Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-5                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

 

ZİYÂ GÖKALP’İN ‘YENİ LİSÂN’I VE TÜRKÇENİN BUGÜNKÜ DURUMU*

Türkiye’de dil meselesi, yaklaşık yüz elli yıldan beri kanayan bir yara durumundadır. 1860’larda başlayan bu mâcerâ, aradan bu kadar uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, hâlâ mâkul ve mantıkî bir netîceye ulaşamamıştır; yakın bir gelecekte de böyle bir netîceye ulaşacağının emâresi gözükmemektedir. Bugün, Türkiye’de muhtelif kesimlerin, dille ilgili olarak farklı tercihlerinin olması ve bunların neredeyse hemen hemen tamâmının üzerinde anlaştıkları “asgar-ı müşterek”lerin, maalesef bulunmaması, meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Buna bir de dil cehâletinin yol açtığı umursamazlık ve vurdumduymazlık eklenirse, meselenin vahâmeti daha iyi anlaşılır. Biz de dâhil olmak üzere, bugün eli kalem tutan hemen herkesin, iki satır yazı yazmak istediğinde başvurduğu, çoğu zaman okurun veya başka yazarların kullanmak istemedikleri, kendine has bir kelime dağarcığı mevcuttur. Bu “kendine has”lık, eğer üslûb ve inşâ husûsunda olsaydı, bunu bir mesele olarak ele almaktan ziyâde, dilde ifâde zenginliğine ve renkliliğine hamleder; tenkit değil, teşvik edilmesi gerektiğini söylerdik.

Oysa durum tamâmen farklıdır. Kanaatimizce, bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Çünkü dil konusu, ele alınması gereken bir mesele olarak vaz’edildiği târihten başlamak üzere, bugüne kadar, bizce ideolojik bakış açılarının tasallutundan kurtulamamış; kültürel tercihlere göre yaklaşılan bir konu olmuştur. Dil meselesine, bugüne kadar kıyısından köşesinden müdâhil olan tarafları harekete geçiren en ehemmiyetli sâik, öyle görülüyor ki, ilmî endîşeler değil, bilakis müdâfaa olunan ideolojiler veya dünyâ görüşleridir. Türkiye’de, dil meselesinin bir medeniyet değiştirme (Batılılaşma da diyebiliriz) arzûsu ile aynı zamanda ortaya çıkmış olması, bunun en bâriz delîlidir. Bir medeniyet dâiresinden çıkıp başka bir medeniyet dâiresine girmek isteyenlerin, bu arzûnun önünde en büyük engel olarak mevcut kültürü gördükleri ve dolayısıyla bu kültürü bertaraf edebilmek için, onun fiilen taşıyıcısı durumundaki dile -üstelik keyfî bir şekilde- müdâhaleye kalkıştıkları rahatça ileri sürülebilir. Yakın târihimizin dille ilgili tartışmaları ve bu husûsta ileri sürülen görüşler anahatlarıyla gözden geçirildiğinde, bu fikrin basit bir iddiâ olmadığı kolayca görülebilir. Hakîkaten, bu mâcerâ, Tanzîmât döneminde milleti Batılılaştırma düşüncesinin bir parçası olarak başlamış ve bugüne kadar da öylece devâm etmiştir. Dile keyfî ve ekseriyetle hiç bir ilmî düstûra dayanmadan müdâhaleye kalkışanların mühim ve etkili bir kısmının hedefi, milleti, o sırada dünyâda revaçta bulunan Batı değerlerine göre terbiye edip yeni bir kalıba sokmak idi. Aynı hedef bugün de değişmiş olmadığı gibi, meseleyi bu şekilde vaz’etmek de bir “komplo teorisi” değildir.

1. Târihî Arka-plân

Yaygın olan aksine iddiâlara rağmen, başka bir açıdan Osmanlının Tazmînât’ını, “Batı karşısındaki mağlûbiyetin ve kompleksin açıkça îtirâfı” olarak yorumlamak da pekâlâ mümkündür. Teferruâtı burada bizi ilgilendirmeyen çok çeşitli sebepler yüzünden, Osmanlı devletinin XVI. yüzyılın sonlarından îtibâren başlayan tökezlemesi, XVII. ve XVIII. yüzyıl clarda da devâm etmiş ve XIX. yüzyıla gelindiğinde, düvel-i mu’azzamanın sürekli saldırıları ve baskıları altında bunalan Devlet-i Aliyye, kendi dışındaki devletlerin nazarında hasta adam durumuna düşmüş ve bir bakıma nefsine îtimâdını yitirmiş bulunuyordu. XVIII. yüzyılın ilk yarısında başlamakla birlikte, aynı yüzyılın sonlarına doğru hızlanan ve Sultan III. Selîm döneminde, deyim yerindeyse, dört nala kalkan ıslâhât gayretleri, aynı zamanda bünyesinde bu aşağılık duygusunu da barındırıyordu. Devletin Batı karşısında yüzyılı aşkın bir süredir sürekli gerilemekte olması, Osmanlı yöneticilerini arayışa sevk etmiş ve derin derin düşündürmeğe başlamıştı. İlk olarak, Batılı devletlerin ordularının teknik ve eğitim açısından Osmanlı ordusundan üstün olduğu görüldüğü için, Osmanlı yöneticileri öncelikle askerî nitelikli ıslâhâtlara giriştiler. Askerî sâhadaki ıslâhâtların tek başına yeterli olmadığı görülünce, bu defa gözler Osmanlı idârî ve siyâsî müesseselerine çevrildi; bilhassa II. Mahmûd döneminde, Osmanlı yönetim mekanizmaları ve idârî teşkilâtları ya yeniden düzenlendi veya yeni yeni müesseseler kuruldu. Ancak, bütün bu ıslâhât tedbirleri, cemiyeti doğrudan doğruya ilgilendirmiyor; münhasıran başkentte, yukarılarda, devletin üst kademelerinde ve idârî çevrede olup bitiyor, dolayısıyla tesirleri de sınırlı kalıyor, Devlet-i Aliyye’yi Batı karşısında arzûlanan yere getirmeğe yetmiyordu.

İşte Tanzîmât, böyle bir safhada devreye girdi. Osmanlı yöneticileri, îlân ettikleri Tanzîmât Fermânı ile, bir bakıma, o zamana kadar uygulamaya koydukları sınırlı tedbirlerle arzûladıkları hedeflere varamadıklarını îtirâf etmekte ve kendilerini Batılı doktorların ellerine bırakmakta idiler. Bunun mânâsı, devletin ve cemiyetin teşrih masasına yatırılması ve netîcede ortaya yepyeni bir devlet ve cemiyet çıkarılmak istenmesiydi. Binâenaleyh, uygulamaya konulacak tedbirler sâdece devletle sınırlı kalmamalı, cemiyetin bütün dokularını da derinden etkilemeliydi.

Dönemin Osmanlı aydınları ve idârecileri, yukarıda kısaca hulâsa olunan ıslâhât teşebbüslerinden sonra, tek çıkar yolun top-yekûn bir Batılılaşma olduğuna inanmağa başlamışlardı. Ancak, bilhassa Müslüman Osmanlı cemiyeti, Avrupa’yı hemen hemen hiç tanımıyordu. Bu sebeple, Avrupa ile temâsların daha da sıkılaştırılması; Batının siyâsî, idârî ve felsefî birikimi ve kültürel değerleri, şu veya bu şekilde, Osmanlı ülkesine aktarılmalı, cemiyet bu değerleri yakından tanımalı ve bunları göz önünde bulundurmak sûretiyle kendisine bir çeki-düzen vermeli, Avrupalılar gibi yaşamanın yollarını öğrenmeliydi. Kim bilir, Avrupalı devletler belki de ancak o zaman Osmanlı devletini dikkate ve aralarına alırlardı!

Vaziyetin hiç de böyle olmadığına dâir ortaya konulacak bir takım üst perdeden akademik yorumlar, manzarayı nasıl gösterirlerse göstersinler, girişilen ıslâhâtlarla ilgili olarak hangi haklı gerekçeleri ileri sürerlerse sürsünler, netîce îtibâriyle durum bu idi.

İşte dil meselesi böyle bir kargaşa iklîminde ortaya çıkmıştı. Çünkü, adına bugün ekseriyetle Osmanlıca denilen dönemin yazı Türkçesi, hakîkaten son derece ağır ve külfetli bir üslûb ile yazılıyordu. Aynı kültür dâiresinin ve inanç iklîminin mensûbu olmaları dolayısıyla, atalarımız daha IX. yüzyıldan başlamak üzere, asırlarca Arapça’dan ve Farsça’dan sâdece çok sayıda kelime almakla kalmamışlar, bu dillerin pek çok gramer kāidelerini de Türkçe’ye nakletmişlerdi. Osmanlı Türkçesi, yaygın bir şekilde bilhassa Arapça ve Farsça terkipler ile sayısız edatların ve “çoğul”ların istîlâsına uğramış bulunuyordu. O günün Türkçe’sinin mevcut yapısı ile Batıdan aktarılacak olan bilgilerin cemiyetin geniş tabakalarına ulaştırılması tabîî ki mümkün değildi. Zîrâ, halkın konuştuğu Türkçe ile ilim ve edebiyât çevrelerinin ve devlet kademelerinin kullandıkları dil arasında, cidden büyük bir uçurum vardı. Binâenaleyh, bilhassa yazı dili ile halkın konuştuğu dil arasındaki bu uçurumun vakit geçirilmeden kapatılması ve milletin yazılanı anlayabileceği bir yazı dilinin ortaya çıkarılması elzemdi. Burada Türkçe’nin o günkü durumunun târihî sebeplerini ve bu sebeplerin haklılık derecelerini tartışacak değiliz. Ancak, şunu hemen ifâde etmek gerekir ki, atalarımız, hem Arapça ve hem de Farsça’dan pek çok kelime almış olmalarına rağmen, büyük bir sağduyu ile hareket etmişler ve bir dilin belkemiğini oluşturan fiiller husûsunda aynı şeyi yapmamışlardı. Onlar, belki de insiyâkî olarak, bir başka dilden alınacak olan fiillerin, o dilin aslî yapısını bozmadan kullanılamayacağını bilmişler, görmüşlerdi. Dolayısıyla, başka dillerden sayısız kelime alınmış olmasına rağmen, Türkçe aslî yapısını ve grameriyle ilgili temel husûsiyetlerini muhâfaza etti; diğer bir deyişle, Türkçe olmaktan çıkmadı. Atalarımız eğer, Arapça’dan veya Farsça’dan kelimelerle birlikte fiiller de almış olsalardı, Tanzîmât döneminde de Cumhûriyet döneminde de ortada üzerinde çalışılacak veya hoyratça müdâhale edilecek bir dil bulunamayacaktı.

