FARABİ
ÜNİVERSİTESİ ŞARKİYAT FAKÜLTESİ
DOĞU TOPLUMLARINDA GEÇİŞ DÖNEMLERİNDE
KÜLTÜREL VE TARİHİ SÜREÇLER
MİLLETLER ARASI KONFERANSI
17-19 MAYIS 1999
Almatı
TARİHİN OLUŞUMU VE
DEĞİŞME
Prof.Dr.Bahaeddin YEDİYILDIZ
"Asra and
olsun ki, insan gerçekten ziyandadır.
ancak iman eden ve iyi iş işleyenler,
ve birbirlerine hakkı tavsiye edenler
ve sabrı tavsiye edenler müstesnâ".
Kur'an, CIII/1-3.
Günümüz
dünyasında büyük değişmeler ve yeni oluşumlara şâhit olmaktayız. Bu
gelişmelerin en çok alâkadar ettiği milletlerden birisi de hiç şüphesiz
Türk milletidir. Türkiye'de uzun zamandır yaşanan çağdaşlaşma
sancılarının yanısıra Sovyet İmparatorluğu'nun çöküşüyle ortaya çıkan
Türk Cumhuriyetlerinde ve diğer Türk bölgelerinde yaşayan Türk
topluluklarında da açık veya gizli yeni bir oluşumun sancıları
yaşanmaktadır.
Hiç
şüphesiz bu tür değişme ve oluşumlar uzun bir tarihî derinliğe ve geniş
bir coğrafyaya sâhip bulunan Türk kültürünün ilk defa karşılaştığı yeni
bir olgu değildir. Türk milletinin muhtelif uzuvlarının mahallî
ortamlarda yaşadıkları kültürel dönüşümleri bir tarafa bırakacak
olursak, milletimizin, büyük ekseriyeti itibariyle, bir kaç bin yıllık
tarihinde, iki defa kendi havzası dışında oluşan, çağlarının güçlü
medeniyetleriyle karşılaşması sonucunda, biri geçmişte tamamlanmış olan
diğeri ise hâlâ süren iki büyük dönüşüm olgusu tecrübesine sahip
bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bu
dönüşümlerden birisi, Türklerin İslâm Medeniyeti dâiresine girmeleri
olgusudur. Bu birden bire biten bir hâdise değildir. Hatta bugün bile
devam ettiği söylenebilecek olan bu oluşumun uzun sürmesinin
sebeplerinden birisi, İslâmiyetin hergün yeniden doğmayı
gerektiren bir anlayışa sahip olmasının sağlamış olduğu imkan ve
kazandırdığı davranış ise, diğer bir sebep de bu anlayışla hareket eden
Türk toplumunun, başkalarını taklitten çok kendi terkibini yaparak
tekamül etme yolunu benimsemiş olmasıdır. İslam medeniyetine giriş böyle
bir terkiple gerçekleştirilmiştir. Bu terkip, Büyük Okyanus'tan Batı
Avrupa sınırlarına kadar uzanan geniş bir coğrafya üzerinde bin yıl Türk
sosyal sistemini aynı değerlerle bütünleştiren bir terkiptir.
Bu
dönüşümde Türkler, yabancılaşmaksızın, kendi aslî hususiyetlerini
koruyarak müslümanlaşmayı ve İslâm Medeniyeti'ni özümlemeyi başarmışlar,
ve bu medeniyetin her alanında yaratıcı ve özgün rôller oynamışlardır.
Türk
tarihindeki ikinci kültürel dönüşüm, Batı bilimi, teknolojisi ve
sanayiinin, yaklaşık üç yüz yıldan beri, Türk Dünyası'nı etkilemesine
muvâzî bir seyir takip etmektedir. Türk Dünyası henüz tamamlanmamış olan
bu dönüşümün sancılarını yaşamaktadır. Öyle inanıyorum ki, Türk Milleti,
bu dönüşümü de, kendi dinamiklerinin yaratıcılığı sayesinde, Türk ve
müslüman kalarak, Doğu ve Batı medeniyetlerinden edindiği müktesebâttan
da yararlanarak, yeni bir oluşum hamlesiyle başaracaktır.
