Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-12                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI MEDRESELERİNDE ULEMÂNIN SOSYAL TABANI VE BUNUN İLMÎ VERİM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ ÜZERİNE BÂZI DÜŞÜNCELER*

 Osmanlı ilim, fikir ve kültür hayâtının en mühim mekânları ve müesseseleri olan medreseler, bugüne kadar çeşitli açılardan ele alınıp incelenmiş bulunmasına rağmen, konu hâlâ muhtelif cihetlerden, çok daha sistemli ve derinlemesine tedkiklere muhtaçtır. Çünkü, yeni yaklaşımlar, yeni bakış açıları, elde edilen ve bundan sonra edilecek olan materyalleri farklı metodlarla tasnif, sorgulama ve terkip çalışmaları, gün geçtikçe, dikkatlerimizi ele aldığımız konuların değişik yönlerine çekmekte, yöneldiğimiz sâhalar ise karşımıza yeni ve bambaşka problemler çıkarmaktadır. Bu bakımdan, medreseler gibi bugüne kadar haklarında lehte veyâ aleyhte çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü, daha ziyâde ideolojik zeminlerde değerlendirilen sosyal bir müessesenin, çok daha objektif yaklaşımlarla ve metodlarla incelenmesi, anlaşılmağa ve değerlendirilmeğe çalışılması, hem ileri sürülen spekülasyonları mümkün mertebe bertaraf edecek ve hem de ideolojik değerlendirmelerin sebep olduğu fuzûlî önyargıları ortadan kaldıracaktır.

Anahatlarıyla vurgulamağa çalışırsak, her şeyden önce, medreselerin, Osmanlı topraklarında hangi şartların ve ihtiyaçların ürünleri olarak boy gösterdikleri; merkezî yönetimle –devletle– olan münâsebetleri ve devlet karşısındaki pozisyonları, kendilerine biçilen misyonun mâhiyeti; kezâ, kendilerine intikal eden bizzat temsil ettikleri ilim anlayışının muhtevâsı[1]; içlerinde yetişen, ders veren ve devletin mühim mevkilerinde vazîfe alan ilim adamlarının sosyal tabanları, yetişme şartları ve safhaları, bulundukları idârî mevkiler, devlet adamlarıyla ve biribirleriyle olan ilişkileri; ortaya koydukları eserlerin nitelikleri, bunların hangi endîşelerle kaleme alındıkları, ihtivâ ettikleri konular, konuların ele alınış ve işleniş tarzları –metodolojileri–, ilgili oldukları sâhalara ne ölçüde katkıda bulundukları, hangi noktalarda daha verimli ve daha orijinal oldukları teferruatlı bir şekilde incelenmek durumundadır.

Ferdî gayretlerin halledemeyeceği kadar geniş bir sâhayı içine alan, son derece girift ve çok yönlü konulardan oluşan bütün bu hususların tedkîki, muhakkak ki, uzun soluklu ekip çalışmalarını gerektirmektedir. Fakat, ne yazık ki, belirli konular üzerinde ekipler hâlinde çalışma geleneği, ülkemizde henüz fazla yaygınlaşmamıştır; yavaş yavaş ortaya çıkan örnekler ise, hâlâ arzûlanan ve gereken yoğunlukta değildir. Bu tür çalışmaların bize kazandıracağı zengin malzemenin, ele alınan konularda ortaya konan yaklaşımların ve bakış açılarının ilmî ufkumuzu aydınlatacağı muhakkaktır.

Bütün bu çok yönlü meseleleri kaba hatlarıyla vurguladıktan sonra, bu yazımızda yukarıda belirtilen hususlardan, dikkate ve ilgiye değer olduğunu düşündüğümüz bir konuya, Osmanlı ulemâsının sosyal tabanına temas edecek ve ortaya çıkan bu tablonun, medreselerin ilmî performansını nasıl etkilediğini, anahatlarıyla da olsa, anlamağa ve değerlendirmeğe çalışacağız.