Osmanlı cemiyetinin tamâmının, XIX. yüzyılın gelişen ve küçülen dünyâsında neler olup bittiğini anlayabilmesi için, günün Türkçe’sinin ciddî ve ilmî bir şekilde ele alınması ihtiyâcının kendisini hissettirmesiyle birlikte, çok geçmeden konuyla ilgili farklı görüşler de ortaya çıkmağa başladı. Konu ilk önce Şinâsî, Ziyâ Paşa, Ali Suâvî ve Nâmık Kemâl gibi Tanzîmât dönemi edebiyâtının kurucuları olarak görülen şahsiyetler tarafından ele alındı. Bunlar Türkçe’nin sâdeleştirilmesi gerektiğine samîmiyetle inanmalarına rağmen, bu düşüncelerini -bâzı basit örnekler dışında- kendi eserlerinde ciddî bir şekilde uygulayamadılar. Onları tâkip eden Servet-i Fünûn’cular ve Fecr-i Âtî edebiyâtı mensupları ise, tam aksi bir yol tutturarak, Osmanlı Türkçesi’ni o devre kadar ulaşmış olduğu ağdalı yapısından da ileri götürdüler ve, deyim yerindeyse, yazılarında ve şiirlerinde kullanmak için sözlüklerden o zamana kadar hiç kullanılmamış kelimeleri bulup çıkarmağa çalıştılar. Sultan II. Abdulhamid’in saltanat döneminde Türkçe’nin durumu basında enine boyuna tartışılmasına rağmen, II. Meşrûtiyet dönemine kadar bu tartışmalardan sadra şifâ bir netîce alınamadı. Ancak, Türkçe’nin sâdeleştirilmesiyle ilgili düşünceler artık yeterince billurlaşmağa başlamıştı.

Teferruâtı bir kenâra bırakacak olursa, bu görüşler anahatlarıyla üç grupta mütâlaa edilebilir. Birinci görüş, mevcut yapının muhâfazasından yanaydı: Arapça, Farsça ve Türkçe’nin müştereken oluşturdukları mevcut yazı diline kat’iyyetle müdâhale edilmemesi gerekirdi. Çünkü, bu dilin mevcut düzeni bir kere bozulursa, bir daha önünü almak mümkün olmaz, Türkçe gitgide zayıflar, ifâde gücünü yitirir ve yetersiz bir dil hâline gelirdi. İkinci görüş ise, tam aksini müdâfaa ediyordu: Türkçe’ye girmiş bütün yabancı menşe’li kelimeler, bilhassa Arapça ve Farsça bütün unsurlar, hiç bir ayırım gözetilmeksizin derhâl atılmalıydı. Bu görüşü müdâfaa edenler, ileride tasfiyeciler olarak adlandırılacaklar ve Türkçe’nin tahrîbinde en büyük rolü bunlar oynayacaklardır. Üçüncü görüşün sâhipleri ise, Türkçe’nin sâdeleştirilmesi husûsunda mûtedil bir yol tâkip edilmesini istiyorlardı.[1] Bu son görüş, daha sonra, ilk sayısı 1911’de çıkacak olan Genç Kalemler dergisi etrâfında toplanan Ömer Seyfeddin, Ali Cânib ve Ziyâ Gökalp tarafından daha net bir şekilde müdâfaa olunacak ve dilin sâdeleştirilmesiyle ilgili vaz’edilen prensiplere uygun olarak yazılan eserlerle, ne yapılmak istendiği açıkça ortaya konulacaktır. Aynı görüşün, Türkçe’nin ilk lügatini hazırlayan ünlü dilci Şemseddin Sâmî tarafından da harâretle savunulduğunu belirtmek gerekir.

2. Yeni Lisân ve “Genç Kalemler”

Türkçe’nin sâdeleştirilmesiyle ilgili tartışmalara, Genç Kalemler dergisinin 29 Mart 1911 târihli 1. sayısında neşrolunan “Yeni Lisân” başlıklı yazısı ile yeni bir istikâmet kazandıran Ömer Seyfeddin, sâdeleştirmenin gereğine işâret ettikten sonra, yeni lisânı inşâ edebilmek için, Türkçe’de kullanılan bütün yabancı terkiplerin terk edilmesini, yabancı cem‘ (=çokluk) kāidelerinin artık hiç kullanılmamasını ve yazı dilinde, bilhassa İstanbul halkının konuşma dilinin temel alınmasını lüzûmlu görüyordu. İmparatorluğun hem siyâsî ve hem de kültürel bakımdan başkenti olan İstanbul’da halkın konuştuğu Türkçe, asırlarca işlenmiş ve güzelleşmişti. Bu sebeple, bu dilden ses ve söz alan Türkçe, en güzel, en işlenmiş, en temiz ve millî bir dil hâline gelecekti.[2] Ancak, yazı dilini millî bir dil hâline getirebilmek için aşırıya kaçılmamalı; Arapça’dan ve Farsça’dan Türkçe’ye geçmiş ve halk tarafından kullanılan kelimeler (ve hattâ halkın kullandığı bir takım edatlar, terkipler ve cem‘ kelimeler dahi) muhâfaza edilmeliydi; ölçü, kelimenin menşe’i değil, halk tarafından bilinip kullanılması olmalıydı.

Bu ilmî ve mantıkî ölçüler, bir süre sonra Ali Cânib ve Ziyâ Gökalp gibi Türkçüler tarafından da benimsendi ve müdâfaa olunmağa başlandı. Bunlar, dille ilgili yazılarında keyfî bir tasfiyeciliğin zararlarını uzun uzadıya dile getirmekten geri durmadılar. Bu aydınlardan bilhassa Ziyâ Gökalp, bir taraftan şiirleriyle, diğer taraftan Türkçülüğün Esâsları’nda ortaya koyduğu ve “Lisânî Türkçülük” etrâfında ileri sürdüğü görüşleriyle, Türkçe’nin her ilmin, her fennin, her tefekkürün kapısını açan millî bir dil hâline gelebilmesinin yollarını göstermeğe çalıştı. Gökalp’in, daha sonraları ibâdet (=namaz) dilini ve ezânı Türkçeleştirmeğe kalkışanlar tarafından kullanılacak olan, fikrî ve millî bakımdan faydasından ziyâde zararı dokunduğu bugün çok daha iyi anlaşılan bir takım sakat uygulamalara fikir kaynaklığı eden düşünceleri gibi, bu konuda ileri sürdüğü görüşlerin bir kısmını da, aşırı bir Osmanlı antipatisi ve bundan kaynaklanan bütün çıkış yollarını halkta arama, diğer bir deyişle hızlı popülizm tavrı dolayısıyla kabûl etmek mümkün olmasa bile, Türkçe’nin sâde ve sağlıklı bir dil hâline gelmesine mâtuf düşüncelerinin esâsını paylaşmamak mümkün değildir.