Bu sebeple
ben burada, Türk Dünyası'nın tarihi boyunca yaşadığı dönüşüm süreçlerine
âit olaylar üzerinde değil, söz konusu oluşumların teorik çerçevesi
üzerinde durmak istiyorum. Özellikle de "tarihi oluşum" ve "değişme"
olguları arasındaki ilişkiye dikkat çekmek istiyorum.
Çizmeye
çalıştığım bu bağlamda, her şeyden önce, tarih'in ne olduğunu
açıklarsak, tarihî oluşum'un mâhiyetini de kavramış oluruz ve
değişme'nin de bu oluşumun devamından başka bir şey olmadığını
görürüz. Şimdi bunu açıklamaya çalışalım.
Genellikle
insanlar arasında Tarih'in sırf geçmiş zamanlar hakkında elde edilen
bilgilerden ibâret olduğu tarzında bir kanaat vardır. Halbuki, tarih, bu
tür bilgi egzersizlerinden evvel, aslında yeni eserler gerçekleştiren,
sosyal nizamda kısa ve uzun vadeli değişmeler meydana getiren eylemler,
fiillerdir. Bu eylemler hakkında yapılan araştırmalar sonucunda tarih
bilgisi elde edilebilmekte, bu tecrübelerin istikbâle yönelik
yorumlarıyla da tarih felsefesi yapılabilmektedir. Öyleyse tarihi üç
seviye de algılamak mümkündür.
Birinci
seviye, eylem, yani iş veya fiil seviyesidir.
Eylem önce düşüncede başlar. Hiçbir şeyin tesadüfen gerçekleşmesi
beklenemez. İnsanlar kendilerine hedefler belirler veya yaratır. İnsan
yapacağı işi, işleyeceği fiili önce düşünür, kafasında tasarlar. Ondan
sonra bu tasarıyı düşünceden eyleme, fiile dönüştürür, uygulamaya koyar.
Eğer bir toplum tarihî tecrübesinin kendisine kazandırdığı kimliğinin
şuurunda ise, söz konusu hedefleri belirlemede isabet kaydeder.
Dolayısıyla bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde tarihî tecrübelerini
yeniden kullanma imkanına kavuşur. Böylece tarihî oluşumun sürekliliğini
de sağlamış olur.
Düşüncesini
fiile dönüştüren insan, bu faaliyetinden sonra, gerçekleştirdiği
eyleminin haklılığını ispat etmek için sözlü veya yazılı nutuklar irad
eder ki, buna da meşrulaştırma eylemi veya hareketi denebilir.
Bu olguyu,
yani tarihin her şeyden evvel düşünce, uygulama ve meşrulaştırma eylemi
olduğu olgusunu, müşahhas bir iki örnekle açıklayalım.
Bilindiği
gibi, İstanbul'un Türkler tarafından fethi, türk tarihinin önemli
olaylarından birisidir. Bu fetih işi, önce Fatih Sultan Mehmed'in
düşüncesinde canlanmış, şehrin muhasarası ve düşürülmesi eylemleriyle
gerçekleşmiştir. Osmanlı Beyliğini büyük bir devlet yapısına
kavuşturmayı ve yönetimi altındaki insanları refah içinde yaşatmayı
düşünen ve düşleyen Fatih, devleti yeni bir yapıya kavuşturmak ve
kurduğu sosyo-kültürel müesseselerle halkının bütün ihtiyaçlarını
giderebileceği bir sosyo-kültürel altyapı oluşturmak suretiyle bu
düşüncesini eyleme dönüştürmüş, ve bu eylemini meşrulaştırmak için de
meşhur Kanunnâmelerini hazırlatmıştır.
