Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-22                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI MEDRESELERİNDE DİN EĞİTİMİ VE ÖĞRETİMİ*

 

Klâsik dönem Osmanlı ilim ve eğitim hayâtının muhtelif yönlerini konu edinen ve bugüne kadar gerçekleştirilmiş bulunan çeşitli çalışmalarda[1], yürütülen eğitim faaliyetlerinin ve ders konularının niteliğiyle ilgili muhtelif bilgiler verilmekle birlikte, konu üzerinde yeterince durulduğu söylenemez[2]. Gerçi, gerek târihî kaynaklarımızda, gerekse modern çalışmalarda, daha ziyâde umûmî nitelikte olmak üzere, tedris olunan ilim dallarına dâir bilgilere rastlamak her zaman mümkündür. Kezâ, Osmanlı medreselerinde yetişen ilim adamlarının diplomaları durumundaki icâzet-nâmelerde de tahsil olunan ilimler hakkında değerli bilgiler bulunmaktadır[3]. Ancak, bütün bunların din eğitimi ve öğretimi mefhûmu çerçevesinde ele alındığını söylemek mümkün değildir.

Önce, başlangıçtan îtibâren Osmanlı topraklarında medreselerin nasıl ortaya çıktıklarına kısaca bakmak gerekmektedir: Târihî kaynaklarımız, ilk Osmanlı medresesinin 1330-31 (731)’de İznik’te faaliyete geçtiğini haber verirler[4]. İznik Orhâniyesi adıyla da anılacak olan bu ilk Osmanlı medresesinin kuruluşuna kadar, Osmanlı Beyliği’nde eğitim-öğretim faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğüne dâir elimizde bugün için hemen hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat, öyle görülüyor ki, Anadolu’nun ve İslâm dünyâsının medrese bulunmayan yerleşim yerlerinde olduğu gibi, Osmanlı Beyliği sınırları içinde de, bu hususta câmi ve mescitler mühim bir rol oynamışlar, hem ibâdet ve hem de –küçük ölçekli de olsa– eğitim ve öğretim mahalli olarak hizmet vermişlerdir. Gerek kazâ ve gerekse eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyulan yetişmiş elemanlar ise, yine muhtemelen ve pek tabiî olarak Anadolu’nun Konya, Kayseri, Sivas, vs. gibi birer kültür merkezi durumundaki eski büyük Selçuklu şehirlerinde ve kuruldukları bölgelerin İslâmî geçmişleri daha eski ve köklü olan Anadolu’nun öteki beyliklerinin başkentlerinde yetişen, fakat buralarda siyâsî ve sosyal istikrârın bozulmasıyla huzurları kaçtığı için sığınabilecekleri emniyetli yerler arayan, bu sebeple Osmanlı topraklarını bir sığınak, emniyetli bir yer olarak gören insanlar tarafından karşılanıyordu. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Orhâniyesi’ne ilk müderris tâyin edilen Dâvûd-ı Kayserî (öl. 751/1351), işte Osmanlı toprakları dışında yetişmiş bu ilim adamlarından birisi idi[5].

Beyliğin, sınırlarını genişleterek hızla büyümeğe ve bir devlet hâline gelmeğe başlaması netîcesinde bu dış kaynakların yetersiz kalması, devleti idâre edenleri, ilki İznik’te olmak üzere bizzat kendi ülkelerinde medreseler tesîsine zorladı. Bu sebepledir ki, daha sonra Bursa ve Edirne gibi aynı zamanda yeni devlete pâyitahtlık eden büyük şehirlerde, bizzat sultanlar tarafından peşpeşe medreseler kurulmağa başlandı[6]. İstanbul’un fethinin ardından bu yeni başkentte kurulan medreseler ise, Bursa ve Edirne’de daha önce kurulmuş bulunan medreselerin ileri seviyede devâmından başka bir şey olmayacaklardı. Ancak, kurulan bu medreseler kendilerine has bir eğitim ve öğretim sistemi oluşturmaktan ziyâde, daha önceden İslâm coğrafyasında kurulmuş ve yüzyıllarca faaliyette bulunmuş medreselerin ilmî zihniyetini ve tedris geleneğini devralmışlardı[7].

Bu yazının plânlanan çerçevesini aştığı için, burada tevârüs olunan ilmî zihniyetin teşekkül dönemini ve niteliğini ele almayacağız[8]. İkinci husûsa, yâni tevârüs olunan tedris geleneğine gelince: Öncelikle bu geleneğin ne olduğuna bakmak gerekir. Bu gelenekten kasdettiğimiz şey, geleceğini ilmiye tarîkında gören bir mübtedînin, tahsil hayâtına başlayışından  îtibâren meslek hayâtında adım adım nasıl ilerlediği ve bu ilerleyiş sırasında öğrenilen ilimleri nasıl bir sıra ile iktisap ettiği meselesidir. Bu husus, aynı zamanda verilen eğitim ve öğretimin niteliğini de ortaya koyacaktır. Ancak, bu geleneğin târihini çok gerilere, İslâm’ın ilk dönemlerine kadar götürmek mecbûriyeti vardır. Bu ise, tabiatıyla, uzun soluklu çalışmaları gerektirmektedir. Dolayısıyla, burada meseleyi ana hatlarıyla ele almak zorundayız.

İslâm dünyâsında ilim ve eğitim-öğretim meselelerini muhtelif açılardan ele alıp inceleyen çeşitli kaynakların[9] umûmî tedkîkinden ortaya çıkan netîceyi, şu şekilde hulâsa etmek mümkündür:

İslâm dünyâsında eğitim sisteminin başlangıcı, pek tabiî olarak, Hz. Peygamber zamânına kadar çıkarılabilir[10]. Ancak, bu sırada düzenli bir eğitimin ve eğitim sisteminin varlığından söz etmek, elbette ki, mümkün değildir. Eğitim faaliyetleri, evvel-emirde yeni neşrolunan dînin prensiplerinin öğretilmesi gerektiği için, tabiatıyla, Müslümanları câmie yöneltmişti. Dar cemaat yapısı içerisinde Hz. Peygamber ve çevresi, tabiî birer muallim durumunda idiler; bu ilk muallimler, bu cemaatin ekseriyetle yeni dinle ilgili öğrenmek istediklerini sözlü olarak öğretiyorlardı. İlk dönemlerde talebenin öğrendiği konular, daha ziyâde Kur’ân ezberlemek[11], hadîs toplamak ve bunlara dayanarak hükümler çıkarmağa çalışmaktan ibâretti, ki bu ilk gayretler, ileride fıkıh olarak bilinen ilim dalının ortaya çıkmasına vesîle olacaktır. Bu da normaldi; çünkü, insanların zihinlerini ve düşünce dünyâlarını meşgul edecek yoğun fikrî ve felsefî faaliyetleri bu küçük cemiyet henüz üretecek seviyeye gelmemişti[12]. Bu ilk hareket noktası, ileride teşekkül edecek olan İslâmî ilimlerin öğretileceği merkezlerin de yine câmi çevresinde, ya aynı çatı altında, ya ona bitişik olarak veyâ bir külliye içerisinde yer alarak kurulmalarına yol açacak[13] ve böylece İslâmiyetin tesîri altında doğan ilimler bünyeleri îtibâriyle ekseriyetle dînî bir nitelik taşıyacak ve câmie bağlı olacaklardı[14]. Öyle anlaşılıyor ki, câmiler, henüz küttâb ve medrese gibi müstakil eğitim müesseselerinin ortaya çıkmadıkları bir dönemde, kullanılmağa en elverişli ve hazır yerler olarak görülmüşlerdi. Esâsen, ilk dönemlerden başlamak üzere, öğrenilen konular, ekseriyetle dînî nitelikli idi; dolayısıyla birer eğitim mahalli olarak, mukaddes mekânlar durumundaki câmilerin seçilip kullanılması yadırganmamış olmalıdır[15]. Fakat, câmilerin ihtiyâcı karşılamadığı veyâ her zaman müsâit olmadığı durumlarda, yâhut ders verenlerin başka yerleri tercih etmeleri hâlinde, imkân ve şartlara göre, başta ulemâ ve devlet yöneticilerinin evleri olmak üzere, cemiyetin önde gelen insanlarının meskenleri de birer eğitim-öğretim mahalli olarak kullanılmıştı. Bilâhare, daha çok çocukların eğitimi için küttâb denilen ilk tahsil müesseseleri ortaya çıktı ise de, bunlar câmileri bütünüyle devreden çıkaramadı. “İlim sâhibi kişilerin çevresinde oluşan belli eğitim merkezlerinin teşekkülü” ise, “daha ziyâde İslâm’ın birinci ve ikinci yüzyılında[16] olmuştu. Esasta birer ibâdet mahalli olan câmilerin, gerek çocukların ve gerekse büyüklerin eğitim ve öğretiminde tıpkı birer mekteb ve medrese gibi değerlendirilmeleri Emevî, Abbâsî, Selçuklu ve hattâ Osmanlı dönemlerinde devam edecek ve bu durum günümüze kadar sürecektir[17]. Câmilerin insanları etkilemek bakımından cemiyet içerisinde oynadıkları rol o kadar büyüktü ki, tedris ve irşat faaliyetleri zaman zaman yöneticilerin müdâhalelerine yol açacak ölçüde sosyal hayâtı yönlendirebiliyordu[18]. Ancak, İslâm devletinin ve cemiyetinin yeni fetihlerle hızla büyümeğe başlaması, pek tabiî olarak, yeni meselelerin de zuhûruna zemin hazırlayacaktı. Bu cümleden olmak üzere, bir taraftan devletin ve diğer taraftan cemiyetin iyi yetişmiş insanlara olan ihtiyaçları artmağa başlamıştı. Şunu da hatırlatmakta fayda vardır ki, fethedilen bu bölgeler, kökleri yüzyıllarca geriye giden Sâsânî, Bizans, Mısır ve Hind medeniyetlerinin kök salmış oldukları yerlerdi; dolayısıyla böyle köklü kültürel geçmişleri olmayan ilk Müslüman fâtihler, önceden hiç tanımadıkları felsefî fikirlerle karşı karşıya kalmışlar ve bu çerçevede ortaya çıkan îtikādî tartışmaların içine düşmüşlerdi. Dolayısıyla, bu şartlar altında X. asrın ortalarından îtibâren İslâm dünyâsında, devletin kontrolü dışında ve câmilerden müstakil medreseler boy göstermeğe başladı[19]. XI. asrın ikinci yarısında Selçuklular tarafından Bağdad’da faaliyet geçirilen Nizâmiye medreselerini (459/1065), bu medreselerin birer benzeri olan Merv, Herat, İsfahan, Belh, Basra, Musul, Amül, Taberistan ... medreseleri tâkip etti[20]. Böylece bizzat devlet eliyle açılıp vakıflar kanalıyla beslenen eğitim-öğretim müesseseleri, devletin gözetiminde olmak üzere, zaman içerisinde kendi geleneklerini oluşturmağa başladılar.

Mevcut veriler ve bilgiler, medreselerde tahsil ve tedris faaliyetlerinde, başlangıçtan îtibâren mihverin, eğitim ve öğretimin sürdürüldüğü müesseseler (mektepler, medreseler) değil, hocalar (âlimler, müderrisler) olduğunu ortaya koyuyor. Görülen dersler ise, biraz önce işâret edildiği gibi, ihtivâ ettikleri konular ekseriyetle dînî çerçevede olmak üzere, hemen her zaman muayyen kitaplardan ibâret kalıyordu[21]. Yâni verilen eğitim, temelde muayyen kitaplarda yer alan bilgilerin tedrîcen işlenip öğretilmesinden ibâretti. Bu durum, esas îtibâriyle Osmanlı medreseleri ve ulemâsı için de geçerli olacaktı. Çünkü, Osmanlılardan önce oluşan bu gelenek, ilim anlayışı ve oluşan yapı, XVI. yüzyılın ortalarına kadar diğer İslâm beldelerinden Osmanlı ülkesine taşınmıştı[22].

Bu mekanizmayı zihnimizde daha iyi canlandırabilmek için, konuyu müşahhas hâle getirmekte fayda vardır: Osmanlı ulemâsı, tahsîle ilk başladığı andan îtibâren nasıl bir süreçten geçerek ilerlemekte, yetişmekte ve adım adım akademik hayâtın içinde yer almakta idi?...