3. Gökalp ve Türk Dili

Ziyâ Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı meşhûr eserinin Türkçülüğün programının çizildiği İkinci Kısım’ın Birinci Mebhas’inde[3], ilk olarak Lisânî Türkçülük'ü ele alır. Bu başlık altında, bilhassa yazı dili ile konuşma dili; halk diline girmiş bulunan Arapça ve Farsça kelimeler; Türkçülerin ve fesâhatçilerin dile bakışları; sigalar, edatlar, terkipler; yeni Türkçe’nin ‘harslaştırılması ve tezhîbi’ üzerinde ayrı ayrı durur ve bilhassa yeni Türkçe’nin kültür dili hâline getirilmesi meselesini inceler; bilâhare maddeler hâlinde Lisânî Türçülüğün Umdeleri’ni (s. 130-132) 11 madde hâlinde sıralar. Gökalp, bu umdeler cümlesinden olmak üzere, Türkçe’nin her konuda bütün mefhûmları ve fikirleri ifâde edebilecek vasıflara sâhip, medenî ve ileri bir kültür ve ilim dili hâline gelebilmesi için, ‘Osmanlı dilinin’ bütünüyle bir tarafa bırakılmasını[4] ve yeni yazı dilinin asıl malzemesinin halk edebiyâtının ürünlerinden seçilmesini; yeni yazı dilinin İstanbul halkının, bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazılmasını; halk dilinde karşılığı bulunan Arapça ve Farsça kelimelerin bütünüyle atılmasını, ancak tam karşılıkları bulunmayan, küçük de olsa bir nüans taşıyan Arapça ve Farsça kelimelerin mutlakâ muhâfazasını; Arapça’dan ve Farsça’dan Türkçe’ye geçen, fakat halk tarafından farklı (galat) telaffuz olunan kelimelerin orijinal şekillerinin değil, halkın telaffuz ettiği şekillerinin yazı dilinde kullanılmasını; yerlerini yeni kelimeler aldığı için, terim nitelikli kelimeler hâriç Türkçe menşe’li de olsa unutulmuş eski Türkçe kelimelerin diriltilmesine çalışılmamasını; terimlere ihtiyaç duyulduğunda, başka dillere mürâcaat olunmak yerine, bunların mutlakâ Türkçe’nin kendi gramer kāidelerine göre îcat edilmesini; yeni dilde öncelikle Arapça’nın ve Farsça’nın bütün gramer kāidelerinin ayıklanmasını; halkın bilip kullandığı bütün kelimelerin menşe’lerine bakılmadan dilde muhâfaza edilmesini ve bunların kat’iyyetle Türkçe sayılmasını; yeni dile esas alınan İstanbul Türkçesi’nin ses, şekil ve kelime husûsiyetlerinin bozulmaması için, Türkçe’nin diğer lehçelerinden kesinlikle kelime ve gramer kāidesi alınmamasını, ancak İstanbul Türkçesi’nin menfaatine netîceler elde edebilmek için bu lehçelerin ciddî bir sûrette tedkîkini gerekli görüyordu. Ona göre, “kelimeler, delâlet ettikleri mânâların târifleri değil, işâretleri” oldukları için, türetildikleri köklere takılıp kalınmamalıdır; çünkü, bunların “mânâları iştikaklarını bilmekle anlaşılmaz.”

Gökalp, bu fikirlerini, yazdığı bir takım şiirlerde de dile getirmekten geri kalmadı. Nitekim, Yeni Hayât (İstanbul 1918) adlı kitâbında yer alan “Lisân” başlıklı şiir, yukarıda kısaca hulâsa olunan fikirlerinin manzûm ifâdesinden ibârettir. Bu şiirde yer alan “İstanbul konuşması / En sâf, en ince bize”; yâhut “Lisânda sayılır öz / Herkesin bildiği söz” veya “Uydurma söz yapmayız / Yapma yola sapmayız / Türkçeleşmiş Türkçe’dir / Eski köke tapmayız” gibi mısralar, Gökalp’in yeni dilin oluşturulup zenginleştirilmesi esnâsında göz önünde bulundurulmasını gerekli gördüğü düsturları ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Türkçe’nin 1920’lere kadar süren bu çerçevedeki sâdeleşme mâcerâsına bakıldığında, tasfiyecilerin bütün gayretlerine veya klâsik Osmanlıca’nın muhâfaza edilmesini gerekli görenlerin cılız direnmelerine rağmen, bu işin bu târihlerde artık tamamlanmış olduğu görülür. Bu târihten sonraki müdâhaleleri ise, sâdeleştirmekten ziyâde, Türkçe’yi içinde beslendiği millî ve mânevî kültürümüzün temel değerlerinden tecrit ederek, onun ruh dünyâsına Batılı değerleri aktarmağa yönelik bir tâhrip olarak görmemek için hiç bir sebep yoktur. Çünkü, bu târihlerden îtibâren bilhassa edebiyât dilinin bundan böyle tabîî hâline bırakılması gerekiyordu. Zîrâ, sâdeleşmiş yeni yapısıyla Türkçe’, artık Reşat Nuri, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Halide Edip, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi yazar ve şâirlerin elinde rahatça güzel, sâde ve akıcı eserler verebilecek bir kıvâma ulaşmış bulunuyordu. Bu güzel Türkçe’nin başına gelen asıl büyük felâket, 1930’lu yıllardan başlamak üzere, daha sonraki dönemde vukû’ bulacak ve hoyratça müdâhaleler dilimizin bugünkü perîşan hâline zemîn hazırlayacaktır.

4. Dilde Tasfiye ve Tahrip Salgını

Arı dilcilik adına Türkçe’ye en büyük darbenin vurulduğu dönem, yukarıda da ifâde edildiği üzere, 1930’lu yıllarda başlar. Bilindiği üzere, 1932’de Dil İnkılâbı gerçekleştirilmişti. Bu inkılâbın gâyesi, sonradan 1938 târihli Türk Dili Bülteni (sayı 3, s. 31-32)’nde “Türkçe’mizi, muâsır medeniyetimizin önümüze koyduğu bütün ihtiyaçları karşılayacak bir mükemmelliğe erdirmek”; “Türk dilini fakirleştirmek değil, zenginleştirmek, ilkel basitliğe götürmek değil, en geniş kültür mefhumlarına erdirmek” olduğu belirtilmektedir. Oysa, 1936’ya kadar, bir süreden beri devâm eden “inkılâpçılık” mâcerâsından ve Türk milletini geri bıraktığı iddiâ edilen millî ve mânevî değerlerden uzaklaştırmağa yönelik top-yekûn Batılılaşma sevdâsından alınan hızla arı Türkçeciliğin en aşırısı denenmiş; bu husûstaki hırslar aklı ve sağduyuyu bir kenâra ittiği için, dünyânın hiç bir yerinde, hiç bir zaman, hiç bir medeniyet ve kültür dilinin bütünüyle arı olmadığı dikkate alınmamış; ülke yönetiminin en üst makâmlarının da iştirâkiyle, tâbir câizce, tipik bir kuş dili icâdına kalkışılmış; târihin mezârlığında girişilen hafriyat çalışmaları netîcesinde elde edilen arkaik Türkçe kelimelerle bu dilin kelime hazînesi oluşturulmağa çalışılmıştı.

Nitekim bu çalışmaların içerisinde bir süre bizzat Atatürk de yer almıştı. Onun, 1936’dan önce bir süre bizzat denediği öztürkçe veya arı dil hareketinin bir “çıkmaz yol” olduğunu gördükten sonra, bu târihten îtibâren bu çıkmaz yolu terk ettiğini, kendisinin en yakınlarında bulunanlardan Falih Rıfkı Atay, 3 Ocak 1954 târihli Dünya Gazetesi’nde şu cümlelerle belirtir:

Türkçe’yi ne kadar özleştirebiliriz? Atatürk bunu denemeğe karar verdi. Şimdi hiç birimizin mânâsını bilmediğimiz baysal utku, onun resmî bir nutkunda kullanılmıştır. Bir gün beni yanına çekip:

- Çocuk, ç ı k m a z a g i r m i ş i z d i r. Dili bu çıkmazda bırakamayız. T a b i î y o l a gireceğiz, demişti.

Özleşme denemesi de orada durdu idi. [5]

Oysa, gerçekte söz konusu deneme orada durmamıştı. Bu defa başka bir arayış içine girilecek, ifrattan tefrite dönülecek ve gûyâ Türkçe’nin istikbâlini kurtarmak adına, netîce îtibâriyle, dünyâdaki bütün dillerin Türkçe’den türediği inancına dayanan gülünç bir iddiâ, Güneş-Dil Teorisi, devreye girecektir. 1936’dan 1938’e, yâni Atatürk’ün ölümüne kadar, dil konusunda revaçta bulunan ve herkesin var-gücüyle isbâta çalıştığı nazariye budur; Türk Dili Belleten’lerinin bu târihler arasında yayımlanan sayılarında âdet, dakîka, derece, fark, hacim, hâl, hatâ, hesap, huzme, hüküm, ifâde, ihtâr, ilim, meselâ, işâret, kuvvet, mâden ... gibi bir çok kelimenin aslen Türkçe menşe’li olduğuna dâir sayısız yazı çıkarılmıştı.[6] Dönemin eli kalem tutanlarının zihniyeti, Türkçeleşmiş Türkçe’dir! anlayışına bütünüyle kapalıydı. Oysa, yukarıdaki kelimelerin aslen Arapça olduğu çok iyi biliniyordu; fakat Arapça olsalar bile, bu kelimeleri artık Türkçe’nin malı saymak, dönemin devrimbazlığına yakışmıyordu! Bütün irâdemizle ve îmânımızla kendisinden uzaklaşmağa çalıştığımız İslâm medeniyeti ve kültürünün müşterek kelimelerini, söz konusu bağı koruyarak kabûllenmek nasıl mümkün olurdu! Bunları, milletin fertlerinin tamâmı biliyormuş, mânâlarını anlıyormuş, kimin umurunda idi!

1938’den sonra, devrimcilik ve Türkçe’yi devirme çabaları daha da hız kazandı. Artık, ortada Atatürk gibi, yapılanın yanlış olduğunu anladığında, geri dönecek, geri dönülmesini isteyecek bir otorite de yoktu! Meydan ve yüksek mevki’ler, artık kraldan da kralcılar tarafından tutulmuştu. Bu kraldan da kralcılar, bir süre sonra yönlerini ve yollarını daha da net çizmeğe başladılar. Arada bir Tahsin Banguoğlu gibi Türkçe’yi gerçekten seven Millî Eğitim bakanlarının çıkması da, bunları yollarından döndüremeyecekti. Bu yol, sonraki yıllarda hızla sollaşmıştı. Bu olda, ilmin, aklın, mantığın, akl-ı selîmin, dil sevgisinin ve zevkinin yeri yoktur. Dilin güzelliklere ve asîl duygulara kapılarını açması ne demektir? Dilde asâlet ne demektir? Bu kraldan da kralcıların düstûrunu, mürebbîleri Nâzım Hikmet, dolambaçlı yollardan değil, açıkça ifâde etmişti: “Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile!”