Bu olgu,
tarihî tekevvün, kültürel bir oluşum, bir medeniyet hareketidir. İyilik
felsefesi ve insana hizmet düşüncesinin somutlaşmasından oluşan bu
medeniyet hareketini, Semerkant'da Uluğ Bey'in Registan Külliyesi'nden
Edirne'deki Selimiye Külliyesi'ne ve oradan Bosna-Hersek'te
Saraybosna'daki Gazi Hüsrev Bey Külliyesi'ne kadar Türk Dünyası'nın her
tarafına yayılmış binlerce eserde görmek mümkündür... Bu düşünce,
Kaşgar'da Yakub Han, Bursa'da Yeşil, İstanbul'da Fâtih veya Süleymâniye
külliyeleri oluvermiştir. Bütün bunlar tasarının olguya
dönüşmesidir. Geçmiş zaman içindeki, tarihî oluşumlardır, diğer bir
ifâdeyle yaşanan tarihlerdir. Bugün de tarih, düşünülen, tasarlanan bir
takım eylemlerin uygulamaya konulması ve bunların haklılığının
savunulması suretiyle oluşmaktadır. Tarih bizzat yaşanmaktadır. Kişinin
ya da toplumun varlığı ve kimliği, fiilleriyle özdeştir. "İnsana
çalışmasından başka bir şey yoktur"(Kur'an). Hacı Bayramı Velî
(1352-1430)'nin dediği gibi, "ef'âl"inin yani eylemlerinin bilincine
varan kişi, onlarda sıfatını ve zâtını, yani kendi özelliklerini,
varlığını ve kimliğini de görür.
İşte bu
sebepledir ki, düşünce, uygulama ve meşrulaştırma eylemleri, sadece
kendilerini hususî tarihlerinin özne'si olarak kavrayabilen,
sorumluluklarının şuurunda olan, kendi geçmişlerinden gelen baskılardan
kurtulabilen insanlarca gerçekleştirilebilir. Bu malzemeyi, ancak ve
ancak düşünce, uygulama ve meşrulaştırma eylemi içinde bulunan
toplumlar, kendi belirledikleri hedefleri gerçekleştirme yolunda
kullanabilirler.
Tarihin
algılandığı ikinci seviye, tarihî eylem hakkında tarihçinin edindiği
bilgi seviyesidir. Bu seviyede, tarihçi, insanların
gerçekleştirdiklerini inceleme konusuna dönüştürür. Bu inceleme
sırasında tarihçi, insanların asırlar boyunca insanlığı kavradıkları
tarzları hikayeleştirmeleri sonucu meydana gelen bilgileri nakille
yetinmez. Bu tarzlar üzerinde düşünür ve içinde yaşadığı kendi
toplumundaki değişmelere dikkat ederek onları açıklar. Tarihçinin
üzerinde düşündüğü inceleme konuları çok çeşitlidir. Bunlar arasında,
örnek olarak nüfus hareketlerini, sosyal grupların organik terkiplerini,
zihniyetlerin dinamiğini, iktisadî hareketleri ve siyasî çatışmaları
sayabiliriz. Tarihçi, sosyal münâsebetlerin nasıl teşekkül ettiğini,
meydana gelen sosyal eğilimleri ve oyunları anlamaya çalışır. Bu şekilde
elde edilen tarih bilgisi, milletlerin birbirleriyle olan ilişkilerini
aydınlatır ve bunların düzenlenmesine yardımcı olur.
Özellikle
siyasî tarihi, toplumların bağımsız olarak hayatta kalabilmek için
birbirleriyle yaptıkları sürekli yarışın özeti olarak tanımlamak
mümkündür. Son derece ciddî bir oyun niteliğinde olan bu yarışlarda
kaybetmeyen, kazanan toplumlar hayatlarını sürdürebilmektedirler. Bu
ölüm-kalım yarışını kazanabilmek, genellikle tarihî oluşumun akışını
çok iyi anlayıp hatırlamaya, dolayısıyla zaman içinde meydana gelmiş
yanlışlıkların tekrarlanmamasına, ve diğer yarışmacıların oyunlarına
düşmemek için tedbir alınmasına bağlıdır. Bu bilim ve bilgi işidir.