İstanbul’un fethini müteâkıp Osmanlı devletinin cihan-şümûl bir imparatorluk hâline geldiği; fethin ardından Fâtih Sultan Mehmed’in önderliğinde siyâsî, içtimâî, iktisâdî, askerî, adlî-hukûkî sâhalarda ve bilhassa maarif alanında girişilen yeni düzenlemelerle beylikten devlete ve devletten imparatorluğa giden yolun ehemmiyetli ölçüde tamamlandığı mâlumdur[23]. Fâtih, devlet teşkilâtını yeniden tanzim cümlesinden olmak üzere, medrese teşkilâtını ve muhtelif rivâyetlere göre müfredât programlarını da gözden geçirtmiş[24] ve bu sırada mevcut medreseler kendi aralarında bir tasnîfe ve derecelendirmeye tâbi tutulmuştu: Buna göre, en alt seviyede Yirmili medreseler, onların üzerlerinde sırasıyla Yirmi-beşli, Otuzlu, Kırklı ve Ellili medreseler yer alıyorlardı[25]. Ellili medreseler kendi aralarında Hâriç ve Dâhil olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Bunlardan Hâriç medreseleri, umûmiyetle devlet erkânı, Dâhil medreseleri ise daha ziyâde Osmanlı pâdişahlarıyla şehzâdeler, vâlide sultanlar, hanım sultanlar ve pâdişah kızları tarafından kurulmuş bulunan medreselerdi. Fâtih’in Teşkilât Kānûn-nâmesi’ne göre, bu medrese derecelenmesinin en üstünde, kendileri de birer Dâhil medresesi olan Sahn medreseleri (medâris-i ‘âliye: yüksek medreseler) yer alıyorlardı[26]. Fâtih döneminde tek Altmışlı medrese ise, fethin sembolü durumundaki Ayasofya medresesi idi[27].

Osmanlı medreselerinin bu şekildeki tasnîfi ve îtibar derecelenmeleri XVI. yüzyılın ikinci yarısına, yâni Süleymâniye medreselerinin kuruluşlarına kadar olduğu gibi devam etti. Süleymâniye medreselerinin kurulması ve bunların bânîsinin zamânın hükümdârı olması hasebiyle, öteki medreseler, ister istemez bir îtibar kaybına uğradılar; bu arada Sahn medreseleri de eski üstünlüklerini bir ölçüde yitirdiler[28]. Uygulamadaki yerlerini korumalarına ve eğitim faaliyetlerini devam ettirmelerine rağmen, XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonraki medrese tasnîfinde, Kırklı medreseler de dâhil, dereceleri düşük görülen medreseler ekseriyetle yer almazlar. Bu yeni tasnîfe göre, medreseler esas olarak İbtidâ-i Hâriç, Hareket-i Hâriç, İbtidâ-i Dâhil, Hareket-i Dâhil, Mûsıla-i Sahn, Sahn-ı Semân, İbtidâ-i Altmışlı, Hareket-i Altmışlı, Mûsıla-i Süleymâniye, Süleymâniye, Hâmise-i Süleymâniye, Dâru’l-hadîs (-i Süleymâniye) olmak üzere 12 sınıfa ayrılmışlardır ki, bu tasnif XIX. yüzyılın sonları ile XX. Yüzyılın başlarına kadar devam edecektir[29].

Medreselerin burada çizilen derecelenme sırasına uygun olarak, eğitim sistemi de benzer bir düzenlemeye tâbi tutulmuştu. Koçi Bey’in sözleriyle, “Mukaddemâ bir tâlib-i ‘ilm dânişmend [olmak] murâd eylese ‘ulemâdan birisi müteharrik olup evvelâ andan mahrec dersi okuyup isti’dâd u liyâkatin müşâhede itdükden sonra müderrisînden birine gönderürdi. Andan birine, andan birine, böyle böyle Hâricde ve Dâhilde ve Sahn’da nice müddet dânişmend olup ba’dehû murâd itdüği yirde karâr idüp yolı geldükde mülâzım olup Rûz-nâmçe-i Hümâyûna nâmı yazılurdı. Yolı geldükde Sahn dânişmendlerinün eskileri, ki mu’îdlerdür, her birine birer Tetimme ta’yîn olınup anda sâkin olan sûhtegân tâ’ifesine ifâde-i ‘ulûm iderlerdi.[30]

Diğer bir deyişle, geleceğini ilmiye tarîkında gören birisi bir kimse, en alt seviyedeki medreselerden başlamak üzere, buralarda okunması gereken dersleri (kitapları) okuyarak, üst medreselere yükselmekte ve böylece,Sahn-ı Semâ veyâ Süleymâniye medreselerine kadar olaşmakta ve mezun olmakta idi.

Böyle bir teşkilâtlanma içerisinde, Osmanlı medreselerindeki din eğitimi ve öğretimi ile bunun yeterliliği konusunda ne söylenebilir?

Bu soruya temel oluşturacak verileri elde etmenin en iyi yolu, kanaatimizce, söz konusu medreselerde tahsil olunan ilim dalları ile okunan eserlerin kısaca gözden geçirilmesidir. Bilindiği gibi, İslâm dünyâsında tahsil olunan bütün ilimler, esas îtibâriyle, aklî ve naklî olmak üzere iki kısımda mütâlaa olunuyordu. Daha ilk dönemlerden îtibâren, ilimlerin bir grubu “vahiy”, ikinci grubu ise insan zekâsının ve tecrübesinin” ürünü olarak düşünülmüş, vahye dayanan ilimler –nesilden nesile aktarıldıkları için– umûmiyetle naklî; ötekiler ise aklî olarak adlandırılmışlardı[31]. Yukarıda kısaca temas olunduğu üzere, İslâm dünyâsında eğitim ve öğretim faaliyetlerinin başlangıçtan îtibâren câmi ile yakın ilişki içerisinde olması ve burada daha ziyâde dînin emir ve nehiylerinin öğretilmesi, bilâhare naklî olarak vasıflandırılan ilim dallarının cemiyet içerisinde bilhassa tercih edilmelerine vesîle oldu. Öte yandan, hızla büyüyen İslâm devletlerinden olmak üzere, Dört Halîfe döneminde, Emevîler ve Abbâsîler zamânında, Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde, yönetici kadroların, hukuklarının temeline İslâmı yerleştirmiş olmaları, ilim ve eğitim kuruluşlarının İslâmî nitelikli hukuk çalışmalarına bilhassa ehemmiyet vermelerine yol açtı; böylece fıkıh ilmi, zamanla medreselerin tedris faaliyetlerinin temelini oluşturdu. Tefsir ve hadis ilmi ise, fıkıh ilminin ayrılmaz bir parçası olarak, tedris faaliyetleri arasındaki yerlerine aldılar; bu arada, akā'id ve kelâm ilimlerinin de eğitim ve öğretim faaliyetlerine konu teşkil ettiklerini belirtmeliyiz. Bunların alt-yapılarını oluşturmaları açısından ulûm-ı Arabiyye denilen lügat (kelime bilgisi), iştikak (kelime türetme yolları), sarf (fiil çekimi, zamanlar), nahiv (cümle teşkîli), arûz (şiir vezinleri bilgisi) ve kâfiye ile, ilm-i belâgat denilen ve merâmı açık, güzel ve fasih anlatmayı hedef alan bedî’, beyân ve ma’ânî gibi üslûp konuları, temel çalışma alanları hâine geldiler[32]. Bütün bu derslerde konular din ve din kültürü ağırlıklı idi. Daha sonra, bunların aralarına mantık, hey’et (astronomi), hendese (mühendislik), hesâb gibi ilim dalları da katılacaktır. Fakat bu tür dersler, tedris faaliyetleri arasında –kaynaklarımızda sık sık karşımıza çıkan ifâde ile– kifâyet mikdârı yer alacaklardır. İdârî kadrolar ve cemiyet nezdinde gördükleri îtibârın ölçüsüne paralel olarak, bu ilim dalları arasında, bilhassa dînî nitelikli olanlar zamanla öne geçerken, ‘ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) tâbiri, bu tür ilimleri tavsif eder hâle geldi. Böylelikle, medreselerde tahsil olunan konular da ulûm-ı nâfi’a öncelikli ilimler oldular.