Osmanlı devletinin, İstanbul’un fethini müteâkıp cihan-şümul bir imparatorluk ve merkeziyetçi bir devlet karakteri kazandığı mâlumdur. Fethin hemen ardından, Fâtih Sultan Mehmed’in siyâsî, içtimâî, iktisâdî, askerî, adlî, hukûkî sâhalarda ve eğitim alanında devlet müesseselerini yeniden şekillendirdiği ve bütün bunların, devletin daha sonraki klâsik yapısının belirginleşmesinde son derece etkili olduğu bilinmektedir. Fetihle birlikte ciddî bir değişim söz konusudur ve bu değişimin mîmârı Ebu’l-Feth Sultan Mehmed’dir; dolayısıyla kendisi imparatorluğun gerçek kurucusu olarak görülür[2].

Bu çerçevede ortaya çıkan merkeziyetçi yapı, patrimonyal karakteri gereği, Osmanlı sultânına sadâkati, sistemin merkezine oturtacak, devlet bürokrasisinin şekillenmesinde belirleyici bir âmil olacak ve kişiler arası şahsî ilişkileri ön plâna çıkaracaktır. Devletin coğrafyasını oluşturan topraklar üzerinde yaşayan insanların mümkün mertebe bulundukları yerde tutmaya çalışan siyâsî sistem, reâyânın yönetim kademesine yükselmesini oldukça zorlaştırarak, Lütfî Paşa’nın vurguladığı “raiyyete çok yüz virmemek[3] ilkesini ön plâna çıkaracaktır. Hasan Kâfî’nin ifâdesiyle, “her bir sınıf ehlinün kendülere mahsûs olan amel üzre sâbit ve kā’im olmaları mülk ve saltanatda nizâmı îcâb ve iktizâ” edeceğinden ve bunun aksinin, yâni “her bir sınıfun kendüye mahsûs olan amelde ihmâl idüp tekâsül üzre olması nizâmun hilâfını iktizâ” edeceği ve “mülkde ihtilâl”e yol açacağı için[4], herkes yerli yerinde kalmalıdır. Her isteyen, bulunduğu yeri terk edip doğrudan devlet hizmetine tâlip olmamalı, müesses nizâmı sarsıcı hareketlerden kaçınmalıdır.

Halka oldukça kapalı böyle bir yönetim anlayışı netîcesinde, medreseler, halktan insanların, bilhassa Müslüman nüfûsun, yönetim kademelerine nüfuz edebilecekleri mühim kanallarından biri durumuna gelecektir[5]. Ancak burada da, insanların önlerinde kat’edilmesi gereken oldukça meşakkatli, kişilerin sosyal durumlarına göre uzayabilen bir yol bulunmaktadır. Bu yol, merkezden taşraya gidildikçe daha da uzar. Söz konusu yolu daha iyi anlayabilmek için şöyle bir tablo çizmek pekâlâ mümkündür: Meselâ, istikbâlini ilmiye tarîkinde gören bir taşralı, önce en yakın çevresindeki bir âlimden –ki bunlar daha ziyâde imamlardır– ders alacak, ondan ne kadar bilgi edinmesi mümkünse edinecek, bilâhare hocasının veyâ tanıdık birisinin tavsiyesi ile en yakın bir yerleşim yerine –bir kasabaya veyâ kazâya– gidecek ve orada yeni bir hoca, yâhut düşük seviyeli bir medrese bulacaktır. Ardından buradaki hocanın tavsiyesi ve referansına dayanarak daha büyük bir yerleşim birimine gidecek, daha ileri seviyede bir medreseye girecek, böylece alttan üste doğru medreseleri basamak basamak geçerek, ülkenin en büyük ve en îtibarlı medreselerinin bulundukları merkeze –başkente– ulaşacaktır. Böylece merkeze ulaşan tâlibin işi bu safhada da bitmemektedir. Merkezde sığınacak bir kapı ve himâye edecek nüfuzlu bir hâmî bulunmadan veyâ böyle birisinin tavsiye ve referansını elde etmeden başarılı olmak bir hayli zordur. Çünkü, bir taraftan eğitim ve öğretim mecbûriyeti, diğer taraftan, merkeze ulaşan yolda işleyen mekanizmayı düzenleyen hukûkî müeyyide ve kānûnî düzenleme bulunmamaktadır. Mühim olan, belirli bir sıralama içerisinde okunması gereken dersleri, daha doğrusu kitapları okumuş olmak ve bu müddet zarfında nüfuzlu çevrelerle iyi ilişkiler kurabilmektir.

