Yayınlarım...
OSMANLI TOPLUM YAPISININ EVRİMİ(*)
Halil İNALCIK
Geleneksel Osmanlı-Türk toplumunun aslî husûsiyetlerini, en iyi bir şekilde, I. Süleyman (1520-1566)’ın saltanat yıllarına dönüp bakarak tasvir edebiliriz. XIX. yüzyıldaki siyâsî modernleşmeye takaddüm eden dönemde, orijinal Osmanlı müesseselerinin az çok bozulmuş şekillerini ve yeni içtimâî-siyâsî gelişmelerin bu müesseselerin temelini tehdit edici bir hâl aldığını görürüz. XVI. yüzyıldan sonraki gerileme dönemini idrâk eden ıslahatçılar kuşağı, açıkça, I. Süleyman’ın “Altın Çağını” yeniden canlandırmanın yollarını aradılar. 1683-1699 yıllan arasında Macaristan’da uğranılan mağlûbiyetlerin tesiri altında kalan Osmanlı Türkleri, ilk defa Batının üstünlüğünün farkına vardılar; daha sonra yapılan reformlar, önce askerî, bilâhare XIX. yüzyılda idârî sâhada, gitgide artan bir şekilde Batı nüfûzundan etkilendi. Devlet ve toplum telâkkîlerindeki temel bir değişmenin eşlik ettiği kararlı ve kesin modernleşme hareketi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra millî inkılâpla başladı.
Türk modernleşme hareketindeki XX. yüzyıla kadar süren tereddüt ve gecikmelerin sebebi, Osmanlı Devleti’nin, farklı kültürlere mensup milletlerden teşekkül etmiş bir imparatorluk olması ve hanedanın belli bir dönem ortak sadâkatin yegâne odak noktasını oluşturması gerçeğinde yatıyordu. Diğer taraftan, imparatorluğun siyâsî ve içtimaî üstyapısı, hâlâ-İslâm dîninin değişmez kānunu -şeriate dayanmakta ve bu siyâsî-dînî yapı, sultan-halifenin şahsında doruk noktasına ulaşmış bulunmaktaydı.
Osmanlı hükümdarının bu mevkii, hükümdarın iktidarını zayıflatan ve sonunda modernleşmeye öncülük eden gelişmeler, bu denemenin ana temasını teşkil edecektir.
I) Osmanlı Hükümdarı ve Osmanlı Toplumu
XV. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Osmanlı devlet adamı ve tarihçisi Tursun Bey, toplum üyeleri arasındaki uyumun, her ferdin toplum içinde kabiliyetine göre belirlenmiş yerini muhafaza etmeyi gaye edinen devlet politikası ile gerçekleşeceğini bilhassa vurgulamaktadır. İçtimaî nizâmı sağlayan ve vâsıta olarak devlet yönetimi, iki yönlü bir müeyyide gücüne sâhipti: Hükümdar otoritesi ve hâkimiyeti ile şeriat. Hükümdar tarafından konulan kaideler, kalıcı bir karaktere sâhip olmadıkları sürece, bir beşer toplumunda her zaman için hükümdarın varhğı elzemdi. Hükümdar, içtimaî düzen içerisinde her bir ferdin yerini belirleyebilmek için mutlak bir güce sâhip olmalıydı. O, mevkiini kuvvetlendirmek için dâima gelirlerini ve ordularım artırıp güçlendirmeli, böylece bir bütün olarak halkın emniyetini ve nizâmı sağlayıp pekiştirerek topluma hizmet etmeliydi. Tursun Bey “in mantıkî delilleri, açıkça, her toplumun, mutlak güce ve şeriatin dışında kānunlar ve nizamlar vaz’edebilme yetkisine sâhip bir sultana ihtiyaçları olduğunu ispatlamaya yöneliktir. Sultanın korumakla yükümlü olduğu değerler, adalete dayanan bir içtimaî nizam ve emniyettir. Bu fikirler, Osmanlı yönetim felsefesinin temelini oluşturmuştur.
Osmanlı hükümdarının mutlak gücü, ayrıca, eski Doğuya has bir özdeyişte de kendine bir dayanak bulmaktaydı: “Adidir mûcib-i salâh-ı cihan, cihan bir bağdır divân devlet, devletin nâzımı şeriattir, şeriate olamaz hiç haris illâ melik, melik zabteyleyemez illâ leşker, leşkeri cem’ edemez illâ mâl, malı cem’e-den raiyyettir, raiyyeti kul eder pâdişâh-ı âleme adl” (dâ’ire-i adliye. ç.n.)(**). XI. yüzyılda yazılmış Kutadgu Bilig’den 1839 Tanzimat Fermânı’na kadar Türk siyâsî literatüründe defalarca tekrarlanan bu ibâre, devlet yönetiminin dayandığı felsefenin fiilî bir hulâsası olarak kabul görmüştür. XVII. yüzyılda Kâtib Çelebi, sultanın devlet içerisindeki merkezî mevkii üzerinde bilhassa durmuştur. İslâm toplumunda mutlak güç halifeye atfedilmiş olmakla birlikte, teorisyenler, söz konusu gücün, şeriati tatbik etmenin yalnızca bir vâsıtası olduğunu vurgulamışlardır.
Osmanlı hükümdarları, ilk iş olarak, kağıt üzerindeki mutlakiyetçiliği, iktidarın kendi şahıslarında toplandığı bir yönetim tarzı kurarak, gerçek hâlinde getirdiler. Onlar bunu, ilgi çekici bir şekilde, fethedilmiş topraklardaki her türlü aristokrasiyi tasfiye ederek, idâri görevlere sâdece sarayda eğitim görmüş kulları getirerek ve ulemayı kendi hizmetlerine alarak başardılar. Sultanın kulları icra yetkisini kullanma, ulemâ ise bütün hukukî ve mâlî meselelerin yönetim ve denetimi de dâhil, kānunların uygulanması ile görevlendirildiler. Yönetimin her iki kesimi, merkezî hükümete bağlı, fakat birbirlerinden bağımsız idi. Bir vâlînin, sultan tarafından tâyin edilen bir kadıya emir verme yetkisi yoktu. Bu kesimler arasında bir anlaşmazlık çıkması hâlinde, konu doğrudan doğruya merkezî hükümete havale edilirdi. Hem şeriati, hem de doğrudan doğruya sultan tarafından çıkarılan talî kānunları ve nizamları uygulayanlar, aynı kadılardı. Diğer taraftan, şeriatle ilgili konular üzerindeki fikir ve mütâlâaları formülleştirmede, kesin fetva vermede en yüksek otorite olan Şeyhülislâmın, hükümete veya hukukî idâreye müdâhale etme hakkı yoktu. Bir keresinde Şeyhülislâm Ali Cemali, şeriate aykırı olduğunu düşünerek, Sultan I. Selim (1512-1520)’in bir karârına karşı itiraz etmek için hükümet konağına geldiği zaman, sultan, onu, devlet işlerine müdâhale etmekle itham etmişti. Fakat XVIII. yüzyılda, yönetimle ilgili her mühim konuda Şeyhülislâmın fikrini sormak, yerleşmiş bir teamül hâlini aldı. Bu yüzden, çöküş döneminde şeriat ve dînî otoritenin hükümete zorla kabul ettirdiği sınırlamalar, reformların uygulanmasını bilhassa güçleştirmişti. Her şeyi içine alan şeriat, Osmanlı yönetim hayatı ve toplumunda -eğer burada işaret etmemiz gerekirse, Türk ve Japon modernleşme hareketleri arasında çok mühim bir fark olarak dikkati çeken- gelenekçiliğin kalesi hâline geldi. Osmanlı içtimaî siyâseti, içtimaî barış ve düzen uğruna, devletin her insanı, kendisine uygun içtimaî bir mevkide tutması gerektiği şeklindeki geleneksel telâkkîye sıkı sıkıya bağlı kaldı. Her şeyden evvel, Osmanlı toplumu, iki büyük sınıfa ayrılmıştı. Bu sınıflardan ilki, saltanat berâtı ile pâdişâhın kendilerine dînî veya idârî yetki tanıdığı kimseleri, yâni saray memurlarını, mülkî memurları ve ulemâyı içine alan askerî sınıf; ikincisi ise, vergi ödeyen fakat idâreye hiç bir şekilde katılmayan bütün müslim veya gayr-i müslim zümrelerden oluşan re’âyâ sınıfı idi. Tebe’asını, “askerî” sınıfın imtiyazlarından uzak tutmak, devletin temel bir ilkesi idi. Re’âyâ arasında, sâdece sınırlarda fiilen savaşanlar ve medresede muntazam bir tahsil gördükten sonra sultanın berâtını elde edebilenler (ulemâ), askerî sınıf mensubu olabilirlerdi. Sözün kısası, kişinin toplum içindeki mevkiini, sâdece sultanın irâdesi belirlemekteydi. Gerileme döneminde Koçi Bey ve onun gibi düşünenler, devletteki çözülmenin ana sebebini, bu temel kaidenin ihmâl edilerek, tebe’anın yeniçeri veya timarlı sınıfına girmesine izin verilmesinde görmüşlerdir.
Osmanlı tebe’ası, vergi mükellefiyetlerine göre, her biri farklı statüde olmak üzere, sırasıyla müslim-gayr-ı müslim, şehirli-köylü, yerleşik-göçebe sınıflarına ayrılıyordu. Vergi vermek, gerçekten de kişinin statüsünü belirlemenin en mühim göstergesiydi. Kamu hizmetlerini yerine getirme karşılığında, belirli bir nisbette vergi muâfiyeti tanınan kimseler, gerçekte, her türlü vergiden muaf olan askerîler ile sıradan tebe’a arasında orta bir sınıfı oluşturuyorlardı. Büyük kısmının mîrî arazî üzerinde, tasarruf hakkına sâhip olarak, yaşadığı, köylüler, husûsî bir vergilendirmeye tabi tutulmuşlardı; bunların her birinin içtimaî mevkileri, ödedikleri vergilere göre belirlenerek düzenli aralıklarla Tahrir Defterlerine kaydediliyordu. Köylülerin, ne tasarruf ettikleri toprakları kiralamalarına, ne bu toprakları terk edip şehirlerde yerleşmelerine izin verilmekteydi.