Bu durum, Osmanlı medreseleri için de aynen geçerli olacaktır. Binâenaleyh, Osmanlıların ilk dönemlerinde medreselerde umûmiyetle tefsir, hadis, fıkıh (İslâm hukûku), akā’id (îmâna taalluk eden mevzûlar), kelâm (bir mânâda Îslâm felsefesi) ve mantık gibi dînî muhtevâlı ve pratik fayda temin eden derslerin yanı sıra, bu derslerin çok daha iyi öğrenilmesinde anahtar rolü oynayan dil dersleri (Arapça sarf, nahiv, belâgat, vs.) okunmuştu[33]. İstanbul’un fethinden sonra burada kurulan büyük medreselerden Sahn-ı Semân ve Süleymâniye medreselerinde tahsil olunan ilim dalları da, netîce îtibâriyle benzer nitelikte olmuştu.

Osmanlı medreseleri için müşahhas bir ders programı tesbit edip sunmak mümkün değilse de[34], buralarda okunan ders kitapları ile ilgili umûmî bilgelere ulaşmak pekâlâ mümkündür[35]. Bunlarda meselâ Sahn-ı Semân medreselerinde tahsis olunan ilim dalları, diğer bir ifâdeyle okunan kitaplar, Şerh-i Adûd[36]ve Telvîh[37] (usûl-i fıkıh) , Hidâye[38] (fıkıh), Keşşâf[39] ve Beyzâvî[40] (tefsir), Buhârî (hadis, Sahîh-i Buhârî) ve bir de hocaların kendi seçtikleri kitaplardan oluşuyordu. Sahn medreselerinin alt basamağını oluşturan Tetimme medreselerinde ise Şerh-i Şemsiyye[41] ve İsfahânî[42] kitaplarının okutulması öngörülmüştü[43].

Îtibar bakımından Sahn’ın üzerinde yer alan ve Altmışlı medreselerden sayılan Süleymâniye medreselerindeki dersler ise Sahn medreselerinde okunan derslerden pek farklı değildi; “hattâ Sahn’da tedrîsine başlanılan bâzı eserlerin ikmâline”çalışılmakta idi, Nitekim, Hidâye, Şerh-i Ferâ’iz[44] (fıkıh), Şerh-i Mevâkıf[45](kelâm), Buhârî, Keşşâf ve Telvîh gibi eserler, bu medreselerde de tedris faaliyetlerine konu edilmekte idi[46].

Diğer bütün eserlerde de, netîce îtibâriyle, dînî muhtevâlı eserler daha fazla tedris ve tahsîle konu teşkil ediyorlardı. Kısaca söylemek gerekirse, başlangıçtan XX. Yüzyılın başlarına kadar Osmanlı medreselerinde tahsil olunan ilim dalları büyük bir ekseriyetle dînî nitelikli idiler. Buralarda verilen eğitimin din eğitimi ve öğretimi mefhûmu çevresinde değerlendirilmesi durumunda, hulâsa olarak şunlar söylenebilir:

Bilindiği gibi Osmanlı döneminde tedris müesseselerinin hiç birisinde eğitim ve öğretim mecbûriyeti bulunmamakta idi. Diğer bir deyişle, devletin veyâ aslında birer devlet müessesesi olan medreselerin, doğrudan halkı eğitmek gibi bir yükümlülükleri yoktu. Halkın bütün fertlerinin, şu veyâ bu seviyede, ama mutlakā eğitim almak gibi bir mecbûriyetleri de bulunmuyordu. Osmanlılarda ilk defa, II. Mahmud döneminde, o da ilk tahsille sınırlı olmak üzere, bütün tebea için eğitim ve öğretim mecbûriyeti getirildi. Bu sebeple, medrese eğitiminden, bu işe güç yetiren, maddî durumu iyi olan veyâ bir vesîleyle kendilerini ilmiye tarîkında bulan kimseler faydalanabildiler. Osmanlı tebeasının büyük bir ekseriyeti ise, böyle bir tahsil imkânından mahrum kaldı. Dolayısıyla, medrese mihverli din eğitimi ve öğretiminin ortaya koyduğu ilmî ürünler, Müslüman cemiyetin bütün kesimlerine, diğer bir deyişle geniş halk tabakalarına, doğrudan ulaşamadı. Medreselerde üretilen bilgilerin geniş halk kesimlerine ulaştırıldığı yegâne kanal ise, medrese talebelerinin veyâ mezunlarının muhtelif vesîlelerle taşraya çıkmaları, halka vaaz ve nasîhatte bulunmaları idi. Söz konusu vaaz ve nasîhatler ise, tabiatiyle, halka ancak câmiler vâsıtasıyla aktarılabiliyordu. Türkiye’de yakın zamanlara kadar, din adamı veyâ imam bulunmayan meskûn mahallere, meselâ Ramazan aylarında, muayyen sürelerle, ücretleri o mahallin halkı tarafından ödenen gezici din adamlarının, imamların gittikleri, bunların bu süreler zarfında bilgilerini halka aktardıkları bilinmeyen bir husus değildir. Bu gelenek, Osmanlı döneminde çok daha canlı idi. Medreselerin mûtad tâtil günlerinin dışında, kandiller ve Bayram günleri ile Ramazan ayları da tâtil ediliyordu. Bu aylarda talebe, on beş gün önceden hazırlıklarını tamamlayarak ya memleketlerine gitmekte veyâ dâvetli-dâvetsiz bâzı kasaba ve köylere giderek, Ramazan boyunca buralarda vaaz ve irşat hizmeti yürütmekte, ayrıca medrese eğitimi sırasında daha rahat bir tahsil hayâtı sürebilmek için maddî hazırlıklarda bulunmakta idi. Buna cerr de deniliyordu. Talebenin Ramazan boyunca ülkenin dört tarafına dağılması ve gittikleri yerlere cemiyeti bilgilendirmeğe çalışması, merkezde toplanmış olan Osmanlı kültürünün olduğu kadar dînî bilgilerin de taşraya aktarılmasında son derece ehemmiyetli bir kanal olarak mühim faydalar sağlamış olmalıdır. Bu durum, medreselerin son dönemlerine kadar fonksiyonundan fazla bir şey kaybetmeden devam etmiştir[47]. Yukarıda belirtildiği gibi, bugün bile, aynı geleneğin yansıması olarak, taşrada devletin imam gönderemediği küçük yerleşim yerlerine, devlet kadrosunda bulunmayan basit taşra hocalarının Ramazan aylarında vaaz ve irşat için gittiklerini ve halk tarafından maddî bakımdan desteklendiklerini müşâhede ediyoruz.

