Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-23                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMAN TURAN’A GÖRE TÜRKİYE’DE DİN VE LAİKLİK*

Yazımız, Cumhûriyet Türkiye’sinin 70 küsûr yıllık yakın târihinde neredeyse hiç ara verilmeden tartışılmış olan ve hâlen üzerinde harâretli tartışmaların sürdürüldüğü bir konuya, merhum Osman Turan’ın kaleminden laiklik meselesinin değerlendirilmesine, tahsis edilmiştir. Laiklik, hakîkaten Türkiye’nin yetmiş küsûr yıllık târihinde başlangıçtan îtibâren yoğunluğu gittikçe artan bir şekilde tartışılan; fert fert insanları veya muhtelif sosyal zümreleri sindirme ve yıldırmada -gücü ve etkisi bakımından- eşine az rastlanan; farklı çevrelerin dilinde birbirinden oldukça farklı mânâlar ifâde edebilen en müphem, en muğlak ve istismâra en müsâit konulardan biri olmuştur. Zaman zaman iktidarların al-aşağı edilmesine, zaman zaman askerî darbelere meşrûiyet zemîni hazırlama gayretlerine malzeme yapılan bu mefhum, Türkiye’nin içinde bulunduğu gergin ve tartışmalı ortam dikkate alındığında, öyle görülüyor ki, istikbalde fikrî, içtimâî, siyâsî ve hattâ ilmî ufkumuzu karartmayı sürdürecek ve bizleri daha uzun bir süre meşgul edecektir. Türkiye’de iktidar gücünü ellerinde bulunduranların, laikliği bugünkü yerlerini gelecekte de aynen muhâfaza etmenin bir âleti olarak görmeleri ve bu sebeple, deyim yerinde ise, ülkeyi bir laiklik sendromuna mahkûm etmeleri, Türkiye’nin aydınlık geleceği konusunda insanı hakîkaten karamsarlığa düşürmektedir.

Bir milletin neredeyse bir asrı bulan târihini derinden etkileyen ve belki de bir o kadar süre daha etkileyecek olan, zihin ve fikir kodlarını kendisine endeksleyen, muhtelif çevrelerin kendisine sığınmaktan anlaşılmaz bir haz duydukları; farklı çevrelerin ise imkân buldukça tenkit oklarını yönelttikleri laiklik nedir?

Bu sorunun cevâbını kolayca vermek, ne yazık ki, mümkün değildir. Çünkü, biraz önce de ifâde edildiği gibi, laiklik, karşımıza çoğu zaman müphem bir mefhum olarak çıkmakta; bu sebeple üzerinde herkesin veya ekseriyetin ittifâk ettiği bir târif vermek imkânsız hâle gelmektedir[1]. Dolayısıyla, tartışmalı mevcut târiflere bir yenisini eklemekten başka bir işe yaramayacak olan tanımlama işini bir tarafa bırakıyoruz. Esâsen, bu yazı, konuyla ilgili şahsî düşünce ve değerlendirmelerimizden ziyâde, merhum Osman Turan’ın Türkiye’deki laiklik uygulamaları ile ilgili düşüncelerini tesbit ve tahlil edecektir.

Osman Turan, bilhassa 1950’li yılların sonlarından îtibâren kaleme aldığı, çeşitli dergi ve gazetelerde neşrettiği pek çok yazısında, şu veya bu şekilde konuya temas ihtiyâcı duymuş; bu vesîleyle Türkiye’deki laiklik uygulamalarını değerlendirmiş ve bu çerçevede yazdığı yazılarını bilâhare ya bizzat kendisi kitaplaştırmış veya söz konusu yazılar vefâtından sonra bir araya getirilerek okuyucularına sunulmuştur[2].

Onun konuyla ilgili yazıları ve eserleri tedkik edildiğinde, kendisinin, din ve laiklik konuları üzerinde ağırlıklı bir şekilde durduğu görülür. Bu hassâsiyetin sebepleri nedir?