Bu kānunlar, Osmanlı hükümdarının irâdesi doğrultusunda teşekkül etmiş olan sıkı bir içtimaî teşkilâtlanmayı göstermektedir. Fakat Batı Avrupa’daki iktisadî ve askerî değişikliklere bağlı olarak, XVI. yüzyıl sonlarında köklü bir değişim vukû’ buldu. Bu dönemde, meselâ Alman piyadelerine mukavemet edebilmek için Osmanlılar, eyaletlerdeki timarlı sipahileri gözden çıkararak, zamanın silâhlarıyla mücehhez etmek sûretiyle yeniçerilerin gücünü ve sayısını artırdılar. Ordu içerisinde timarlı sipahilerin ihmâl edilmesi, bunların içtimaî statülerinin dayanağı olan toprak düzeni ve vergi sisteminin bozulmasına yol açtı. Aynı dönemde, milletlerarası ticâret yollarının Atlas okyanusuna kayması ve Amerikan gümüşünün Orta-doğu pazarlarını istilâ etmesi, sıkı Osmanlı mâlî ve iktisadî yapısının çökmesine sebep oldu.
Dışarıdan devlete yönelen yakın tehlikenin farkında olan sultan ve bürokrasisi, uzun bir geçmişi olan geleneksel çizgiden bir reform olarak düşünmekle birlikte, reform fikrini ancak bu gerileme ve çöküş dönemi esnasında benimsediler. Çok daha sonraki bir târihte Japonlar da benzer türde dış tehlikelere mâruz kalmışlardı; ancak Japon imparatoru, reform fikrini tam manâsıyla sembolleştirdi. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nda asıl idâreci sınıflar muhafazakâr bir tavır takınırken, Japon reform hareketi, en azından toplumdaki bâzı önde gelen sınıflar arasında millî bir destek buldu. Reform, Osmanlı İmparatorluğu’nda yalnızca sultanın ve yakın iş arkadaşlarının ilgisi ile sınırlı kaldı. Ulemâ ve âyân olarak anılan eyaletlerdeki yarı feodal toprak aristokrasisi, kendilerinin yerleşmiş çıkarlarını zedeleyebilecek her türlü yeniliğe karşı çıktılar.
II. Sultanın Gücünü Yitirmesi: Yeniçeriler, Ulemâ ve Âyânın Ortaya Çıkışı
İmparatorluğun başkentinde siyâsî açıdan etkili olan gruplar, sultanın sarayındaki askerî birlikler, bilhassa gerçek “askerî” sınıfı teşkil eden yeniçeriler ile kendilerine İslâmî ilimleri öğretme, şeriatin emirlerini tefsir ve tatbik etme yetkisi verilen ulemâ ve yeniçeriler sâhip bulunmaktaydı. Fakat XVIII. yüzyılda, vilâyet ileri gelenlerinden bir grup, âyân, imparatorluğunun her yanında en güçlü sınıf hâline gelmişti.
Yeniçeri bölükleri, merkeziyetçi yönetimin aslî bir müessesesi ve sultanın mutlak iktidarının temel dayanağı idi. Sarayda, doğrudan doğruya sultanın şahsına bağlı bulunan, daimî bir ordu olarak teşkil edilen yeniçeriler, dahilî ve haricî bir düşmanı bertaraf etmek için her an kullanılabilmekteydiler. Ayrıca yeniçeri garnizonları, vilâyetlerdeki belli başlı kalelere de yerleştirilmişti. Bu yeniçeri grupları, büyük şehirlerdeki kaleleri ele geçirdiler ve hiç bir kimseyi, hattâ bir vâlîyi bile buralara sokmadılar. Merkezî otoritenin zayıfladığı dönemde yeniçeriler, Kuzey Afrika, Bağdad ve Belgrad gibi imparatorluğun uzak bölgelerine kadar, her tarafta yönetimi ele geçirdiler. Başkentte de iktidara kimin geçeceğini tâyin edebiliyorlardı. Daha 1446 gibi erken bir târihte H. Murâd, umûmî bir toplantıda onların rızâsını aldıktan sonra tahta geçebilmişti. XVII. yüzyılın ilk yarısında, yönetim üzerindeki hâkimiyetlerini iyice pekiştirdiler. 1628’de ilk defa eski bir yeniçeri ağası, ulemânın başı olan Şeyhülislâmın desteği ile Sadrazamlığa tâyin edildi. 1630’larda Koçi Bey, yeniçerilerle eyâlet askerleri arasında daha önceden kurulmuş olan dengenin yok olmasından ve yeniçerilerin, imparatorluğun bütün kademelerim istilâ etmelerinden şikâyet etmekteydi. Vezirler, saray mensupları ve taht vârisleri, güç kazanmak için sürekli onların desteklerini aramışlardı. Yeniçeriler, aralarında ticâretle uğraşma hakkı da olmak üzere, kendileri için ilâve imtiyazlar elde ettiler. Böylece pek çoğu küçük esnaf sınıfına katıldılar ve böylece İstanbul halkının asayişi kadar yönetimin mâlî siyâsetini de etkilediler.
Şimdi de güçlü bir mütegallibe sınıfı olarak âyânların vilâyetlerde nasıl ortaya çıktıklarını tetkik edelim. Osmanlılar, geleneksel olarak şehirlerdeki sanat erbabına ve tüccarlara farklı ve îtibârlı bir statü bahşetmiş ve aralarından en nüfuzlu ve varlıklılarını bu toplulukların tabiî önderleri olarak tanımışlardı. Ahî birlikleri ismi altında organize olan sanat erbabı, XI-II. yüzyıldan itibaren Anadolu’da çok mühim içtimaî ve siyâsî roller oynamışlardı. Ahî önderleri, birçok Anadolu şehrinde yönetimi ellerine geçirmişlerdi. Osmanlıların merkeziyetçi yönetimleri altında ahilik, adım adım zayıflayarak basit loncalara dönüşmüş, fakat her bir lonca, kendi kaidelerinin uygulanmasına nezâret ve yetkililer önünde kendilerini temsil edecek olan kahya isimli âmirlerini seçme hakkını ellerinde bulundurmaya devam etmişlerdi.
Lonca reislerinin üstünde, şehir sakinleriyle ilgili meselelerde, yönetimin her zaman doğrudan kendileriyle görüştüğü şehrin en nüfuzlu kesimi olan âyân ve eşraf yer alıyordu. Bu âyân ve eşrâfın, Osmanlı şehirlerinde XIV. yüzyılda dahi mevcut olduklarını görüyoruz. Ne zaman şehir halkına bir fermân-ı hümâyûn ulaşsa, beldenin kadısı, şehrin âyân ve eşrâfını, lonca kahyalarını ve imamlarım toplantıya çağırmaktaydı; çünkü, Osmanlı kaynaklarında ifâde edildiği gibi, “yapılacak olanı söyleyen ve yapan, halkın temsilcileri ve vekilleri bunlardı”. Halk arasında, bütün bir beldeyi temsîlen bir kasaba kahyası ve ayrıca her mahallenin bir temsilcisi, öteden beri seçilmekteydi. Mahallî eşrâfa, şehirdeki seyyid ve şeriflerin reisi olan nakîbü’l-eşrâf ve hem mahallî ulemânın reisi, hem de Şeyhülislâmın mahallî mümessili olan müftü dâhildi. Nüfuzları esâs olarak dînî vazifelerinden kaynaklanmakla beraber, eşraf umûmiyetle toplumun zengin üyeleri arasında yer alıyordu.
Eşraf istisna edilirse, âyânlar, bir şehrin en etkili ve en zengin vatandaşlarından oluşmaktaydı. Bunların çoğu, basit bir menşe’den, ya resmî mevkilerini istismar etmek sûretiyle yükselmiş bulunan mevcut küçük mahallî memur zümresinden veya aynı şekilde hareket eden yeniçeri subaylığından gelmekteydi.
Daha önce işaret edildiği gibi, imparatorluğun vergi ve toprak sistemi, 1595-1610 yıllan arasındaki büyük kargaşa (Celâlî isyanları: ç.n.) döneminde değişime uğramıştı. Yeni şartlar, âyânların, kiracı veya vergi müstahsilleri olarak mîrî toprakları tasarruf eden timar sâhiplerinin yerine geçerek, taşrada feodal beyler hâline gelmelerini kolaylaştırdı. Kadı riyasetindeki âyân ve eşraf toplantılarında görüşülen en mühim mesele, umûmiyetle bölgenin tahmin ve takdir edilen toplam vergisinin halk arasında tevzii idi. Timarlı ordusunun çöküşünden sonra, merkezî yönetim, sayılan gittikçe artan yeniçeri ordusunun büyüyen para ihtiyâcını sağlamak için vilâyetlere paylaştırılan olağanüstü vergilere oldukça sık başvurdu. Bu husûsî ve mahallî masraflar için konulan vergiler, âyân ve eşraf meclisi tarafından muayyen şahıslara iltizâma verildi; mültezimler ise çoğu defa bu yetkilerini kendi şahsî servet ve nüfuzlarını genişletmek için kullandılar. Bunlar, umûmiyetle vergi tevzî defterlerine kendileri adına fazladan vergi kalemleri ilâve etmekte veya kendi şahsî hükûmetleri için ek ücretler toplamaktaydılar. Kezâ, çoğunlukla bu defterleri denetim ve kontrol için merkeze göndermeyi ihmal etmekte ve böylece vergiler, merkezî yönetimin kontrolü dışında zorla toplanmaktaydı. 1705’te Manisa’da, bu gibi sûiistimaller yüzünden galeyâna gelen halk, âyân ve eşrâfın toplandığı mahkeme binâsını basmıştı.
