Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-14                                                                Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

BİR ÂLİMİN HAYAT HİKÂYESİ VE KLÂSİK OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİ ÜZERİNE*

 

1. KLÂSİK OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİ

Klâsik dönem Osmanlı eğitim ve ilim hayâtının muhtelif yönlerini konu edinen ve bugüne kadar gerçekleştirilmiş bulunan çeşitli çalışmalarda,[1] yürütülen eğitim faaliyetlerinde nasıl bir yol tâkip edildiği meselesi üzerinde yeterli ölçüde durulduğu söylenemez[2]. Gerçi, gerek târihî kaynaklarımızda ve gerekse modern çalışmalarda, daha ziyâde umûmî nitelikte olmak üzere, uygulanan metoda veya metodlara dâir bilgilere rastlamak her zaman mümkündür. Kezâ, Osmanlı medreselerinden yetişen ilim adamlarının diplomaları durumundaki icâzet-nâmelerde de uygulanan eğitim sistemi hakkında ipuçları verecek değerli bilgiler bulunmaktadır[3]. Fakat, bütün bu bilgileri birinci ağızdan teyit etmek, başka bir ifâde ile, bizzat söz konusu sistemin ürünü olan Osmanlı âlimlerinin öğrenim çağlarında nasıl bir eğitime tâbi’ tutulduklarını kendi ağızlarından öğrenmek, çoğu zaman mümkün olamamaktadır. Bunun da sebepleri vardır: Bilindiği gibi, Osmanlı âlimleri -şu veya bu şekilde devlet yönetiminde rol almış yâhut kamu hizmetinde bulunmuş şahsiyetlerin hemen hepsi gibi-, ne bir bütün olarak hayatlarını kaleme almışlar ve ne de işgal ettikleri mevkilerde şâhit oldukları hâdiselere veya içinde rol aldıkları vak’alara dâir hâtıralarını zaptetmişlerdir. Osmanlı ilim adamları, bu cihetten oldukça üşengeç veya pasiftirler[4]. Eğer, onlar hayat hikâyelerini veya hâtıralarını bizzat kendileri kaleme almış olsalardı, ortaya koydukları eserler, klâsik dönem Osmanlı eğitim sisteminin umûmî nitelikli eserlere yansımayan cihetlerini lâyıkıyla öğrenebilmemiz açısından ne kadar değerli kaynaklar olurlardı. Fakat, ne yazık ki, bugün bu tür kaynaklardan mahrûmuz[5]. Meraklı bir kaç âlimin kaleme aldığı biyografik ve bibliyografik nitelikli nâdir eserler ise,[6] çok değerli bilgiler vermelerine rağmen, umûmî nitelikli olmaları ve yazarlarının, bir taraftan hayat hikâyelerini verdikleri kişileri çoğu zaman pek yakından tanımamaları, diğer taraftan söz konusu şahısların talebelik yıllarına âit bilgilere hemen hemen hiç ulaşamamaları sebebiyle, bugün bizim entellektüel merâkımızı celp eden Osmanlı eğitim sisteminin talebe cihetinden cereyân şeklini ortaya koymaktan uzaktırlar. Öte yandan, bu tür eserlerde yer alan bilgiler, çoğu zaman son derece basma kalıp bir üslûp içerisinde sunulmakta ve bir âlim hakkında kullanılan övücü tavsif ibâreleri, yine çoğu zaman hemen her âlim için aynen tekrarlanmakta; bu yüzden, hayat hikâyesi verilen kişinin hakîkî şahsiyetini öğrenmemize imkân tanımamaktadır[7]. Binâenaleyh, konuyla ilgili birinci ağızdan bize ulaşacak her bilgi -teferruatlı olsun, muhtasar olsun-, Osmanlı eğitim sisteminin bilhassa arka-plânını daha iyi öğrenmemize yeni imkânlar sağlayabileceği için son derece ehemmiyetlidir.

Kütüphânelerimizde Osmanlı döneminden kalma henüz gün ışığına çıkmamış, değerlendirilmemiş ve dolayısıyla içlerinde nelerin bulunduğu husûsunda yeterli bilgi edinilememiş, yazma veya basma çok sayıda eser bulunduğu mâlumdur. Söz konusu eserlerin peyderpey tedkîki netîcesinde, elimize, üzerinde durduğumuz mesele ile ilgili farklı dönemlere âit değişik örneklerin geçmesi imkân dâhilinde olmakla birlikte, şu an için Osmanlı medreselerinden yetişen ulemânın hâl tercümeleriyle ilgili, bizzat kendileri tarafından verilen bilgiler son derece azdır. Bu cümleden olmak üzere, nisbeten teferruatlı bilgiler ihtivâ eden ünlü Şakā’ık müellifi Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn’in, eserinde kendisi hakkında verdiği mâlumat,[8] öteden beri ilim âleminin mâlûmu idi. Bundan bir süre önce, bu tür başka bir örnekle karşılaşmamız bizi cidden pek sevindirdi[9]. Çünkü, söz konusu örnek, o kadar ilgisiz bir eserin sonunda yer almakta idi ki, ancak bir tesâdüf netîcesi olarak elde edilebilirdi[10]. Osmanlı eğitim sisteminin bütün yönlerini geniş bir şekilde ortaya koymak ve bu hususta daha kesin kanaatlere ulaşmak için konuyla ilgili araştırmaların sürdürülmesi ve elde edilen verilerin biraz daha zenginleştirilmesi îcap etmekte ise de, gerek bu son örneğin, gerek öteden beri bilinen Taşköprülü-zâde’nin bizzat kendisi hakkında verdiği bilgilerin, gerek ulemânın hâl tercümelerini ihtivâ eden biyografik nitelikli eserlerde yer alan mâlumâtın ve gerekse medreselerin kapatılmasından hemen önceki döneme âit icâzet-nâmelerin tedkîki, Osmanlılarda eğitim sisteminin yüzyıllar boyu hemen hiç değişmeden devam ettiği yönündeki düşünceleri güçlendirmektedir. Hakîkaten, burada söz konusu edilen iki şahsiyet arasında yaklaşık iki yüz elli yıllık bir süre bulunmasına rağmen, verdikleri bilgiler arasında neredeyse tam bir uyum söz konusudur. Taşköprülü-zâde, 1495 (901)’te Bursa’da doğmuş ve 1561(968)’de İstanbul’da vefât etmiş; diğer bir deyişle Osmanlının altın çağı olarak nitelendirilen XVI. asırda yaşamış bir şahsiyettir. İkinci örneğimiz olan Seyyid Hâfız Mehmed Murad b. Şeyh Abdülhalîm ise, 1788 (1203) yılında İstanbul’da doğmuş ve ölüm târihini bilmememize rağmen, XIX. asrın ikinci yarısına kadar yaşamış bir şahsiyettir. Bizzat kendisinin bildirdiğine göre, “selâtîn-i âl-i ‘Osmân’dan üç pâdişâh-ı zî-şânın”, yâni III. Selîm’in, IV. Mustafa’nın ve II. Mahmûd’un hükümdarlık dönemlerini idrâk eden Seyyid Hâfız Mehmed Murad, hayat hikâyesini 1834 (1249)’te kaleme aldığı sırada 46 yaşında bulunuyordu. XIX. yüzyılın ünlü târihçisi, hukûkçusu ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye Hanım’ın verdiği bilgilerden, kendisinin Sultan Abdülmecîd döneminde de uzun bir süre yaşamış olduğu anlaşılmaktadır[11]. Hem Taşköprülü-zâde’nin ve hem de kısaca Murad Molla Şeyhi diye de anılan Seyyid Hâfız Mehmed Murad’ın, nasıl bir eğitim sürecinden geçerek yetiştiklerini anlatırken verdikleri bilgiler, yukarıda da işâret olunduğu gibi, şaşılacak ölçüde biribirine benzemekte ve bu bakımdan, belirtildiği üzere, Osmanlı eğitim sistemindeki kesiksiz devamlılığı göstermektedir. Bu devamlılığı besleyen geçmişi ve meselenin arka-plânını vurgulamak açısından, aşağıda biraz daha geniş bilgi verilecekse de, konuyu burada kısaca hulâsa etmek gerekirse, şunları söyleyebiliriz:

Keyfiyeti bir tarafa bırakırsak, Osmanlı eğitim sistemi, ana hatlarıyla XVI. yüzyılda neydi ve nasıl işliyor idiyse, XIX. yüzyılda da hemen hemen aynı idi ve aynı şekilde işlemişti; içinde bulunduğumuz asrın başına âit bilgilerimiz, bu yapının XX. asra girerken de fazla değişmediğini ortaya koymaktadır[12]. Durum bu olunca, bu uzun dönem zarfında kaleme alınan çeşitli kaynaklarda sık sık şikâyetlere konu olan medrese nizâmının bozulduğu yönündeki düşüncelerle[13] neyin kastedildiğini yeniden değerlendirme mecbûriyeti ortaya çıkmaktadır; biz, bu tür şikâyetleri, konunun özüne nüfûz etmeyen, sıkıntının sebeplerini derinlerde aramayan, diğer bir deyişle entellektüel tecessüs merâkının kaybolmasını dikkate almayan, bu sebeple umumî olarak eğitim-öğretim ve dolayısıyla medrese etrâfında müşâhede olunan sıkıntıları çoğu zaman şekille ve yâhut inzibâtî durumla irtibatlandıran insanların, bu sıkıntıları mânâlandırma çabaları olarak görmek istiyoruz. Ancak, konumuzun dışına çıkmamak için, bu mesele üzerinde burada durmayacağız[14].

Yukarıda sözünü ettiğimiz iki şahsiyetten Seyyid Hâfız Mehmed Murad’ın eğitim ve öğretim hayâtı ile ilgili kendisinin verdiği mâlumâtı aktarmadan önce[15], klâsik dönem Osmanlı eğitim sisteminin talebe cihetinden cereyân yönüyle ilgili olarak şimdiye kadarki bildiklerimizi kısaca hatırlamakta fayda vardır. Böylece, bu âlimin kendisi ile ilgili verdiği bilgilerin, bugüne kadarki bilgilerimizi ne ölçüde teyit ve takviye ettiğini değerlendirmek çok daha kolaylaşacaktır.

Târihî kaynaklarımız, ilk Osmanlı medresesinin 1330-31 (731)’de İznik’te faaliyete geçtiğini haber veriyorlar[16]. İznik Orhaniyesi adıyla da anılacak olan bu ilk Osmanlı medresesinin kuruluşuna kadar, Osmanlı Beyliği’nde eğitim-öğretim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğüne dâir elimizde bugün için hemen hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak pek muhtemeldir ki, Anadolu’nun ve İslâm dünyâsının medrese bulunmayan yerleşim yerlerinde olduğu gibi, Osmanlı Beyliği sınırları içinde de, bu hususta câmi ve mescitler mühim bir rol oynamışlar, hem ibâdet ve hem de -küçük ölçekli de olsa- eğitim ve öğretim mahalli olarak hizmet vermişlerdir. Gerek kazâ ve gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş elemanlar ise, yine muhtemelen ve pek tabiî olarak, Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, vs. gibi birer kültür merkezi durumundaki eski büyük Selçuklu şehirlerinde ve kuruldukları bölgelerin İslâmî geçmişleri daha eski ve köklü olan Anadolu’nun öteki Beyliklerinin başkentlerinde yetişen, fakat buralarda siyâsî ve sosyal istikrârın bozulmasıyla huzûru kaçtığı için sığınabileceği emniyetli yerler arayan, bu sebeple Osmanlı topraklarını emin bir sığınak olarak gören insanlar tarafından karşılanıyordu. Yukarıda zikrolunan ilk Osmanlı medresesine ilk müderris tâyin edilen Dâvûd-ı Kayserî (öl. 751/1351), işte Osmanlı toprakları dışında yetişmiş bu ilim adamlarından birisi idi[17].

Beyliğin, sınırlarını genişleterek hızla büyümeğe ve bir devlet hâline gelmeğe başlaması netîcesinde bu dış kaynakların yetersiz kalması, devleti idâre edenleri, ilki İznik’te olmak üzere bizzat kendi ülkelerinde medreseler tesisine zorladı. Bu sebepledir ki, daha sonra Bursa ve Edirne gibi aynı zamanda yeni devlete pâyitaht olan büyük şehirlerde, bizzat sultanlar tarafından peşpeşe medreseler kurulmağa başlandı[18]. İstanbul’un fethinin ardından bu yeni başkentte kurulan medreseler ise, Bursa ve Edirne’de daha önce kurulmuş bulunan medreselerin ileri seviyede devâmından başka bir şey olmayacaklardı. Ancak, kurulan bu medreseler kendilerine has bir eğitim ve öğretim sistemi oluşturmak yerine, daha önceden İslâm coğrafyasında kurulmuş ve yüzyıllarca faaliyette bulunmuş medreselerin ilmî zihniyetini ve tedris geleneğini tevârüs etmişlerdi[19].