Aynı şey, büyük şehirlerde veyâ hükûmet merkezinde bulunanlar için de geçerlidir. İkbâlini ilmiye mesleğinden gören birisi, hükûmet merkezinde bulunuyor ve âilesi nisbeten tanınıyorsa, ilmiye zümresi arasına girip ilerlemesi daha kolay olmakla birlikte, yine de güçlü bir hâmî ve kefil bulmak, mânen onun kapı halkından sayılmak sûretiyle çok daha rahat hareket edebilirdi. Güçlü bir şahsın desteğini, himâyesini ve kefâletini elde etmek, bir ilmiye mesleği mübtedîsi için son derece mühimdi. Böyle bir seyir içerisinde hızla ilerlerken, kendilerini himâye edenlerin ölümleri veyâ vazîfeden alınmaları üzerine, yıllarca aynı mevkilerde kalanlara ve yâhut mevkilerini kaybedenlere Osmanlı târihinin her döneminde sık sık rastlamak mümkündür[6].

Ulemânın yetişme dönemi içerisinde rol aldığı bütün bu ilişkiler ağının Osmanlı literatüründeki karşılığı intisâb mekanizmasıdır. Bu mekanizma, esas îtibâriyle şahsî ilişkilere dayanmaktadır[7]. Dolayısıyla, ister ulemâdan, ister ümerâdan olsunlar, saray ve yönetim kademesi nezdinde nüfuzlu ve îtibar sâhibi olan insanlar, ilmiye mensuplarının çevrelerinde toplandıkları birer câzibe merkezi hâline geleceklerdi. Böyle bir gelişmenin İstanbul’un fethini müteâkıp belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmektedir. Fethe kadar Osmanlı topraklarında yetişen ve bir kısmı da dışarıdan gelen âlimler, devlet teşkilâtının şekillenmesinde öncü rolü oynamışlar, pâdişahların çevrelerinde toplanarak yeni yapıyı organize etmek için çalışmışlardır. Buna rağmen, henüz husûsî iltimâsa mazhar ulemâ âileleri ortaya çıkmış değildir. XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılın ilk yarısı arasında, yâni Kānûnî dönemine kadar ulemâ sınıfı içerisinde, üst yönetim kademeleri nezdinde ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, husûsî iltimâsa mazhar yegâne ulemâ âilesi, Molla Fenârî (Şemsüddin Mehmed b. Hamza b. Mehmed el-Fenârî, öl. 834/1431) âilesi idi. Kendilerine gösterilen hürmet ve öncelik dolayısıyla, Fenârî-zâdelerden birisi, meselâ müderris tâyin edilecek olsa, diğer müderrisler gibi alt seviyedeki medreselere değil, üç dört basamak yukarıdaki bir medreseye tâyin edilmekteydi[8]. Fakat Kānûnî döneminde, sultânın hocası Hayreddin Efendi (öl. 950/1545)’nin şahsî çabasıyla çıkarılan hoca-zâdeler kānûnu, husûsî iltimâsa mazhar bir çok yeni ulemâ âilesi ortaya çıkardı[9]. Nitekim, çok geçmeden söz konusu kānûnun muhtevâsının genişletildiğini, bu sûretle yalnız hükümdar ve şehzâde hoca ve imamlarının değil, şeyhülislâm ve kazaskerlerin yanı sıra İstanbul, Edirne ve Bursa gibi büyük kadılıklarda bulunan kişilerin çocuk ve torunlarının da aynı imtiyazlardan faydalandıklarını görüyoruz[10].