Atatürk hayatta iken, onun arzûsu istikâmetinde günde kırk takla atmağa müheyyâ olanlar ve “onun en yakın adamları tarafından Türkçe’ye vurulan darbeler ve yapılan çirkinlikler artık inkılâbın en ateşli insanlarının bile zevklerine” batacak duruma gelmişti. Bunlardan F. Rıfkı Atay, âdetâ isyân ediyordu:

Nedir bu devrik cümle? Nasıl bir memlekettir o ki târihçisi, İstanbul’u Fâtih Sultan Mehmed aldı, der, romancısı, Aldı İstanbul’u Fâtih diye yazar.

“Nasıl bir Millî Eğitim’dir ki bu anarşinin okullara ve Türkçe derslerine sokulmasına izin verir.

Ne demek bölgesel? Niçin duygusal? İlle Arap nisbet “î”sine bu yüzde yüz uydurma kalıbı karşılık almak istiyoruz?”[7]

Aynı Atay, daha sonra aynı duygularını bir çâresizlik ifâdesiyle, “Türkçe’yi sala bindirdik, sele verdik!” diyerek dışa vurmak zorunda kalacaktır. Falih Rıfkı, Türkçe’nin bugünkü durumunu görseydi, kim bilir nasıl feryat ederdi.

Neyse... Biz, tekrâr yukarıda niteliğini belirtmeğe çalıştığımız kraldan da kralcıların yoluna ve dâvâsına dönelim.

Bu yolda ilmin, aklın, mantığın, akl-ı selîmin, dil sevgisinin ve zevkinin yeri yoktur, demiştik. Evet, bu yol artık politik bir sol yol hâline gelmişti. Merhûm N. Sâmi Banarlı’nın uzun yıllar önce söylediği gibi, “Türkiye’de dil dâvâsı apaçık bir politika dâvâsıdır. Hele şimdi daha çok meydâna çıkmıştır ki bu dâvâ, üstelik bir sol politika dâvâsıdır.[8] Nitekim, 1938’den sonra, Türkçe’nin arılaştırılması meselesi, bütünüyle sol çevrelerin inhisârına geçmiş ve bunun için her fırsatı kullanmağa, üstelik bıkıp usanmadan kullanmağa çalışanlar, her zaman bu sol çevreler olmuştur.

Hâlbuki, bir dilin özleştirilmesi, arılaştırılması meselesi, işin gerçeğine bakılacak olursa, milliyetçi bir meseledir; diğer bir deyişle, bu düşünceyi ısrarlı bir şekilde işlemesi gerekenler milliyetçilerdir. Esâsen 1910’lu yıllara gider, Türkçe’nin sâdeleştirilmesi konusu üzerinde en çok duran, bu husûsta ciddî ve ilmî fikirler ortaya atanların çevresinde kümelendikleri Genç Kalemler’i hatırlarsak, vaziyet daha aydınlanmış olur. Genç Kalemler’in yazarlarının hemen hepsi millîci, Türkçüdür. Oysa, 1938’den sonra aynı meseleyi ele alanlar ve bu husûsta olanca güçleriyle çalışanlar, hemen tamâmiyle milliyetçi olmayanlardır. Bu da, bu çevrelerin çabalarının kesinlikle Türkçe’nin ve Türk kültürünün hayrına olmadığı mânâsına gelir; bütün maksat, Türkçe’yi, içinde beslenip geliştiği, sayısız kelimeler aldığı ve ifâde gücünün âzamîsini oradan kazandığı müşterek İslâm kültürü dâiresinin mefhûmlarından uzaklaştırmaktır! Uydurmacılığın veya bunu müdâfaa edenlerin ifâdeleriyle öztürkçeciliğin, dil ve estetik zevkimizi hırpalamasını hoş görmememiz mümkün olmamakla birlikte, bu uydurmacılığı ve öztürkçeciliği şiddetle reddedişimizin asıl sebebi işte bu noktada düğümlenmektedir.

5. Türkçe Karşısındaki Bugünkü Tavırlar

Yıllar süren uzun ve sistemli tahrip çalışmalarının netîcesi olarak, bugün Türkçe’nin tabîî bir şekilde gelişip sâdeleşmesini müdâfaa edenlerin dirençlerinin ehemmiyetli ölçüde kırıldığı görülmektedir. Ne yazık ki, bu tahrip çalışmalarının içerisinde yıllar boyu bizzat devlet ve onun TRT’si de yer almış; ayrıca, yegâne misyonu zâten ‘Müslüman Türk kültürü’nü mümkün olduğu kadar bozmak, yıkmak ve yok etmek olan bir kısım gazete ve dergiler de devletten geri kalmamışlar; her gün kulaklara defalarca fısıldanan uyduruk-kaydırık sözcüklere karşı gösterilen tepkiler bu yolla yumuşatılmış; “bir insana kırk gün deli dense, deli olur” deyişine uygun olarak, bu tekrarlar millî zevkimizi delirtmiş ve böylece önceden gösterilen tepkiler bugün görülmez hâle gelmiştir. Nitekim, hayâtları boyunca uydurmacılığa karşı kalemleriyle savaş veren merhûm Nihad Sâmi Banarlı ve Faruk Kadri Timurtaş gibi Türkçe’nin sevdâlılarını; onlardan geri kalmayan Necmettin Hacıeminoğlu gibi dilimizin kalem erlerini, maalesef, bugün artık göremiyoruz. 1980’lı yıllarda bir ara zamanın Tercüman gazetesinin yürüttüğü Yaşayan Türkçe’yi ikāme etmeğe mâtuf kampanyalara benzer teşebbüsler de artık görülmemektedir. Bugün bir bütün olarak medya denen “şeytanın avukatı”nın dil ve üslûbunu; kime hizmet ettikleri belli olmayan yazılı ve boyalı basının Türkçe’sini; hattâ Türkçe’nin tahrîbine gönüllerinin râzı olmayacağını düşündüğümüz kalem sâhiplerinin dillerini şöyle bir gözden geçirdiğimizde, Gökalp ve arkadaşlarının inşâ etmeyi ve görmeyi arzûladıkları yeni lisânın ‘ahvâl-i pür-melâli’ni açıkça görürüz. Bir tarafta vurdumduymazlık, bir tarafta gaflet ve cehâlet, bir tarafta ihânetin en püsküllüsü el ele vermiş Türkçe’nin istikbâlini karartmak için gayret sarf etmektedir.

Bugün Türkçe karşısında takınılan tavırları, kısaca beş grupta toplamak mümkündür:

1- Başından beri Türkçe’nin ve rûhunu İslâm’ın yoğurduğu Türk kültürünün onulmaz hasmı olan, ne yapıp yapıp Türkçe’yi bu kültür iklîminin mefhûmlarından arındırmayı kendilerine misyon edinen, akılları estikçe kelime uydurmaktan zevk alan sol çevrelerin tavırları.

Bunların tavırlarını değiştirmenin imkânı yoktur. Çünkü, dil konusunda bunlar en şuurlu olarak hareket edenlerdir; ne yaptıklarını çok iyi bilirler; hareketleri öyle söz olsun kabîlinden değildir. Bunların yıllar boyu sürdürdükleri çabalar netîcesinde, bugün sun’î bir yazı dili teşekkül etmiştir. Yıllarca “Yeni Lisân” mücâdelesi verenlerin savundukları görüş, Osmanlı dönemi Türkçesi’nin cemiyetten kopuk, diğer bir deyişle, Osmanlı yazı dilinin çok külfetli ve anlaşılması zor bir dil olduğu idi. Bu görüş son derece yerinde olduğu için, dil karşısında mâkul oldukları ve art-niyetle hareket etmediklerine hitâb ettikleri çevreleri inandırdıkları sürece, Türkçe’nin sâdeleştirilmesini müdâfaa edenlerin mücâdeleleri fazla tereddüt edilmeden geniş çevrelerin desteğini gördü. Bu yüzden, Türkçe’nin sâdeleştirilmesi meselesi, 1920’lerde hemen hemen hedefine ulaşacak hâle gelmişti. Fakat, önceleri ekseriyeti Batıcı olan tasfiyecilerin yürüttükleri dili budama faaliyetinin, bilâhare sol çevreler tarafından üstlenilmesiyle, 1920’lerde ulaşılan hedef saptırılmağa başlandı ve zamanla uydurma ağırlıklı yeni bir yazı dili meydâna geldi. Anlaşılması zor olan Osmanlı dönemi yazı dilinin yerini alan bu dilin, bugün cemiyetin geniş kesimlerince çok daha kolay anlaşıldığı iddiâ edilemez. Binâenaleyh, dil konusunda mûtedil yola, diğer bir deyişle yaşayan Türkçe’ye bile bile iltifât edilmemiş, ifrattan tefrite kayılmış ve yeni sun’î dille yazanlar, cemiyet tarafından anlaşılmamalarını -daha doğrusu anlaşılamamalarını- kendilerinin derin bilgi ve tefekkürlerine, halkın kendilerini anlayamayacak kadar câhil oluşuna bağlamışlardır! Bugün, fikrî kapasitesi son derece sığ olanlar ve söyleyeceği şeyler sloganlardan öte geçemeyenler, bu yeni sun’î dille yazarak, söz konusu açıklarını kapatmanın yolunu aramakta; anlaşılamamanın dayanılmaz rehâveti içinde aydın ve entel pozlarına bürünmekte ve böylece kendilerinde Türk milletini adam etme misyonu görmektedirler. Türkçe’nin onulmaz düşmanı durumundaki bu çevrelerin inanç, tefekkür ve kültür dünyâlarına göz attığınızda, mayasını İslâm’ın yoğurduğu Türk ve İslâm medeniyetinin inanç, tefekkür ve kültür dünyâsından bütünüyle farklı olduğunu; bu dünyâya karşı âşikâr bir nefret içinde bulunduklarını ve bu nefreti de her fırsatta izhâr etmekten çekinmediklerini görürsünüz. Esâsen mûtedil Türkçe’yi bozma gayretleri de işte bu nefretten kaynaklanmaktadır. Bunlar, yaşadığımız târihten, kelimenin gerçek mânâsıyla, utanmaktadırlar!