Fakat, umûmiyetle âyânlar, kendilerini halka, onların hâmîleri olarak göstermeye muvaffak oluyorlardı. Ara sıra, vergi muâfiyeti için sultana, kadıya da tasdik ettirdikleri kendi imzalarını taşıyan dilekçeler gönderiyorlardı. Diğer taraftan, sultan tarafından gönderilen zâlim hükümet memurları ile de mücâdele etmekteydiler. Âyânlar, her türlü mahâreti göstererek etkili olmakta ve bu sûretle sultanın vâlîsi ve kadısı, çoğunlukla ellerinde basit birer kukla hâline gelmekteydi. Onların işbirliği olmaksızın, yetkililerin vergi ve asker toplamaları veya kamu emniyetini sağlamaları mümkün olamamaktaydı.
Âyânlar, servetlerini ve güçlerini, iltizam yoluyla olduğu kadar, mîrî toprakları kiralamak sûretiyle de artırdılar. Bu tür toprakların geniş bir bölümünün timar sâhiplerine tahsis edilmesinden vazgeçildi; söz konusu topraklar, devlet tarafından âyân ve ağalar gibi mahallî ileri gelenlere kiralandı (âyân, umûmiyetle ağa unvânına da sâhipti; fakat burada âyânla beraber zikredilen ağalar, taşradaki daha küçük âyânlar demektir), imparatorluktaki tarım topraklarının % 50’sinden fazlası, devletin kendisinin kiraya verdiği mîrî topraklardı. Bağışlanmış toprakların büyük bir bölümü ve memurlara ve gözdelere tahsis edilmiş topraklar, aynı şekilde tasarruf ediliyordu. Âyânların mahallî otoriteler üzerindeki nüfuzları ve onlarla olan yakın işbirlikleri, kiralama işlemlerinde kendilerinin tercih edilmelerine sebep olmaktaydı. Daha sonra XVIII. yüzyılda kiralama işlemleri kayd-ı hayat şartıyla yapıldı ve bilâhare eski kiralama hakları, kiracıların oğullarına da bahşedildi.
İltizam usûlü, XVI. yüzyılın sonlarına doğru, eski timâr sisteminin bozulmasından sonra yaygınlaştı ve mahallî eşraf, bu kârlı işin içinde yer almaktan kazançlı çıktılar.
Çöküş döneminde, sultanın vâlîleri, mâlî ve idârî konularda, mütesellim, voyvoda ve subaşı gibi çeşitli isimler altında, kendilerinin mahallî vekilleri olarak bizzat âyânları kullandılar. Ayrıca, uzun süren savaşlar yüzünden yeni askerî birliklere olan ihtiyâcın gittikçe artması yüzünden, devlet, âyânların doğrudan kendi komutaları altında, masraflarını kendilerinin karşılayacağı kuvvetler hazırlamalarını teşvik etti. Böylece XVIII. yüzyılda Anadolu’da ve Balkan vilâyetlerinde yarı feodal güçlü bir aristokrasinin doğmasına zemin hazırlanmış oldu. Âyân ailelerinin çoğu, bir kaç nesil boyunca mevkilerini muhâfazaya ve mahallî hânedanlar tesis etmeye muktedir olabildiler. Bâzı zamanlar, kiralamış oldukları bölgeleri genişletmeye çalışan rakip âyânlar arasında gerçek mânâda çatışmalar vuku’ bulmaktaydı. Bunlar arasında en güçlü olanlardan bâzıları, mâlikânelerinin bulunduğu vilâyetlerde kontrollerini pekiştirecek ve sırasında sultanın otoritesine mukâvemet ettirebilecek olan vezir ve paşa gibi resmî unvanların kendilerine verilmesi için hükümeti zorlamaktaydılar. Sultan, kendi konumunun zayıflığı dolayısıyla, bir âyânı diğerine karşı harekete geçirmeye çalıştıysa da, bu çoğu kez sâdece o âyânın aşırı derecede güçlenmesine yol açtı. Güney Arnavutluk ve Kuzey Yunanistan’ın gerçek hâkimi olan Tepedelenli Ali Paşa, âyân menşe’li bir paşanın en meşhur örneğini oluşturur.
III. 1807-1808 İhtilâlleri: Yeniçeri, Ulemâ ve Âyân Arasındaki İktidar Mücâdelesi
1807 ve 1808 ihtilâllerinin kısa bir tasviri, XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyâsî gelişmelerde, yeniçerilerin, ulemâ ve âyânların oynadıkları rolün derecesini açıkça gösterecektir.
III. Selim (1789-1807), Osmanlı-Türk Batılılaşma hareketinin babası ve devlet içindeki umûmî reformların temsilcisi olarak telâkki edilir. O, gerçekten de, Batı medeniyetinin muhtelif cepheleriyle yakından ilgilenmişti. III. Selim’in 1791’de Viyana elçisi olan Ebû Bekir Râtıb Efendi, kendisine sâdece askerî ve idârî müesseselerle ilgili olarak değil, fakat aynı zamanda posta sistemleri ve hastahâneler gibi somut teknolojik ve sosyal gelişmeleri de ihtivâ eden teferruatlı bir rapor sundu. Selim, Batı başkentlerine tâyin ettiği yeni elçilerine, bu devletlerin askerî müesseseleri kadar idârî müesseselerini de incelemelerine dâir müsbet tâlimatlar verdi ve elçilik memurlarının Batı dillerini öğrenmelerini ve faydalı telâkkî ettikleri her şeyi tetkik etmelerini teşvik etti. Osmanlı Devleti’nde reformlara başlamadan önce, aralarında Osmanlı Ordusu’nda vazîfeli bir Fransız subayının da bulunduğu hizmetindeki önde gelen memurlardan, uygun gördükleri reform tekliflerini kendisine sunmaların istedi. Fakat, Selim’i reformlara sevk eden ana sâik, imparatorluğun askerî gücünü canlandırıp eski hâline getirmek ve Karadenizin kuzeyindeki Müslümanlarla meskûn toprakları yakın bir geçmişte zapteden ve şimdi de bizzat İstanbul’u tehdit eden Rusları geri püskürtmek karârında olması idi. Onun devlet anlayışı da atalarınınkinden çok farklı değildi. Diğer bir deyişle Selim de, ordu olmadan iktidar olamayacağım, yeterli gelir kaynaklarından mahrum bir ordudan bahsedilemeyeceğini ve tebe’a arasında adâlet ve refah olmaksızın servetten söz edilemeyeceğini idrâk ediyordu. Askerî reformları başlatan fermanlarında, atalarının yolunu kendisine rehber edindiğini ve şeriatin, Müslümanlara “kâfiri altetmek için kâfirin hîlelerine” başvurmalarına cevaz verdiğini belirtmekteydi. Onun tedbirleri arasında yeni ve geleneğe aykırı olan şey, sâdece Avrupa silâhlarını almakla yetinmeyip, aynı zamanda Avrupa ilimlerinin, eğitim usûllerinin ve üniformalarının da alınmış olmasıydı. Çünkü, Batı ilmî düşüncesi, geleneksel İslâm düşüncesine, kezâ Batı üniformaları da geleneksel sembollere meydan okumaktaydı.
III. Selim, idârecilik, mîrî arâzînin kiracıları olan âyânlar, tedâvüldeki para ve ulemânın statüsü ile ilgili ıslahat fermanları da çıkardı; fakat bütün bunlar tamâmiyle geleneksel çizgileri tâkip etti.
Şahsî muhâfazakârlığına rağmen, III. Selim, Osmanlı toplumunda, Batılılaşmaya yönelik bir temâyül, hızlı ve ilerici bir değişikliğe ihtiyaç olduğu hissi yarattı. Dînen kabûl görmüş gelenekleri temsil eden ulemâ, umûmiyetle kendisine muhâlifti. Reformlar, sâdece ya sultanın gözüne girmeye çalışan veya reformları İslâmın ve hilâfetin aslî menfaatleri için lüzumlu gören yüksek rütbeli ulemânın bir kısmı arasında destek buldu. Bu destekleyiciler, kendi mevkilerinin sebeb-i hikmetini açıklamak ve haklı göstermek için, daha ziyâde şeriate başvurmaktaydılar.
Selim’e muhâlefet edilmesinin gerçek sebepleri, sosyal ortamda bulunmaktaydı. Onun, doğrudan doğruya kendine bağlı nizâmî bir ordu meydâna getirme çabaları, bir taraftan yeniçerilerin ve diğer taraftan âyânların devlet içerisindeki hâkim mevkilerini tehdit etmekteydi. Ayrıca, almış olduğu mâlî tedbirler, ülke çapında yaygın bir hoşnutsuzluğa sebep oldu ve kamuoyu ile ulemâyı aleyhine çevirdi.