Bu gerçeği
Türkler tarihleri boyunca çok iyi anlamışlardır. XI. yüzyılda yaşamış
büyük Türk bilgini Balasagunlu Yusuf Has Hacib, bunu Kutadgu Bilig'de
şöyle ifade eder: "İnsandan insana çok fark vardır; bu fark bilgiden
ileri gelir. ...Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi
yol bulunur. ...Dünyayı elinde tutan onu anlayış ile tuttu; halka
hükmeden bu işi bilgi ile yaptı." Çağımız dünyasında "bilgi toplumu"nu
doğuran tarihî oluşumun temeli bundan daha güzel ifâde edilemez.
Insanların
gerçekleştirdiği eylemler ve bu eylemler arasındaki ilişkiler ağını
anlamak için kaynakların tahlili sonucunda elde edilen tarih bilgisi
aşamalarından sonra, tarihin üçüncü algılanış seviyesi olan tarih
felsefesi seviyesine ulaşılmaktadır.
Tarih felsefesini,
insanlığın yaşamış olduğu tecrübelerin tamamını kucaklayan, kendisinden
istikbalin fışkırması gereken bu mirası özetleyerek günümüz
problemlerine çözüm bulabilmek için yeniden yorumlayan bir kalkınma
nazariyesi olarak tanımlamak mümkündür. Toplumun iman ve inanç
sisteminden kaynaklanan değerler, soz konusu yorumların kıstasları
olacaklardır. Bu nazariye, bir bakıma, söz konusu değerlerden süzülerek
oluşan kamu vicdanının, ya da milletin kendi tarihini dünya tarihi
bağlamında ve nesnel bir biçimde incelemesi sonucunda kazanacağı tarih
şuurunun, bu milletin geleceği için tayin edeceği yön ve göstereceği
hedeflerin sistemleştirilmiş izahından başka bir şey değildir. Milletin
bütün fertlerine bu şuurun kazandırılması, yön ve hedeflerin
benimsetilmesi gerekir. Bunun yolu da eğitimdir. Aksi takdirde, başka
milletler bu tarlaya istedikleri tohumları ekebilirler. Bu da o toplumu,
tarihin öznesi olmaktan çıkarıp nesnesi haline getirir. Millet, Tarih'e,
en az kendi toplumunun tarihine yön veren aktif bir güç olması
gerekirken, kendisiyle oynanan bir malzeme haline gelir. Demek ki, fert
veya toplum olarak, tarihin oluşumunda rol üstlenebilmek, düşünce ve
bilgi üretmeye, bunları uygulama alanına aktarmaya, ve bunları
savunabilmeye bağlıdır.
Açıklamaya
çalıştığımız bu tarihi oluşum, bir defada olup bitmez; sürekli olarak
kendini yeniler. İşte bu yenilenmeye biz, değişme veya çağdaşlaşma ya da
kültürün yeniden kurulması diyoruz. O halde değişme veya çağdaşlaşma,
başkalaşma, yani mahiyet değiştirme değil, olmaya devam etme; oluşumun
sürekliliğini devam ettirme anlamına gelmektedir.
Modernleşme, muasırmaşma, sanayileşme, kalkınma, yenileşme, ve benzeri
kavramlar çerçevesinde sürekli tartışılan bu değişme veya çağdaşlaşma
olgusunu, en iyi şekilde açıklayan benzetme, öyle zannediyorum ki, bazı
araştırmacıların mayalaşma benzetmesidir. Bu mayalaşmayı, Hasan
Bülent Paksoy'un "Türk Toplumlarının Kimliği ve Uygarlık" adlı
makalesine dayanarak şu şekilde özetleyebiliriz.