Bu yazının plânlanan çerçevesini aştığı için, tevârüs olunan ilmî zihniyetin teşekkül dönemini ve niteliğini burada ele almayacağız[20]. İkinci husûsa, yâni tevârüs olunan tedris geleneğine gelince, öncelikle şu sorunun cevâbını aramak mecbûriyetindeyiz: Bu gelenek idi? Bizim bu soru ile kastettiğimiz şey, geleceğini ilmiye tarîkında gören bir mübtedînin, tahsil hayâtına başlayışından îtibâren meslek hayâtında adım adım nasıl ilerlediği ve bu ilerleyiş sırasında öğrenilen ilimleri nasıl iktisap ettiği meselesidir. Burada şunu hemen belirtmeliyiz ki, yukarıdaki soru son derece kısa olmasına rağmen, konuya yeterince âşinâ olanların teslîm edecekleri üzere, verilecek cevâbı kolayca bulmak pek o kadar mümkün değildir. Zîrâ, bunun için yüzyıllarca geriye, İslâm’ın ilk dönemlerine kadar gitmek lâzımdır; çünkü, söz konusu sorunun sağlıklı cevâbını ancak bu yolla elde edebiliriz; bu ise, pek tabiî olarak, uzun soluklu çalışmalar gerektirmektedir. Dolayısıyla, biz burada meseleyi ana hatlarıyla ele almak zorundayız.

İslâm dünyâsında ilim ve eğitim-öğretim meselelerini muhtelif açılardan ele alıp inceleyen çeşitli kaynakların[21] umûmî tedkîkinden ortaya çıkan netîceyi kısaca şu şekilde vermek mümkündür:

İslâm dünyâsında eğitim sisteminin başlangıcı, pek tabiî olarak, Hz. Peygamber zamânına kadar çıkarılabilir[22]. Ancak, bu sırada düzenli bir eğitimin ve eğitim sisteminin varlığından söz etmek, elbette ki, mümkün değildir. Eğitim faaliyetleri, evvel-emirde yeni neşrolunan dînin prensiplerinin öğretilmesi gerektiği için, tabiatiyle, Müslümanları câmie yöneltmişti. Dar cemaat yapısı içerisinde Hz. Peygamber ve çevresi, tabiî birer muallim durumunda idiler; bu ilk muallimler, bu cemaatin ekseriyetle yeni dinle ilgili öğrenmek istediklerini sözlü olarak öğretiyorlardı. İlk dönemlerde talebenin öğrendiği konular, daha ziyâde Kur’ân’ı ezberlemek,[23] hadis toplamak ve bunlara dayanarak hüküm çıkarmağa çalışmaktan ibâretti. İnsanların zihinlerini ve düşünce dünyâlarını meşgûl edecek olan yoğun fikrî ve felsefî faaliyetleri bu küçük cemiyet henüz üretecek seviyeye gelmemişti[24]. Bu ilk hareket noktası, ileride teşekkül edecek olan İslâmî ilimlerin öğretileceği merkezlerin de yine câmi çevresinde, ya aynı çatı altında, ya ona bitişik olarak veya bir kompleks içerisinde yer alarak kurulmalarına yol açacak[25] ve böylece, Petersen’in vurguladığı gibi,[26] İslâmiyetin tesiri altında doğan ilimler de bünyeleri îtibâriyle ekseriyetle dînî bir nitelik taşıyacak ve câmie bağlı olacaklardı. Binâenaleyh, İslâm âleminde eğitim ve öğretim mahalleri başlangıçtan îtibaren ekseriyetle câmiler olmuştu. Öyle anlaşılıyor ki, câmiler, henüz küttâb ve medrese gibi müstakil eğitim müesseselerinin ortaya çıkmadığı bir dönemde, kullanılmağa en elverişli ve hazır yerler olarak görülmüştü. Bu arada, yine ilk dönemlerden başlamak üzere, öğrenilen konular, hemen bütünüyle dînî nitelikli idi; dolayısıyla eğitim mahalli olarak, mukaddes mekânlar durumundaki câmilerin seçilip kullanılması yadırganmamış olmalıdır[27]. Fakat, câmilerin ihtiyâcı karşılamadığı veya her zaman müsâit olmadığı durumlarda, yâhut ders verenlerin başka yerleri tercih etmeleri hâlinde, imkân ve şartlara göre başta ulemâ ve devlet yöneticilerinin evleri olmak üzere, cemiyetin önde gelen insanlarının meskenleri de birer eğitim ve öğretim mahalli olarak kullanılmıştı. Bilâhare, daha ziyâde çocukların eğitimi için küttâb denilen ilk tahsil müesseseleri ortaya çıktı ise de, bunlar câmileri bütünüyle devreden çıkaramadı. “İlim sâhibi kişilerin çevresinde oluşan belli eğitim merkezlerinin teşekkülü” ise, daha ziyâde İslâm’ın birinci ve ikinci yüzyılında[28] olmuştu. Esasta birer ibâdet mahalli olan câmilerin, gerek çocukların ve gerekse büyüklerin eğitim ve öğretiminde tıpkı birer mektep ve medrese gibi değerlen-dirilmeleri Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve hattâ Osmanlı dönemlerinde devam edecek ve bu durum günümüze kadar sürecektir[29]. Câmilerin insanları etkilemek bakımından cemiyet içerisinde oynadıkları rol o kadar büyüktü ki, tedris veya irşat faaliyetleri zaman zaman yöneticilerin müdâhalesine yol açacak ölçüde sosyal hayâtı yönlendirebili-yordu[30]. Ancak, İslâm devletinin ve cemiyetinin yeni fetihlerle hızla büyümeğe başlaması, pek tabiî olarak, yeni meselelerin de zuhûruna zemin hazırlayacaktı. Bu cümleden olmak üzere, bir taraftan devletin ve diğer taraftan cemiyetin iyi yetişmiş insanlara olan ihtiyaçları artmağa başlamıştı. Bu arada şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, fethedilen bu bölgeler, kökleri yüzyıllarca geriye giden güçlü Sâsânî, Bizans, Mısır ve Hind medeniyetlerinin kök salmış olduğu yerlerdi; dolayısıyla böyle köklü kültürel geçmişleri olmayan ilk Müslüman fâtihler, önceden hiç tanımadıkları felsefî fikirlerle de karşı karşıya kalmışlar ve bu çerçevede ortaya çıkan îtikādî tartışmaların içine düşmüşlerdi. Binâenaleyh, bu şartlar altında X. asrın ortalarından îtibâren İslâm dünyâsında, devletin kontrolü dışında ve câmilerden müstakil medreseler boy göstermeğe başladılar[31]. XI. asrın ikinci yarısında Selçuklular tarafından Bağdad’ta faaliyete geçirilen Nizâmiye medreselerini (459/1065), bu medreselerin birer benzeri olan Merv, Herat, İsfahan, Belh, Basra, Musul, Amül, Taberistan ... medreseleri tâkip etti[32]. Böylece ve bizzat devlet eliyle açılıp vakıflar kanalıyla beslenen eğitim ve öğretim müesseseleri, devletin gözetiminde olmak üzere, zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmağa başladılar.

Mevcut veriler ve bilgiler, medreselerde tahsil ve tedris faaliyetlerinde, başlangıçtan îtibâren mihverin, eğitim ve öğretimin sürdürüldüğü müesseseler (mektepler, medreseler) değil, hocalar (âlimler, müderrisler) olduğunu ortaya koyuyor. Görülen dersler ise, yukarıda da işâret edildiği gibi, ihtivâ ettikleri konular ekseriyetle dînî çerçevede olmak üzere, hemen her zaman muayyen kitaplardan ibâret kalıyordu[33]. Yâni verilen eğitim, temelde muayyen kitaplarda yer alan bilgilerin bölüm bölüm ayrılarak tedrîcen işlenip öğrenilmesinden ibâretti. Bu durum, esas îtibâriyle Osmanlı medreseleri ve ulemâsı için de geçerli olacaktı. Çünkü, Osmanlılardan önce oluşan söz konusu gelenek, ilim anlayışı ve oluşan mekanizma, yukarıda da kısaca belirtildiği üzere, XVI. yüzyılın ortalarına kadar diğer İslâm beldelerinden Osmanlı ülkesine taşınmıştı[34].

Bu mekanizmayı zihnimizde daha iyi canlandırabilmek için, konuyu biraz müşahhas hâle getirmekte fayda vardır: Osmanlı ulemâsı, tahsîle ilk başladığı andan îtibâren nasıl bir süreçten geçerek ilerlemekte, yetişmekte ve adım adım akademik hayâtın içinde yer almaktadır?

Daha önceki bir çalışmamızda[35] ulemânın sosyal tabanı üzerinde dururken, mevcut verilerden hareketle şöyle bir tablo çizmiştik: “... istikbâlini ilmiye tarîkinde gören bir taşralı, önce en yakın çevresindeki bir âlimden -ki bunlar daha ziyâde imamlardır- ders alacak, ondan ne kadar bilgi edinmesi mümkünse edinecek, bilâhare hocasının veya tanıdık birisinin tavsiyesi ile en yakın bir yerleşim yerine -bir kasabaya veya kazâya- gidecek ve orada yeni bir hoca yâhut düşük seviyeli bir medrese bulacaktır. Ardından buradaki hocanın tavsiyesine ve referansına dayanarak daha büyük bir yerleşim birimine gidecek, daha ileri seviyede bir medreseye girecek, böylece alttan üste doğru medreseleri basamak basamak geçerek ülkenin en büyük ve en îtibarlı medreselerinin bulunduğu merkeze -başkente- ulaşacaktır. Böylece merkeze ulaşan tâlibin işi bu safhada da bitmemektedir. Merkezde sığınılacak bir kapı ve himâye edecek nüfuzlu bir hâmî bulunmadan veya böyle birisinin tavsiye ve referansını elde etmeden başarılı olmak bir hayli zordur. Çünkü, bir taraftan eğitim ve öğretim mecbûriyeti, diğer taraftan, merkeze ulaşan yolda işleyen mekanizmayı düzenleyen hukûkî müeyyide veya kānûnî düzenleme bulunmamaktadır. Mühim olan, belirli bir sıralama içerisinde okunması gereken dersleri, daha doğrusu kitapları okumuş olmak ve bu müddet zarfında nüfuzlu çevrelerle iyi ilişkiler kurabilmektir.

Aynı şey, büyük şehirlerde veya hükûmet merkezinde bulunanlar için de geçerlidir. İkbâlini ilmiye mesleğinde gören birisi, eğer hükümet merkezinde bulunuyor ve âilesi nisbeten tanınıyorsa, ilmiye zümresi arasına girip ilerlemesi daha kolay olmakla birlikte, yine de güçlü bir hâmî ve kefil bulmak, mânen onun kapı halkından sayılmak sûretiyle çok daha rahat hareket edebilirdi. Güçlü bir şahsın desteğini, himâyesini ve kefâletini elde etmek, bir ilmiye mesleği mübtedîsi için son derece mühimdi. Böyle bir seyir içerisinde hızla ilerlerken, kendilerini himâye edenlerin ölümü veya vazifeden alınmaları üzerine, yıllarca aynı mevkilerde kalanlara ve yâhut mevkilerini kaybedenlere Osmanlı târihinin her döneminde sık sık rastlamak mümkündür.[36]

Yukarıdaki satırların yazılıp yayımlanmasından sonra, Koçi Beğ’in daha önceden gözden geçirdiğimiz hâlde dikkatimizden kaçan aşağıdaki cümlelerine tesâdüf edince, çizmeğe çalıştığımız tablonun ne kadar yerinde olduğunu bir kere daha gördük. Hakîkaten, bizim yukarıdaki satırlarımızdaki intisâb sistemi üzerindeki vurgumuzu biraz daha hafiflettiğimiz takdirde, söylenenler arasında fazla bir fark olmadığı açıkça görülmektedir:

Mukaddemâ bir tâlib-i ‘ilm dânişmend murâd eylese ‘ulemâdan birisi müteharrik olup evvelâ andan mahrec dersi okuyup isti’dâd ü liyâkatin müşâhede itdükden sonra müderrisînden birine gönderürdi. Andan birine, andan birine, böyle böyle Hâricde ve Dâhilde ve Sahn’da nice müddet dânişmend olup ba’dehû murâd itdüği yirde karâr idüp yolı geldükde mülâzım olup Rûz-nâmçe-i Hümâyûn’a nâmı yazılurdı. Yolı geldükde Sahn dânişmendlerinün eskileri, ki mu’îdlerdür, her birine birer Tetimme ta’yîn olunup anda sâkin olan sûhtegân tâ’ifesine ifâde-i ‘ulûm iderlerdi.[37]

Yukarıda da bir vesîleyle işâret olunduğu üzere, bu mekanizma ve sistem Osmanlılarda yüzyıllarca sürdü. Öyle ki, medreselerde okutulan veya müderrisler tarafından verilen dersler (kitaplar) bile zaman içerisinde kalıplaşıp kaldı. Nitekim, Osmanlı ulemâsının hâl tercümelerini veren biyografik nitelikli kaynaklarda okunduğu, okutulduğu, üzerinde şerh, hâşiye, hamiş, ta’lîk ve kelimât nitelikli çalışmalar yapıldığı haber verilen bütün eserler, deyim yerindeyse, üç aşağı beş yukarı hemen hemen aynı eserlerdir. Taşköprülü-zâde’nin bizzat kendisinin okuduğunu veya okuttuğunu haber verdiği eserlerle, aşağıda hayat hikâyesini aktardığımız Seyyid Hâfız Mehmed Murad’ın tahsîli sırasında okuduğunu söylediği eserlerin ve konuların benzer eserler ve konular ve hattâ aynı eserlerin aynı bölümleri olması, bu bakımdan fazla şaşırtıcı gelmemektedir. Tıpkı XVI. yüzyılın Taşköprülü-zâde’si gibi, XIX. yüzyılın başlarının Hâfız Mehmed Murad’ı da, her bir kitâbı veya her bir kitâbın belirli bölümlerini başka başka hocalardan adım adım okuyarak ilerlemiş ve tahsîlini tamamlamıştı. Binâenaleyh, her iki âlimin tahsil hayatlarını sürdürüş biçimleriyle Koçi Beğ’in yukarıda nakledilen cümleleri arasında tam bir âhengin bulunması, yabana atılacak bir husûs olmasa gerektir.