Selim, yeni orduyu finanse etmek için Îrâd-ı Cedîd’i kurup mîrîye âit arâzînin mühim bir kısmının gelirlerini bu hazîneye tahsis etti. İlâve kaynaklar sağlamak için de çeşitli vergilerin nisbetlerini yükseltti. Aralarında memuriyet, muâfiyet veya timar tevcîhinin yapıldığı hükümdar berâtlarına ücret ödetilmesi yüzünden, halk içindeki bâzı nüfuzlu kimseleri aleyhine çevirmiş oldu. İlk tepki âyânlardan geldi. Sultan, 1806’da askerî reformunu genişletmek için Anadolu’dan Balkanlara “yeni birlikler” nakletmeyi plânladığı bir sırada, Balkanlardaki âyânlar Edirne’de toplandılar ve onun daha fazla ilerlemesine karşı çıktılar. Muhâfazakârlar, sâbık yeniçeri ağası yeni Sadrâzam Hilmi Paşa ve tutucular tarafından desteklenen bir fanatik olan Şeyhülislâm Atâ’ullâh Efendi’nin liderliğinde iktidârı derhal ele geçirdiler. Yeniçerilerin Nizâm-ı Cedîd’e muhâlefetlerinin sebebi yeterince anlaşılabilmektedir; zîrâ, yeni düzen, kendilerinin imhâ edilmesinin vâsıtasından başka bir şey değildi. Bunlar, yeni vergilerle ve Selim’in paranın değerini düşürmesinden dolayı yükselen enflasyonla canları yanan İstanbul halkını da toparlamayı başardılar. Sultanın, vurgunculara karşı fiyatları tesbit etmesinin ve korkunç tehditlerinin faydasızlığı ortaya çıkmıştı. Asker olmayan şahısların tasarrufunda bulunan yeniçeri emekli maaşlarının (esâme defterlerinin, ç.n.) iptal edilmesi, başkentteki çok sayıda halkı da etkilemişti. Nihâyet Selim, reformlarının tanzîmini ve uygulamaların kontrolünü, bir grup taraftarına bırakmıştı. Sorumlu hükûmet memurları onlardan nefret etmekteydiler ve zamanla sultanın aleyhine döndüler. Onların gözünde reformcu sultan, bir avuç gözdenin keyfî idâresini idâmeden başka bir şey yapmamıştı, Nitekim, Selim’in halefleri zamanında da benzer ithamlar yapılacaktı.
Kısacası, bir tahlilcimizin de belirttiği gibi, İstanbul halkı, Nizâm-ı Cedîd taraftarları ve onun muhâlifleri olarak iki kampa ayrılmıştı. Nihâyet 1807’de yeniçeri yamakları, reformcu sultana karşı ayaklandılar. Bütün yeniçeriler, ulemâ ve İstanbul halkı, yâni Nizâm-ı Cedîd’i, bu gâyeyle oluşturulan hazîneyi ve gözdelerin uygulamalarını yürürlükten kaldırmaya çalışan herkes, onlara katıldı. Şeyhülislâm Atâ’ullâh Efendi, sultanın tahttan indirilmesine dâir bir fetvâ verdi; bu fetvâda Şeyhülislâm, Selim’in, sorumsuz kişilerin iktidârı gasbetmelerine ve ele geçirdikleri gücü Müslüman halka karşı kullanmalarına ses çıkartmadığı için halîfeliğe lâyık olmadığını bildirmekteydi. Âsîler, yeni sultan IV. Mustafa ile, geçmiş faaliyetlerinden dolayı haklarında tâkibat yapılmayacağını temin eden bir antlaşma yaptılar; buna mukābil artık hiç bir sûrette devlet işlerine karışmamayı taahhüt etmekteydiler. Söz konusu tahlilcimiz, sultan tarafından böyle bir taahhütte bulunma hâdisesinin, Osmanlı târihinde eşi görülmemiş bir şey olduğunu söyler. Yeniçeriler ve onların muhâfazakâr müttefikleri, şimdi artık yönetimin tamâmının kontrolünü ele geçirip Selim taraftarlarını tasfiye etmekle meşgul idiler. Mustafa’nın otoritesi, sarayın duvarları dışında hissedilmemekteydi.
Âyânlar, iktidârı yeniçerilerin ellerinden çabuk aldılar. Eskiden Rusçuk âyânı olan Alemdar Mustafa Paşa’nın önderliğinde, Rumeli âyânı, o sırada Tuna’da bulunan imparatorluk ordusu ile birlikte başkente karşı harekete geçtiler. Alemdar, İstanbul’u ele geçirdi; yeniçeri elebaşlarını ortadan kaldırdı ve tahta tekrar Selim’i geçirmek istedi. Bu sırada Selim’in katledilmiş olduğu anlaşılınca, Alemdar, II. Mahmud’u sultan îlân etti ve kendisi de Sadrâzam ve diktatör oldu. Onun sadârete tâyin tezkeresinde, kendisinin, bütün devlet işlerinde şeriate göre hareket etmek, yeniçeri ocağı ve ulemâ ile işbirliği yapmak ve eski Osmanlı sultanlarının kānunlarını uygulamak husûsunda çok dikkatli olması gerektiği vurgulanmaktaydı. Bununla birlikte, Alemdar döneminde, Nizâm-ı Cedîd aleyhtarlarına karşı çok sert bir tepkinin mevcut olması, iki ay içinde bine yakın kişinin idâmına yol açtı.
Âyânlar, daha önce yeniçeri bölüklerine karşı birleşik bir cephe oluşturmamışlardı. Anadolu’daki bâzı güçlü âyânlar, Selim’in Nizâm-ı Cedîd’ini desteklemekteyken, Rumeli’deki âyânlar 1806’da yeniçerilerle işbirliği yapmışlardı. Fakat şimdi, Rumeli ve Anadolu âyânları, reformlara el’an sempatilerinden çok, merkezî yönetimi kontrol altına almak ve vilâyetlerdeki mevkilerini garanti etmek arzûsuyla gericilere karşı birleşmişlerdi. Kısa süre sonra, birleşik âyân kuvvetleri, yeniçerileri ve sarayı sindiren ordularıyla birlikte İstanbul’a üşüştüler.
Âyânlar da, tıpkı yeniçerilerin yaptığı gibi, sultana Sened-î İttifak adıyla bilinen bir antlaşma imzalattılar. Bu vesîkanın başlangıç kısmında, merkezde devlet büyükleri ve taşrada âyânlar arasındaki bölünme ve mücâdeleler yüzünden imparatorluğun tehlikeli bir noktaya geldiği vurgulanıyor ve bu senetle devletin kalkınması için gerekli görülen şartların belirlendiği ifâde ediliyordu. Söz konusu vesîkada yer alan ana hükümler şöyledir: Vezirler, ulemâ, devlet ricâli, taşradaki büyük âyân “hânedanları” ve başkentteki askerî gruplar, sultanın hükümdarlık otoritesine, şahsında sultanın mutlak iktidârını temsil eden Sadrâzamın emirlerine her zaman riâyet ve herhangi bir isyâna karşı birlikte hareket edeceklerine söz vermekteydiler. Antlaşmanın mühim beşinci maddesinde imzâ sâhiplerinin, pâdişâhın ve devletin otoritesini, nizâmı ve emniyeti korumayı taahhüt ettikleri; devletin de kendilerine karşı aynı şekilde davranacağı; merkez ‘ve taşra vezirlerinin, antlaşma şartlarına riâyet eden ve kānunlara saygı gösteren âyân “hânedân”larına karşı bir saldırı ve kānunsuzluk vukû’ bulduğunda, bu haksızlığı def’etmek için, aynı şekilde birlikte hareket edecekleri ifâde edilmektedir. Ayrıca, “hânedân”lar, kendi idâreleri altındaki âyân ve ileri gelenlere karşı keyfî bir harekette bulunmayacaklarını; bir âyânın suç işlemesi durumunda, merkezî hükümetin izni olmadan ve soruşturma yapmadan cezâlandırma yoluna gitmeyeceklerini taahhüt etmekteydiler. Her bir “hanedan”, yekdiğerinin kontrol sâhasının sınırlarına saygı göstermeyi, bu sınırı ihlâl eden birine karşı birlikte hareket etmeyi kabûl ediyordu. Sened-i İttifak’ın 2. maddesinde, âyânlar, kendilerinin ve hânedanlarının varlığı, devletin varlığı ile kāim olduğundan, çevrelerine topladıkları askeri “devlet askeri” olarak yazacaklarına, şâyet başkentteki ocaklı askerler bu duruma karşı çıkacak olurlarsa, ittifak hâlinde onların karşısında yer alacaklarına söz veriyorlardı. Aynı maddede, sultan nâmına, vilâyetlerde devlet vergilerinin toplanmasında işbirliği etmeyi de taahhüt ediyorlardı. Ayrıca, kendi idâreleri altındaki halkı koruyacaklarına; devlet, vekiller ve taşra âyânları arasında akdedilecek müzâkereler sonunda haksız vergilerin kaldırılması için alınacak kararlara riâyet edeceklerini temin etmekteydiler (Madde 7).
Söz konusu vesîka, bir taraftan en yüksek derecedeki ulemâ (Şeyhülislâm, Nakîbü’l-eşrâf ve Kazaskerler), devlet ricâli (Sadrâzam, Defterdar, Reîsü’l-küttâb, Sadâret Kethüdası ve başkaları), başkentteki askerî grupların komutanları (Yeniçeri ağası, Sipahiler ağası) gibi devleti oluşturan zümrelerin temsilcileri ile diğer taraftan, o sırada İstanbul’da bulunan belli başlı taşra hânedanları (Cabbârzâde, Karaosmanoğlu, Sirozlu İsmail Bey ve Çirmen Mutasarrıfı) arasında şeriate uygun muayyen bir akit formunda (mîsâk, ç.n.) imzâlanmıştır. Senette, sultanın şahsının değil, “devlet”in zikredilmiş olması, kayda değerdir. Sultan, diğerlerinin yaptığı gibi yemin etmemişti; fakat, en yakın müşâvirlerinin kendisine, böyle bir belgeyi tasdik etmesinin, mutlak gücünü tamâmiyle sınırlandıracağını hatırlatmalarına rağmen, tuğrasını söz konusu senede bastı. Hânedanların bir kaçı birbirlerine kefil olmuşlardı. Belgenin zeylinde, senedin imparatorluğun yeniden ihyâsında dâimî ve sâbit esasları oluşturacağı belirtilmekteydi. Bu sebeple, Sadrazamlık ve Şeyhülislâmlık makāmına geçen her bir kişi tarafından imzalanacak ve bunlar, senet hükümlerinin harfi harfine yerine getirilmesine nezâret edeceklerdi. Belgenin bir sûreti de, onun ebediyyen yürürlükte kalmasına bizzat dikkat edecek olan sultana verilmişti.