Her
toplumun tarihi oluşumu, o toplumun kültürünü doğurur. Bazı
araştırmacılar tarafından kültür, belirli bir kökten gelmiş bir toplumun
ana mayası anlamına gelir. Bir toplumun bu ana mayasını, o toplumun
tarih, töre, dil, edebiyat ve sanat birliğinin toplamı belirler. Bu
ortak değerler, söz konusu toplumun benliğini oluşturur, kimliğini
belgeler. Bu topluma mensup herkesin yapısında ve benliğinde, o toplumun
mayasından bir parça bulunur. şarap mayası nasıl bira mayasından
farklıysa, Fransız kültürü de Alman kültüründen o derece farklıdır.
Yoğurt mayası ile peynir mayası bir olmadığı gibi, Türklerin ana mayası
da diğer toplumların mayasından ayrıdır.
Bilindiği
üzere, maya yalnız başına bırakıldığı zaman “kendi kendini” yer; halbuki
başka maddelerin içine katıldığı zaman yeni oluşumlara sebep olur.
Yoğurt mayası, sütü yoğurda çevirir. Eğer maya, içinde gelişeceği,
çoğalacağı ana maddeyi bulamaz ise, kendi kendini yemeye başlar ve
sonunda ölür. Üzüm suyuna yoğurt mayası katılırsa sonuç ne şaraptır ne
de yoğurt. Ne yemeye yarar ne de içmeye. Mayanın canlı tutulabilmesi
için, sürekli olarak kullanılması gerekir. Yeni mayalanmış yoğurdun bir
parçası ayrılıp maya olarak saklanır. Böylelikle maya da kendini
yenilemiş olur. Bir toplumun kültürü de bundan farksızdır. Kullanılmayan
kültür ölür.
Bir
toplumun tarihi oluşum süreci içinde telif ettiği kitaplar ve
gerçekleştirdiği diğer eserler, o toplumun mayalarıdır. Bunlar yeni
nesillerin kafalarını mayalar. Bu maya tutar. Yeni kitaplar yazılmasına
sebep olur. Yeni yazılan kitaplar da milli kültür mirasına eklenir.
Böylece, maya gibi benlik de büyür, incelir ve yükselir.
Şüphesiz,
bir toplumun tarihi oluşumunda, diğer toplumların mayalarından istifade
etmek de söz konusudur. Çünkü hiçbir toplum dünyada tek başına
yaşayamaz. Toplumlar, ticaret alanında olduğu kadar kültür alanında da
alış-veriş yapmak ve yarışmak zorundadırlar. Dolayısyıla, kendi mayasını
kaybetmeden, kendi tarihi oluşumu istikametinde, kimliğini ve
şahsiyetini koruyarak değişmek, daha doğrusu oluşumunu sürdürmek isteyen
her toplum, diğer toplumların mayalarını da öğrenmek ve bilmek
zorundadır. Çağdaşlaşma tarihi sürecinde Japonya’nın yapmış olduğu iş,
işte budur. Bilindiği gibi, Japonya, elektronik bilimini ikinci dünya
savaşı sonrasında, Batı Avrupa’dan ve ABD’den öğrenmiştir. Daha sonra bu
sanayi dalında dünyada ilk sırayı almıştır. Ama kendi mayasını ve
benliğini kaybetmemiştir. Diğer toplumların bilgisinden istifade
etmekle, Amerikalı ya da Avrupalı olmamıştır. Bu başarının önemli
sebeplerinden birisi, Japon mayasının tarih, edebiyat ve sanat yolu ile
çok iyi belirlenmiş olması, Japon toplumunun bu mayayı değiştirmek
istememesidir. Japon kültürü bütün ayrıntılarıyla incelenmiş ve
yazılmıştır. Bu kültür Japon eğitim sisteminin temelini teşkil etmekte,
yeni nesillerin kafalarını mayalamakta ve yeni oluşumlara vesile
olmaktadır.