Bu sorunun mâkul bir cevâbını bulmak, merhum Turan’ın söz konusu tavrını iyi anlayabilmek, düşüncelerini târihî ve sosyal bir zemîne oturtabilmek için, öncelikle Türkiye’nin yakın târihinde yaşanan hâdiseleri kısaca da olsa hatırlatmakta fayda vardır. Çünkü, bugün Türkiye’de şikâyete konu olan sıkıntıların hemen tamâmı, bu dönemde yaşanan gelişme ve değişmelerle yakından ilgilidir:

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhûriyeti’nin yakın geçmişini oluşturan Osmanlı devleti, XVII. asrın başlarından îtibâren bir durgunluk içerisine girmişti. Bu durgunluk XVIII. asır boyunca gittikçe artan bir şekilde sürdü. XIX. asra gelindiğinde, karşı karşıya kalınan sıkıntılar artık altından kalkılamaz bir hâl almıştı. Bu sebeple, XIX. asrın ilk yarısında, devlet hızlı bir idârî, siyâsî, hukûkî, içtimâî ve kültürel değişim sürecine girdi. Bu değişim Osmanlı sosyal düzenini de derinden etkiledi. En fazla etkilenenler ise, Türkler oldular. Bu tabiî idi; çünkü, devlet, muhtelif etnik unsurları bünyesinde barındırmakla birlikte, esas olarak, millet-i hâkime mevkiindeki Türklere dayanıyordu; diğer bir deyişle, devletin yönetim mekanizmasına ve mantığına yön veren doğrular, Müslüman Türklerin doğrularıydı. Bu yüzden de, devlet ve millet hayâtında değişliğe uğrayan unsurlar, doğrudan doğruya millet-i hâkimenin zihniyet dünyâsını etkiledi, hattâ alt-üst etti.

XVIII. asır boyunca Batı karşısında uğranılan bir dizi mağlûbiyet, bizzat devlet yöneticilerini niteliği tam olarak bilinmeyen bir arayış içerisine itmişti. Devleti yönetenler, işlerin kötü gittiğini görüyorlar; bu gidişi durdurabilmek için bir takım tedbirler alınması gerektiğini düşünüyorlar, ancak bunların neler olduğunu kestirmekte güçlük çekiyorlardı. Fakat, bir şey açıkça görülüyordu: Devletin içine düştüğü ve altından kalkamadığı sıkıntılar, daha ziyâde Batı ile temaslar esnâsında ortaya çıkıyordu; o hâlde Osmanlıda olmayan, fakat Batıda bulunan, dolayısıyla Batıyı güçlü kılan bir şeylerin olması lâzımdı. Ama neydi bu şeyler?..

Bir takım ferdî tesbitler görülmekle birlikte, bu, tam olarak kestirilemedi. Batı karşısındaki sıkıntılar esas olarak askerî sâhada görüldüğü için, öncelikle bu sâhaya el atıldı. Bu girişim, Osmanlı idârecisi için, sanırız, düşmanın silâhıyla silâhlanmak mânâsına geliyordu. Devleti Batı karşısında ülkesinin sınırlarını koruyamayacak kadar âciz bırakan gelişmeler, daha ziyâde savaş meydanlarında vukû’ bulduğundan, bunu bir savunma içgüdüsü olarak değerlendirmek ve mâkul görmek mümkündür. Bunun ilk ciddî örnekleri III. Selim zamânında uygulamaya konulan, fakat bir fâcia ile sona eren Nizâm-ı Cedîd hareketidir. Daha sonra, Sultan II. Mahmûd’un girişimleri ile karşılaşıyoruz. Fakat, II. Mahmûd selefinden daha dikkatli ve titiz hareket etti, başlangıçta işi yavaştan aldı; köklü değişiklikler için ortamı ve şartları elverişli hâle getirmenin yollarını aradı. Esâsen, uygulamaya koyduğu tedbirler ve değişiklikler gözden geçirildiğinde, onun, daha başlangıçta meseleyi selefinden çok daha geniş bir çerçevede ele aldığı görülür. Hedef biraz daha netleşmiştir: Sâdece ordunun durumu bakımından Avrupa’ya benzemek yeterli olmayacaktır; devleti bütün müesseseleriyle Avrupalılaştırmak gerekmektedir; aksi hâlde ayakta kalmanın imkânı yoktur! Hemen ifâde edelim ki, bu değişim projesinden cemiyet de nasibini alacaktır.