Buraya kadar gözden geçirilen bütün bu bilgiler üst-üste eklendiğinde, netîce olarak şunları söylemek aşırı bir yorum ve hüküm olmasa gerektir:

Sünnî İslâm dünyâsının büyük bir kısmında yetişen âlimler gibi, Osmanlı ulemâsı da hemen hemen aynı eğitim sisteminden geçmiş ve aynı kaynaklardan beslenmiştir. Bu bakımdan, Türkistan’lı bir âlimle İstanbul’lu bir âlimin veya Mısır’lı yâhut Irak’lı bir âlimin doğruları arasında fazla bir fark görülmemesi, ilmen ve fikren beslenilen kaynakların aynı veya benzer kaynaklar olmasından başka bir sebebe bağlanamaz. Nitekim son yıllarda yapılan bâzı çalışmaların açıkça ortaya koyduğu üzere, bir iki örnek dışında, Osmanlı medreselerinde ders kitâbı olarak okunan veya ulemânın üzerinde çalışmış oldukları bütün eserler, Osmanlı sınırları dışında, Mâverâünnehir ve Horasan, Mısır, Irak ve Sûriye gibi Sünnî İslâm’ın ilk olarak yayılıp yerleştiği bölgelerde ve kültür merkezlerinde ve bilhassa IX.-XV. yüzyıllar arasındaki bir dönemde, diğer bir deyişle, Osmanlı medreselerinin henüz emekledikleri bir çağda kaleme alınmışlardır. Belirtilen bölgeler, aynı zamanda, XVI. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ulemâsının tahsil görmek üzere gittikleri merkezlerdir[38].

***

Buraya kadar yapılan değerlendirmelerin ardından, aşağıda metni verilen Seyyid Hâfız Mehmed b. Murad’ın hâl tercümesini okumadan önce, yazarımızı biraz daha yakından tanımak için, metindeki mâlumâtı kısaca hulâsa etmek yerinde olacaktır:

Seyyid Hâfız Mehmed Murad, 23 Ekim 1788 (22 Muharrem 1203) Perşembe günü, İstanbul’da Çarşamba Pazarı’nda Yavuz Sultan Selim Câmii yakınında bulunan ve Dâmâd-zâde Mehmed Murad Efendi tarafından yaptırılmış olan Nakş-bendî dergâhında dünyâya gelmiştir. Babası, bu dergâhın post-nişîni olan Şeyh Abdülhâlim el-Ahıshavî’dir. Babasının nisbesi, kendilerinin aslî memleketlerini de göstermektedir. Mehmed Murad’ın isminin başında yer alan Seyyid kelimesi, âilenin Peygamber sülâlesine mensûbiyetine bir delil olarak alınabilirse de, yazarın, babasının isminin önüne aynı kelimeyi koymamış olması, bu ihtimâli zayıflatmaktadır. Ancak, verilen bütün bilgiler, kendisinin bir Nakş-bendî muhitinde doğup büyüdüğü ve bütün tahsîlini, hemen hemen aynı çevrede tamamladığını göstermektedir.

Tahsil hayâtının büyük bir kısmını bizzat babasının delâletiyle sürdüren Mehmed Murad, ilk tahsîline beş yaşında Mehmed Himmet Efendi mektebinde başlamıştır. Evvelâ yüzünden Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı öğrenen Mehmed Murad, yedi yaşında hâfızlığa başlar. Mâ’ide Sûresi’ne geldiğinde, hâfızlıktaki başarısı dikkate alınmış olmalı ki, Ebâ Eyyûb-ı Ensârî türbesinin baş-türbedarlığına getirilir. Daha sonra, babası tarafından Çarşamba Pazarı’nda bulunan Ahmed Efendi mektebine gönderilir ve burada Mâ’ide Sûresi’nden başlamak üzere hâfızlığa devam eder. Tâ-hâ Sûresi’ne geldiğinde, hocasının Mekke’ye gitmesi üzerine, yerine gelen Hoca Ahmed Efendi nezâretinde Kur’ân-ı Kerîm’in hıfzını sürdürür ve on yaşına geldiğinde, Kur’ân’ın tamâmını ezberlemeğe muvaffak olur; bizzat babasının Sultan Selim Câmiinde tertiplediği bir törende dönemin ileri gelen hocalarının huzûrunda sâdece “altmış altı sehvileKur’ân’ı baştan sona okur.

Mehmed Murad, bundan sonra Hoca Ahmed Efendi’nin mektebine iki yıl daha devam etmiş ve bu zaman zarfında secâvend[39], tecvîd, ilm-i hâl bilgileri öğrenmiş ve Birgivî Şerhini okumuştur.

On iki yaşına bastığında, bu mektebden alınan ve babasının hankāhında kalan Beğ-zâde Efendi’nin müritlerinden müderris Bolu’lu Hoca Halil Efendi’den ilm-i sarf (Arapça fiil bilgisi) okumağa başlayan ve Birgivî’nin Izhâru’l-Esrâr adlı konuyla ilgili kitâbını okuyan Mehmed Murad, daha sonra, Fâtih Câmiinde ders veren Erzurûmî Şeyh Yahyâ Efendi’den Molla Câminin Kâfiye şerhini[40]ders-be-ders okuyup” tamamlamış; ayrıca aynı hocadan “İsagoci[41] ve Fenârî[42] ve Mehmed Emîn ve Tasavvurât[43]“ kitaplarını okumuştur.

Bu sırada bir süre tahsîline ara vermiş olan Mehmed Murad, bilâhare Fâtih Câmiinde Mendelyânî-zâde Mehmed Said Efendi’den Molla Fenârî’nin İsagoci şerhini okumuş; müteâkıben yeniden Tasavvurât’ı okuma başlamış, Mendelyânî-zâde’nin mütekāit olup Bursa’ya gitmesi üzerine, bu kitâbı Saray hocalarından Çarşamba’lı Mehmed Said Efendi’den tamamlamıştır. Ardından iki sene tezhîb tahsîl etmiş; bu arada Kitâb-ı Meşârıku’l-Envâr’ın[44] şerhi olan İbn Melek’i okuyup bitirmiştir. Daha sonra Şerh-i Akā’id’e başlamış, fakat babasının ölümü üzerine, tahsîlini yarıda bırakarak, “âh u enîn ve firâk-ı peder” ile kendisini koyuvermiş, iki sene tekke tekke dolaşıp durmuştur. Bu sırada on sekiz yaşında olan Mehmed Murad, bilâhare Hoca Neş’et Efendi’nin telâmîzinden Hoca Mehmed Efendi’den Tuhfe-i Vehbî, Pend-i Attâr, Gülistân-ı Şeyh Sa’dî ve Bustân’ı; ayrıca bir miktâr Dîvân-ı Hâfız-ı Şîrâzî ve Kitâb-ı Mefâtihül-Dürriyye okumuştur. Hocasının hacca gitmesi üzerine ortada kalan Mehmed Murad, bir süre sonra Ayvansaray yakınındaki Câbir b. Abdullah-ı Ensârî türbesinde kalan Abdullah el-Kaşgarî en-Nakş-bendî’nin delâletiyle, kendi terbiye-kerdelerinden olan Sâlih Afîf el-Münzevî’den haftada bir kez Dîvân-ı Sâ’ib okumağa başlamış, fakat bu kadarcık bir okuma ile yetinemeyeceğini anlayınca, sûfî zümresinden Süleymân Vahyî’den haftada iki gün Mesnevî-i Şerîf okumağa; Mesnevî’nin yedinci cildinin ortalarına gelince, bizzat hocasının uygun görmesi üzerine kendisi Mesnevî okutmağa başlamıştır.

Bu arada, Hoca Neş’et Efendi telâmîzinden Kethudâ-zâde Mehmed Ârif Efendi’den on iki adet kasâ’id-i Örfî-i Şirâzî, Risâle-i Rub’-ı Mukantara, Ceyb, Risâle-i Usturlâb ve Risâle-i Kürre okumuştur.

Ayrıca tahsîli esnâsında, babasının sevki ile Üsküdar Selîmiye Hankāhı şeyhi el-Hâcc Ni’metu’llah Efendi’den el (dest-i inâbet) almış ve on sene kadar hizmetinde bulunmuş; bu sırada kendisinden Mişkât-i Mesâbih’i[45], İmâm Rabbânî’nin Mektûbât’ını, Celâl Devvânî’nin İsbât-ı Vâcib’ini[46] ve ayrıca Hikmetü’l-Ayn adlı eseri okumuştur.

Mehmed Murad’ın, tahsîli sırasında okuduğu başka eserler de vardır: Şeyh Coşkun nâmıyla meşhûr el-Vâ’iz el-Hâcc Mehmed b. Mehmed’den uygulamalı olarak kırâ’at-i seb’a ve kırâ’at-i aşera öğrenmiş; hocasının ölümü üzerine Eyyûb Câmii birinci imâmı ve Sultan Ahmed Câmii vâ’izi el-Hacc Abdullah Efendi’den yine uygulamalı kırâ’at tâlim etmiştir.

Kezâ, 1233’de Evkāf-ı Hümâyûn müfettişi ve Galata Sarayı kütüphânesi hocası İmâm-zâde Hâfız Mehmed Es’ad Efendi’den Taftazânî’nin Şerh-i Akā’id-i Nesefiyye’si ile Hâşiye-i Hayâli’yi, bilâhare Kādî Mîr’le birlikte Lârî, Celâl-i Devvânî ve Muhtasaru’l-Müntehâ’yı[47] okumuş; derslerden önce olmak üzere Şifâ-i Şerîf’i[48], Molla Husrev’in Gurer’inin şerhi olan Dürer’i[49]; ikindi namazlarından sonra olmak üzere beş senede Mutavvel Şerhu’t-Telhîs li’t-Taftazânî’yi; Ali Kuşçu’nun Vaz’iyye Şerhi’ini ve Hulâsatü’l-Hisâb ile Menâr’ın[50] şerhi olan İbn Melek’i okumuştur.

1240’de aktif tahsil dönemini tamamlayan Mehmed Murad, aynı yılın Receb ayının ilk günü Dülger-zâde Câmiinde büyük bir kalabalığın huzurunda icâzet almıştır. Ayrıca aynı yıl, Sultan Selim Câmiinde düzenlenen bir törende ise, ileri gelen hâfızların huzûrunda Kur’ân-ı Kerîm’i bir kere daha hatmederek, nezâretinde hıfzettiği Hâce Kirmastî’den hâfızlık icâzeti almıştır.

Şeyh Hâfız Mehmed Murad Efendi, 1240 ilâ, hayat hikâyesini kaleme aldığı 1249 (1834) yılları arasındaki döneme dâir bilgi vermez ve kısaca, “el-ân rûz u şeb hânkāhımızda el-hamdü li’llâh Mesnevî-i Şerîf ve Şifa-i Şerîf ve Kâfiye şerhi Mollâ Câmî ve ‘ilm-i kırâ’at ve ‘ilm-i ‘arûzu ve ‘ilm-i fıkh ve Dîvân-ı Şevket ve Dîvân-ı Sâ’ib ve Şâtıbî ve sâ’ir kütüb üstâdlarımın ebeveynimin ve ehibbâ vü asdıkāmın du’âları berekâtiyle neşr eder olduğumuz hâlde kûşe-i hânkāhımızda vahdet-nişîn ü peygûle-güzîn olmuşuzdur.” der. Kendisinin ne kadar yaşadığını ve ne zaman öldüğünü bilemiyoruz.

Mehmed Murad’ın tahsil hayâtı boyunca okuduğu kitapların umûmî bir değerlendirmesini yaptığımızda, bunların ekseriyetinin dînî ve tasavvufî nitelikli eserler olduklarını görürüz. Sarf, nahiv, belâgat, vs. gibi Arap dilinin muhtelif cihetlerini konu alan eserlerin okunmasını, bunların, esas olarak dîni ilimlerin tahsîlinde ihtiyâç duyulan yardımcı ilimler olmalarına bağlamak gerekir. Zîrâ, gerek Kur’ân’ın ve gerekse hadîslerin tam olarak anlaşılabilmesi için, Arapça’nın inceliklerinin bilinmesi zarûrîdir; öte yandan, zamânın dînî ilimlerinin hemen tamâmının Arapça olarak yazılmasının da Arapça’nın çok iyi öğrenilmesini kaçınılmaz kıldığı mâlumdur. Her ne kadar Osmanlı ulemâsının ekseriyetinin benzer eserlerle ünsiyetlerinin olduğunu biliyor isek de, Şeyh Hâfız Mehmed Murad’ın Mesnevî, Tuhfe-i Vehbî, Pend-i Attâr, Gülistân-ı Şeyh Sa’dî, Bustân, Dîvân-ı Hâfız-ı Şîrâzî ve benzeri eserleri okumasını, onun içerisinde büyüdüğü tasavvuf çevresinin bir gereği olarak görmek gerekir. Zîrâ, bu eserler, aynı zamanda tasavvufî nitelikleri olan eserlerdir. Kendisinin tahsil hayâtını tamamladıktan sonra babasının tekkesinde şeyhlik postuna oturmasının ve burada kendisinden okumak isteyenlere ders vermesinin dışında medrese bünyesinde doğrudan eğitim hayâtının içerisinde yer almadığına göre, Ali Kuşçu’nun Vaz’iyye’sini, Hulâsatü’l-Hisâb, Risâle-i Rub’-ı Mukantara, Ceyb, Risâle-i Usturlâb ve Risâle-i Kürre gibi eserleri okumasını ise, onun entellektüel merâkının genişliğine bağlamak mümkündür. Fakat bir tekke şeyhi olarak, kendisinin dînî konuların dışında kalan bu eserler üzerinde, okumanın ve muayyen bir bilgi edinmenin ötesinde, bilâhare çalışmalarını derinlemesine sürdürdüğünü düşünmemek ve bizzat öğrendiklerini, kendisinin ders verdiği talebeye aktarmakla yetindiği kabûl etmek gerekir.