Öyle
zannediyorum ki, değişen dünyada, Türk milletinin içinde yaşadığı
problemlerin çözümü üzerinde düşünürken, esas hareket noktası,
-Değişme
veya çağdaşlaşmanın, toplumların mahiyetini ve kimliklerini değiştirmek
değil, her toplumun tarihi süreklilik içinde kültürünü yeniden kurmasını
sağlamak,
-Türk
toplumuna ait tarihi oluşumun ana mayasının Türk kültür değerleri
olduğunun şuuruna varmak,
-Bu mayanın
yeni oluşumlarda kullanılabilmesinin ancak yaratıcılık ve icad
kabiliyetiyle mümkün olabileceğini bilmek,
-Ve bütün
eylem, diğer bir ifadeyle iş veya çalışma programlarını bu prensiplere
göre yapmak olmalıdır.
_____________________________
Bibliyografya:
-Berque (Jaques), "Kültür ve İslâm" (
çev. B.Yediyıldız), Kriter (Ocak 1984), s.17-20; (Şubat 1984),
s.18-21.
-Doğumunun 112. Yılında Bir Kültür
Klâsiğimiz: Yahyâ Kemâl
(Yayına Hazırlayan: B.Yediyıldız, A.Y.Topuz), Kubbealtı Neşriyatı,
İstanbul 1998, 196 s.
-Millî Kültürler ve Küreselleşme,
(Yayına Hazırlayan: B.Yediyıldız, Ç.Özdemir, F.Unan), Türk Yurdu
Yayınları, Konya 1998.
-Paksoy (Hasan Bülent), "Tarih,
Toplumların kimliği ve uygarlık", Yeni Forum, Ankara, Haziran
1992, c.XIII/227, s.54-65.
-Prof.Dr.Osman Turan'ın Eserinde Tarih
ve Tarihçi İlişkileri (Yayına
Hazırlayan: B.Yediyıldız, F.Unan, Y.Hacaloğlu), Ankara, 1998, 248 s.
-Ruby' (C.)"Tarih nedir?" (Çev. B.Yediyıldız),
Belleten , c. LV/213, Ankara 1991, s.579-586
-Yediyıldız (Bahaeddin), "Atatürk'te
milli kültürler ve küreselleşme",Türk Yurdu, Aralık 1997, XVII/124,
s.7-9.
-Yediyıldız (Bahaeddin),"Batılılaşmanın
temelleri üzerinde bazı düşünceler", Birinci Millî Türkoloji Kongresi
(İstanbul, 6-9 Şubat ) Tebliğler , İstanbıl, 1980, s.327-335.
-Yediyıldız (bahaeddin), "Kültür ve
yenileşme", Türk Kültürü (yıl: 20, sayı: 231, Temmuz 1982),
s.1-18.
-Yediyıldız (Bahaeddin), "Tarih ve
kültür" (Y.Yücel ile birlikte), Erdem (Atatürk Kültür Merkezi
Dergisi), c.IV/10 (Ocak 1988), Ankara, 1988, s.31-38.
-Yediyıldız (Bahaeddin), "Hacı Bayramı
Velî Döneminden Günümüze kadar Gelen Vakıf Kültür Eserleri", I.Hacı
Bayram-ı Velî Sempozyumu Bildirileri , Ankara Valiliği Kültür
Müdürlüğü Yayını, Ankara 1990, s.133-143.
-Yediyıldız (Bahaeddin),
"Türk Kültür Sistemi
İçinde
Vakfın Yeri",
Türk Vakıfları (Ed.Z.Baloğlu), Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı
Yayını, İstanbul, 1996, s.40-47.
-Yediyıldız (Bahaeddin), "Türk
Dünyasının Sosyo-kültürel Entegrasyonunda Vakıfların Rolü", Yeni
Türkiye , (Mayıs-Haziran 1997, Yıl 3, Sayı 15), s.327-337.
-Yediyıldız (Bahaeddin), "Mehmet Akif'i
Anarken", (Türk Yurdu, Şubat 1998, c.XVIII, sayı:126), s.2-6. |