Binâenaleyh, son olarak, halkın dînî açıdan bilgilendirilmesinde, bizzat câmi mekânlarının, tekke ve tarîkatlerin veyâ daha umûmî bir ifâde ile tasavvuf erbâbının medreselerden daha etkili olduklarını söylemek mecbûriyetindeyiz.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye'de Din Eğitimi Sempozyumu (4-6 Aralık 1998- İzmir), Ankara 1999, s. 181-193.

[1] Bu yayınlar cümlesinden olmak üzere bkz. Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fak. Mec., İstanbul 1332, s. 137-144; Muallim Emin Beğ, “Târihçe-i Tarîk-ı Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; Nafi Atuf Kansu, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1930; O. Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II (iki cilt bir arada), İstanbul 1977; M. Ş. Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 463-467; A. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üni. Yay., İstanbul 1946; F. Reşit Unat, Türkiye’de Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihî Bir Bakış, Ankara 1964; H. Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişmesi (1773-1923), 2. baskı, İstanbul 1974; Şehabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi 1973, İstanbul 1975, s. 3-37; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1976; Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnameler”, Vakıflar Dergisi, XIII (1981), s. 171-236; aynı yazar, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İstanbul 1983); A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. baskı, İstanbul 1982 (1943); Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, 1984; M. Tayyib Gökbilgin, “Ulemâ”, İslâm Ansiklopedisi, XIII (1985), s. 23-26; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, 3. baskı, İstanbul 1988; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science and Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 1-48; aynı yazar, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat (ayrı basım), TTK, Ankara 1992, s. 335-395.

[2] Bizim Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi isimli çalışmamızda (bkz. TTK, Ankara 2003), Fâtih Külliyesinin birimleri arasında medreselerin de bulunması hâsebiyle, konu sâdece Sahn medreseleri nokta-i nazarından ele alınmış ve mevcut verilere dayanılarak, Fâtih medreselerinin ders programları, okunan kitaplar ve bu çerçevede sürdürülen tedris faaliyetleri incelenmeğe çalışılmıştır.

[3] H. Atay, yukarıda adı geçen eserinde (s. 101-130) icâzet-nâmelerle ilgili oldukça teferruatlı bilgiler vermektedir. Atay, “Osmanlı İmparatorluğu’nda medreselerde verilmiş icazetlerin başlı başına bir tarih, hal tercümeleri, okunan ders programları, ilmin ve okumanın değeri, ilmî ve sosyal ilişkiler, bibliyografya ve ilmin metoduna ve öğretim tarzına ait bilgiler ihtiva ettikleri görülmektedir.” Dedikten sonra, sayfa altına (s. 102), “Osmanlı medreselerinden Anadolu ve Trakya’daki medreseleri, yani Fatih’in getirdiği öğretim düzeninin tesirinde kalan medrese ve müderrisleri kastediyoruz. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Irak ve Arabistan’da aynı dönemde verilen icazetlerde aynı veya benzer bilgileri bulamıyoruz.” notunu düşmektedir. Bizim şahsî değerlendirmelerimiz de, Osmanlı devletinin siyâsî sınırları içerisinde yer almalarına rağmen, Arap dünyâsında faaliyet gösteren medreselerin, Osmanlı medreselerinin XV. yüzyılın ortalarından sonra teşekkül eden tedris geleneğini benimsemediği ve öteden beri devam eden kendi geleneklerini sürdürdüğü istikāmetindedir. Bu durumun sebeplerini incelemek ayrı bir meseledir; fakat gözlenen söz konusu farklılığa, bizzat Osmanlı medreselerinde tedris faaliyetlerinde bulunan ulemânın hâl tercümelerini ihtivâ eden Türkçe kaynakların hemen tamâmında kolayca müşâhede edebiliyoruz. Bununla birlikte, Atay’ın yukarıda iktibas ettiğimiz birinci cümlesinde yer alan “Osmanlı İmparatorluğu’nda medreselerde verilmiş icazetlerin...” ibâresinin tashîhe ihtiyâcı vardır. Zîrâ, aşağıda ayrıca temas edileceği üzere ve Atay’ın bizzat örneklerini deşifre ettiği icâzet-nâmelerden de anlaşıldığı gibi, ulemâya verilen icâzetlerde, bunların hangi medreseler tarafından verildikleri ekseriyetle zikredilmiyordu. Diğer bir deyişle, medreseler birer eğitim müessesesi olmalarına rağmen, bugünkü mânâda hiç bir zaman hükmî şahsiyet olarak görülmediler ve eğitim esas olarak hocanın şahsiyeti etrâfında odaklaştı. Dolayısıyla, verilen icâzet-nâmeler öğrenim görülen müesseselerin adlarına değil, bizzat dersi veren hoca ve hocalar adına verilmekte idi (Bu konuda İslâm dünyâsının erken dönemlerinde de durum aynı idi; bkz. Aydın Sayılı, “Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa ile Mukâyese)”, DTCF Felsefe Araştırmaları Dergisi, I (1963), s. 38). Bu durum, ele geçen icâzet-nâmelerin hangi medreselerce verildiğini tesbit etmeği imkânsız hâle getirmektedir. Öte yandan, yine Atay’ın ileri sürdüğü bir fikre, icâzet-nâmelere dayanarak medreselerde uygulanan standart bir ders programı tesbit edilebileceği düşüncesine katılmak da mümkün gözükmemektedir. Çünkü, çok sayıda Osmanlı âliminin hâl tercümelerinin tedkîki ile bu hususta muayyen bir mâlumat elde edilmiş ve bir takım vakfiyelerde bâzı ders (kitap) adları verilmiş ve bâzı müderrisler, bâzı medreselerde hangi dersleri (kitapları) okuttuklarına dâir bilgiler vermiş olsalar bile, bu bilgilerden hareketle standart bir ders programı oluşturmak çok zordur; söz konusu bilgiler, olsa olsa medreselerde ne tür ilimlerin, hangi kitapların tahsil olunduğu konusunda umûmî bir fikir edinmeğe yardımcı olabilirler. Zîrâ müderrisler, esas olarak, tahsil çağlarında kendileri hangi eserleri okumuşlarsa, tedris çağlarında da hemen hemen aynı eserleri ders olarak okutuyorlardı. Bu arada, elde edilen bu tür bilgiler arasında, bir âlimin bir medresede okuttuğu kitâbı veyâ o kitâbın aynı bölümlerini, bilâhare yükseldiği bir sonraki medresede de okuttuğunu gösteren bilgiler de bulunmaktadır. Bu durumu, Taşköprülü-zâde’nin, eserinde kendisi hakkında verdiği bilgilerden açıkça tesbit etmek mümkündür. Şunu da ilâve etmek gerekir ki, bizzat Atay’ın da belirttiği üzere (s. 102, dipnot 39), eski/klâsik dönemlere âit icâzet-nâme örnekleri son derece azdır ve eldekiler umûmiyetle “son asır icâzetleridir.” Bunlara dayanarak, klâsik dönemin tamâmı hakkında kesin netîcelere varmak mümkün değildir.