Aşağıda metni verilen hayat hikâyesinde dikkati çeken mühim bir nokta da bizce şudur: Şeyh Hâfız Mehmed Murad, içinde doğup büyüdüğü tasavvuf ve tarîkat çevresinin yoğun kültür atmosferine rağmen, tahsil hayâtını anlatırken, daha sonra fiilen içinde rol aldığı tasavvufî hayat üzerinde pek fazla durmamakta; karşımıza tipik bir medrese talebesi hüviyeti ile çıkmakta ve daha ziyâde her medrese talebesinin okuduğu eserlerin adını zikretmektedir. Bu durumu, şer’î ilimleri tahsîli esas gördüğü ve tasavvufî ilimleri şahsî, derûnî ve subjektif olarak değerlendirdiği şeklinde mütâlaa etmek, bilemiyoruz, ne ölçüde mümkündür?

Bununla birlikte, Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Âliye Hanım’ın Murad Mollâ Şeyhi hakkında verdiği bilgiler, kendisinin sıradan bir tekke şeyhi olmadığını gösteriyor. Bu bilgilere göre,[51] o, Osmanlı eğitim hayâtı içerisinde -meccânen- aktif bir rol oynamış; tekkesini “her nevi ilim ve maarifin tahsil” olunduğu, İstanbul’un ulemâ ve üdebâsının, hattâ ricâl ve kibârın her zaman gidip geldiği bir merkez, bir üniversite (dârülfünûn) hâline getirmişti.

Son olarak bir husûsu daha vurgulayalım: Murad Mollâ Şeyhi’nin tahsil hayâtı sırasında bizzat okuyup öğrendiği derslerle (kitaplarla), Fatma Âliye Hanım’ın babasının tahsîli sırasında bizzat okumuş olduğunu haber verdiği dersler (kitaplar) arasında da -isimlere varıncaya kadar- büyük bir benzerlik bulunduğu görülmektedir ki, bu da, klâsik Osmanlı eğitim sisteminin yukarıda sözünü ettiğimiz sürekliliğine (veya statikliğine) başka bir delil olarak gösterilebilir[52].

***

2. MURÂD MOLLÂ ŞEYHİ’NİN KALEMİNDEN KENDİ HAYAT HİKÂYESİ(**)

 “Şârih-i mütercemin ahvâl-i fakîrâne ve ‘âcizânesi bu ‘âlem-i fânîde şu vechile vukû’-yâftedir ki bu ‘abd-i fakîr ü hakîr ve müznib-i pür-taksîr Âsitâne-i ‘Aliyye’de Sultân Selîm Hân-ı Kadîm tâbe serâhu hazretlerinin câmi’-i şerîfi kurbünde Çehâr-şenbe Pazarı’nda vâki’ ‘asrında sadr-ı Rûm-ı behçet-mersûm sâhibü’l-hayrâti ve’l-hasenâti ve’l-meberrât ve râgıbu’l-cenneti ve’d-derecât merhûm ve mağfûrun leh Dâmâd-zâde Mehmed Murâd Efendi ‘aleyhi’r-rahmetü’l-Bârî hazretlerinin hasbeten li’llâh binâ ve ihyâsına muvaffak oldukları hânkāh-ı Nakş-bendiyye-i safvet-penâhında şeyh ve post-nişîn-i irşâd olan eş-Şeyh el-Hâcc ‘Abdu’l-halîm el-Ahıshavî en-Nakş-bendî ‘aleyhi’r-rahmetü’l-Meliki’l-kavînin sulbünden bin iki yüz üç senesi Muharremü’l-harâmının yiğirmi ikinci Penç-şenbe gicesi vakt-i seherde tevellüd idüp beş yaşına girdikde merhûm ve mağfûrun leh Mehmed Himmet Efendi’nin mektebine vâlid-i mâcidim şeyh-i mûmâ ileyh bed’ etdirüp Kur’ân-ı ‘Azîmü’ş-şânı yüzünden ba’de’l-ittikān yedi yaşında hıfzına şürû’ olunup hatm-i evvelde Sûre-i Mâ’ide’ye gelince Hazret-i Ebâ Eyyûb-ı Ensârî radıya’llâhu ‘anhi’l-Bârînin medîne-i tâhiresine Mihrişâh Vâlide Sultân Selîm ‘aleyhâ rahmetü’l-gafûru’r-rahîmin binâ eylediği türbe-i celîleye baş-türbedâr ta’yîn olunup terk-i dağdağa-i debistân-i etfâl itdikde yine vâlidim Çehâr-şenbe Pazarı’nda kâ’in Gegivizeli cennet-mekân Ahmed Efendi’nin mekteb-i pür-feyzine irsâl ve Sûre-i Mâ’ide’den yine hıfz-ı Kur’ân-ı ‘Azîmü’ş-şâna meşgûl olup yine hatm-i evvelde Sûre-i Tâ-hâ’ya geldikde füc’eten hâce-i mûmâ ileyh ziyâret-i Beytu’llâhi’l-harâm yessera’llâhu lenâ ve leküm fî karîbi eyyâm kasdıyla cânib-i Mekke-i Mükerreme’ye rû-be-râh ‘azîmet idüp yerine telâmîzinden üstâd-ı mükerrem Hâce Ahmed Efendi’yi nasb u ta’yîn buyurdular. Yine Sûre-i Tâ-hâ’dan anlardan bed’ olunup on yaşına resîde olunca bi-hamdi’llâhi te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in hıfzı resîde-i hitâm oldukda vâlidim merhûm ve mağfûrun leh ol ‘asrda mevcûd olan e’imme-i kurrâ rahimehumu’llâhu te’âlâ rahmeten vâsı’aten hazretlerini da’vet ve hatm-ı hıfz huzûrlarında altmış altı sehvile tekmîl olunup ve Penç-şenbe günü Sultân Selîm Câmi’inde dahi du’âsı olunup üç gün ‘azîm cem’iyyet eyledi. Ba’dehû Hâce Ahmed Efendi’nin mektebinde yine iki sene mikdârı mülâzemet ve müdâvemet itdürüp secâvend ve tecvîd ve ‘ilmü’l-hâl ve Birgivî Şerhi ve bunun emsâli şeyler kırâ’at olunmuş idi.

Sinnim on ikiye resîde oldukda mektebden ahz idüp hânkāhımızda sâkin Beğ-zâde Efendi hazretlerinin mürîdlerinden ve müderrisîn-i kirâmdan Boluvî Hâce Halîl Efendi’den ‘ilm-i sarfa bed’ itdürüp Birgivî merhûmun Izhâru’l-Esrâr nâm kitâbını dahi anlardan tekmîl eyledim. Ba’dehû Ebu’l-feth Sultân Mehmed Câmi’-i şerîfinin feyziyle feyz-yâb olmak içün Sultân Ahmed vâ’izi iken irtihal-i dâr-ı bekā iden Erzurûmî Şeyh Yahyâ Efendi’nin meclis-i ifâdelerine irsâl ve Mollâ Câmî hazretlerinin Kâfiye şerhini ders-be-ders okuyup itmâm eyledim ve İsagoci ve Fenârî ve Mehmed Emîn ve Tasavvurât dahi anlardan okunmuş idi. Ba’dehû bir hayli zamân tahsîle sekte gelüp bir müddetden sonra Mendelyânî-zâde Mehmed Sa’îd Efendi Sultân Mehmed Câmi’-i şerîfinde ders-i sânî olarak Mollâ Fenârî hazretlerinin İsagoci üzerine olan şerhine bed’ edince bu fakîr anın dersine hâzır olup ba’de’l-itmâm yine Tasavvurât’a şürû’ ve tekmîl olunup tarîklerini terk ile medîne-i Burûsa’da tekā’üd ihtiyâr buyurdular. Ol esnâda Sarây-ı Hümâyûn hâcelerinden Çehâr-şenbe’li üstâz-ı büzürg-vâr Mehmed Sa’îd Efendi Tasavvurât’a bed’ etmiş olmağla anların dersine hâzır olup kitâb-ı mezkûru tekmîl ve tehzîbe şürû’ olunup iki sene tehzîb okundu ve ders evvelinde dahi Kitâb-ı Meşârıku’l-Envâr min evvelihî ilâ âhirihî şerhi olan İbn Melek takrîr ü beyân olunarak resîde-i hitâm oldu. Ba’dehû Şerh-i ‘Akā’id’e şürû’ olunup bir mikdâr evvelinden okundukda otuz senesi Zi’l-hiccesinde vâlid-i mâcidim şeyh-i mûmâ ileyh ‘azm-i ravza-i rıdvân eyledikde şâ’ir-i mâhir Nevres merhûmun, beyt:

 Mecrâ-yı nefes teng elim teng dilim teng

Teng oldı cihân başıma sultânım efendim

beyti mantûkunca cihân başıma zindân ve âh u enîn ve firâk-ı peder ile ders değül Hakk bilür ki tekiyyede karâr mümkin olmayup şeb ü rûz zevâyâ-yı sâ’irede ziyâret-i Merâkıd-ı ehlu’llâh ve ehibbâ vü asdıkā hânelerinde meks ü ikāmet olunarak iki sene evkāt-güzâr olmuş idim ve bu tahsîl esnâsında on sekiz yaşımda iken üstâd-ı büzürg-vâr Hâce Neş’et Efendi telâmîzinden Sultân Selîm civârında Debbâğ Yûnus mahallesinde Hâce Mehmed Efendi hazretlerinin dâru’l-ifâde-i pür-bereketlerine rû-mâl ve şeb ü rûz hıdmetlerine kā’im olarak Tuhfe-i Vehbî ve Pend-i ‘Attâr ve Gülistân-ı Şeyh Sa’dî ve Bûstân dahi bir mikdâr ve Dîvân-ı Hâfız-ı Şîrâzî ve Kitâb-ı Mefâtîhü’d-Dürriyye okunmuş idi. Bu esnâda hâce-i mûmâ ileyh rahmetu’llâhu ‘aleyh hacc-ı şerîfe ve seyâhat kasdıyla zümre-i şâkirdânını mübtelâ-yı endûh-ı firâk buyurdular. Bu ‘abd-i hakîr dahi bî-kes ü bî-üstâd kalup hâl-i perîşânımı hezâr ‘acz ü inkisâr ile kādi’l-hâcâta ‘arz idüp sâ’ik-i takdîr Ayvan-sarây kurbünde hazret-i Câbir bin ‘Abdu’llâh el-Ensârî radıya’llâhu ‘anhi’l-Bârî hazretlerinin defîn-i ravza-i cennet oldukları câmi’-i şerîfin havlîsinde bâb-ı sa’âdeti pîşgâhında sâkin ü mütemekkin olan ‘Abdu’llâh el-Kâşgarî en-Nakş-bendî kuddise sırruhu’s-sâmî hazretlerinin terbiye-kerdelerinden kıdvetu’l-’ulemâ’i’l-muhakkıkîn ve ‘umdetü’s-sulehâ’i’s-sâlikîn Sâlih ‘Afîf el-Münzevî ‘aleyhi’r-rahmetü emtâr sehâ’ibü’l-Meliki’l-kavî hazretlerine sevk buyurup haftada bir kerre yevmü’s-selâsede Dîvân-ı Sâ’ib’e bed’ olundu. Lâkin -mâ’u’l-kalîl lâ yervi’l-felîl- fehvâsınca eş’âr u ebyât-ı âbdâra tabî’at ber-vech-i kemâl ‘atşân ve bâ’is-i feyz u bereketleri bu kadarca ile reyyân etmemek hasebiyle âhûnd-ı büzürg-vâr cenâb-ı Neş’et-i nâmdâr kuddise sırruhûnun a’zam-ı telâmîzinden şânında cennet ni’meti gibi -mâ lâ ‘aynun re’et ve lâ üzünün semi’at ve lâ hatara ‘alâ kalbi beşer- dense sezâ-vâr olan mazhar-ı esrâr-ı tarîkat ve ma’den-i envâr-ı hakîkat mücâhid fî-sebîli’llâh târik-i mâsivâ-yı ilâh cenâb-ı Süleymân Vahyî kuddise sırruhu’s-sâmî menzil-i mübârek-i pür-yümn ü bereketlerine mâlîde-i rûy-ı siyâh oldum. Ve haftada iki gün Mesnevî-i Şerîf kitâb-ı celîlü’l-kadrinin cild-i sâlisine bed’ eyledim. Ve cild-i sâlis evâsıtına geldikde bu fakîre Mesnevî-i Şerîf tedrîsi teklîf olunmağla üstâd-ı büzürg-vâra ifâde olunup anlar dahi izn ü emr buyurmalarıyla şürû’ olunup bi-hamdi’llâh-i te’âlâ itmâm olundu. Ve yine şimdi şürû’ olunup bir senede li’llâhi’l-hamd cild-i evvel tekmîl olunup cild-i sânîye inşâ-allâh şürû’ olunacakdır. Mevlâ-yı müte’âl bi’d-defe’ât itmâmını nasîb ve mazmûn-ı münîfi ile ‘âmil ve sırrına cümlemizi mazhar eyleye, âmin. Ve yine fünûn-ı şettâda mâhir ve cemî’-i kütübün istihrâcına kādir sâhibü’l-ahlâki’l-hasene ve’l-etvâri’l-müstahsene mârru’z-zikr Hâce Neş’et Efendi telâmîzinden Kethudâ-zâde Mehmed Ârif Efendi hazretlerinden on iki ‘aded kasâ’id-i ‘Örfî-i Şirâzî ve Risâle-i Rub’-ı Mukantara ve Ceyb ve Risâle-i Usturlâb ve Risâle-i Kürre ve Mesnevî-i Şerîf evvelinden Yehûd vezîri hikâyesinin evâsıtına gelince okudum. Cenâb-ı Allâhu Te’âlâ ‘ömrüne bereket ve vücûduna sıhhat ve dârına selâmet, dünyevî ve uhrevî murâdât u tasavvurâtına nâ’il eyleye, âmîn.