Bu mühim belge, çoğu kez, târihî mânâsı ve onu hazırlayan âmiller yeterince bilinmeksizin çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu belge de Magna Carta gibi, hükümdârın mutlak otoritesi üzerinde mahallî kodamanlar tarafından getirilen bir sınırlama idi: fakat Magna Carta’nın yaygın anlamından farklı olarak, liberal-demokratik gelişmeler için bir hazırlık husûsiyeti yoktu. Bu senet, sultanın iktidar gücünün azalışını ve taşra derebeylerinin ortaya çıkışını açıkça gösterir. “Hânedan”lar, belgede saltanatın pek çok geleneksel haklarını tanımaktaydı: Sultan otoritesinin mutlaklığı, yönetiminin bağımsızlığı: devletin vilâyetlerde doğrudan asker alma ve vergi toplama hakları (Madde 1-4). Aynı zamanda belge, hânedanlar merkezî otoriteyi ihlâl etmedikleri müddetçe, yönetimin onların mevkilerine ve yerleşmiş haklarına saygı göstermek zorunda olduğunu açıkça belirtmektedir. Ayrıca, hânedanlar ve devlet ricâli, sultanın hükümetinin üyeleri de dâhil, belge şartlarının ihlâl edecek olan herkese karşı müşterek harekete geçme hakkı kazanmışlardır. 4. maddede, “sadâret makāmı da kānun dışı irtikap ve irtişâda bulunursa veya devlete zararlı kötü işlere kalkışırsa”, herkese, onu dâvâ etmek ve sûiistimallere engel olmak yetkisi vermekteydi. Fakat, senet, bu tür bir dâvâyı yürütebilecek herhangi bir husûsî teşekkül oluşturmamıştı. Hânedanların istedikleri şey gerçekte merkeziyetçi ve ilerici bir yönetim tarzıyla bağdaşmayan bir muhtariyet derecesi elde etmekti.
IV. İmparatorlukta Sultanın Gücünün Yeniden Tesisi: Modernleşen Devlette Sultanın Bürokrasisinin Öncülüğü Ele Alışı
Âyânların hâkimiyeti pek uzun sürmedi. İstanbul halkı kadar, saray ve Osmanlı bürokrasisinin üyeleri de korkulu bir bekleyiş içindeydiler; âyân hâkimiyetine son veren yeniçerilerin karşı saldırısından oldukça hoşnut oldular. II. Mahmûd (1808-1839), taşrada otoritesini yeniden tesis edebilmek için sâdece, şimdi eskisinden daha da başı bozuk bir duruma gelmiş olan yeniçerilere dayanabilirdi. Bununla birlikte, 1812’de Rusya ile yapılan barış antlaşmasının hemen ardından Mahmûd, taşradaki belli başlı âyânları tasfiyeye başladı. Bunlardan mukāvemet edenlerin bir kısmını, civar vâlîlerin komutasında, bulundukları bölgelere askerî kuvvetler göndermek sûretiyle bastırdı. Mahmûd, diğerlerini de, onların bizzat boyun eğmelerini ve erkek evlâtlarının daha mütevâzı mevki’lerle yetinmelerini sağlamak için unvanlarından ve kira akitlerinden doğrudan doğruya mahrum etmeye muvaffak olabildi. Fakat 1821 yılında âyân kökenli paşaların en nüfuzlusu olan Tepedelenli Ali Paşa, gerçekten büyük bir direnişe geçti. Onun isyânını, Yunan isyânı tâkip etti.
Mahmûd’un serkeş âyânlara karşı yürüttüğü mücâdele, bir çoğunun malının mülkünün elinden alınması ve vilâyetlerde hükümdar otoritesinin hemen hemen yeniden tesisi ile netîcelendi. Söz konusu âyânların yüzlercesi, yine de mahallî idârelerin başında bulunuyor ve kiraladıkları geniş toprakları tasarrufa devam ediyorlardı. Vilâyetlerde hâlâ en nüfuzlu sınıfı oluşturarak pasif mahallî halkın yanında, zâlim vâlîlere ve keyfî-müstebît bir merkezî yönetime karşı çoğu kez halkın koruyucuları kılığında ortaya çıkıyorlardı. Daha sonra, halk kütlelerine siyâsî hayâta katılma imkânı sağlandığında, bunlar siyâsî liderlikte mühim bir rol oynayacaklardı.
1826’da, Yunan isyânının en kritik bir döneminde, II. Mahmûd nihâyet yeniçerilerden kurtulmak husûsunda kaçınılmaz karârı verdi. Tıpkı vilâyetlerdeki âsî âyânlar gibi bunları da ortadan kaldırarak bilâhare zamânın şartlarına uygun olarak, imparatorluğu yeniden organize etmek için sınırsız bir iktidâra sâhip olacaktı.
Yeniçerilerin imhâsından önce, bunlar tarafından desteklenen Hâlet Efendi, bilfiil devlete hâkim olmuş bulunuyordu. Yeniçerilerin imhâsından sonra, Selim zamânından kalma bir reformcu olan Hüsrev’e, yeni bir ordu teşkil etmesi vazîfesi verildi; oluşturulan bu yeni ordu, onbeş yıl içerisinde imparatorluğun esas gücü hâline geldi. Hüsrev, eski Osmanlı kul sisteminin bir ürünü idi. Bu sistemin, sultanın mutlak otoritesini hâkim kılmakta son derece güvenilir bir vâsıta olduğu, XVI. yüzyıl başlarında Kemâl Paşa-zâde tarafından açıkça belirtilir. Söz konusu sistemin son büyük temsilcisi olan Hüsrev, imparatorlukta paşa ve vâlî rütbelerine kadar yükselen bir çok köleyi bizzat yetiştirmişti. Ancak, şüphe yok ki, Osmanlı Devleti’nde gerçek modern reformları başlatmak için Batılılaşmış diplomat-bürokratlar yerine, henüz bunlar bulunmaktaydı.
Âyân menşe’li paşalardan gelen ve Mısır paşası olan Mehmed Ali, Tepedelenli’den çok daha tehlikeli bir isyan çıkardı. Ali Paşa 1833’ten bu yana, bütün gücünü imparatorluğun Asya’daki vilâyetlerine yaymaya yöneltmişti. Mehmed Ali Paşa’nın nüfûzu, Mahmûd’un reformlarına karşı olan âyân ve muhâfazakâr kütlelerin kendisine sempati duydukları Anadolu’da bile hissedilmekteydi. M. Ali, 1833 ve 1839’da Mahmûd’un yeni ordularını mağlûp etti. Bu kritik dönem, imparatorluğu mutlak yıkımdan kurtarmak için yeni bir reformcu neslin ortaya çıktığı dönemdir. Hüsrev Paşa gibi askerî reformculardan tamâmen farklı olan bu insanlar, Avrupa başkentlerinde vazîfe görürken, milletlerarası ahvâli ve Batılı devletlerin bünyelerini yakından tanıyan belli başlı diplomatlardı. Bunlar, ulemâ ve askerî sınıf gibi Osmanlı Devleti’nin asırlık bürokrasisini oluşturan sınıfların dışında üçüncü bir sınıfı oluşturuyorlardı. Eğitimleri, çoğunlukla kul sistemi içinde yetişen askerî zümrenin ve sıkı bir resmî dînî eğitim veren mekteplerden (medreselerden) yetişen ulemânın eğitiminden tamamen farklı, devlet bürolarında edinilmiş pratik bir eğitimdi. Diplomaside ve mâliyedeki hizmetlerine çok şey borçlu olan bu bürokratlar, XVIII. yüzyıldan beri yönetim içerisinde gittikçe artan bir nüfuz kazandılar. Yalnız devletin dünyevî menfaatlerine bağlı, şekilcilikten ve gelenek bağlarından kurtulmuş olan bu yeni nesil, radikal idârî reformun inançlı elemanları olmaya artık hazır idiler. Osmanlı hükümeti, ] 821’de Rum tercümanlar yerine Türkleri istihdam etmek mecburiyetinde kalınca, Bâb-ı Âlî’de bir Tercüme Odası kuruldu; burada Batı dilleri öğretildi; bu odanın ilk hocası, askerî mühendislik mektebinden bir müderris idi. Söz konusu Tercüme Odası, III. Selim’in Batı başkentlerinde açmış olduğu elçilikler gibi, Batıya yönelen yeni nesil idâreci ve aydınlar için bir eğitim merkezi hâline geldi. Geleceğin Sadrâzamı ve reformcusu Âlî Paşa, Reşid Paşa’nın mesâî arkadaşı Fuâd Paşa, ilk eğitimlerini bu merkezde gördüler.