Nitekim, daha XVI. yüzyılın sonlarında Gelibolulu Mustafa Âlî, bu durumu vurgularken şöyle diyordu: “... pes evlâd-ı etrâk nice şugl itsinler, medâris-i âliyede nice tahsîl-i ilm etsinler; anlar(ın) evâhir-i ömrlerinde varamayacakları mansıba bir çelebi şeref-i nesebi hasebiyle sabâ âleminde vâsıl olur.[11]

Böyle bir yapı, çok geçmeden ilmiye mensuplarının kendi içlerine kapanmalarına ve bir bakıma kast oluşturmalarına yol açacaktır. Dolayısıyla, ilmiye sınıfının önde gelenleri, sosyal menşe’ olarak yüzyıllarca yine ulemâ sınıfına mensup âilelerden oluşacaktır. Aslında Osmanlı ilmiye sınıfının yapısı üzerine şimdiye kadar fazla bir çalışma yapılmış değildir. Bir yazısında, XVI yüzyılın sonlarında Osmanlı ulemâsı arasındaki sosyal hareketliliği ele alan Suraiya Faruqhi[12], tek bir eserden[13] elde ettiği verilere dayandığı, tahlillere pek girmediği ve konuyu bir makāle hacmi ile sınırlı tuttuğu için, ulaşılan netîceleri umûmîleştirmek elbette mümkün değildir. Aynı şekilde, konuya bir yazısını tahsis eden İ. Ortaylı da[14], oldukça az ve ikinci elden verilere dayanarak düşüncelerini ortaya koymuş ve bilhassa XVIII. yüzyılda ulemâ sınıfının kendi içine kapandığını, zamanla üst mevkilerin belirli ulemâ âilelerinin kontrolü altına girdiğini, böylece halka kapalı bir yapının oluştuğunu vurgulamıştır. Aynı kanaati paylaşan başkaları da vardır[15].

Osmanlı ulemâsının sosyal tabanı konusunda, bütün dönemleri içine alacak şekilde uzun soluklu araştırma ve incelemeler, daha önce belirtildiği gibi, henüz yapılmamıştır. Fakat öyle görülüyor ki, önümüzdeki yıllarda yapılacak bu tür çalışmalar, şimdiye kadar sınırlı verilere dayanılarak ileri sürülen görüşleri tekzip etmek yerine, daha da güçlendirecektir. Ancak bir farkla: Şimdiye kadar ekseriyetle XVI. yüzyılın ikinci yarısından geriye götürülmeyen ve umûmiyetle XVII. ve XVIII. yüzyıllarla sınırlı kalan bu değerlendirmeler, çok daha evveline çekilebilecektir. Çünkü, bizim tek bir medreseyi esas alarak yapmış olduğumuz incelemeler, meselâ, İ. Ortaylı’nın XVIII. yüzyıl ulemâsı için çizdiği tablonun, yâni ilmiye zümresinin kendi içine kapanışının daha erken dönemlerde oluştuğunu ve hattâ bunun Fâtih zamânında şekillenmeğe başladığını açıkça ortaya koymaktadır.

Fâtih medreseleriyle ilgili olarak, yaklaşık üç yüz yıllık bir dönemi içine alan sürede bu medreselerde derviş bulunan yaklaşık 1200 civârındaki âlim üzerinde yapılan tedkiklerin kısa bir dökümü, bu husûsu daha da netleştirecektir.

Sahn medreselerinin kuruluşundan, yâni 1470’lerden XVI. yüzyılın ortalarına kadar burada ders veren tesbit edebildiğimiz 105 kişiden 41 (% 39(‘i ulemâ âilesinden, 10 (% 9.5)’u kul zümresinden, 4 (% 3.8)’ü ümerâdan idi; birinin âilesi tüccâr, 49 (% 46.6)’unun âilesi ise, böyle bir niteliği olmayan insanlardan, başka bir ifâde ile halktan idi.