Ve yine bu tahsîl esnâsında vâlid-i mâcidim emriyle Soğuk Çeşme Kapusu kurbünde Zeyneb Sultân Câmi’-i şerîfi sâhasında vâki’ odalarda sâkin ve âhir ‘ömründe Üsküdar’da Selîmiye Hânkāhına şeyh olan kutbu’l-’ârifîn gavsu’l-vâsılîn ferîd-i ‘asrihî ve vahîd-i dehrihî mazhar-ı eltâf-ı Samed vâris-i sırr-ı Hazret-i Şâh-ı Nakş-bend eş-Şeyh el-Hâcc; Ni’metu’llâh ‘aleyhi tecelliyâti’l-ilâh hazretlerinden ahz-ı dest-i inâbet idüp on sene mikdârı hıdmet-i celîleleriyle müşerref oldum. Ve bu esnâda kendülerden Mişkât-ı Mesâbih ve İmâm Rabbânî eş-Şeyh Ahmed el-Fârûkî kuddise sırruhû hazretlerinin Mektûbât ismiyle müsemmâ olan kitâb-ı celîlü’l-kadrini ve Celâl-i Devvânî merhûmun İsbât-ı Vâcib nâm kitâbını ve Hikmetü’l-’Ayn nâm kitâbı ta’allüm ve tederrüs eyledim. Hakkā ki ‘ulûm-ı zâhire ve bâtınada sâhib-i ittikān mâ re’et ve lâ terâ mislehû a’yünü’z-zamân idi. Lisân-ı Türkîde mahâreti olmadığından esnâ-yı derslerinde gâh ‘Arabî ve gâh Fârisî takrîr buyururlar idi. ‘Arabî takrîr buyurur iken ‘Arab-ı ‘arbâ ve Fârisî takrîr buyurur iken efsah-ı fusahâ-yı Buhârî dirsin. Âsâr-ı ‘ilmiyyelerinden ‘Arabiyyü’l-’ibâre fasîh ü belîğ bir risâle-i Nakş-bendiyyeleri vardır, hakkā ki yapılur şey değildir, fakîrde vardır, tâlib olan istinsâh etsin.

Ve yine bu tahsîl esnâsında a’lemu’l-’ulemâ ve efdalu’l-fuzalâ şeyh-i meşâyihu’l-fukarâ eş-Şeyh el-Vâ’iz el-Hâc Mehmed bin Mehmed eş-şehîr beyne’l-hâce be-Şeyh Coşgun ekrema’llâhu te’âlâ fî yevme lâ yenfa’u mâlun ve lâ benûne [Şu’arâ, 88] hazretlerinden kırâ’at-i seb’a ve kırâ’at-i ‘aşerayı tekmîl ve ba’de’l-hatm tayyibe ve neşr-i kebîr tarîkıyle takrîbe şürû’ ve yiğirmi üç cüz’-i şerîfe karîb okunup Sûre-i Zümer’e geldikde -el-mukadder kâ’inün- fehvâsınca şeyh-i mûmâ ileyh târik-i diyâr-ı fâniyye ve mü’essir-i civâr-ı bâkıyye oldular, rahmetu’llahu te’âla ‘âleyhi rahmeten vâsi’aten. Hakkā ki ‘ilm-i Kur’ân’da ve va’z u nasîhatde misli nâ-yâb idi. Hîn-i irtihâlinde Şâhzâde Sultân Mehmed Câmi’inde Cum’a Vâ’izi ve Ebu’l-Feth Câmi’inde İmâm-ı Sâlis idiler. ‘İlm-i Kur’an’da âsâr-ı ‘ilmiyyelerinden imâleleri ve hemze-i müfredleri ve idgâmları beyân eder cedvelli risâleleri vardır, ve seb’a ve ‘aşera ve takrîbin sa’b olan âyetlerini cem’ edüp dört ‘aded mecmû’a tertîb buyurmuşlardır. Erbâbının işine yarar bir mecmû’aları kendü hatt-ı şerîfiyle bizde olmağla derûn-ı hânkāhımızda olan kütüb-hâneye teberrüken vakf u vaz’ olundu.

Ve yine a’lemu’l-’ulemâ aslahu’s-sulehâ re’îsu meşâyihi’l-fukarâ İmâm-ı Evvel-i Câmi’-i Ebâ Eyyûbi’l-Ensârî radıya’llâhu ‘anhu’l-Bârî ve Sultân Ahmed Hân Gâzî Câmi’-i şerîfi Cum’a Vâ’izi el-Hâc ‘Abdu’llâh tavvele ‘ömrehû’l-ilâh cenâblarından dahi kırâ’at-i ‘aşera olmak üzere Sûre-i Mülk’den Sûre-i ve’d-Duhâ’ya varınca ve takrîb olmak üzere Sûre-i Fâtiha’dan Tilke’r-rusülü faddalnâ [Bakara, 253] cüz’-i şerîfine varınca ahz u tilâvet eyledim. Kırâ’at-i seb’ayı hâmil olan Kitâb-ı Şâtıbî’yi evvelinden ferş-i hurûfa karîb hâce-i mûmâ ileyhden ders-be-ders okudum. Hakk Te’âlâ etval-ı ‘ömr ile mu’ammer ve tâlibîn ü râgıbîne feyzlerini meddi’d-duhûr münteşir eyleye, âmîn.

Ba’dezâ otuz üç târihinde a’lemu’l-’ulemâ’i’l-mütebahhirîn efdalu’l-fuzalâ’i’l-müteverri’în yenbû’u’l-fezâ’ili ve’l-yakîn el-muhtass bi-mezîdi’l-’inâyeti’l-Meliki’l-Mu’în el-ân Evkāf-ı Hümâyûn müfettişi ve Galata Saray-ı Hümâyûnu’nda kütüb-hâne hâcesi İmâm-zâde Hâfız Mehmed Es’ad ‘aleyhi envâ’u eltâfı’s-Samed cenâbları Şerh-i ‘Akā’id-i Nesefiyye li’t-Taftâzânî ve Hâşiye-i Hayâlî tedrîsine Ebu’l-feth Câmi’-i şerîfinde şürû’ buyurdular. Fakîr dahi derslerine hâzır olup kitâbeyn-i celîleyn iki buçuk senede bi-hamdi’llâh karîb-i hüsn-i hıtâm ve yukaruya doğru Kādî Mîr ma’a Lârî ve Celâl-i Devvânî ve Muhtasaru’l-Müntehâ ve ders evvelinde dahi Şifâ’-i Şerîf ve Dürer şerhi Gurer ve ba’de salâti’l-’asr yine câmi’-i mezkûrda min evvelihî ilâ âhirihî beş senede Mutavvel Şerhu’t-Telhîs li’t-Taftâzânî ve şühûr-ı selâsede hâne-i latîflerinde ‘Alî Kuşî’nin Vaz’iyye Şerhi ve Hulâsatü’l-Hisâb ve Menâr şerhi İbn Melek ve Dülger Oğlu Câmi’inde Nebe’ tefsîri ve bu misillü şeyler telemmüz olunur idi. Kırk senesi Receb-i Şerîfin gurresi Penç-şenbe günü ve Regâ’ib gecesi yiğirmi kadar kimse ile bi-hamdi’llah câmi’-i mûmâ ileyhde cem’iyyet-i ‘uzmâ olup icâzet alındı. Cenâb-ı Kibriyâ ‘ömr-i rûz-ı efzûna mazhar ve kâffe-i umûr u husûsunu teysîr ü âsân eyleye, âmîn bi-hurmeti’n-Nebiyyi’l-Emîn.

Ve ba’de’l-icâze hâfız olduğum Hâce Kirmastî ‘aleyhi’r-rahmetü’l-Bârî, ki Sultân Selîm Hân-ı Kadîm Câmi’-i şerîfi İmâm-ı Evveli ve Benli-zâde Mehmed Râşid Efendi mu’allim-hânelerinin hâcesi idi, anlardan kırâ’at-i takrîbe Sûre-i Zümer’den bed’ ü itmâm olunup yine kırk senesi Zi’l-hiccesinin yiğirmi birinci günü Sultân Selîm Câmi’-i şerîfinde e’imme-i kurrâ’ mahzarında hatm idüp ve Kāsım Paşalı Şeyh Ahmed Efendi du’â buyurup hâce-i mûmâ ileyhden icâzet-nâme almak li’llâhi’l-hamd ve’l-minne mukadder oldı fe-hamden sümme hamden. Bu fakîr dahi yedi kimseye ‘ilm-i Kur’ân’dan el-hamdü li’llâh icâzet vermek mukadder oldı. El-ân rûz u şeb hânkāhımızda el-hamdü li’llâh Mesnevî-i Şerîf ve Şifa-i Şerîf ve Kâfiye şerhi Mollâ Câmî ve ‘ilm-i kırâ’at ve ‘ilm-i ‘arûzu ve ‘ilm-i fıkh ve Dîvân-ı Şevket ve Dîvân-ı Sâ’ib ve Şâtıbî ve sâ’ir kütüb üstâdlarımın ebeveynimin ve ehibbâ vü asdıkāmın du’âları berekâtiyle neşr eder olduğumuz hâlde kûşe-i hânkāhımızda vahdet-nişîn ü peygûle-güzîn olmuşuzdur.

Hakk celle ve ‘alâ evvelâ hayâtda olan üstâd-ı ekremim İmâm-zâde Mehmed Es’ad Efendi hazretlerini ve Kethudâ-zâde Mehmed Ârif Efendi hazretlerini ve bu ‘abd-i kemteri tûl-i ‘ömr ile mu’ammer ve ıhlâsa dâ’imâ mukārin ve rızâ-i şerîfine muvâfık ve kusûrumuzu ‘afv eyleye, âmîn yâ Rabbe’l-’âlemîn. Ve bunlardan mâ’adâ dahi ‘asrına idrâk etdiğimiz ba’zı efâzıldan hayli risâle ve ba’zı kütüb okunmuş idi, tafsîli mûcib-i tatvîl-i makāle olacağına binâ’en terk olundu. Cenâb-ı erhamu’r-râhimîn ‘ulûmundan intifâ’ eylediğim esâtîz-i kirâma rahmet ve yevmen fe-yevmen kabrlerinde istirâhat ve âhiretde Rabbim cümlesine selâmet ü necât ile ikrâm eyleye, âmîn bi-hurmeti Tâ-hâ ve Yâsîn.