2- Son yıllarda gittikçe artan bir şekilde uydurmacılık hastalığına tutulan ve belki de kendilerini ilericilik ve çağdaşlıkla tavsîf eden birinci grupta yer alanlara şirin gözükmek için, neredeyse onlarla üslûptaşlığa soyunan, onlarla aynı kelime dağarcığına sâhip olan sözde İslâmcıların tavırları.

Bu grupta yer alanları, kelimenin gerçek mânâsıyla “saf” olarak tavsîf etmek pekâlâ mümkündür. Bunların bir kısmı, uzun yıllar birinci grupta yer alanlar tarafından horlanmanın verdiği aşağılık duygusuyla davranmakta, ‘onların kullandıkları kelimeleri ve üslûbu kullanırsam acabâ adam yerine konur muyum’ vesveseyle hareket etmekte; bir kısmı ise, birinci grupta yer alırken ihtidâ edip saf değiştirdiği hâlde, yukarıda muhtevâsı belirtilen yeni sun’î dilden başkasını bilmediği, deyim yerindeyse, ömrü boyunca kuş olarak sâdece kargayı tanıdığı için, Türkçe’nin bir kısım Batılı dilcileri bile hayran bırakan güzel yapısından bîhaber bulunmakta, bu sebeple de eski üslûbunu ayniyle devâm ettirmektedir. Bu grupta yer alanlar, kendilerine misyon olarak İslâm’ı müdâfaayı, bir bakıma mücâhidliği biçtikleri hâlde, iddiâlarıyla tezâda düşercesine, savundukları dünyâ görüşünü ortadan kaldırmak için and içmiş bulunanlarla aynı dilden konuşmaktadırlar. Bu çevrelerin bilhassa yabancı dillerden Türkçe’ye aktardıkları İslâm’la ve İslâm dünyâsı ile ilgili muhtelif konuların işlendiği eserlerin dil açısından tedkîki, durumun vehâmetini göstermesi bakımından fevkalâde üzüntü verici netîceler ortaya koyacaktır. Bu tür kimseleri isim isim zikretmemiz mümkün olmakla birlikte, hedefimiz doğrudan kişiler olmadığı için, böyle bir yolu tercîh etmiyoruz; bilakis onlara acıyoruz.

3- Dilin ehemmiyetini takdîr etmeyen veya etse bile kendisini böyle bir dil tartışmasının ortasına atmağı gereksiz gören; belki de “şu tarafın” veya “bu tarafın adımı” olmakla ithâm edileceği endîşesi ile dil ve üslûp husûsunda “nalına da mıhına da vuran”; hem uydurma kelimeleri ve hem de diğerlerini kullanan dil zevksizlerinin tavırları.

Bu grupta yer alan insanların bir kısmı, istedikleri takdirde güzel Türkçe’yi de pekâlâ ve güzel bir şekilde kullanabilecek bilgi ve zevk birikimine sâhip oldukları hâlde, güzel Türkçe kullanmayı kendileri için bir dert edinmediklerinden, bu husûsta tâbir câizce arasatta dolaşmaktadırlar. Bu tavra, yerine göre mâkul gibi gözüken mâzeretler de bulunabilmektedir. Ne olacak yâni... Târihî yerine tarihsel, ilmî yerine bilimsel, hayvânî yerine hayvansal, cinsî yerine cinsel, rûhî yerine ruhsal, dînî yerine dinsel; bölgesel, kırsal, parasal, görsel, ...sel, ...sel, ...sel; izâfî yerine görece, istidlal yerine çıkarsama, üslûb ve ifâde tarzı yerine söylem, kābiliyet yerine yetenek, ehemmiyet yerine önem, îtinâ yerine özen, şuur yerine bilinç, vicdân yerine bulunç; mücâdele yerine savaşım, uğraşı; idrâk yerine algılama, esrârengiz yerine gizil, ... desem ne çıkar, denilebilmektedir. Kullanılacak kelime tercîhinde seçmeci bir tavırları bulunmadığı için, bu grupta yer alan insanlar, bilhassa birinci grupta yer alanlar tarafından uydurulan “sözcük”leri çok daha kolay bir şekilde benimseyebilmektedirler; bu durum, yakın târihimiz boyunca ekseriyetle şeytanın avukatlığını yapan medya adlı şer cephesinin propaganda salvosunu da hesâba katarsak, uydurulmuş “sözcük”lerin hızla yayılmasına imkân sağlamaktadır. Bu grupta yer alan eli kalem tutanların sayılarının, maalesef, hiç de az olmadığı görülüyor.

4- “Milliyetçilik, muhâfazakârlık, millî ve manevî değerlere saygı ve sâhip çıkma” bahis konusu olduğunda, sözle kimseye geçit vermeyen, fakat asîl bir Türkçe söz konusu olduğunda, “Düşmanıyım asâletin kelimelerde bile” iptidâîliğini kendisine düstûr edinmiş birisinin şiirlerini terennüm ederek, ılımlılık ve demokratlık gösterisine kalkışan sözde milliyetçilerin tavırları.

Bunlar, ne zaman dilde tasfiye ve uydurmacılıktan söz edilse, hemen aleyhine bulunurlar; kelime uydurmanın mahzûrlarını dile getirirler; Türk milletinin fertlerinin ekseriyetinin bildiği kelimelerden pasaport sorulmaması gerektiğini ileri sürerler; hattâ bununla da iktifâ etmeyerek, dilde uydurmacı ve tasfiyecilerin Türk milletinin millî ve mânevî değerlerine düşman sol ideolojinin maşaları olduklarını -haklı olarak- dile getirirler ve bir bakıma onlara savaş îlân ederler; fakat iş yazmağa ve konuşmağa geldiğinde, uydurulmuş kelimeleri kullanmaktan ve uydurmacıların üslûplarını benimsemekten kendilerini kurtaramazlar. Bu tavrı, biz dilde bilgisizliğe ve şuur eksikliğine bağlıyoruz. Nitekim, Türkiye’de bâzı insanlar, bir takım meseleler nazarî olarak ele alındığında, pekâlâ güzel ve mantıkî düşünceler ortaya koyabilirler; ancak, bu düşüncelerin uygulaması söz konusu olduğunda aynı titizliği gösteremezler. Gösteremezler! Çünkü, nazarî olarak ileri sürdükleri görüşler, kendi zihinlerinin ürünleri değildir; fikirleri şuurlarının süzgecinden geçmemiştir; bunları ayrıca his ve vicdan dünyâlarına da nakşetmemişlerdir. Diğer bir ifâde ile, akıllarının ve dillerinin söylediğine ruhları, hisleri ve dimağları yeterince inanmamıştır! Bu hususta eğer haksızlık ettiğimiz düşünülüyorsa, milliyetçi câmianın ekseriyetinin kaleminden çıkan eserler pekâla gözden geçirilebilir; görülecek olan şey –sallı –selli ve uydurulmuş bir yığın zavallı sözcüktür.

5- Ve nihâyet, Türkçe’nin tahrîbi hareketinin altında, “Türk kültürünün tahrîbi” ve Türkçe’yi, İslâm’ın ve İslâm medeniyetinin ortak malzemesi olan kelimelerden tecrit; bunun yerine Batının sözde laik, fakat gerçekte mayasını Hıristiyanlığın yoğurduğu değerlerini (!) ikāme etme maksadının yattığını görenlerin, vurdumduymazlığın veya ihânetin kesâfeti karşısında mâni olma güçleri bulunmasa bile, karınca misâli, bu uğurda nefes tüketmeğe azmetmiş bulunanların tavırları.

Türkçe’nin bugün kullanılan şekline ve bu husûstaki umûmî temâyüle bakıldığında, bunların dil dâvâsını çoktan kaybettikleri görülür. Bunların düşünceleri, gayretleri ve endîşeleri, dilin asliyetinin ve asâletinin korunması konusunda müsbet düşünenler tarafından bile, ne yazık ki, paylaşılmamakta; aksine, fikren aynı düşüncede olan bir takım insanlar tarafından çoğu zaman pekâlâ saplantı ile suçlanabilmektedir. Öyle ya, iradeyi irâde şeklinde yazmanın ne mânâsı var! Tarihsel, bilimsel, duygusal, cinsel ... yerine târihî, ilmî, hissî, cinsî ... diye tutturma inatçılığına ne gerek var! Fâtihin fatihten, dâvânın davadan, mânânın manadan, hâşânın haşadan, âlimin alimden, âilenin aileden ... ne fazlası var, cümleye fazladan ne katıyorlar! Bağlam, söylem, süreç, olay, bilinç, değinmek, neden, sorun, ilişkin, izlenim, söylev, ödev, görev, sınav, yaşam, kuram, kavram, olanak, olasılık, izlence, söylence, dinleti, kanıt, zorunluluk ... ve daha bilmem nice sözcüke îtirâz etmek, kabûl edilmeyecek duâya âmin demektir, budalalıktır! Bu gibi sözcükler uydurma olsalar da ne gam; galat-ı meşhûr lügat-i fasihten yeğ değil midir?