Bu tablo, sonraki dönemlerde ulemâ lehine daha da değişecektir. XVI. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın başlarına kadar olan yaklaşık elli yıllık bir süre içerisinde ulemâ âilesine mensup müderrislerin nisbeti, % 39’dan % 58’in üzerine çıkacaktır. Bu zaman zarfında, 167 müderristen 98 (% 58.6)’i ulemâ âilesinden, 10 (% 5.9)’u ümerâdan, 6 (% 3.6)’sı kul tâifesinden, 4 (% 2.4)’ü esnâftan idi. Böyle bir belirleyici vasfı olmayan, yâni sıradan halktan olanların sayısı ise 49 (% 29.3)’dan ibâretti.

Kezâ, XVII. yüzyılda Sahn müderrisliğinde bulunmuş olan tesbit edebildiğimiz 648 müderrisin âile durumu ise şöyle idi: 343 (% 52.9) ulemâ, 17 (% 2.6) ümerâ, 16 (% 2.4) tüccâr, 14 (% 2.1) kul; sıradan halka dayananlar ise 221 (34.1)’dir; 648 kişiden 37 (% 5.7)’sinin sosyal durumu belirsiz olmakla birlikte, bunlar arasında âile menşe’i sıradan halktan olanlar bulunsa bile, durum fazla değişmeyecektir.

XVIII. yüzyılın il yarısı ile ilgili 243 kişinin durumu da pek farklı değildir. Bunların içinden 153 (% 63)’ünün âilesi ulemâdan, 11 (% 4 5)’ininki ümerâdan, 2 (% 0.8)’sinin âilesi esnâf, 5 (% 2.1)’ininki kul zümresindendir. Halka mensup olanların sayısı ise 72 (% 29.6)’dir[16].

Aynı durumu, ulemânın doğum yerleriyle ilgili rakamlar da desteklemektedir. Meselâ, yukarıda belirttiğimiz ilk dönemde, yâni 1470’lerden XVI. yüzyılın ortalarına kadar Sahn’da ders veren 105 kişiden 2 (% 1.9)’si İstanbul doğumludur. Oysa, bu sayı XVI. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde, 167 kişiden 72 (% 43.1)’ye yükselir. Bu durum, ulemânın fethi müteâkıp İstanbul’a toplandığını, devletin büyük ve îtibarlı medreselerinin bulunduğu bu şehirde mühim noktaları kontrolleri altına aldıklarını göstermektedir. İstanbul’a gelip yerleşen ilim adamları, tabiatiyle İstanbul dışında doğmuşlar, bulundukları yerlerle okuduktan sonra Edirne, Bursa ve İznik gibi mühim medreselerin bulunduğu şehirlere gelmişler ve başkentin İstanbul’a nakli ile buraya yönelmişlerdi. Dolayısıyla, başlangıçta İstanbul doğumluların sayılarının az olması tabiî idi. Fakat, XVII. yüzyılda Sahn’da ders vermiş olan 648 kişiden 294 (% 45.3)’ünün İstanbul doğumlu ve âilesinin ulemâdan olması; kezâ, XVIII. yüzyılın ilk yarısındaki 243 Sahn müderrisinden 139 (% 57.2)’unun yine İstanbul’da doğması[17]; bütün bunlardan daha mühimi, ulemâ âilesine mensup olmanın başlı başına bir imtiyaz teşkil eder hâle gelmesi, sözünü ettiğimiz kastlaşmayı ortaya koymaktadır. Zamanla, ulemâ tâyinleriyle ilgili tevcîh yazılarında “ehl-i fazl ve kudemâ-i tarîkden olmağın[18], “evlâd-ı ulemâdan olup[19] gibi sözlerin değişmez bir ifâde kalıbı hâline gelmesi ve bu şekilde tevcîhe lâyık görülenlerin çokluğu, üzerinde durduğumuz konunun yaygınlığını gösteriyor[20]. Üstelik bu yapı, geç dönemlerde de oluşmuş değildir. Ulemâ âilesine mensup olmanın, insana tabiî olarak bir öncelik hakkı kazandırması gerektiği anlayışının bir hayli erken dönemlerde şekillendiğini ortaya koyan vesîkalarımız da vardır[21].