Ve bu kadar tahsîl-i ‘ulûm-ı nâfi’a ve ta’lîm ü tedrîs ve tereffüh ü tena’’um ve ni’met-i suveriyye vü ma’neviyye ‘asr [u] zamânlarına idrâk eylediğim selâtîn-i âl-i ‘Osmân’dan üç pâdişâh-ı zî-şânın devlet-i ‘aliyyesinde ve sâye-i şâhânesinde olmak hasebiyle anlara du’â ve hayr ile yâd eylemek üzerime farz-ı ‘ayn makāmında olmağla du’âlarına şürû’ olundu. Evvelâ sultân-ı zî-şânın birisi merhûm ve mağfûrun leh Gâzî Sultân Selîm Hân-ı Sâlis ibn Sultân Mustafâ Hân-ı Sâlis ibn Sultân Ahmed Hân-ı Sâlisdir. Ve birisi dahi cennet-mekân firdevs-âşiyân Sultân Mustafâ Hân-ı Râbi’ ibn Sultân ‘Abdu’l-hamîd Hân ibn Sultân Ahmed Hân-ı Sâlisdir. Cenâb-ı Gafûr [u] Rahîm bu iki pâdişâhın ve vâlidlerinin taksîrâtını ‘afv ve seyyi’âtını mahv ve hasenâtının ecrini müzdâd ve mazca’larında şâd eyleye; envâr-ı Kur’ân-ı ‘azîm ile kabrlerini pür-nûr ve ‘arsa-i mahşerde vechlerini şümûs u büdûr eyleye; tâ be-sabâh-ı haşr merkadlerinde emn ü râhatlerini ânen fe-ânen müzdâd eyleye; kabrlerini ravzatün min-riyâzi’l-cinân eyleye, hafretün min-hafrü’n-nîrân olmakdan mahfûz eyleye; kabrden kalkdıkda râkibîn ‘ale’l-Burâk olarak ‘arsa-i mahşere varup “İnne’l-muksıtîne ‘alâ menâbira min nûrin” hadîs-i şerîfi sırrına mâ-sadak olarak nûrdan minberler üzerine kendilerini Rabbim ıs’âd eyleye; bi-lâ su’âl ve lâ hisâb ve lâ ‘azâb duhûl-i evvelîn ile cennet-i a’lâya dâhil olan mülûk-i kirâm ile halef-i Resûl-i Kibriyâ’da cennetine idhâl eyleye ve zümre-i ‘uşşâkı ile tecelliyât-ı cemâline mazhar eyleye, âmîn. Ve birisi dahi el-ân serîr-ârâ-yı saltanat-ı ‘uzmâ ve pîrâye-bahş-ı erîke-i hılâfet-i kübrâ şâh-ı âsmân-makderet pâdişâh-ı gerzmân-menzilet kutb-ı felek-i ikbâl nokta-i merkez-i dâ’ire-i iclâl sultân-ı selâtîn-i zamân hâkān-ı havâkîn-i cihân mâlikü’l-berreyn ve’l-bahreyn el-müftehir bi-hıdmeti’l-Haremeyi’ş-Şerîfeyn illâ ve hüve’s-sultânu’l-a’zam ve’l-hâkānu’l-mu’azzam ve’l-ekrem el-Gâzî Sultân Mahmûd Hân ibn es-Sultân el-Gâzî ‘Abdu’l-hamîd Hân ibn es-Sultân el-Gâzî Ahmed Hân-ı Sâlis ibn es-Sultân el-Gâzî Mehmed Hân-ı Râbi’ ibn es-Sultân el-Gâzî İbrâhîm Hân ibn es-Sultân el-Gâzî Ahmed Hân-ı Evvel sâhibü’l-câmi’ ibn es-Sultân el-Gâzî Mehmed Hân-ı Sâlis fâtih-i Kal’a-i Eğri ibn es-Sultân el-Gâzî Murâd Hân-ı Sânî [!... Sâlis: Üçüncü olacaktı] ibn es-Sultân el-Gâzî Selîm-i Sânî sâhibü’l-câmi’i’l-kebîr fî beldeti Edirne ibn es-Sultân el-Gâzî Süleymân Hân-ı Evvel sâhibü’l-c[ev]âmi’i’s-selâs ve’l-’imârâti’s-selâs ve’l-megâzât ve’l-hayrât ve’l-meberrât ibn es-Sultân el-Gâzî Selîm Hân-ı Kadîm [ü] Evvel fâtih-i Mısr ve’l-’Acem ibn es-Sultân el-Gâzî Bâyezîd Hân ibn es-Sultân el-Gâzî Ebu’l-feth Sultân Mehmed Hân-ı Sânî mazhar-ı be-sırr-ı hadîs-i “Le-tüftehanne’l-Kostantiniyyetü fe-le-ni’me’l-emîru emîru-hâ ve le-ni’me’l-ceyşu zâlike’l-ceyşu” nevvera’llâhu te’âlâ merkadehû ve eskenehû fî yuhbûhatî cinânihî, âmîn, efendimizi bi’s-sıhhati ve’s-selâmeti ve’l-’âfiyeti ve’l-’adâleti erîke-i saltanatında dâ’im eyleye; âlâm u ekdâr-ı dehriyye ve kevniyyeden ve cemî’ ‘ılel u emrâz-ı suveriyye ve ma’neviyyeden mahfaza-i hıfzında mahfûz eyleye; kalb-i hümâyûnlarını envâ’-ı sürûr ve gûn-â-gûn fütûhât-ı celîle ile mesrûr eyleye; livâsını mansûr kalbini mesrûr mülkünü ma’mûr sa’yini meşkûr zenbini mağfûr ‘amelini mebrûr a’dâsını müdemmer ü makhûr eyleye; rûh-ı Rasûlu’llâh’ı hoşnûd ve dâ’imâ kendülerine nigerân eyeleye; evlâd-ı kirâmlarını atvel-i ‘ömr ile mu’ammer ve nice mürüvvetleriyle mesrûr eyleye; bâ-husûs şâhzâde-i cüvân-bahtları Sultân ‘Abdu’l-mecîd ve Sultân ‘Abdu’l-’azîz hazretlerini misâl-i farakdan dâ’imâ felek-i ikbâlde tâli’ eyleye; sahn-ı gülşen-serây-ı ‘âfiyetde gül-gonce-i kalblerini şecere-i vücûd-ı Mahmûd Hânî’de dâ’imâ güşâde ve meftûh eyleye; Devlet-i ‘Aliyye’yi rûz-ı mahşer ü karâra dek ber-karâr eyleye, âmîn bi-hurmeti men erseltehû rahmeten li’l-’âlemîn.

Bâ-husûs mukaddemâ ve el-ân bu ‘abd-i kemterîden telemmüz eyleyen zevât-ı kirâm ve ıhvân-ı zevi’l-fihâmı Cenâb-ı Kibriyâ metâlib-i dünyeviyye ve kâffe-i makāsıd-ı uhreviyyelerine vâsıl eyleye. Siyyemâ minhüm el-ân bi’l-ma’iyye hânkāh-nişîn ve hıdmetimizde bi’t-tav’ı ve’l-ikbâl kā’im olan fehâmetlü Zağferân-bolu’lu es-Seyyid Nu’mân Efendi’nin ve şehrî es-Seyyid Hâfız Mehmed Tevfîk Efendi’nin ve Yemenici-zâde es-Seyyid Hâfız Mehmed Efendi’nin ve es-Seyyid Hâfız Mehmed Necîb Efendi’nin ve Hâfız ‘Ömer ve Dervîş Ahmed ve Dervîş Hasan’ın Allâhu Te’âlâ ‘ömrlerine berekât ve vücûdlarına sıhhat ve rızklarına vüs’at ve fazîlet ü kemâllerine ziyâdet ve dü-cihânda kendülerine selâmet ihsân eyleye; kalblerinde müzammir ü müstetir olan murâdât u maksûdâtlarına ber-vefk-i dil-hâh nâ’il eyleye; ‘ulemâ-yı ‘âmilîn ağniyâ-yı şâkirîn ve zâkirîn ü ‘ârifîn zümresine mülhak eyleye, âmîn yâ Mücîbe’s-sâ’ilîn.

[.......]

es-Seyyid el-Hâfız Mehmed Murâd ibn eş-Şeyh ‘Abdu’l-halîm

Fî şehri Şevvâli’l-Mükerrem leyletel-hâmiseti ‘aşera fî’s-sâ’ati’s-selâseti’l-mübâreketi leyletel-isneyn fî seneti tis’a ve erba’în ve mi’eteyn ve elf” [15 Şevvâl 1249 Pazartesi / 25 Şubat 1834 Pazartesi].

_______

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: OTAM, sayı 8 (Ankara 1997), s. 365-391.

[1] Bu yayınlardan bâzıları için bkz. Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fak. Mec., İstanbul 1332, s. 137-144; Muallim Emin Beğ, “Târihçe-i Tarîk-ı Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; O. Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II (iki cilt bir arada), İstanbul 1977 (1939), s. 80 vd.; M. Ş. Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 463-467; A. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üni. Yay., İstanbul 1946; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, 3. baskı, İstanbul 1988; Şehabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi 1973, İstanbul 1975, s. 3-37; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1976; Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnameler”, Vakıflar Dergisi, XIII (1981), s. 171-236; aynı yazar, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İstanbul 1983); Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, 1984; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 1-48; aynı yazar, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat (ayrı basım), TTK, Ankara 1992, s. 335-395.

[2] Bizim Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi adlı çalışmamızda (TTK, Ankara 2003, s. 337-356), Fâtih Külliyesi’nin birimleri arasında medreselerin de bulunması hasebiyle, konu sâdece Sahn medreseleri nokta-i nazarından ele alınmış ve mevcut verilere dayanılarak, Fâtih medreselerinin ders programları, okunan kitaplar ve bu çerçevede sürdürülen tedris faaliyetleri incelenmeğe çalışılmıştır.

[3] H. Atay, yukarıda adı geçen eserinde (s.101-130) icâzet-nâmelerle ilgili oldukça teferruâtlı bilgi vermektedir. Atay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda medreselerde verilmiş icazetlerin başlı başına bir tarih, hal tercümeleri, okunan ders programları, ilmin ve okumanın değeri, ilmî ve sosyal ilişkiler, bibliyografya ve ilmin metoduna ve öğrenim tarzına ait bilgileri ihtiva ettikleri görülmektedir.” dedikten sonra, sayfa altına (s. 102), “Osmanlı medreselerinden Anadolu ve Trakya’daki medreseleri, yani Fatih’in getirdiği öğretim düzeninin tesirinde kalan medrese ve müderrisleri kastediyoruz. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Irak ve Arabistan’da aynı dönemde verilen icazetlerde aynı veya benzer bilgileri bulamıyoruz.” notunu düşmektedir. Bizim şahsî değerlendirmelerimiz de, Osmanlı devletinin siyâsî sınırları içerisinde yer almasına rağmen, Arap dünyâsında faaliyet gösteren medreselerin, Osmanlı medreselerinin XV. yüzyılın ortalarından sonra teşekkül eden tedris geleneğini benimsemediği ve öteden beri devam eden kendi geleneklerini sürdürdüğü istikāmetindedir. Bu durumun sebeplerini incelemek ayrı bir meseledir; fakat gözlenen söz konusu farklılığı, bizzat Osmanlı medreselerinde tedris faaliyetlerinde bulunan ulemânın hâl tercümelerini ihtivâ eden Türkçe kaynakların hemen tamâmında kolayca müşâhede edebiliyoruz. Bununla birlikte, Atay’ın yukarıda iktibas ettiğimiz birinci cümlesinde yer alan “Osmanlı İmparatorluğu’nda medreselerde verilmiş icazetlerin... ibâresinin tashîhe ihtiyâcı vardır. Zîrâ, aşağıda ayrıca temas edileceği üzere ve Atay’ın bizzat örneklerini deşifre ettiği icâzet-nâmelerden de anlaşıldığı gibi, ulâmaya verilen icâzetlerde, bunların hangi medreseler tarafından verildiği ekseriyetle zikredilmiyordu. Diğer bir deyişle, medreseler birer eğitim müessesesi olmalarına rağmen, bugünkü mânâda hiç bir zaman hükmî şahsiyet olarak görülmediler ve eğitim esas olarak hocanın şahsiyeti etrâfında odaklaştı. Dolayısıyla, verilen icâzet-nâmeler öğrenim görülen müesseselerin adına değil, bizzat dersi veren hoca ve hocalar adına verilmekte idi (Bu konuda İslâm dünyâsının erken dönemlerinde de durum aynı idi; bkz. Aydın Sayılı, “Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa ile Mukâyese)”, DTCF Felsefe Araştırmaları Dergisi, I (1963), s. 38). Bu durum, ele geçen icâzet-nâmelerin hangi medreselerce verildiğini tesbit etmeği imkânsız hâle getirmektedir. Öte yandan, yine Atay’ın ileri sürdüğü bir fikre, icâzet-nâmelere dayanarak medreselerde uygulanan standart bir ders programı tesbit edilebileceği düşüncesine katılmak da mümkün gözükmemektedir. Çünkü, çok sayıda Osmanlı âliminin hâl tercümesinin tedkîki ile bu hususta muayyen bir mâlûmat elde edilmiş ve bir takım vakfiyelerde bâzı ders (kitap) adları verilmiş ve bâzı müderrisler, bâzı medreselerde hangi dersleri (kitapları) okuttuklarına dâir bilgiler vermiş olsalar bile, bu bilgilerden hareketle standart bir ders programı oluşturmak çok zordur; söz konusu bilgiler, olsa olsa medreselerde ne tür ilimlerin, hangi kitaplardan tahsil olunduğu konusunda umûmî bir fikir edinmeğe yardımcı olabilirler. Zîrâ müderrisler, esas olarak, tahsil çağlarında kendileri hangi eserleri okumuşlarsa, tedris çağlarında da hemen hemen aynı eserleri ders olarak okutuyorlardı. Bu arada, elde edilen bu tür bilgiler arasında, bir âlimin bir medresede okuttuğu kitâbı veya o kitâbın aynı bölümlerini, bilâhare yükseldiği bir sonraki medresede de okuttuğunu gösteren bilgiler de bulunmaktadır. Bu durumu, Taşköprülü-zâde’nin, eserinde kendisi hakkında verdiği bilgilerden açıkça tesbit etmek mümkündür. Şunu da ilâve etmek gerekir ki, bizzat Atay’ın da belirttiği üzere (s. 102; dipnot 39), eski/klâsik dönemlere âit icâzet-nâme örnekleri son derece azdır ve eldekiler umûmiyetle “son asır icazetleridir.” Bunlara dayanarak, klâsik dönemin tamâmı hakkında kesin netîcelere varmak mümkün değildir.