[4] Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 27. Taşköprülü-zâde, bu medresenin ilk müderrisi olan Dâvûd-ı Kayserî’den söz ederken şunları söyler: “... merhûm ve mağfûrun leh Sultâ Orhan Hân Gâzî hazretleri İznik nâm kasabada bedâyi’-i revâyi’-i sanî’a-i acîbe ile muhât u mahfûf bir medrese-i ‘ulyâ peydâ idüp Şeyh hazretlerine ta’yin eyledi.” Ayrıca bkz. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 1; kezâ, Baltacı, a.g.e., s. 15.

[5] Bu ünlü âlim için bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 27. B. Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, 1, İstanbul 1333, s. 98; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1. Osman Beğ’in kayın pederi ulemâdan ve sûfiyyeden meşhur Şeyh Edebalı (öl. 726/1326), “bilâd-ı Karaman’dan” (Mecdî, a.g.e., s. 21), ilk Osmanlı kadısı olarak bilinen Tursun Fakih kezâ “bilâd-ı Karaman’dan” (Mecdî, a.g.e., s. 21), Mevlânâ Hattâb b. Ebî Kāsım Karahisârî (öl. 717/1417) Karahisar’dan (aynı eser, aynı yer); İznik medresesinin Dâvûd-ı Kayserî’den sonraki ikinci müderrisi Tâcüddîn-i Kürdî (Mecdî, a.g.e., s. 27-29) ve benzerleri, Osmanlı topraklarına dışarıdan gelmişlerdi.

[6] Bu medreselerle ilgi derli toplu bilgi almak için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 15-16; Bilge, a.g.e., s. 5-8; Uzunçarşılı, a.g.e., s. 1-2.

[7] A. Yaşar Ocak, “İbn Kemal’ın Yaşadığı XV ve XV. Asırlar Türkiyesinde İlim ve Fikir Hayatı”, Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu (26-29 Haziran 1985, Tokat), Tebliğler ve Tartışmalar, TDV yay., Ankara 1986, s. 32-34.

[8] Bu konuda bir fikir edinebilmek için şu çalışmalara bakılabilir: M. Hulûsi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme (Teşekkül-Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar (H. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış yüksek lisans tezi), Ankara 1989; aynı yazar, “Osmanlı İlmî Zihniyeti: Teşekkülü, Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu, XI/49 (Eylül 1991), s. 21-31. Osmanlı ilmî zihniyetinin niteliği ile ilgili olarak ayrıca bkz. Halil İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 173-185. Ayrıca bkz. yukarıda dipnot 1. Sözü edilen ilmî geleneğin teşekkül döneminin ve niteliğinin farklı bir açıdan ele alındığı başka bir örnek için bkz. Şemseddin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitat Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?”, Belleten, II (1938), s. 73-88. Ayrıca bu çalışmada yer alan “Osmanlı Medrese Ulemâsı: İlim Anlayışı ve İlmî Verim” adlı yazımız, konuyla ilgili kâfî ölçüde bilgi vermektedir.

[9] Bu hususta yeterli bilgi edinebilmek için bkz. I. Goldziher, “Muslim Education”, Encyclopedia of Religion and Ethics, V (nşr. Hastinge), Newyork 1955, s. 198-207; H.A.R. Gibb, Islamic Society and the West vol. I, London 1965, s. 81-118; 139-164; G. Makdisî, “Medrese and University in the Middle Ages”, Studia İslamica, vol. 32, 1970, s. 255-264; Johns Petersen, “Mescid”, İA, VIII (1979), s. 1-71; Fazlur Rahman, ‘trc. M. Akdağ – M. Aydın), İstanbul 1989, s. 84; aynı yazar, İslâm ve Çağdaşlık (trc. A. Açıkgenç, M. H. Kırbaçoğlu), Ankara 1990, s. 110 vd.; Atay, a.g.e., s. 24-33; M. Faruk Bayraktar, İslâm Eğitiminde Öğretmen / Öğrenci Münâsebetleri, 2. baskı, İstanbul 1987; S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989; aynı yazar, Modern Dünyada Geleneksel İslâm (trc. S. Şafak Barçın – H. Arslan), İstanbul 1989; Hişam Naşabi, [İslâm Dünyâsında]”Eğitim Kuruluşları”, İslâm Şehri, İstanbul 1992, s. 89-120.

[10] Baltacı, a.g.e., s. 3; Atay, a.g.e., s. 24; Naşabi, a.g.e., s. 90.

[11] Ulemânın pek çoğunun tahsil devrelerinde rastlandığı üzere, bu husus, yâni öncelikle Kur’ân ezberlenmesi geleneği, Osmanlı dönemi de dâhil, İslâm dünyâsının eğitim anlayışında değişmez bir düstur hâline gelecektir.