Bu umûmî mütâlaalardan sonra, konumuzun diğer veçhesine bakarsak, medreselerin ilmî performansı ile böyle bir kastlaşma arasında, diğer faktörleri bertaraf ederek, doğrudan ilişki kurmak elbette mümkün değildir. Yazımızın başlangıç kısmında tedkîkini zarûrî gördüğümüz diğer hususları da göz önünde tutarak, şunları söyleyebiliriz:

Osmanlı devleti sınırları içerisinde, merkezî yönetimin kontrolü dışında, ulemânın çevresine toplanacağı, sağladığı imkânlarla ilmî faaliyetlerini sürdüreceği, amatör ilmî hedeflere yönelmesini mümkün kılacak güç odakları ve müstakil müesseseler neredeyse hiç yoktu. Dolayısıyla, medreselerden yetişen ilim adamlarını finanse edecek tek merkez kalıyordu ki, o da devletti. Taşradan kalkarak ilmiye mesleğine yönelmiş ve binbir güçlükle tahsîlini tamamlamış, deyim yerindeyse, bir medreseye veyâ kazâya ‘kapağı atmış’ insanların, bütün bu meşakkatli geçmişi unutarak hareket etmeleri, devletin beklentilerinin dışına çıkarak yerleşik ilim ve düşünce kalıplarını zorlamaları, yeni ve belki de o sırada devlet için sıkıntı yaratacak fikirlere yönelmeleri büyük cesâret isteyen bir davranış olacaktı. Esâsen, biraz önce telaffuz edilen ilmiye mesleği ifâdesi, koyunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Çünkü devlet, medreselerinden yetişen insanları, tipik birer bürokrat olarak kullanılmakta, hazırladığı ortamla ulemâyı neredeyse kendisi siyâset zemînine çekmekte, onların yüksek ve îtibarlı idârî mevkiler için biribirleriyle amansız bir mücâdeleye tutuşmalarına seyirci kalmakta, bu mücâdeleler netîcesinde meydâna gelen gruplaşmalardan faydalanmanın yollarını aramakta ve merkezî yönetim karşısında tehlike oluşturmamaları için sık sık müdâhalelerde bulunmakta idi[22].

Ulemânın kendi içine kapanarak bir kast oluşturma seyrine paralel olarak, öteki faktörlerin de devreye girmesiyle ilmî verimin adım adım gerilediğini[23], ulemânın zamanla îmâl-i fikr edip eser yazmaktan kaçınır duruma geldiğini görüyoruz ki, bunun sebebini biraz da kendilerinin devlet karşısındaki pozisyonlarının mâhiyetinde ve iktisâdî açıdan güçlü bir sosyal tabakaya mensup olmamalarında aramak gerekir. Ulemâ âilesine mensup olup, nisbeten müreffeh bir tabandan gelenler ise, belki de çoğunlukla siyâsî kombinezonlar içerisinde aktif rol almaları ve sıkı sıkıya korumağa çalıştıkları statüko ve ilim anlayışı[24] yüzünden, îmâl-i fikr etmeğe ve ortaya bir eser koymağa fırsat bulamamışlardır[25].

_______

* Bu yazı, tebliğ olarak hazırlanmış ve iki ayrı yerde yayımlanmıştır. Bkz. XII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, 3. cilt (Ankara, 12-16 Eylül 1994) Ankara 2000, s. 669-676. Ayrıca bkz. Türk Yurdu, Sayı 101 (Ocak 1996), s. 15-19.