1827’de Navarin felâketi ve Mehmed Ali Paşa’nın ürkütücü başarıları ile karşılaşan II. Mahmûd, Batılı güçlerin sempati ve güvenim kazanmanın ve Osmanlı yönetiminin modernleşmesinin lüzumunu gören reformcu diplomatlarının tavsiyelerine kulak verdi. Bu tavsiyelere uygun olarak 1831-1838 yılları arasında, Batılılaşmaya doğru ilk kesin adımlar olarak görülebilecek bâzı idârî ve içtimâî reformlar başlattı. Devlet dâirelerinin ve bir başbakanla bakanlar kurulunun teşkîli, askerî ve sivil reformlar için iki yüksek meclisin tesisi, devlet memurlarının muayyen bir maaşla istihdâmı, modern posta servisi ve din-dışı meslek okullarının kuruluşu, kıyâfette ve devlet protokolünde modernleştirme bu reformların belli başlıları arasında bulunuyordu. Fakat, Mahmûd’un en mühim başarısı, vilâyetlerde ve bütün idârî kısımlarda sultanın gücünü yenilemesi, eski hâline getirmesi oldu.
Reşîd Paşa, Mehmed Ali Paşa ile savaş muallakta iken, 1838’de Londra’daki diplomatik vazîfesindeki başarısından sonra, II. Mahmûd üzerinde gittikçe artan bir nüfuz kazandı ve onu, Mısır’ın siyâsî geleceğinin, nihâî olarak, Avrupa başkentlerinde belirlenmesine iknâya muvaffak olabildi. Ona göre, Osmanlı Devletinin bekāsı, Avrupa Devletler Topluluğu’na girmesini sağlayabilecek idârî modernleşmeye bağlıydı. 1839’da Nizip’teki Osmanlı bozgununu, II. Mahmûd’un ölümü tâkip etti; bundan sonra, en büyük rakîbi Hüsrev Paşa da dâhil, herkes, çâre olarak Reşîd Paşa’dan ve onun reform tasarılarından medet ummaya başladılar. Osmanlı reform sürecinde en radikal kararların, hemen hemen dâimâ bunalım zamanlarında alındığını görmekteyiz.
3 Kasım 1839’da Gülhâne’de Mustafa Reşîd Paşa tarafından okunan bir Hatt-ı Hümâyûn, Türk târihinde Tanzîmât olarak adlandırılan reform devrini başlatmış oldu. Bu Hatta hülâsa olarak şu hususlar ifâde edilmekteydi: İmparatorluk, dînî ve örfî kānunların ihmâlinden dolayı, yüz elli yıldan beri zayıflamaktadır. Refâhı ve iktidârı yeniden tesis etmek için bütün tebe’anın can, ırz ve mal emniyetinin sağlanması esaslarına dayanması îcap eden yeni kānunlara ihtiyaç vardır. Vergilendirme ve asker alma kānunları, adâlete uygun olarak yeniden gözden geçirilecektir. İltizam sistemi lağvedilecek, her vatandaş, imkânları ölçüsünde vergilendirilecektir. Her suçlu, herkesin önünde alenen yargılanacaktır. Bu teminatlar, dîni ve mezhebi ne olursa olsun, bütün tebe’aya yaygınlaştırılacaktır.
Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, sert müzâkerelerden sonra, üzerinde anlaşma sağlanan hususları karşılayacak kānun tasarılarını hazırlayacak ve bunları sırası ile tasdik ve îlân etmesi için sultana sunacaktı. Bütün kānun tasarıları, İslâm’ı, devlet teşkilâtını ve imparatorluğu yeniden canlandırmak gâyesiyle kaleme alınacağı için, sultan bunları ihmal etmeyeceğine dâir yeminle taahhütte bulunuyordu. Ulemâ ve devlet erkânı da aynı maksatla yemin etmekte idi; bunlardan sözünü tutmayanlar, cezâ kānunu hükümlerine göre, rütbe ve mevkilerine bakılmaksızın cezâlandırılacaktı. Nihâyet, bu düzenlemeler, imparatorluğun her tarafında halka teşmil edilecek ve İstanbul’daki dost devletlerin temsilcilerine resmen bildirilecekti.
Bu hatt-ı hümâyûnda, pratik zarûretlerle, 1830’lar Avrupası’nın idârî ve içtimâî yapısının temel nitelikleri ile geleneksel Osmanlı müesseseleri ustaca birleştirilmişti. Belgenin inkılâpçı muhtevâsı, şeriate yapılan bir çok atıfla muhâfazakârlardan gizlendi; gerçekten geleneksel devlet felsefesi, belgede açıkça yer alıyordu. Ferman, sırası ile, devletin para gerektiren silâhlı kuvvetlere ihtiyâcı olduğunu, devlet gelirlerinin ancak tebe’anın haksızlıklara ve benzeri sûiistimallere karşı korunması hâlinde düzenli bir şekilde kalacağını ifâde etmekteydi. Temel yasama prensibi, sâdece tabiî haklar açısından değil, aynı zamanda imparatorluğun yeniden canlandırılmasının pratik bir zarûreti olarak da ortaya konmaktaydı. Kısaca, devlet gücü, önceden olduğu gibi aslî gâye olarak bâkî kalmaktaydı; halk hâlâ devletin sâdece tebe’ası olarak telâkkî ediliyordu.
Klâsik İslâm düşüncesinde, şeriatten başka hiç bir kānun kaynağı bulunmadığı hatırlanmalıdır. Fakat Osmanlılarla beraber, “sultanî kānunlar” adıyla doğrudan doğruya sultanın yüksek irâdesinden kaynaklanan, hakîkaten ayrı bir kānun kategorisi sürekli mevcut oldu. Bu kānunlar, şeriatin ihtivâ etmediği konularla ilgili olarak çıkarılmış olsa bile, çıkarılışlarını haklı ve lüzumlu göstermek için bunların, İslâm toplumunun menfaatine yönelik olduğu ileri sürülürdü. Osmanlı sultanları, kamu hukûku, devlet gelirleri, vergilendirme, iktisâdî hayat ve cezâ hukûku ile ilgili, bu türden yüzlerce kānun çıkarmışlardır. Gülhâne Hattı da, bu prensibe, yâni devleti yeniden canlandırmak için kānun koymanın gerekli olduğu prensibine dayanılarak îlân edildi.
Bütün bu söylenenlere rağmen, yine de fermanın, Osmanlı toplumuna inkılapçı fikir ve müesseseleri soktuğu açıkça görülmektedir. Bu fikir ve müesseseler arasında, sultanın taahhütte bulunması, taahhütlerini bir yeminle tasdik ve teyid etmesi; fermânın prensiplerine uygun olarak kānunlara riâyet etmek; müzâkere ve tartışma serbestliği teminâtı altında teşrî faaliyetini yürütecek bir meclisin kurulması gibi mühim hususlar yer almaktadır.
Reşîd Paşa, fermânı hazırlarken, sultanın despotik iktidârı üzerine sınırlamalar koymayı düşünmüştü. O, Palmerston’a gönderdiği 12 Ağustos 1839 târihli mektûbunda bu düşüncesini şöyle dile getirir: “Avrupa iktidarları, Yeniçerilerin ortadan kaldırılışından beri Osmanlı hükümdarlarının saltanatının tedrîcen hangi dereceye ulaştığını bilmektedirler... Son derece güçlü komşuluk îtibârına rağmen, Avusturya ve Rusya, sebep ne olursa olsun, Eflâk ve Sırbistan için bir anayasa kabûl etmelerine imkân sağlamışlar ise de, hiçbir iktidar Müslüman halkların hayatları (!) ve servetleri için basit emniyet tedbirleri dışında başka şeyler de elde etmelerini engellemeyi düşünemez”[1].
Tanzîmât Fermânı’ndaki bir başka inkılapçı unsur da, fermanla getirilen teminatların bütün tebe’aya yaygınlaştırılması idi. Sultan, bu prensipleri, daha sonra 1846’da îrâd ettiği bir nutukta tasdik ve teyit edecekti: “Tebe’a arasındaki din ve mezhep farklılıkları, sâdece şahıslarını ilgilendiren, vatandaşlık haklarına tesir etmeyen şeylerdir. Aynı ülkede ve aynı hükümetin idâresi altında yaşayanlar olarak bizlerin, aramızdakilere farklı muâmeleler yapmamız hatâdır”. Rum isyânı ve Avrupa’nın Yunan istiklâli için seferber olması, Osmanlılara ciddî bir şeyi göstermişti. Kānun karşısında eşitlik elde eden gayr-i müslim tebe’anın, artık devlet içerisinde kendilerini ayrı ve ezilmiş bir unsur olarak görecekleri ve devletten bağımsızlıklarını kazanmaya çalışacakları beklenmekteydi. Batılı güçler de, bu değişikliği imparatorluktaki Hıristiyanların lehine değerlendireceklerdi. Kaydetmek gerekir ki, gayr-i müslim tebe’a, eşitlik, hürriyet, muhtariyet, vergilendirmede reformlar ve toprak mülkiyeti konusundaki talepleriyle, Osmanlı-Türk Devleti’nin Batılılaşmasına katkıda bulunuyorlardı, Gayr-i müslim teb’eanın husûsî durumu ve Batının onlar adına müdâhalelere kalkışacağı anlaşılınca, sultan, kamu müesseselerini gittikçe artan bir şekilde laikleştirmeye teşvik edildi. Sultan-halîfe olarak o, bütün Osmanlı vatandaşlarının eşit derecede hükümdarı olması sıfatıyla yüklendiği vazîfeler ile, şeriate göre sâdece Müslümanların halîfesi olması sıfatıyla yüklendiği vazifeler arasında daha iyi bir ayırım yapmaya başladı. Gayr-i müslimlere verilen mühim tâvizler, umûmî olarak bunları halîfeliğin yok olması şeklinde telâkkî eden ve bir bütün olarak Batılılaşmanın aleyhinde bulunan Müslümanlar arasında endîşelere sebep oldu. Fanatikler, bu durumu dinden sapma olarak nitelediler. Bu sûretle, laik görüşleriyle belirginleşen Batıcılar ile şeriat yönetimine bağlı muhâfazakârlar arasında odaklasan bu fikir ayrılığı, yıllardan beri Türk siyâsî hayâtında bir hizipleşme olarak hâlâ varlığını sürdürmektedir.