[4] Osmanlı âlimlerinin kendileri ile ilgili bilgi vermekten kaçınmalarını, tevâzu’a ve ahlâkî endîşelere hamletmek mümkün müdür? Onların, kendilerinden söz etmeği hodbinlik olarak mütâlaa edip etmediklerini, içinde yetiştikleri kültür atmosferini de dikkate alarak ayrıca incelemek, ilgi çekici netîceler verebilir.

[5] Gerçi, Muallim Nâcî (bkz. Medrese Hâtıraları, İstanbul 1303), Muallim Cevdet [İnançalp] (bkz. Mektep ve Medrese,haz. E. Erüz, İstanbul 1978) gibi eli kalem tutan bâzı yazarlarımızın medrese hâtıralarını bizzat kaleme aldıklarını biliyor isek de, bu örnekler ekseriyetle son dönemlere âit olup, kanaatimizce klâsik dönem Osmanlı eğitim hayâtını temsil etmekten uzaktırlar (Bir müderrisin günlüğünden hareketle eğitim hayâtı hakkında bilgi veren bir çalışma için bkz. Madeline C. Zilfi, “The Diary of a Müderris: A New Sourca for Ottoman Biography”, Journal of Turkish Studies, vol. I, Cambridge 1977, ss. 157-173; ayrıca bkz. Sait Rami, Medrese Hayatı, Ankara 1979, s.195-200: “Muhammed Ayas İshakî”).

[6] Bu tür biyografik nitelikli eserlere en iyi örnekler olarak, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn Efendi’nin kaleme almış olduğu e’ş-Şakā’ıku’n-Nu’maniyye fî Ulemâ’id-Devleti’l-Osmâniyye ([Arapça aslı, A. Subhi Furat tarafından, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınlarından olmak üzere 1985’te neşredilmiştir.] Eserin, Mecdî Mehmed Efendi tarafından yapılmış tercümesi için bkz. Hadâ’iku’ş-Şakā’ık [bkz. Şakā’ik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, 1; nşr. A. Özcan, İstanbul 1989])’si ile ona zeyl olarak yazılan Nev’î-zâde Atâyî’nin Hadâ’iku’l-Hakā’ık fî Tekmileti’ş-Şakā’ık [Şakā’ik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, 2; nşr. A. Özcan, İstanbul 1989]’ı ve Şeyhî Mehmed Efendi’nin Vekāyi’u’l-Fuzalâ (c. I-III [bkz. Şakā’ik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, 3-4; nşr. A. Özcan, İstanbul 1989])’sı gösterilebilir. Taşköprülü-zâde’nin eserine yazılmış biyografik nitelikli bir çok zeyl bulunmakta (bkz. A. Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, I, ikinci baskı, TTK, Ankara 1984, s. 353-364) ise de, bunların içerisinde en tanınmış ve mûteber olanları Atâyî ile Şeyhî Mehmed Efendi’nin zeylleridir. Ulemâ silkinden olmaları hasebiyle, Osmanlı şeyhülislâmlarının kısa hâl tercümelerini veren Devhatü’l-Meşâyihleri de unutmamak gerekir. Müstakîm-zâde Süleymân Sa’düddîn (öl. 1202/1787) tarafından yazılan Devhatü’l-Meşâyih (eser, 1978’de Z. Kazıcı’nın önsözüyle Çağrı yayınları tarafından tıpkı basım olarak da yayımlanmıştır), bu türün Osmanlılardaki ilk örneğidir (Müstakim-zâde’nin eserine yazılan zeyller için bkz. A. S. Levend, a.g.e., s. 370-373]. Ayrıca bkz. Kâtib Çelebi, Cihân-nümâ (İstanbul 1145]; aynı yazar, Keşf el-Zünûn, I-II, (İstanbul 1971) ve Mîzânu’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ahakk (sâdeleştirip neşreden O. Ş. Gökyay, İstanbul 1980); Cemâlüddîn, Âyîne-i Zürefâ (Osmanlı Târih ve Müverrihleri [Dersaadet 1314]); Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, I-IV (İstanbul 1308-1311); Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III (İstanbul 1333-1342). Osmanlı kroniklerinin bir çoğunda çok kısa da olsa, ulemâ ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.

[7] Sözü edilen biyografik nitelikli eserlerde hemen her Osmanlı âlimi için kullanılan tavsif cümleleri hakkında bir fikir edinebilmek için, bkz. yukarıda adı geçen eserimiz, s. 299-300.

[8] Bkz. Şakā’ık (Mecdî trc.), s. 524-526.

[9] Aslında burada sözünü ettiğimiz hayat hikâyesi, daha önce çok ‘özet’ hâlinde Fahri Dalsar tarafından sâdece sâdeleştirilmek sûretiyle yayımlanmıştı [bkz. “Eski Kitaplar ve Yazarları (Eski Devirlerde Bir Öğretmen Nasıl Yetişirdi?)”, Tarih ve Edebiyat Mecmûası, sayı 12 (1 Aralık 1981), s. 67-68.])Ancak, yayını gerçekleştiren yazar, referans olarak Pend-i Attâr’ı gösterdiği ve başka hiç bir bilgi vermediği için, orijinal metne ulaşmak mümkün olmamıştı.

[10] Bu örneği ve yer aldığı eseri bize haber veren kitap kurdu dostumuz ve meslektaşımız Ali Birinci’ye müteşekkiriz.

[11] Fatma Âliye Hanım, babası hakkında yazdığı Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (sâde. Metin Hasırcı, İstanbul 1994, s. 41-42) adlı eserinde kendisinden sitâyişle bahseder: “Zannederim ki, Murad Molla Şeyhi’ni görmediğim halde bizim gibi dinleyerek öğrenmiş olanlar çok vardır. Lâkin bilmeyen ve duymayan varsa anlatmış olalım. Babam ve üstadım merhumdan, Murad Molla Tekkesi Şeyhi’ne dair çok fıkralar işitmişimdir ki bazılarını burada zikredeyim! Çarşamba Pazarı’ndaki Murad Molla Tekkesi bir Dârulfünûn (üniversite) demek olup, orada her nevi ilim ve maarif tahsil olunurdu. Oraya bütün rical ve kibâr (büyükler) giderdi. Her sene Ramazan ayında bir akşam Hz. Padişah, orada Murad Molla Şeyhi’nin misafiri olarak iftar ederdi. İstanbul’un ulemâ ve udebası (alimler ve edipleri) oraya devam eyledikten başka taşradan, hatta uzak ülkelerden tahsil ve istifade için gelirlerdi. Murad Molla Tekkesi ve Şeyhi, işte böyle bütün cihana nâm ve şöhret salmıştı. Şeyh Efendi servet sâhibi bir kimse olduğu gibi hayırperver bir kimseydi. Parasını hayır işlerine sarf ederdi. Tekkenin yanındaki Dâr-ül Mesnevî’yi kendisi inşa ettirmiştir.

“Murad Molla Tekkesi Postnişîni olan zâtın ismi Mehmed Murad’dı. Vekiller ve ileri gelen devlet adamları kendisine hürmet ederlerdi. Murad Efendi vaaz kürsüsüne de çıkardı ki, onun vaazlarında vükelânın (bakanların) ekseriyeti bulunurdu. Herkesin üzerinde rağbet ve nüfuzu olan Şeyh, gayet açık sözlüydü.

 Fatma Âliye Hanım’ın bildirdiğine göre (s. 46), Ahmed Cevdet Paşa, tahsil döneminde Seyyid Hâfız Mehmed Murad’dan Farsça dersleri almıştı: “Murad Molla Şeyhi, yaptırmakta olduğu Mesnevîhane’nin inşaatının bitmesi üzerine, 1260 [1844] Muharrem ayının 9. günü binanın açılışını yaptığı gün Sultan Abdülmecid Han Hz.leri de hazır bulunmuş. Murad Molla Şeyhi o gün padişahın huzurunda eski öğrencilerine icazet verdiği gibi, babam Ahmed Cevdet Efendi’ye de Mesnevî [-i] Şerîf’den icâzet vermiş. Kasîde-i Bürre [Bür’e] ve Hizb-ül Bahr dahi okumasına izin vermiş.” Sultan Ahmed Câmii’nde Cum’a vâizliği de etmiş bulunan Murad Molla Şeyhi, ilmine ve ahlâkına güvendiği Ahmed Cevdet Efendi’yi, daha 22 yaşında bir genç iken, zaman zaman kendi yerine vaaz vermek üzere gönderirmiş (F. Âliye Hanım, a.g.e. s. 45-46).

[12] Atay, “1457’de Fâtih Sultan Mehmed tarafından temeli atılan Osmanlı medreseleri, 1914 yılına kadar aynı sistemle devam etti.” derken, bizce de bir hakîkati ifâde etmektedir (bkz. ... Yüksek Din Eğitimi, s. 214). Kaldı ki, Osmanlılardan önceki medreselerin işleyiş şekilleri veya umûmî olarak eğitim sistemi de -eğitim hayâtının merkezinde hocanın bulunması ve ders olarak belirli kitapların okunması bakımından- hemen hemen aynı idi (bkz. Sayılı, a.g.m., s. 35-38).

[13] Meselâ bkz. Risâle-i Koçi Beğ, Londra 1277, s. 9-12. Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet, I, İstanbul 1309, s. 108-114; bu şikâyetlerle ilgili derli toplu bilgi için ayrıca bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 67-74; Atay, a.g.e., s. 130-173.

[14] Ucu İslâm dünyâsında teşekkül eden ilim anlayışına kadar uzanan bu mesele ile ilgili olarak bkz. Ahmet Davutoğlu, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 1 (Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul 1996), s. 1-44; Şakir Kocabaş, “İslam ve Bilim”, Dîvân İlmî Araştırmalar, 1, s. 67-83; aynı yazar, “İslamî Epistemoloji Üzerine”, aynı kaynak, s.159-164. Ayrıca Osmanlı dönemi ile ilgili olarak bkz. F.Unan, Fâtih Külliyesi, s. 290-303, 344-354.

[15] Burada, doğrudan kendisi hakkında bilgi veren diğer şahsiyetimiz olan Taşköprülü-zâde’nin hâl tercümesi (bkz. Şakā’ık, Mecdî trc., s. 524-526) üzerinde durmayacağız; çünkü onun verdiği bilgiler bu güne kadar zâten oldukça çok kullanılmıştır. Meselâ, Uzunçarşılı (a.g.e., s. 40-43) Baltacı (a.g.e., s. 36-42) ve Atay (a.g.e., s. 93-96) bu bilgilerden hareketle çeşitli medreselerde okutulan dersleri tesbit etmeğe çalışmışlardır. Medreselerde okutulması öngörülen derslere (kitaplara) dâir zaman zaman çıkarılmış tâlimat veya kānun-nâmeler bulunmakta ve hattâ medreselere dâir bâzı vakfiyelerde bir takım kitap isimleri zikredilmekte ise de (meselâ bkz. Yaltkaya, a.g.m., s. 464-465; Ünver, Fâtih Külliyesi, s. 99; K. Edip Kürkçüoğlu, Süleymâniye Vakfiyesi, Ankara 1962, s. 32; orijinal metin, s. 80-81; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 13; Baltacı, a.g.e., s. 36; Atay, a.g.e., s. 79-82), bunlardan hareketle, bütün medreseleri bağlayıcı bir ders programı çıkarmanın mümkün olmadığını düşünüyoruz. Dolayısıyla, Taşköprülü-zâde’nin ‘şu medresede şu dersleri (kitapları) okuttum’ şeklindeki ifâdelerinden, bizce, o medreselerde her müderrisin aynı kitapları okuttuğu netîcesi çıkarılamaz.

Öte yandan, Şakā’ık’ın Mecdî tarafından yapılan tercümesinde, müellif Taşköprülü-zâde’nin hayat hikâyesi, üçüncü şahıs olarak nakledilmektedir. Hâlbuki, eserin orijinalinde (Arapçasında) yazar, kendi hakkında verdiği bilgileri birinci tekil şahıs olarak anlatmaktadır (bkz. eş-Şekā’iku n-Nu’mânîye fî ‘Ulemâ’i d-Devleti l-’Osmânîye, nşr. A. Subhi Furat, İstanbul 1985, s. 552-560).

[16] Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 27. Taşköprülü-zâde, bu medresenin ilk müderrisi olan Dâvûd-ı Kayserî’den söz ederken şunları söyler: “... merhûm ve mağfûrun leh Sultân Orhan Hân Gâzî hazretleri İznik nâm kasabada bedâyi’-i revâyi’-i sanî’a-i ‘acîbe ile muhât u mahfûf bir medrese-i ‘ulyâ peydâ idüp Şeyh hazretlerine ta’yîn eyledi.” Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 1; kezâ Baltacı, a.g.e., s. 15.