[1] Türkiye’de yapılmış olan ve Osmanlı medreselerinin ilim anlayışını ana hatlarıyla tedkik eden ilk ciddî çalışma için bkz. M. Hulûsi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül-Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar), yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1989; kezâ aynı yazar, “Osmanlı İlmî Zihniyeti: Teşekkülü, Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu, XI/49 (Ankara, Eylül 1991), s. 21-31. Ayrıca, bizim bu çalışmada ele alınan makālelerimize bakılabilir.

[2] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Halil İnalcık, “Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un Fethi ve İmparatorluk”, Türk Kültürü, 20 (1964), s. 8; aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu”, Türk Dünyası Elkitabı, Ankara 1976, s. 979; kezâ, “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi (İA), VII (1979), s. 535.

[3] Ahmet Uğur, “Âsaf-nâme-i Vezir Lütfî Paşa”, İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, IV (1980), s. 252.

[4] Mehmet İpşirli, “Hasan Kâfî el-Akhisârî ve Devlet Düzenine Âit Eseri: Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Âlem”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, 10-11 (1979-80), 1982, s. 253.

[5] Bu kanaatin yaygınlığı ile ilgili olarak bkz. İlber Ortaylı, “18. Yüzyılda İlmiye Sınıfının Toplumsal Durumu Üzerine Bazı Notlar”, ODTÜ Gelişme Dergisi (1979-80, Özel Sayı), 1981, s. 155.

[6] Bu konuda daha fazla bilgi ve çeşitli örnekler için bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 209-230.

[7] Bu mekanizmanın işleyişi hakkında bkz. Unan, “Osmanlı Resmî Düşüncesinin ‘İlmiye Tarîki’ İçindeki Etkileri: Patronaj İlişkileri”, Türk Yurdu, X/45 (Mayıs 1991), s. 33-41 (Bu yazı, elinizdeki kitapta bulunmaktadır).

[8] Nev’î-zâde Atâyî, Hadâ’iku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık [Zeyl-i Şakā’ık, Şakā’ik-i Nu’mâniye ve Zeyilleri], (nşr. A. Özcan), İstanbul 1989, I, s. 32.

[9] Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 26; İsmail H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, 2. baskı, Ankara 1988, s. 71.

[10] Bu tür meşhur ulemâ âileleri ile ilgili bir örnek için bkz. F. Unan, “XV. ve XVII. Yüzyıllarda Osmanlı Yönetim Kademesi İçerisinde Ebussuud Efendi Âilesi”, Türk Yurdu, XI/50 (Ekim 1991), s. 25-29 (bu yazı, elinizdeki çalışmada bulunmaktadır). İmtiyazlı ulemâ âilelerine mensup olanların tâyin muâmeleleri anlatılırken, bu husus açıkça vurgulanır. Bu tür âilelere mensup olanlar, normal seyir (hareket) durumunda oldukça ileri yaşlarda ulaşabilecekleri yüksek medreseleri, 15-20 gibi çok erken yaşlarda elde edebiliyorlardı. Hemen çoğu babalarına (ikrâmen li-vâlidihi’l-kerîm) yâhut dedelerine (ikrâmen li-ceddihi’l-kerîm) ikrâm olarak veyâ ulemâdan olanların yakınlarının taltif edilmesi maksadıyla ve ilk olarak (şân-ı mevlevîye iclâlen ve def’aten), müderrislerine günlük 40 akçe ücret ödenen oldukça yüksek medreselerde vazîfe alıyorlar ve dolayısıyla daha işin başında diğer ulemâya karşı avantajlı bir duruma geliyorlardı. Çeşitli örnekler için bkz. F. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 215-216.