Kısacası, bütün tebe’anın kānun karşısındaki eşitliği, can, ırz ve mal güvenliği fermandaki inkılapçı fikirleri oluşturuyordu. Reşîd Paşa, fermanla başlatılan reformların imparatorluk rejimini tamâmen değiştireceği iddiâsındaydı. Devlet kavramındaki değişim, kānunların sâdece tebe’anın menfaati için yapıldığının belirtildiği muhtelif pâdişah irâdelerinde daha bâriz bir şekilde görülmekteydi.
Reşîd’in fermanda îlân edilen prensipleri gerçekleştirmek için aldığı tedbirleri incelerken, onun bu konudaki samîmiyetini de görebiliriz. Reşîd, kānun hâkimiyetini, sür’atle bir cezâ yasası yayımlamak sûretiyle, realite hâline getirmek için şevk ve gayret gösterdi.
Vilâyetlerde idâre meclisleri kuruldu; bu meclislerin üyeleri vâlî, iki kâtibi, kadı, müftü, mahallî askerî kumandan ve dört eşraftan oluşuyordu; şâyet vilâyette Hıristiyan bir cemaat mevcutsa metropolit ve ileri gelen iki Hıristiyan şahıs da meclise iştirak ediyordu. Meclis üyesi olan eşraf, halk tarafından seçiliyordu. Vilâyet meclisleri ve bu vilâyetlere tâbi olan kasabalardaki daha küçük meclisler, bütün idârî konulan serbestçe tartışmakta ve cezâ mahkemeleri gibi toplanmaktaydı. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye, bu meclisler için başkentte bir temyiz mahkemesi oluşturdu. Vilâyet meclislerinin tesisiyle, Osmanlı tebe’asının, bilhassa gayr-i müslimlerin, mahallî idârelerde ilk defa bir söz hakkı elde ettikleri söylenebilir; gerçekte bu meclisler, mahallî yüksek memurlardan, ulemâ ve eşraftan oluşan ve kadı riyâsetinde toplanan eski eşraf meclislerinden biraz daha farklı idiler. Bâzan, bir tezat olarak, mahallî âyân ve eşraf, mahallî idârelerde Tanzîmât’ı tıkamak ve ona karşı muhâfazakâr kütleleri kışkırtmak için yeni mevkilerini istismar etmekteydiler.
Köylülerin ve kamu hazînesinin korunması maksadıyla başlatılan mâlî reformlar, fermânın îlânı üzerine daha sıkı takip edildi. Reşîd, daha âdil ölçülerde bir vergi düzeni oluşturmak için, vakıflarla ilgili imtiyazlar kadar, âyân ağalar, ulemâ ve askerî sınıf mensupları gibi nüfuzlu gurupların yararına olan vergi muâfiyetlerini ve imtiyazları da kaldırdı. Bundan zarar gören gruplar, reformlara karşı şiddetli bir propaganda kampanyası başlattılar. Reform maksatlarıyla girilen arâzi ölçüm ve nüfûs sayımı, bunlara muhâfazakâr kütleleri kışkırtmak için fırsat verdi ve hükümetin vergileri iki misline çıkarma veya onları tamâmen ortadan kaldırmaya karar verdiği şeklinde çeşitli söylentiler yaydılar. İltizam sisteminin kaldırılması, geniş bir mültezim grubunu, nüfuzlu mültezim nâiblerini ve şüpheli yollarla bu sistemden yararlanan çok sayıda memuru etkiledi. Unutmamak gerekir ki, mültezimlerin çoğu, iltizam yoluyla servet ve nüfuz kazanmış olan mahallî eşraftan kimselerdi. Diğer taraftan Reşîd, devletin köylü üzerindeki himâyesini yaygınlaştırmak için angaryayı ve tefeciliği de kaldırdı. Meclis-i Vâlâ’nın ilk kararlarından biri şöyledir: “Balkanlardaki eşrâfın çoğu, köylülerin kendilerinin köleleri olduğunu düşünürler ve hiç bir karşılık ödemeden kendi hizmetlerinde çalıştırırlardı. Bunlar, köylülerin başka bir yerde çalışmak için mâlikânelerinden ayrılmalarına da izin vermedikleri gibi evlenmelerine bile karıştılar. Sultan, artık bu tür sûiistimallere aslâ râzı değildir; bu emre muhâlefet edenler, yakında çıkacak olan cezâ kānunu hükümlerine göre cezâlandırılacaktır”. Diğer bir ferman, tefecilerin köylülere borç olarak verdikleri paraya karşılık, kendilerinden aldıkları fâizin aylık % 20’ye ulaştığına dikkati çekmektedir. Köylüler, borçlarını bir türlü ödeyemedikleri için, sonunda borçlanmalarda kâr (fâiz) hadlerini düşürmekte ve köylülerin birikmiş borçlarını taksitle ödemelerine imkân sağlamaktaydı.
Hükûmet, Gülhâne Hattı’nda yer alan prensipleri, büyük toplantılar tertip ederek halka duyurmaları için vilâyetlerdeki memurlara emirler gönderdi. Balkanlardaki bâzı bölgelerde köylüler, reformların netîcelerini görmek husûsunda o derece sabırsızlık gösterdiler ki, çok tehlikeli hareketlere giriştiler. Tanzîmât’ın, üzerlerindeki vergi yüküne herhangi bir âcil çözüm getirmediğini gören Niş civârındaki Bulgar köylüler -meselâ hâlâ angaryaya mâruz idiler-, kendi soylarından daha küçük eşrâfın idâresinde ayaklandılar. Ayrıca, 1849-1850’de Vidin bölgesinde patlak veren isyanlar, çok tehlikeli bir hâl aldı.
Bu bölgedeki zirâî toprakların çoğu, esas olarak devletin kendi (mîrî) topraklarıydı. Fakat mahallî müslüman ağalar, bu topraklan kiralamak husûsunda husûsî haklara sâhip idiler; gerçekte ise, buraları kendi mâlikâneleri olarak tasarruf etmekteydiler. Halkın taleplerini redd ve mahallî bir milis kuvveti (başı-bozuklar) teşkil eden ağalar, âsîlere karşı hücûma geçtiler ve mücâdeleyi sona erdirmek için düzenli hükûmet kuvvetleri istediler, İstanbul’daki Meclis-i Vâlâ, mevcut idâre meclisinin lağvederek, ilk defa, Hıristiyan köylülere devlet topraklarını bizzat kiralama hakkı tanıdı. Bununla beraber, bu radikal kararlan uygulamanın imkânsızlığı ortaya çıktı ve durum bundan sonra da pek değişmedi. Anadolu’da da benzer tepkiler meydâna geldi. Meselâ, Ankara yakınındaki Bâlâ âyânları, Meclis-i Vâlâ’dan önceki vergilerden kurtulmak için köylüleri angarya olarak çalıştırmayı ve hükûmete karşı ayaklanmaları için halkı kışkırtmayı sürdürdüler. Buradaki farklılık, Müslüman halkın, son derece Müslüman olan mahallî ulemâ ve âyânların nüfûzu altında olmasıydı; halbuki Balkanlardaki Hıristiyan tebe’a isyan hâlet-i rûhiyesi içinde bulunan milliyetçi liderlerin nüfûzu altında bulunuyordu.
Bu örnekler, Reşîd Paşa’nın reformlarının gerçekleştirmesinin ne kadar zor ve karşısında sıralanan sosyal güçlerin ne kadar çeşitli olduğunu gösterir. Eski rejimin imtiyazlı sınıfları, bilhassa ulemâ ile işbirliği içindeki ağalar, şeriatin îtibar istediği gayr-i müslimlere ve kâfirlere medenî eşitlik verilmesinin, dîni ve devleti batıracağını iddiâ ediyorlardı. Reşîd, bu zümreleri kontrol altında tutmak maksadıyla, hükûmetin reform tedbirlerine muhâlefet suçu işleyenleri kānuna uygun olarak tâkip edebilmek içip, âcilen bir cezâ yasası çıkardı. Vilâyetlerde olduğu gibi başkentte de, yaşlı Hüsrev de dâhil, pek çok muhâlif cezâlandırıldı. Ankara’da, idâre meclisi üyesi oları bir müftü, reformlara karşı halkı isyâna teşvikten mahkûm edildi.
Reşîd, Batılı bir yönetim tarzı getirme gayretlerine uygun olarak, vilâyetlerdeki kamu hizmetlerine, merkezî hükümetçe tâyin edilen, maaşlı sivil hizmetlileri istihdâma; âyân ve her dereceden vazîfelilerin almaya alışık oldukları bütün vergi şekillerini ve rüşvetleri kaldırmaya karar verdi. Reşîd, reformları uygulayacak sivil bir hizmetliler zümresi oluşturmaya çalışırken, vâlî-paşaların temsilcileri olarak o sırada Anadolu’daki mahallî memuriyetlerin çoğunu işgal eden taşra âyânlarının konumunu doğrudan tehdit ediyordu, Reşîd, feodalizmden miras kalan imparatorluk teşkilâtının bu niteliklerini değiştirmeye kararlı idi. Onun idârî reformu, son tahlilde, esaslı bir sosyal reform mânâsına gelmekteydi. Reşîd’in, iltizâmın 40 kaldırılmasından sonraki radikal tedbirlerinden biri, doğrudan doğruya merkezî hükûmete bağlı bulunan muhassıllar tâyin etmek oldu. Fakat bu iş için kâfi sayıda yetişmiş sivil hizmetlileri bulmaya muvaffak olamadı ve bununla beraber, ekseriyâ eski usûlleri takip eden mahallî eşrâfı istihdam etmek zorunda kaldı.