Diğerleri tarafından dil dinazorları olarak görülen ve içlerinde bizlerinde bulunduğu bu çağdışı (!) yaratıklar, kendi hayâl-hânelerinde Türkçe’nin her fikri ifâdeye muktedir bir dil hâline gelmesi uğruna beyhûde hayallenirler. Ortalığı, dil dünyâsı yansa umûrunda olmayan bir yığın kalabalığın doldurduğu günümüzde, Türkçe’nin tahrîbinden ıztırap duyan bir avuç ukalânın feryâdını kim okur, kim dinler!?

***

Evet, bugün Türkiye’de yaşayan herkes, kullandığı dile ve üslûba bakarak kendisinin yukarıda sıralanan gruplardan hangisine mensup olduğunu kolayca anlayabilir. Bugün Ziyâ Gökalp’i anma ihtiyâcı hissedenlerin de, öncelikle kullandıkları dil ile, Gökalp’in görmeği arzûladığı dil arasında bir benzerlik ve yakınlık bulunup bulunmadığının murâkabesini yapmaları lâzımdır. Bunun en kolay yolu, Gökalp’in bizzat kendisinin kullandığı dilin incelenmesidir[9]. Onun dilinin çok gerilerde kaldığı söylenemez; zîrâ Gökalp’in ölümünün üzerinden henüz 70 küsûr yıllık bir süre geçmiştir. Bir dilin, bu kadarcık kısa bir süre içerisinde bu ölçüde değişmemesi, bugün bizim dilimizin düştüğü duruma düşmemesi gerekir. Her on yılda, hattâ daha da kısa sürelerde değişen, başkalaşan bir dille ne ilim yapılabilir, ne fikir üretilebilir ve ne de ortaya edebî eserler konabilir!

Kendilerini Milliyetçi ve Müslüman câmianın mensûbu olarak görenlerin, Türkçe konusunda bu kadar vurdumduymaz olmamaları lâzımdır. Hadi, Milliyetçiliği kimseye bırakmayanların yorgunluğunu ve bıkkınlığını bir ölçüde anlıyoruz diyelim; ya kendilerini İslâm’ın fedâisi ve mücâhidi gibi takdim edenlerin dillerine ne oluyor? Yukarıda da işâret olunduğu üzere, şu son yıllarda sözde İslâmî çevrenin yayınladıkları veya başka dillerden çevirip çevirttikleri eserlerin dillerine ve üslûplarına bir bakın ve insâf ile söyleyin, bunların neresi Türkçe’dir? Çalışmalarında ve gâyelerinde gerçekten samîmî iseler, bu çevreler, Türkiye’de dil üzerinde oynanan oyunların asıl hedefinin, bu dilin bünyesindeki İslâmî unsurları ve rûhu tasfiye etmek olduğunu nasıl göremiyorlar, anlamak mümkün değildir.

Fazla uzağa gitmeğe ve ince eleyip sık dokumağa hiç de gerek yoktur. Bugün ipe-sapa gelmez uydurma “tilcik”lerle karşımıza çıkanların, Türkçe’den hangi kelimeleri ayıklamağa kalkıştıklarını gözden geçirmek bile, uydurmacılığın gâyesini anlamağa yeter. Bu çevrelerin, Batı dillerinden sökün edip Türkçe’yi yurdundan kovmağa kalkışan kelimeler karşısında hiç bir tepki göstermemelerinin mânâsı nedir? Hattâ, bunların konuşurken, yazarken satırları, cümleleri arasına birer ikişer İngilizce veya Fransızca kelime sokuşturmayı bir mârifet, dil-bilmişlik, aydınlık, ilericilik saymaları neyin işâretidir? Maksatlarını ifâde etmek için dilimizde en hasından Türkçe kelimeler mevcûd iken, ısrarla İngilizce veya Fransızca kelimeleri tercih etme hokkabazlığının altında hiç bir şey yatmıyor mu dersiniz?

Yıllar önce Falih Rıfkı’nın dediği gibi, “Türkçe’yi sala bindirip sele verme” hevesleri ve işgüzârlığı nereden geliyor? Cinsî, cinsel olunca Türkçe mi oluyor? Rûhî, ruhsal olunca Türkçeleşiyor mu? Siyâsî, siyasal yapılınca ilerici mi oluyor? Târihî hakîkatleri çarpıtmanın tarihsel argümanları nelerdir? Yâhut ve/veya, ya/ya da hokkabazlığının bilimsel îzâhını hangi ilmî temellere dayandırıyoruz? Her gördüğümüz boyunduruğa koşulmamız şart mıdır? Millî değerlerimizi hangi ulusal çıkarlarımız için fedâ ediyoruz? Hangi silâh zoruyla hayâtımızı yaşama tercîh ediyoruz? Yoksa müesseselerimiz çöktüğü, nazariyâtımız iki metre ötesini görmediği, hakîkati ifâde edecek mefhûmlarımız kalmadığı için mi hayâtımızı karartan kurumlara, idrâkimizi söndüren kuramlara, dimâğımızı meflûç eden kavramlara mahkûm olduk? Gözümüzün nûru ve emeğimizin mahsûlü olan çalışmalarımızı, yapıt hâline getiren, beynimizde patlayan hangi balyozun eseridir?

 Bu kadar soruya cevap verebilecek ve bizi tatmin edecek bir kalem sâhibi görmek isterdik; bütün bu sorular basit bir yanıtla geçiştirilecek kadar mânâsız mıdır?

Bugün Türkiye’de büyük şehirlerin caddelerine ve sokaklarına çıkıldığında görülen manzara, dil açısından hakîkaten Türkçe’nin sevdâlısı samîmî vicdanları incitecek hâle gelmiştir. Şu işyeri isimlerine bir bakınız; gezdiğiniz caddelerde, sokaklarda gözünüze çarpan tabelalardaki kelimeleri gözden geçirin; bunların anadili Türkçe bir ülkeye âit olduğunu çok rahat ve hûzur içinde söyleyebiliyor musunuz? İşte size bunlardan rastgele seçilmiş bir demet: Class Kuaför, Baby Center, Greens Cafe Billardo, Akademi Cafe İ Bar, Cafe Yıldırım, Frigidaire, Showroom, Travel Market, Ultra Computer, Rent a Car, Mom’s, Pet Garden, Byblos, Sunny, Vaillant, Shop Alpino, Inter Mash, Mega Mash, Free Style, Het’s Burger, Best, Pemme, Tiffany Tomato, TİT Club, Grace, Alfagas, Sementa, Candy, Ramona Kuaför, Palme Bar Restaurant, Happy Hamile Club, Night Club, Full Kıraathanesi, Hotel Melodi, Cafe Nazar, Star, Asgül Color, L’ispère, T-Shirt Baskı,... Ve daha binlercesi... Türkçe’yi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma iddiâsında olan uydurmacıların ve arı-dilcilerin bu kelimelere karşı pek de tepki göstermemeleri, kendilerinin maksatlarını ve hedeflerini açıkça ortaya koymuyor mu? Bir de, kelimeleri nisbeten Türkçeleşmiş olmakla birlikte, teşkîl îtibâriyle Türkçe olmayan binlerce dükkân ve mağaza isimleri vardır ki, evlere şenlik. Şunlara Türkçe demek mümkün müdür: Annem Market (Annesi marketmiş!), Galeri Paşabahçe, Salon ... (bilmem ne), Butik ... (bilmem ne) ve benzerleri... Bu tür isimleri Türkçe diyebilmek için insanın aklını, vicdânını ve irfânını içinden söküp atması gerekir.

 Bu manzara, büyük ekseriyetin anadili, ülkenin ise resmî dili olan Türkçe’nin, Türkiye’de ne kadar sâhipsiz olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Eğer ülkeye ve bu ülkenin insanlarına hizmet etmek, kültürel değerlerine gerçekten sâhip çıkmak istiyorlarsa, belediyelerimize, çarşı ve sokağın diline müdâhale etmeleri husûsunda çok iş düşüyor. Mâdem ki insanların işyeri açmak için gidip belediyelerden izin almaları gerekiyor; o hâlde, bu işyerlerinin isimlerinin Türkçe olup olmadığı, kelimeler Türkçe olsalar bile, gramer kāidelerine uyup uymadığı, konunun mütehassıslarına incelettirilmeli ve buna uymayanlara kesinlikle ruhsat verilmemelidir. Ferdî teşebbüs diye, şahsî işyeri diye, çalışma, mülk edinme ve bu mülkü istediği şekilde kullanma hürriyeti var, vs. diye mesele geçiştirilemez. Mâdem ki cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindeyiz; mâdem ki şahsî teşebbüsleriyle işyeri açanlar, kazançlarını bu cemiyetin fertlerinden elde ediyorlar; öyleyse, kendilerinin bütünüyle başıboş bırakılacaklarını, bırakılmaları gerektiğini düşünmemelidirler. Herkes bu milletin diline saygılı olmak mecbûriyetindedir. Ne demek Dürüm’s? Ne demek Mom’s? Lahmacun fazlasıyla alaturka gelmiş olmalı ki, aptalın biri işyerinin ismini La-Macun yapıvermiş, hemen altına da Lahmacun yazısını iliştirmiş!. Her nimetin bir külfeti olmalıdır. Her hareketleri bizim için sünnet hükmünde olan Batı ülkelerinde, o ülkenin gerçek vatandaşları işyerlerine hiç Türkçe isim koyuyorlar mı? Almanya’da bir Alman’ın, İngiltere’de bir İngiliz’in, Fransa’da bir Fransız’ın yapmadığını, Türkiye’de bir Türk veya Türk vatandaşı yapma hakkını kendisinde nasıl bulabilir? Gösteriş ve taklit meraklısı bir takım budalaların aşağılık duygularını tatmin etmek, yabancı marka imajı verebilmek ve biraz daha fazla para kazanmak maksadıyla Türkçe’nin dibine kibrit suyu dökmenin mânâsı var mıdır? Bu hâl, Türkçe’ye ve dolayısıyla Türkiye’ye ihânet değilse nedir?