[12] Bkz. F. Rahman, İslâm, s. 52; Atay, a.g.e, s. 24.

[13] Nasr, İslâm ve İlim, s. 17.

[14] Petersen, a.g.m., s. 47.

[15] Naşabi, a.g.m., s. 92-94. Naşabi’nin şu cümlesi de bu husûsu desteklemektedir (a.g.m., s. 109): “Öğretim kutsal bir ödev olarak kabul edildiği ve camide gerçekleştirildiği için, öğretmenler derslerine genellikle dua ile başlarlardı.” Dersten önce duâ geleneğinin Osmanlı medreselerinde de aynen sürdürüldüğü; hattâ bâzı medreselerde asıl derse geçmeden önce duâ edilip ardından bir hadîsin (meselâ Buhârî’den) okunup yorumlandıktan ve ardından salât u selâm getirildikten sonra derse başlandığı bilinmektedir (Meselâ, ünlü âlim Molla Lütfî, derslerine başlamadan önce, Buhârî’den bir hadis okur, onu yorumlar ve daha sonra dersine geçerdi. “Bu minvâl üzre bir gün Buhârî nakl ider iken ... Ali b. Ebî Tâlib hazretlerinün ba’zı gazavâtında cism-i şerîflerine sehm ... isâbet” ettiği, acısından duramaz hâle geldiğinde, çıkartılması esnâsında acısını hissetmemek için namâza durduğunu ve okun ancak o namazda iken çıkarılabildiğini anlatmış ve “hakîkat-i hâl salât budur, yohsa bizüm kılduğumuz ‘amel kuru kıyām”dır ve onda “fâ’ide yokdur” diye ibâdette ihlâsı vurgulamıştı. Kendisini çekemeyenler, onun namâzı “kuru kıyām” olarak nitelediğini ileri sürmüşler ve kendisiyle ilgili akd olunan mahkemede aleyhine delil olarak kullanmağa kalkışmışlardı. Bkz. Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), a.g.e., s. 298; Molla Lütfi hakkında geniş bilgi için bkz. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yay., İstanbul 1988, s. 205-227.

[16] Fazlur Rahman İlim ve Çağdaşlık, s. 111.

[17] Bugün bile câmiler, okulların tâtile girdikleri dönemlerde –bilhassa taşrada ve Kur’an kursu binâlarının bulunmadığı yerleşim birimlerinde–, gönüllü talebe istinâden, çocuklara zarûrî ilmihâl bilgilerinin öğretildiği mekânlar olarak kullanılabilmektedir. Ayrıca bkz. Naşabi, a.g.e., s. 94-101.

[18] Bkz. Petersen, a.g.e., s. 19-20.

[19] Devletin gözetimi altında düzenli bir eğitim faaliyeti yürütülen Nizâmiye medreselerinin kurulmasından önce, 960 (339)’da Ebu’l-Velîd Hassan, Muhammed Emevî ve 065 (354)’ten önce İbn Habban Teymî tarafından Nişâbur’da birer medrese yaptırılmıştı; kezâ 1011 (402)’den önce line Nişâbur’da es-Sâ’idiyye ve 1014-15 (405)’ten önce Ebû Osman Sabûnî ve İbn Furek medreseleri yapılmıştı (bkz. Atay, a.g.e., s. 31; ilk dönem ilim ve kültür müesseseleriyle ilgili olarak ayrıca bkz. Oktay Aslanapa, “Ortaçağın En Eski Yatılı İlim ve Kültür Müesseseleri”, Türk Kültürü, 12 (Ekim 1963, s. 34-43); Baltacı, a.g.e., s. 7-14; Naşabi, a.g.m., s. 97-100. Selçuklu döneminde kurulan medreselerle ve eğitim hayâtı ile ilgili olarak bkz. M. A. Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, IV (Ankara, 1975), s. 75-124.

[20] Bu sırada açılan medreseler hakkında kısaca bilgi edinmek için bkz. M. Akdağ – H. Öymen, İslâm Eğitim Tarihi, Ankara 1974, s. 113 vd; Köymen, a.g.m., s. 88-95; Atay, a.g.e., s. 32-35; Bilge, a.g.e., s. 1-15.

[21] Naşabi, İslâm dünyasında ilk dönemlerde hocaların derslerini yazılı metin olmaksızın ezbere verdiklerini; bir süre sonra, derslerde önceden hazırladıkları notlardan faydalanmağa başladıklarını; fakat zaman geçtikçe ilk dönemin büyük üstadlarının eserlerinin sonraki hocalar için ders kitâbı hâline geldiğini ifâde eder (a.g.e., s. 109). Naşabi’ye göre, bu durum gitgide kalıplaşmış bir eğitim anlayışına doğru yönelmiş ve hicrî IV. asırdan sonra hocalar, derslerde “sâdece büyük üstadların eserlerini” okutmakla yükümlü kılınmışlardır. Hattâ “... Mustansiriye Medreselerinin hocaları bu kurala karşı gelerek kendi kitaplarını okutmağa başladıklarında, olay vezire ve sonra da Halifeye nakledildi. Halife de hocaları huzuruna çağırarak sadece eski üstadların (selef) kitaplarını okutmalarını istedi. Bunun üzerine hocalardan birinin kendi kitabını okutma hakkını savunarak Halife’ye “Onlar insandı, biz de insanız!” dediği” ifâde olunmaktadır (a.g.m., s. 106-107), Ayrıca bkz. Sayılı, a.g.m., s. 38. Bu uygulamanın, fazla bir değişikliğe uğramadan Osmanlı medreselerine de intikal ettiği ve ulemânın talebeye kendi eserlerini okutmak yerine, kendi zamanlarına kadar medreselerde okunarak bir bakıma klâsik ders kitâbı hâline gelen eserleri okuttukları, üstün körü incelemelerle bile kolayca tesbit edilebilmektedir (meselâ bkz. Bilge, a.g.e., s. 40-63).

[22] Meselâ, Gelibolulu Mustafa Âlî, XVI. yüzyılın ikinci yarısındaki, yâni Fâtih Sultan Mehmed zamânındaki bu hususla ilgili durumu ve sultânın diğer İslâm ülkelerinde yetişmiş ilim adamlarını kendi ülkesine çekmek için aldığı tedbirleri anlatırken, şu cümleyi kullanmaktadır: “... Bu tarîkile fuzalâ-yı Arab u Acem ve mevâlî-i Hind ü Sind ü Deylem bâb-ı sa’âdetine çehre-sây olmada ve rûz-be-rûz gûn-â-gûn i’zâz u iltifât u in’âmları anlar hakkında sudû bulmada idi.” (Bkz. Künhü’l-Ahbâr, V, İstanbul 1977, s. 247). Sultânın oluşturduğu câzibe merkezi Osmanlı başkentine koşuşan bu âlimler, elbette bütün ilmî birikimlerini de berâberlerinde getiriyorlardı (ayrıca bkz. Nişâncı-zâde Mehmed, Mir’ât-ı Kâ’inât, II, İstanbul 1290, s. 401).