Daha sonra, böyle âcil bir ihtiyâcı gidermek için sivil hizmetlileri yetiştirecek husûsî laik okullar açılmasına karar verildi. Bu okullarda ve askerî akademilerde, Türkiye’nin modernleşmesinde kesin bir rol oynayan Batılılaşmış bir memur grubu yetiştirildi. Reşîd’in reformlarına muhâlefetler, 1841’de düşmesine sebep oldu (bilâhare dışişleri nâzırı oldu). Ülkeye yeni getirilen müesseseler iyi çalışmamışlardı; bilhassa yeni vergi toplama sistemi, tam bir fiyasko ile neticelendi. Reşîd, sâdece Mısır meselesini çözmedeki hizmetleri dolayısıyla sultan nezdinde kazanmış olduğu teveccühe bel bağlamıştı. Yerine getirilen kişi ise, imparatorluğun canlandırılmasının tek çâresi olarak temelde askerî ıslâhatları gören pek çok eski tip reformculara benzeyen Harbiye Nâzırı Rızâ Paşa idi. Onunla beraber iltizâm usûlü geri geldi; yönetimle ilgili radikal reformlar umûmiyetle zamansız olarak tenkit edildi. Reşîd Paşa, 1845’te tekrar iktidâra gelince, reformlarını uygulamak için ihtiyâç duyulan bürokratların yetiştirilmesine öncelik verdi; bu maksatla Meclis-i Ma’ârif-i Umûmiye’yi oluşturdu ve bir üniversite kurulmasını tasarladı,
Aynı yıl içerisinde hükûmet, her vilâyetin iki temsilci seçmesini ve girişilen reformlar husûsunda görüşmek için İstanbul’a gönderilmelerini isteyen cesur bir adını attı. Bu temsilciler “ileri gelen ve halkın hürmet ettiği kişiler arasından seçilen” kimselerdi. İstanbul’a gönderilen temsilcilerin oluşturduğu bu meclis, ünite olarak idâre meclislerinin basit bir genişletilmiş şekline benzemekteydi. Ancak, yine de bu meclis, o zamana kadar Osmanlı başkentinde toplanan ilk temsilci meclisi (representative assembly) olma vasfını sürdürmektedir. Gerçi Sultan’ın huzûruna çıkan âyânlar, oldukça ürkek olmalarına ve hemen sonra memleketlerine dönmelerine rağmen, muhâfazakârların gözü korkutuldu. Serasker Said Paşa, Reşîd Paşa’nın bir cumhûriyet îlân etme niyetinde olduğu suçlamasına kadar ileri gitti. Belki bu gelişmelerin netîceleri içinde en mühim olanı, Osmanlı Devleti’nin ilk laik mahkemeleri olan ticâret mahkemelerini kurmuş bulunan Fransa’da alınmış bir ticâret kānununun îlân edilmesidir.
Reşîd Paşa tarafından atılan bu cesur adımlar, başlıca iki sebepten dolayı netîcesiz kaldı. İlk olarak, hüküm süren ciddî iktisâdî buhran, halk zihninde Batı ve Batılı usûllerle özdeşleştirilmişti; bu düşünce pek de yanlış değildi; zîrâ Batı endüstrisinin ürünleri ucuz ve bol olduğu için, kapitülasyon rejiminden faydalanıp, Türk pazarlarını istilâ ederek yerli endüstriyi mahvediyordu. O dönemin konsolosluk raporları, bize bu olup biten hâdiselerin canlı tasvirlerini sunarlar. İkinci olarak, gayr-i memnun şahıslar, Reşîd Paşa’nın saltanatın gücünü sûiistîmâline izin verdiğini ileri sürerek reformcu Sultan Abdülmecid (1839-1861)’i suçluyorlardı. Diğer taraftan, Reşid ve tâkipçileri tarafından benimsenen son derece merkeziyetçi ve otoriter yönetim sistemi, despotizmi imparatorluk için zararlı gören ve sayıları gittikçe artan Osmanlı-Türk münevverlerinin şahsî bir boy hedefi hâline gelmişti. Bunun netîcesinde 1867’de gizli bir cemiyet olarak Genç Osmanlılar kuruldu; bu münevverler, geleneksel İslâmî-Türk kültürünü muhâfaza ederken, o sırada Avrupa’da hüküm süren romantik bir milliyetçiliği benimsemekte ve Batı medeniyetinin unsurlarını ülkeye taşıyacak olan meşrutî bir rejim tavsiye etmekteydiler. Böylece ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetimden bağımsız hareket eden ve resmî reform programına karşı çıkan ilerici bir grup oluştuğunu görmekteyiz. Genç Osmanlılar, Türkiye’de milliyetçi ve demokratik hareketin gerçek müjdecileri idiler.
Bu ilk dönemdeki modernleşmenin çok mühim husûsiyetleri, kısaca şöyle hulâsa edilebilir:
Evvelâ modernleşme programı, saldırgan ve emperyalist bir Avrupa’ya karşı, devletin kendini koruma tedbîri olarak benimsediği bir programdı. Avrupa’nın askerî tekniklerdeki ve teşkilâtlanmaktaki üstünlüğü, tâ onyedinci yüzyılın sonlarından beri idrâk edilmekteydi. Bu idrâk ediş, daha sonraki Batıdan yapılan kültürel iktibaslar için lüzumlu bir psikolojik hazırlık oldu.
İkincisi, sistemli bir modernleşme, XVIII. yüzyılda, bilhassa, III. Selim zamânında askerî reformlarla başladı. 1830’dan başlayıp 1876’da Osmanlı Anayasası’nın îlânıyla doruk noktasına ulaşan bir modernleşme süreci içerisinde idârî ve kamu müesseselerine kadar yayıldı.
Üçüncüsü, devlet modernleşme hareketinde öncü idi; değişiklikler üstten, bunları etkili kılacak gerekli bürokratik mekanizmayı oluşturmak için sultanın mutlak gücü kullanılarak empoze edilmekteydi.
Dördüncüsü, büyük bir çoğunluğu kapalı bir köy ekonomisi içinde yaşayan halk kitlesi, umûmiyetle âyân, ağalar ve din adamlarına bağlı idiler; bunlar da söz konusu kitleyi geleneksel müesseselere bağlı tutmak için bilhassa ilgilenmekteydiler. Hattâ bu gruplar, 1800 ve 1850 yıllan arasındaki dönemde bile, devlet tarafından empoze edilen reformlara aktif olarak mukāvemet ettiler; imparatorluğun müslüman halkı genel olarak değişim karşısında kayıtsız veya hattâ inatçı bir tavır takındılar.
Beşincisi, gayr-i müslim tebe’ayı tatmin etme arzûsu ve Batılı güçlerin, Osmanlı devletini laik kānunları ve müesseselerini kabûl etmeye kat’î olarak teşvik etmesidir. Batılı güçler, imparatorluğa liberal müesseseler getirmekle ilgilenmekte ve bu müesseselerin, derhal devletin bütünlüğünü ve kendi iktisâdî menfaatlerini teminat altına alacağını düşünmekteydiler.
Altıncısı, 1860’larda Batı görüşlerini benimsemiş küçük bir Türk vatansever grubu ortaya çıktı ve bunlar imparatorluğa yeni giren gazete ve çok sayıda edebiyat dergilerinde, sultanın mutlakıyetçiliğine karşı ciddî bir mücâdele gerçekleştirdiler. Bunlar, sultanın reform tedbirlerinin hem keyfî hem de Türk-Müslüman halkın gerçek menfaatlerine aykırı olduğuna inanmaktaydılar.
Netîce olarak, Türk modernleşme hareketindeki temel zorluklar, geleneksel toplum ve devletin dînî kaidelerinden kaynaklanmıştır. Genel olarak Tanzîmat reformcuları ve aydınlar, yönetimi Batılılaştırmak ve modern teknikleri almak istemelerine rağmen, şeriat, dînî mahkemeler ve dînî mektepleri muhâfaza etmenin iyi olacağına inanmaktaydılar. Ancak, bunların kamu işleri ile ilgilerinin kesilip kendi ilgi sâhaları ile ilgilenir hâle getirilebileceği düşünülmekteydi. Daha sonra, Batılılaşmayı ve millî hâkimiyeti, Avrupalı devletlerdeki gibi bir bütün olarak isteyen radikaller, bu dualizm üzerinde Tanzîmât’ı başarısızlıkla suçladılar. Ancak, millet-devlet mefhûmundan hiç biri Atatürk’e kadar hakîkî olarak gerçekleşmedi ve 1919’da imparatorluğun çöküşünden sonra Türkiye Cumhuriyeti ismiyle var oluş sâhasına girdi.
_________
(*) Bu yazı [Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society: Turkey”, Political Modernization in Japon and Turkey, Ed. R. E. Ward, D. Rustow, Princeton, 1964, ss. 42-63], Mehmet Özden’le müşterek çevrildikten sonra şurada yayımlanmıştır: Türkiye Günlüğü, 11 (Yaz 1990), 31-41.
(**) Bu özdeyiş kısaca, hükümdarın askersiz gücü olamayacağını; para olmadığı takdirde askerin beşlenemeyeceğini; tebe’ası müreffeh değilse paranın olamayacağını ve halkın refahının da ancak adâletle sağlanacağını vurgulamaktaydı.
[1] E.E.Bailey, British Policy and the Turkish Reform Movement, Cambridge Mass., 1942, s. 275.