Mesele sokakların diliyle de sınırlı kalmıyor. Balık baştan kokmuş atasözünün gereğini yerine getirmek için çırpındıkları anlaşılan idârî kadroların dilleri daha da sefildir!

Hakîkaten, ülkenin kaderi üzerinde söz sâhibi olan veya bu iddiâda bulunanların dillerini yakından inceleyin; Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’ına, kendisine Türkiye’nin millî eğitimin emânet edildiği Millî Eğitim Bakanı’na, varlık sebebi kültürel değerlerimizi koruma, kollama ve geliştirme olan Kültür Bakanı’na ve top-yekûn siyâsetçilerimizin dillerine, Allah aşkına bir bakın! Üniversitelerimizin burunlarından kıl aldırmayan anlı-şanlı profesörlerinin dillerine de bakabilirsiniz; sanat deyince mangalda kül bırakmayan kaldırım sanatçılarının dillerine de... Evet, Türkçe nâmına hepsinin paçasından sefâlet akmıyorsa, sefilliği biz üstlenmeğe hazırız!

Bütün bu çevrelerin diliyle Türkiye’de, dünyâ çapında bir edebî eser ortaya konabileceğini zannediyorsanız, çok safsınız demekten başka elimizden bir şey gelmez. Türkçe yazılmış kaç eser başka dillere çevrilmiştir? Yaşar Kemal, Nazım Hikmet ve benzerlerinin eserlerinin yabancı dillere çevrilmiş olması, biz eminiz ki, onların eserlerinin edebî değerlerinin yüksekliğinden ileri gelmiyor; sâdece mensup oldukları çevrenin, savundukları dünyâ görüşünün ve ideolojinin hatırına, birileri söz konusu yapıtları o dillere aktarıyor!

6. Niçin Dil?

Bu yazının başından beri anlatmağa çalıştığımız nedir? Niçin dil? Şunu hemen belirtmemiz lâzımdır ki, biz bizâtihî kelimelerin kendileriyle, şekilleriyle uğraşmıyoruz. Bu şekiller, nihâyet bir takım harflerin yan yana dizilmesinden ibâret yapılardır. Hâlbuki, bu yapıların bir de gerileri, ifâde ettikleri mânâlar vardır. Kelimeler ve dolayısıyla dil, milletlerin hâfızalarıdır; her kelime, dünümüzle bu günümüz arasındaki irtibâtı sağlar, bize dünümüzde meydâna getirdiğimiz kültürel değerlerimizi aktarır. Biz, onlarla düşünür, onlarla plânlar yapar, onlarla hâdiseleri, dünyâyı ve çevremizi mânâlandırmağa çalışırız. İnsanı, diğer mahlûklardan ayıran en büyük vasıf düşünebilme, konuşabilme ve dolayısıyla dildir. Kelimeler, ruh ve düşünce dünyâmızın dışa açılan pencereleridir. İnsan ne kadar fazla kelime biliyorsa, o kadar fazla düşünce penceresine sâhip demektir; o kadar çok şey biliyor demektir. Kelimeler, üzerlerinde duygularımızı, düşüncelerimizi, sevgilerimizi, nefretlerimizi, hayâllerimizi, heyecanlarımızı, inançlarımızı, güzellik anlayışlarımızı, değerlerimizi taşırlar. Kelime hazînemizden atılacak olan her kelime ile, bunlardan birini veya bir kaçını kaybederiz.

Biz, insan olarak, çevremizle, bizim gibi insanlarla ancak kelimeler ve dolayısıyla dil vâsıtasıyla ilişki kurar, anlaşır ve birlikte yaşama ve çalışma imkânı elde ederiz. Her ferdi ayrı bir kelime dağarcığına sâhip topluluklardan ne cemiyet meydâna gelir, ne böyle bir insan kalabalığına millet demek mümkün olur. İnsan malzemesi, bu şekilde bir manzara arz eden milletlerin sosyal ve kültürel hayâtına hâkim olan ancak ve ancak sağırlar diyalogudur.

Merhûm Faruk K. Timurtaş, “Dil meselesi bir millî müdâfaa meselesidir.[10]" derken son derece haklıdır. Hakîkaten dilin korunması, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, vatanın korunması, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi gibidir. Binâenaleyh, vatanın elde tutulması için nasıl hazırlıklar yapılır, ordular teşkîl edilir, silâhlar tedârik olunursa, dilin bir ilim, medeniyet ve kültür dili hâline gelebilmesi için de aynı şekilde çalışmak gerekir. Bu da ancak, zengin bir kelime hazînesine, oturmuş bir gramer örgüsüne ve mânâ berraklığına sâhip eserler ortaya koymakla mümkün olur. Binâenaleyh, bugün Türkçe’nin sâdeleştirilmeğe veya arılaştırılmağa değil, bilakis zenginleştirilmeğe, her türlü fikri ve mefhûmu ifâde edebilecek bir yapıya kavuşturulmağa ihtiyâcı vardır. Herkesin anladığı hayâtı atıp, yerine yaşam ikāme etmek, imkânı kovup olanakla yetinmeğe kalkışmak, rûhî ve bedenî kelimelerini beğenmeyip yerlerine tinsel ve tensel ucûbelerini koymak, mecbûriyeti beğenmeyip öztürkçe yapıyorum zannıyla Farsça zor kelimesinden zorun, zorunlu, zorunluluk îcat etmek abesliğine düşmek, şehiri sanki Türkçe imiş gibi kentle değiş-tokuş etmek, hürü temelsiz ve köksüz özgürle değiştirmek; istiklâlimizi bağımsızlık gibi yapılışı hiç de doğru olmayan bir kelimeye fedâ etmek, hâkimiyetimizi, başka dillerin hegemonyasına sokmak; saâdet, bahtiyârlık, sürûr, şâd, mes’ûd gibi aralarında mânâ farkı bulunan kelimeleri atmağa ve yerlerine sâdece mutlu/mutluluk kelimesini koymağa çalışmak; hedefi, gâyeyi, maksadı beğenmeyip yerlerine Farsça’nın âmâc (amaç)ını alma işgüzârlığında bulunmak, bütün Türkçe değilmiş gibi, ısrarla ve her hâlükârda tüm kullanmağa kalkışmak, şartın suyu çıkmış gibi gidip şeytanın kağnısına koşulmak, müesseseyi yıkıp etrâfı soba kurumu ile boyamak, meseleyi aforoz edip soru sorma emri verir gibi bizi sorunla uğraştırmak, fedâkârlıkta bulunmağa cesâret edemeyip özveriyi başımıza musallat etmek, bütün yapılanların aptallık olduğunu delillendireceğimizden korkup isbât ve delil yerine karşımıza kanıtı çıkarmak ve daha bunlara benzer binlerce tevil kabûl etmez zırvalarla meşgûl olmak, Türkçe’nin zenginleştirilmesine, geliştirilmesine, dünyâya açılabilecek seviyede zengin ve her fikri, her mefhûmu ifâde edebilecek bir dil hâline gelmesine aslâ yardımcı olmayacaktır. Nitekim 50-60 yıllık tecrübe de, böyle bir tavırla bunun mümkün olmadığını göstermiştir.

Bugüne kadar bu husûsta yapılanların hedefi, eğer bizim yukarıda ileri sürdüğümüz “Türkçe’yi İslâmî değerlerden ve İslâm dünyâsının ortak mîrâsından tecrit etmek değil ise, gösteriler çabanın mantığını anlamak mümkün değildir. Zîrâ, yapılan bir iş, bir ihtiyâca binâen yapılır ve ancak o zaman bir mânâ ifâde eder. Oysa, bugüne kadar Türkçe’den kovulan kelimelerin büyük bir ekseriyetinin, böyle bir muâmeleye tâbi tutulmasının sebebini kimse, gerçekten iknâ edici bir şekilde açıklayamamıştır. Sorarız: Sebebin yerini alabilmesi için nedende hangi kerâmet vehmedilmiştir? Savaşım benim savaşım olmadığına göre, mücâdele ile mücâdeleye girişmek nedendir? Hadi gayretin Arapça menşe’li olmak gibi bir bahtsızlığı var; peki çaba veya uğraşma yetmiyor mu ki, bizi bir de uğraşı ile uğraştırıyorsunuz? Telâffuz ettiğimizde, mânâsı zihnimizde hiç bir tereddüt uyandırmayan kelimeyi atınca, şu bücür sözcükle işler yoluna girmiş mi oluyor? Hikâyenin yerini alabilmesi için, öykü, hikâyeye acabâ kaç asır öykündü dersiniz? Bu ülkede ve’siz yazı yazmakla övünen aptalları gayrete getiren hangi ilmî ihtiyaçtır?

