfürlere, hattâ bedbinliğe rağmen, aslında İstanbul öyle bir şehirdir ki, onun hakkında söylediklerine Fikret’in kendisinin de inanmadığı daha sonra ortaya çıkacaktır. Çünkü, Fikret İstanbul’u tel’în ederken, gerçekte devleti idâre edenleri tel’în etmekte, başka bir ifâde ile, İstanbul’un şahsında erkân-ı devlete ve bir bütün olarak sisteme hücûm etmektedir. Nitekim, Fikret’in sövgüsüne muhâtap olan ve istibdâd olarak nitelenen II. Abdülhamid yönetimi yıkılıp yerine II. Meşrûtiyet’in îlan edilmesiyle, Fikret yeniden canlanacak ve İstanbul’a yönelttiği bütün sövgüleri geri aldığı Rücû’unu yazacaktır[17]. Rücû’un ilk mısra’ları böyle bir duyguyu açıkça ortaya koymaktadır:

Hayır, hayır, sana râci’ değil bu tel’înât,

Bütün bu levm ü te’ellüm, bu ibtikâ-yı hayât

Hayât-ı milleti ta’zîb eden, muhakkar eden,

Çamurlayan ne kadar levs varsa hepsi birden

Kucaklamış, taşınmış bir muhîte âitti;

O mel’anet gecesinden uzaktayız şimdi.”

Fakat, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle ülkenin kurtulduğu-nu zanneden, ‘o mel’anet gecesinin çok uzaklarda kaldığını’ sanan Fikret ve Fikret gibi düşünenler, çok geçmeden gerçeğin hiç de bu kadar basit olmadığını görmüş olmalıdırlar...

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XV/100 (Ankara, Aralık 1995), s. 35-41.

[1] Nâbî hakkında derli toplu bilgi edinmek, eserleri ve edebî şahsiyeti hakkında kısaca bilgi sâhibi olabilmek için bkz. Abdülkadir Karahan, Nâbî, Türk Büyükleri Dizisi, 48, Ankara 1987.

[2] “Dünyâ gül-bahçesine geldik; renk yok, koku kalmamış; insana kerem gölgesi salan tek bir gönül çekici fidan kalmamış”.

[3] “Gerçi benim kalbimin viran ülkesinde azıl de, bir vazîfeye getirilme de hüküm sürmez (bir mânâ ifâde etmez); bir mevkie, bir makāma sâhip olmamla, ondan ayrılmam bende bir fark, bir değişiklik sebebi olmaz.

[4] “Dünyâ bahçesinin sonbaharını da, ilk baharını da görmüşüz; biz ferahlık ve sevinç zamânını da, üzüntü ve gam zamânını da görmüşüz.”

[5] “Ey köhne kitap! Senin fikirlere mezar olan sahifelerin yarın yırtılacaktır; fakat bu işi kim yapacak, bunu kimden bekleyelim?”

[6] “Ey irfânımın âşikâr olan hayâli! Yine vicdan hissim coştu; benim canım Allâh’ı istiyor; gel seninle gök yüzüne, Mevlâ’nın arşına yükselelim.”

[7] Hakkında pek çok eser yazılmış olmakla birlikte, bütün bunları burada sayıp dökmeğe gerek yoktur. Onun hakkında yazılanlar ve burada sözünü ettiğimiz tavır ile ilgili derli toplu bir fikir edinebilmek için bkz. Hikmet Tanyu, Tevfik Fikret ve Din, İrfan yay., Edebî Esereler Serisi, 2, İstanbul 1972.

[8] “Hayır, hayır, bu lânetlemeler, bu protestolar, bütün bu sövgü ve eseflenmeler, bu hayâtın .......sı sana yönelik değildir.”

[9] Hayriyye’nin muhtelif yazmaları ve baskıları bulunmakla birlikte, bunlar burada bizi ilgilendirmemektedir. Kolay ulaşılması açısından, İskender Pala tarafından hazırlanıp metin, sâdeleştirme ve açıklamalarla yayımlanan nüsha (İstanbul 1989) zikredilebilir.

[10] Bkz. Karahan, a.g.e., s. 33-34.

[11] Bu kısım, İ. Pala’nın yayımlamış bulunduğu Hayriyye’nin 67-77. sayfaları arasında görülebilir.

[12] Sis’in bir örneği için bkz. Tanyu, a.g.e., s. 44-46.

[13] “Güneş dünyâyı ne kadar dolaşırsa dolaşsın, İstanbul’a benzer ikinci bir şehir bulamaz.”

[14] “İstanbul, cihan sultanlarının pâyitahtı, zamânın meliklerinin, hânedânlarının ikâmetgâhıdır; Osmanlı saltanatının eşiği, hâkânın memleketinin göbeği, ortasıdır.”

[15] “Ey köhne Bizans, ey büyücü koca bunak! Ey bin kocayı eskitip yine de bâkire kalan dul!”

[16] Fikret yazdığı ve içerisinde bütün mukaddes değerleri tahkir ettiği Târîh-i Kadîm isimli şiiri yüzünden, Âkif’in tepkisiyle karşılaşmıştır. Târîh-i Kadîm’in yol açtığı tepkilerle ilgili olarak bkz. Tanyu, a.g.e., s. 88-104.

[17] Rücû’ başlığını taşıyan bu şiirin bir örneği için bkz. Tanyu, a.g.e., s. 55-56.