[23] Bu konuyla ilgili olarak bkz. H. İnalcık “Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un Fethi ve İmparatorluk”, Türk Kültürü ‘Ankara 1964), Sayı 20, s. 8-13; aynı yazar, “Osmanlı İmparatorluğu”, Türk Dünyası Elkitabı, Ankara 1976, s. 979; kezâ, “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi, VII (1979), s. 534.

[24] Bu konudaki rivayet ve tartışmalar için bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 337-356.

[25] Bu rakamlar, söz konusu medreselerin müderrislerine verilen günlük ücreti de ifâde etmektedirler. Söz konusu tasnif, Fâtih’in meşhur Teşkîlât Kānûn-nâmesi’nde bulunmaktadır (bkz. Abdülkadir Özcan, “Fatih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizam-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İst. Üni. Edb. Fak. Tarih Dergisi, Sayı 33 (Mart 1980-81), İstanbul 1982, s. 39.

[26] Bkz. Özcan, a.g.m., aynı yer.

[27] Baltacı, a.g.e., s. 16.

[28] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 58.

[29] Aynı tasnîfi XIX. yüzyılın ünlü devlet adamı ve târihçisi Cevdet Paşa da vermektedir; bkz. Târîh-i Cevdet, I, İstanbul 1309, s. 111.

[30] A.g.e., I, s. 10.

[31] S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, s. 14.

[32] Klâsik İslâm dünyâsı ilim ve eğitim müesseselerinde tahsil olunan ilimlerle ilgili daha geniş bilgi için bkz. A.g.e., s. 15; Atay, Yüksek Din Eğitimi, s. 36-72; Unan, “Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın ‘İlim’ ve ‘Âlim Anlayışı”, Osmanlı Araştırmaları, XVII (1997), s. 149-264.

[33] M. Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 40-63

[34] Bu konudaki tartışmalar için bkz. Unan, Fâtih Külliyesi, s. 337-347.

[35] Meselâ bkz. S. Ünver, Fatih Külliyesi, s. 100-119; Uzunçarşılı, a.g.e.,s. 19-43; Baltacı, a.g.e., s. 37-43.

[36] Adûdü’d-dîn Abdurrahmân-ı Îcî (öl. 756/1355)’nin Hanefî fıkıh usûlüne dâir eseri.

[37] Şerefü’d-dîn Ahmed (öl. 771/1369) tarafından yazılan Tenkîhu’l-Ahdâs fî Refî’i’t-Teyemmümi’l-Ahdâs adlı eser Sa’dü’d-dîn-i Taftazânî (öl. 792/1389-90)’nin et-Telvîh fî Keşfi Hakā’ıkı’t-Tenkîh ismiyle yazdığı şerhtir.

[38] Fıkhın fürû’ kısmı, yâni ibâdât ve mu’âmelât bölümü ile ilgili bir eserdir. Eser, Şeyhülislâm Burhânü’d-dîn Ali b. Ebûbekr-i Mergınânî (ö. 593/1196-97)’nin, yine kendisi tarafından Bidâyetü’l-Mübtedî adıyla yazdığı esere şerhtir.

[39] Asıl ismi el-Keşşâf ‘an Hakā’ıkı’t-Tenzîl olup, kısaca Keşşâf adıyla tanınan bu meşhur tefsir, Ebu’l-Kāsım Cârullâh Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî (öl. 538/1143)’ye âittir.

[40] Nâsıru’d-dîn Sa’îd Abdullâh b. Ömer el-Beyzâvî (öl. 692/1292-93)’nin yazdığı Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl adlı, Kādî Tefsîri ismiyle de meşhur olan tefsir kitâbı.

[41] Mantıkla ilgili bir eserdir. Nâsıru’d-dîn-i Tûsî’nin talebesi olup Kâtibî adıyla da tanınan Necmü’d-dîn Ömer b. Ali-i Kazvînî (öl. 693/1293) tarafından Hoca Şemsü’d-dîn Muhammed adına te’lif edilmiş olduğu için eş-Şemsiyye ismiyle anılan eserin, birisi Sa’dü’d-dîn-i Taftazânî ve diğeri Kutbü’d-dîn Muhammed-i Tahtâvî (öl. 766/1364)’nin yazdığı iki şerhi bulunmaktadır. Tahtâvî’nin el-Kavā’idü’l-Mantıkıyye fî Şerhi Şemsiyye adı verilen şerhi, daha mûteber olup Tetimmelerde okunan eser budur.

[42] Kelâmla ilgili bir şerhtir. Abdullâh b. Ömer el-Beyzâvî (öl. 685/1286) Tevâli’u’l-Envâr adlı bir eser yazmış, Şemsü’d-dîn Mahmûd b. Abdu’r-rahman-ı İsfahânî (öl. 749/1348) bu eseri şerh etmişti. Şerh-i Tevâli’ olarak bilinen bu eser, yazarına nisbetle çoğunlukla İsfahânî adıyla anılmıştır. Seyyid Şerîf-i Cürcânî (öl. 816/1413), bu esere bir hâşiye yazmıştır. Osmanlı medreselerinde daha ziyâde bu hâşiye okunmuştur.

[43] Daha fazla bilgi için bkz. Baltacı, a.g.e., s. 41; Unan, Fâtih Külliyesi, s. 337-340.

[44] Seyyid Şerîf-i Cürcânî’ye âit bir eserdir.

[45] Kadı Abdurrahman Adûdü’d-dîn-i Îcî (öl. 756/1355)’nin Mevâkıf adlı eserinin muhtelif şerhleri okutulurdu ki, Seyyid Şerîf-i Cürcânî’ye âit şerh, Osmanlı medreselerinde en fazla tercih edilen eserdi.

[46] Baltacı, a.g.e., s. 41-42.

[47] Bahaeddin Yediyıldız, “Sosyal Teşkilatlar Bütünlüğü Olarak Osmanlı Vakıf Külliyeleri”, Türk Kültürü,Sayı 219 (1981), s. 267-271.