Bizce, bu işte ilmî bir ihtiyaç veya dilin yetersizliği ve eksikliği söz konusu değildir! Eğer maksat, iddiâ edildiği gibi Türkçe’nin gelişmesi, zenginleşmesi ve muâsır medeniyetin ilim ve tefekkür dünyâsının îcatlarını ifâde edebilecek bir seviyeye getirilmesi olsa idi, yapılanlar karşısında şapka çıkarılır, teşekkür edilirdi. Hâlbuki, ortada başka şeytânî niyetler dolaşmaktadır. Bu şeytânî niyet, bir kere daha tekrarlayalım ki, Türkçe’nin, târihî bağlarından koparılması, bize aktardığı mânevî değerlerden ve bilhassa İslâm inancını ve dünyâ görüşünü sırtında taşıyan kelime hazînesinden tecrit edilmesidir!

Yukarıdan beri söylediklerimizden hareketle güzel, akıcı, her fikri, her mefhûmu, her ilmî îcâdı ifâdeye kâdir, halkın kültürü ve inancıyla barışık, târihî mâcerâmız ile uyum ve âhenk içinde, estetik zevklerimizi okşayan ve mûsıkî yapısı güçlü bir Türkçe’ye ulaşabilmek için nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiği, dile nasıl yaklaşılması lâzım geldiği husûsu daha kolay bir şekilde ortaya konabilir:

Türkçe’nin yüzyıllardan beri aslî malı hâline gelmiş kelimelerin dilimizden kovulması için hiç bir sebep yoktur. Bu tür teşebbüsler, şimdiye kadar Türkçe’yi büyütüp geliştirmediği gibi, bundan sonra da büyütüp geliştirmeyecektir. Çünkü, büyük diller bünyelerinde başka dillerden kelimeler bulundurmadıkları, diğer bir deyişle arı oldukları için değil, bilakis irtibat kurdukları her kültürden, her medeniyet dâiresinden ve her dilden işlerine yarayan kelimeleri birer çiçek gibi derip kendi bünyelerine dâhil ettikleri için büyüktürler. Bugün dünyânın en gelişmiş, ifâde gücü en kuvvetli dillerinden sayılan İngilizce, Fransızca ve Almanca’nın münhasıran İngiliz, Fransız ve Alman menşe’li kelimelerden teşekkül ettiğini kim ileri sürebilir? Hattâ kendi târihî kültür dâiremiz içerisinde yer alan Arapça ve Farsça için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Öyle ise, Türkçe’nin de bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da irtibat kurduğu muhtelif dillerden ve kültür çevrelerinden kelime alması tabîîdir. Yeter ki bu alış-veriş tabîî şartları içerisinde cereyân etsin; işe art-niyetler ve peşin hükümler karıştırılmasın; bir takım aklı evveller bu cereyânı çıkmaz yollara sokmasınlar.

Türkçe’nin münhasıran Türkçe menşe’li kelimelerden teşekkül etmesi gerektiği fikri, ilk bakışta câzip gibi gözükse bile, arı dillerin ancak hiç bir medeniyetle ilişkiye geçmemiş, geçememiş kabîle dilleri, ibtidâî diller oldukları unutulmamalıdır. Eğer Türk milletinin tekrar kabîle hayâtına dönmesi, ibtidâî bir hayâta geçmesi arzûlanıyorsa, Türkçe’nin de bir kabîle diline dönüşmesi tabîî görülebilir. Aksi vâritse, Türkçe gerek gördüğü, bir takım fikirleri, mefhûmları, keşiflerin ve îcatların ortaya koyduğu şeyleri bizâtihî kendi imkânlarıyla ifâdeye muktedir olamadığı takdirde, başka dillerden de kelime alacaktır; esâsen buna engel olmanın imkânı yoktur.

Öte yandan, Türkçe’nin modern ve mükemmel bir dil haline gelebilmesi için, yazı dilindeki imlâ karmaşasının da bir hal yoluna konulması gerekmektedir. Bu cümleden olmak üzere, Türkçe’de kullanılan kelimelerin ses (=fonetik) husûsiyetlerinin gözardı edilmemesi lâzımdır. Bunun şiir ve mûsikîmizin geleceği açısından ne kadar elzem olduğu bilinmelidir. Arapça ve Farsça gibi muhtelif dillerden gelip Türkçe’nin öz malı olmuş bulunan kelimelerin aslî uzunluklarının muhâfazası, bir külfet olarak görülmemeli, bunların dilin ifâde ve mânâ gücünü nasıl etkilediği, müzikalitesini nasıl arttırdığı ve onu rûha nüfûz eder bir duruma getirdiği hesâba katılmalıdır. On yıllardan beri Türkçe’nin ilim ve eğitim müesseselerinde daha ziyâde el-yordamıyla öğretilmeğe çalışılması, maarifte uydurmacı zihniyetin hâkim olması, estetik zevklerin hiç hesâba katılmaması, diksiyon denen şeyin mânâsına hiç aldırış edilmemesi netîcesinde, Türkçe bugün monoton, kuru, zevkleri ve ruhları okşamaktan uzak; menşe’ îtibâriyle yabancı olan kelimelerde bile Türkçe’nin büyük ve küçük ünlü (=sesli) uyumlarını hâkim kılma sevdâsı uğruna âdetâ tek sesli bir dil hâline getirilmiştir. Binâenaleyh, kelimelerin aslî uzunluklarının hiç bir işe yaramadıkları, mânâya hiç bir şey ilâve etmedikleri, gereksiz bir fazlalık oldukları düşüncesi doğru değildir. Eğer iddiâ edildiği gibi, bu unsurlar kelimelerin mânâlarına hiç bir şey katmıyorlarsa, en azından dile mûsıkî ve âhenk katıyorlardır ki, kanaatimizce sırf bu katkı bile küçümsenemeyecek kadar ehemmiyetlidir. Kezâ, bunlar hiç bir işe yaramasalar bile, en azından, ‘kısa yazıp uzun okuma’ garâbetinden ve tutarsızlığından kurtulmuş oluruz; kârımız, karımız olmaz; hâlâmız halamız olmaz; bir zaman denenmeğe kalkışıldığı gibi kemâlimiz kamal olmaz...

Netîce olarak şunu söyleyebiliriz: Bugün Türkçe’nin yılların kasdı veya ihmâli ile birikmiş pek çok çıkmazı bulunmaktadır. Yukarıda kısaca hulâsa olunan bu çıkmazların halli husûsunda, kendilerini milliyetçi olarak görenlere düşen vazîfe fevkalâde büyüktür. Ayrıca onların, dil husûsunda kendilerinden öncekilerin gösterdikleri titizliğe sadâkat gibi bir mükellefiyetleri de vardır. Binâenaleh, Ziyâ Gökalp’i anarken, dil meselesinin bu cephesini de unutmamak zorundadırlar.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/103 (Ankara, Mart 1996), s. 58-73.

[1] Yukarıda anahatlarıyla çizilen târihî arka plân hakkında derli toplu daha fazla bilgi edinmek için bkz. Necmeddin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, İrfan Yayınevi, 2. baskı, İstanbul 1975, s. 19-31; Faruk K. Timurtaş, Türkçemiz ve Uydurmacılık, Boğaziçi Yay., İstanbul 1977, s. 35-43; E. Ziya Karal, “Tanzimat’tan Sonra Türk Dili Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., İstanbul 1985, C. 2, s. 314-326.

[2] İstanbul Türkçesi’nin niçin örnek alınması gerektiği ile ilgili olarak bkz. N. Sâmi Banarlı, “İstanbul Konuşması”, Türkçenin Sırları, 4. baskı, Kubbealtı Neşr., İstanbul 1978, s. 171-176.

[3] Bkz. Haz. M. Kaplan, Kültür ve Turizm Bakanlığı neşri, Ankara 1986, s. 105-132.

[4] Gökalp’in bu fikrine katılmak tabiî ki mümkün değildir; zîrâ altı yüz yıl boyunca işlenen, külfetli de olsa zengin bir ifâde gücü kazanan, münâsebet kurduğu çeşitli dillerden faydalanarak gelişip renklenen ve böylece bir imparatorluk dili hâline gelen Osmanlı yazı dilinin, yeni lisânın teşkîlinde ne büyük bir malzeme kaynağı olacağı îzahtan vârestedir ve esâsen yazdığı eserlere bakıldığında kendisinin de bu mûtedil yolda kaldığı kolayca görülür.

[5] Bkz. Banarlı, a.g.e., s. 306.

[6] A.g.e., s.308.

[7] Bkz. Banarlı, A.g.e., s. 261.

[8] A.g.e., s. 264.

[9] Gökalp’in Türkçülüğün Esasları adlı meşhur eseri bile dilde uydurmacı ve tasfiyecilerin tasallutundan kurtulamamıştır. Nitekim, Türkçe’yi tahripten zevk alanlar grubundan oldukları anlaşılan Mahir Ünlü ve Yusuf Çotuksöken adlı iki uydurmacı ve öztürkçeci (!), dil konusunda kendileriyle hiç de aynı düşüncede olmayan Gökalp’in bu eserini sözde “Günümüzün Türkçesi’yle” 1975 ve 1978 yıllarında iki kez yayımlamışlar (İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul); fakat Ziyâ Gökalp’in “dâirini ilişkin, eserini yapıt, bedîasını güzel yapıt, şâirini ozan,kâtibini yazman, hareketini akım, ilmîsini bilimsel, ferdini birey, elbisesini giysi, mütehassısını uzman, bilhassasını özellikle, umûmîsini genel ...” yapmaktan ve daha pek çok kelimesini uydurma sözcüklere dönüştürmekten sıkılmamışlardır.

[10] A.g.e., s. 9.