[17] Bu ünlü âlim için bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 27; B. Mehmed Tâhir, a.g.e., I, s. 98; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1. Osman Beğ’in kayın pederi ulemâdan ve sûfiyyeden meşhur Şeyh Edebalı (öl. 726/1326), “bilâd-ı Karaman’dan” (Mecdî, a.g.e., s. 20), ilk Osmanlı kadısı olarak bilinen Tursun Fakih kezâ “bilâd-ı Karaman’dan” (Mecdî, a.g.e., s. 21), Mevlânâ Hattâb b. Ebî Kasım Karahisarî (öl. 717/1317) Karahisar’dan (aynı eser, aynı yer); İznik medresesinin Dâvûd-ı Kayserî’den sonraki ikinci müderrisi Tâcüddîn-i Kürdî (Mecdî, a.g.e., s. 27-29) ve benzerleri, Osmanlı topraklarına dışarıdan gelmişlerdi.

[18] Bu medreselerle ilgili derli toplu bilgi almak için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 15-16; Bilge, a.g.e., s. 5-8; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1-2.

[19] A. Yaşar Ocak, “İbn Kemal’ın Yaşadığı XV ve XVI Asırlar Türkiyesi’nde İlim ve Fikir Hayatı”, Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu (26-29 Haziran 1985, Tokat) , Tebliğler ve Tartışmalar (TDV yayını), Ankara 1986, s. 32-34.

[20] Bu konuda bir fikir edinebilmek için şu çalışmalara bakılabilir: Hulûsi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül-Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar (H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış Yüksek Lisans tezi), Ankara 1989; aynı yazar, “Osmanlı İlmî Zihniyeti: Teşekkülü, Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu, XI/49 (Eylül 1991), s. 21-31. Osmanlı ilmî zihniyetinin niteliği ile ilgili olarak ayrıca bkz. Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 173-185. Ayrıca bkz. yukarıda dipnot 14. Sözü edilen ilmî geleneğin teşekkül döneminin ve niteliğinin farklı bir açıdan ele alındığı başka bir örnek için bkz. Şemsüddin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?”, Belleten, II (1938), s. 73-88.

[21] Bu hususta yeterli bilgi edinebilmek için bkz. I. Goldziher, “Muslim Education”, Encyclopedia of Religion and Ethics, V (nşr. Hastinge), Newyork 1955, s. 198-207; H. A. R. Gibb, Islamic Society and the West, vol. I, London 1965, s. 81-113; 139-164; G. Makdisî, “Medrese and University in the Middle Ages”, Studia Islamica, vol. 32, 1970, s. 255-264; Johns Petersen, “Mescidî, İA, VIII (1979), s. 1-71; Fazlur Rahman, İslâm (trc. M. Dağ - M. Aydın), İstanbul 1989, s. 84 vd.; aynı yazar, İslâm ve Çağdaşlık (trc. A. Açıkgenç, M. H. Kırbaşoğlu), Ankara 1990, s. 110 vd.; Atay, a.g.e., s. 24-33; M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen/Öğrenci Münâsebetleri, 2. baskı, İstanbul 1987; S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989; aynı yazar, Modern Dünyada Geleneksel İslâm (trc. S. Şafak Barkçın - H. Arslan), İstanbul 1989; Hişam Naşabi, [İslâm Dünyâsında] “Eğitim Kuruluşları”, İslâm Şehri, İstanbul 1992, s. 89-120.

[22] Baltacı, a.g.e., s. 3; Atay, a.g.e, s. 24; Naşabi, a.g.m., s. 90.

[23] Ulemânın pek çoğunun tahsil devrelerinde rastlandığı üzere, bu husus, yâni öncelikle Kur’ân’ın ezberlenmesi geleneği Osmanlı dönemi de dâhil, İslâm dünyâsının eğitim anlayışında değişmez bir düstûr hâline gelecektir. Aşağıda hayat hikâyesini sunacağımız Seyyid Hâfız Mehmed Murad da aynı geleneğe tâbi olarak, öncelikle ve küçük yaşta Kur’ân’ı ezberlemişti.

[24] Bkz. F. Rahman, İslâm, s. 52. Atay, Yüksek Din Eğitimi, s. 24-24.

[25] Nasr, İslâm ve İlim, s. 17.

[26] Petersen, a.g.m., s. 47.

[27] Naşabi, a.g.m., s. 92-94. Naşabî’nin şu cümlesi de bu husûsu desteklemektedir (a.g.m., s. 109): “Öğretim kutsal bir ödev olarak kabul edildiği ve camide gerçekleştirildiği için, öğretmenler derslerine genellikle dua ile başlarlardı.” Dersten önce duâ geleneğinin Osmanlı medreselerinde de aynen sürdürüldüğü; hattâ bâzı medreselerde asıl derse geçmeden önce duâ edilip ardından bir hadîsin (meselâ Buhârî’den) okunup yorumlandıktan ve ardından salât u selâm getirildikten sonra derse başlandığı bilinmektedir (Meselâ, ünlü âlim Molla Lütfî, derslerine başlamadan önce, Buharî’den bir hadis okur, onu yorumlar ve daha sonra asıl dersine geçerdi. “Bu minvâl üzre bir gün Buhârî nakl ider iken ... Ali b. Ebî Tâlib hazretlerinün ba’zı gazavâtında cism-i şerîfine sehm ... isâbet “ ettiğini, acısından duramaz hâle geldiğinde, çıkartılması esnâsında acısını hissetmemek için namaza durduğunu ve okun ancak o namazda iken çıkarılabildiğini anlatmış ve “hakîkat-i hâl salât budur, yohsa bizüm kılduğumuz ‘amel kuru kıyam”dır ve onda “fâ’ide yokdur” diye ibâdette ihlâsı vurgulamıştı. Kendisini çekemeyenler, onun, namazı “kuru kıyâm” olarak nitelediğini ileri sürmüşler ve kendisiyle ilgili akd olunan mahkemede aleyhine delil olarak kullanmağa kalkışmışlardı. Bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 298.

[28] Fazlur Rahman, İlim ve Çağdaşlık, s. 111.

[29] Bugün bile câmiler, okulların tâtile girdikleri dönemlerde -bilhassa taşrada ve Kur’ân kursu binâlarının olmadığı yerleşim birimlerinde-, gönüllü talebe istinâden, çocuklara zarûrî ilmihâl bilgilerinin öğretildiği mekânlar olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca bkz. Naşabi, a.g.e., s. 94-101.

[30] Bkz. Petersen, a.g.e., s. 19-20.

[31] Devletin gözetimi altında düzenli bir eğitim faaliyeti yürüten Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce, 960 (349)’da Ebu’l-Velid Hassan, Muhammed Emevî ve 965 (354)’ten önce İbn Habban Teymî tarafından Nişâbur’da birer medrese yaptırılmıştı; kezâ, 1011 (402)’den önce yine Nişâbur’da e’s-Sâ’idiyye ve 1014-15 (405)’ten önce Ebû Osman Sabûnî ve İbn Furek medreseleri yapılmıştı (bkz. Atay, a.g.e., s. 31; ilk dönem ilim ve kültür müesseseleriyle ilgili olarak ayrıca bkz. Oktay Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Müesseseleri”, Türk Kültürü, 12 (Ekim 1963, s. 34-43.); Baltacı, a.g. e., s. 7-14; Naşabi, a.g.m., s. 97-100. Selçuklu döneminde kurulan medreselerle ve eğitim hayâtı ile ilgili olarak bkz. M. Altan Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IV (Ankara, 1975), s. 75-124.

[32] Bu sırada açılan medreseler hakkında kısaca bilgi edinebilmek için bkz. M. Dağ - H. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 113 vd.; Köymen, a.g.m., s. 88-95; Atay, a.g.e., s. 32-35; Bilge, a.g.e., s. 1-5.

[33] Naşabi, İslâm dünyâsında ilk dönemlerde hocaların derslerini yazılı metin olmaksızın ezbere verdiklerini; bir süre sonra, derslerde önceden hazırladıkları notlardan faydalanmağa başladıklarını; fakat zaman geçtikçe ilk büyük üstadların eserlerinin sonraki hocalar için ders kitâbı hâline geldiğini ifâde eder (a.g.m., s. 109). Naşabi’ye göre, bu durum gitgide kalıplaşmış bir eğitim anlayışına doğru yönelmiş ve hicrî IV. asırdan sonra hocalar, derslerde “sadece büyük üstadların eserlerini okutmakla yükümlü kılınmışlardır. Hattâ “... Mustansiriye Medresesinin hocaları bu kuralara karşı gelerek kendi kitaplarını okutmağa başladıklarında, olay vezire ve sonra da Halifeye nakledildi. Halife de hocaları huzuruna çağırarak sadece eski üstadların (selef) kitaplarını okutmalarını istedi. Bunun üzerine hocalardan birinin kendi kitabını okutma hakkını savunarak Halife’ye “Onlar insandı, biz de insanız!” dediği” ifâde olunmaktadır (a.g.m., s. 106-107). Ayrıca bkz. Sayılı, a.g.m., s. 38. Bu uygulamanın, fazla bir değişikliğe uğramadan Osmanlı medreselerine de intikal ettiği ve ulemânın talebeye kendi eserlerini okutmak yerine, kendi zamanlarına kadar medreselerde okunarak bir bakıma klâsik ders kitâbı hâline eserleri okuttukları, üstün körü incelemelerle bile kolayca tesbit edilebilmektedir (meselâ bkz. Bilge, a.g.e., s. 40-63).

[34] Meselâ, Gelibolulu Mustafa Âlî, XV. yüzyılın ikinci yarısındaki, yâni Fâtih Sultan Mehmed zamanındaki bu hususla ilgili durumu ve sultanın diğer İslâm ülkelerinde yetişmiş ilim adamlarını kendi ülkesine çekmek için aldığı tedbirleri anlatırken şu cümleyi kullanmaktadır: “... Bu tarîkile fuzalâ-yı Arab u Acem ve mevâlî-i Hind ü Sind ü Deylem bâb-ı sa’âdetine çehre-sây olmada ve rûz-be-rûz gûn-â-gûn i’zâz u iltifât u in’âmları anlar hakkında sudûr bulmada idi.” (bkz. Künhü’l-Ahbâr, V, İstanbul 1277, s.247). Sultanın oluşturduğu câzibe merkezi Osmanlı başkentine koşuşan bu âlimler, elbette bütün ilmî birikimlerini de berâberinde getiriyorlardı (ayrıca bkz. Nişâncı-zâde Mehmed, Mir’ât-ı Kâ’inât, II, İstanbul 1290; s. 401).

[35] Bkz. “Osmanlı Medreselerinde Ulemânın Sosyal Tabanı ve Bunun İlmî Performans Üzerindeki Etkisi”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara, 12-16 Eylül 1994, tebliğ) [Bu yazı ayrıca şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVI/101 (Ankara, Ocak 1996), s. 15-19; bu yazı, elinizdeki eserde de bulunmaktadır)].

[36] Ayrıca bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 211-212.

[37] A.g.e., s. 10.

[38] Bu eserlerle ilgili daha fazla bilgi için, bkz. Bilge, a. g.e., s. 40-63. Kezâ, ayrıca arkadaşım ve meslektaşım H. Lekesiz’in yukarıda 20. numaralı dipnotta künyesi verilen Yüksek Lisans çalışmasında (s. 39-47; kezâ, tablolar kısmı, Tablo 1-3, s. 164-165) bu hususta ulaşılan netîcelere de bakılabilir.

[39] Kur’ân-ı Kerîm’in duruş (vakf) ve ulama (vasl) gibi okuma kāidelerini bâzı husûsî alâmet ve işâretlerle kayd ve işâret etme usûlü.

[40] İbn Hâcib (İbn Ömer Osman; Mısır fukahâsından)’ın nahivle ilgili Kâfiye adlı eserinin şerhi.

[41] Mantıkla ilgili bir eser.

[42] Molla Fenârî’nin İsagoci şerhi kastediliyor.

[43] Medreselerde okunan mantıkla ilgili bir eser.

[44] İmam Raziyyüddîn Hasan b. Muhammed es-Sagânî (öl. 650/1252)’nin hadisle ilgili eseri.

[45] Hadisle ilgili bir eser.

[46] Akāid kitâbı.

[47] Sa’düddin Taftazânî (öl. 791/1389)’nin belâgata dâir şerh eseri; İbn Hacib’in aynı isimle fıkha dâir bir eseri var.

[48] Kādî İyâz (öl. 541/1146)’ın hadisle ilgili bir eseri.

[49] Molla Husrev (öl. 885/1480)’in fıkıhla ilgili eseri.

[50] Hâfızu’d-dîn Ömer Nesefî (öl. 701/1301)’nin usûl-i fıkha dâir eseri.

[51] Bkz. yukarıda dipnot 11.

[52] F. Âliye Hanım, a.g.e., s. 25-52.

(**) Aşağıdaki metin Kitâbu Mâ-hazar, şerhu ‘alâ Pend-i ‘Attâr [Mâ-hazar-ı Mehmed Murâd, İstanbul 1304] adıyla Seyyid Hâfız Mehmet Murad (Murad Molla Şeyhi) tarafından kaleme alınan şerh eserin 482-498. sayfalarından aktarılmıştır. Aktarılan metin, münhasıran konuyla ilgilenenlerin dikkatine sunulduğu için, ayrıca sâdeleştirilmeğe ihtiyaç duyulmamıştır. Metnin aktarılması sırasında karşılaşılan güçlüklerin çözümünde yardımcı olan Hocam A. Yaşar Ocak ile arkadaşım M. Hulûsi Lekesiz’e teşekkür ederim.