[11] Uzunçarşılı İlmiye Teşkilâtı, s. 70, not 1. Gelibolulu Âlî, aynı konuyu şu cümlelerle açıklamaya devâm eder: “Evlâd-ı etrâkden müstaidlerin ekâbire intisâbları Paşa ve Ağalara istinâden birer tarîkile okuyup yazmadan ve yorulmadan mülâzım ve müderris ve kadı olurlar idi” (bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 70, not. 2).

[12] Suraiya Faruqhi, “Social Mobility Among the Ottoman Ulema in the Late Sixteenth Century”, International Journal of Middle East Studies, 4 (Printed in Great Britain), 1973, s. 204-218.

[13] Söz konusu eser, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn’in meşhur Şakā’ık-ı Nu’mâniyye’sidir; bkz. Mecdî Mehmed Efendi (trc.), Hadâ’iku’ş-Şakā’ık [Şakā’iku’n-Nu’mâniye ve Zeyilleri, 1] (nşr. A. Özcan), İstanbul 1989.

[14] Ortaylı, a.g.m., s. 155-159.

[15] Meselâ, bir nevi kast görüntüsü ile ilgili olarak bkz. Fazlur Rahman, İslâm (trc. M. Dağ – M. Aydın), İstanbul 1981, s. 232; ayrıca bkz. Robert Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul (trc. M. Ali Kılıçbay), Ankara 1986, s. 139-140; kezâ, XVI. ve XVII. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat (trc. M. Ali Kılıçbay), Ankara 1991, s. 88, 181.

[16] Bu veriler için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 238-239.

[17] Bkz. Aynı eser, s. 241.

[18] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İ. Emin, Tevcîhat, nr. 352, 357, 2676.

[19] BOA, İ. Emin, Tevcîhat, nr. 351, 2606, 2607.

[20] Çeşitli örnekler için bkz. BOA, İ. Emin, Tevcîhat, nr. 52, 342, 432, 433, 442, 446, 449, 450, 461, 465, 492, vs. Daha fazla bilgi için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 242.

[21] Topkapı Sarayı Arşivi (TSA, E. 9320/53)’ndeki söz konusu vesîkanın tam metni için bkz. Unan, a.g.e., s. 243-244.

[22] Burada anahatlarıyla vurgulanan hususların devletin en yüksek medreselerinde ders veren ve en yüksek mevkileri işgal eden ilim adamları arasında cereyan ettiği hakkında daha geniş bilgi ve örnekler için bkz. Unan, a.g.e., s. 238-249.

[23] Meselâ, XV-XVI. yüzyıllarda (1470-1603) Sahn’da ders vermiş olan 290 âlimden 118 (% 40.7)’i irili ufaklı yekûn 520 eser ortaya koyarken, XVII. yüzyıl boyunca 648 âlimden 60 (% 9.3)’ı irili ufaklı 118 eser meydâna getirebilmişti. Kezâ, XVIII. yüzyılın ilk yarısında 243 âlimden 16 (% 6.4)’sı aynı şekilde irili ufaklı olmak üzere 27 ürün verebilmişti (bu rakamlar için bkz. Unan a.g.e., s. 359-360).

[24] Osmanlı medreselerinin temsil ettikleri ilim anlayışı için yukarıda 1 numaralı dipnotta verilen kaynaklara bakılabilir. Ayrıca bkz. Unan, a.g.e., s. 290-303; kezâ, bu çalışma içinde yer alan “Osmanlı Medrese Ulemâsı: İlim Anlayışı ve İlmî Verim” adlı yazıya bakılabilir.

[25] Osmanlı medreselerinin zirvesini temsil eden Fâtih medreselerinde, medreselerin kuruluşundan (1470), yaklaşık XVIII. yüzyılın ortalarına (1730’lara) kadar geçen üç yüz yılı aşkın bir süre içerisinde ders vermiş bulunan, tesbit edebildiğimiz 1200 civârındaki ilim adamından sâdece 194 (% 16.3)’ünün iri veyâ ufak bir eser verdiğini görüyoruz (bkz. Unan, a.g.e., s. 363).