Bu karar, kanaatimizce, Osmanlı devletinin klâsik değerlerinden artık ümîdin kesildiği mânâsına gelmektedir. Böylece, kısa süre içerisinde klâsik dönemin değerleri sarsılacak; asırlardan beri siyâsî, idârî, hukûkî ve hattâ dînî/ahlâkî hayâtın rotasını çizen ve düşünce altyapısını şekillendiren mihenk taşlarının doğruluğuna dâir belirli kesimlerin zihinlerini bir süredir işgâl eden şüpheler, biraz daha yaygınlaşacaktır. Bu bakımdan, XIX. yüzyılda gerek devlet mekanizmasını ilgilendiren, gerekse bir bütün olarak cemiyeti hedef alan ve adına ıslâhât denilen düzenlemelerin, bu düzenlemelerden hareketle kurulan bir takım müessese ve teşkilâtların arkasında, burada işâret olunan şüphenin yattığını ileri sürmek, fazla mübâlağalı sayılmamalıdır. Bundan sonra girişilen bütün ıslâh çalışmalarının, bir bakıma milletin ve devletin târihî arka-plânını önceleri görmezden gelme, bilâhare redd ve daha sonra da ondan kaçış istikāmetine yönelmesi, gücünü biraz da bu duygudan almış olmalıdır. Bu duyguyu paylaşanlar için durumu tabiî karşılamak hiç de zor değildir. Çünkü mâzeret hazırdır: Geçmiş ve onun doğruları, XVII. asrın sonlarından îtibâren Batı karşısında gittikçe artan bir şekilde yaşanan mağlubiyetleri engellemeğe yetmemiştir!

Peki ama, geçmişin defteri bu ţekilde dürülmekle mesele halledilebilir miydi? Tabiat boţluk kabűl etmediğine göre, dünde bıraktıklarımızın yerini nasıl dolduracaktık? Bilhassa Osmanlı idârecilerini ve okumuş-yazmış takımını Batıcılar, Osmanlıcılar ve İslâmcılar gibi farklı görüşler etrâfında toplayan sâikler, işte bu çetin sorular olacaktır.

1839’da îlan olunan Tanzîmat’ın asıl hedefini Batılılaşma olarak gören ve anlayan Batıcılara göre, devleti ayakta tutabilmek için, Batı sâdece bir takım müesseseler ve idârî mekanizmalardan ibâret değil, bir bütün olarak görülmeli ve onun her şeyi kendimize mâl edilmeli, diğer bir deyişle Batılılaşmalı idi. Tabiatiyle bu, medeniyet değiştirmek mânasına geliyordu. Osmanlıcılar ise, Batı’dan bir şeyler almağa karşı çıkmamakla birlikte, devletin bekāsını teminat altına alabilmek için, farklı etnik grupların, içerisinde kendilerine yer bulabilecekleri bir Osmanlı milleti oluşturmak gerektiğini düşünüyorlardı. İslâmcı olarak adlandırılanlara gelince; onlar Osmanlı devletinin sınırları içerisinde yaşayan gayr-i müslimlerin sadâkatinden çoktan ümitlerini kestikleri için, kurtuluşun İslâm siyâsî zemîninde olduğu; Batı karşısında ayakta kalabilmek için İslâm ümmetini teşkilâtlandırmak, ayağa kaldırmak ve böylece büyük bir güç oluşturmak gerektiği kanaatinde idiler.

1910’lara kadar bu üç fikrin münâkaşasının yapıldığını görürüz. Ancak, bu sırada farklı etnik köklere mensup gayr-i müslimlerin mühim bir kısmının Osmanlı’dan fiilen ayrılmasıyla Osmanlıcılık düşüncesi mânâsını kaybedecektir. Dünyânın çeşitli bölgelerinde yaşayan Müslümanları birlikte harekete yönelme noktasındaki girişimler ise, ciddî ve fiilî bir kudret gerektirdiği, Osmanlı devleti de dâhil, Müslüman milletlerin böyle bir imkânı bulunmadığı için, belirli kesimlerin zihinlerinde ve gönüllerinde bir hayâl hâlinde yaşamağa devâm edecektir. Batı ile sürekli bir mücâdele hâlinde olunmasına ve oradan dâimî darbeler yenmesine rağmen, Batıcılar ise, devletin ve cemiyetin -ve sosyal hayatın hemen her yönünün- batı gibi olmasından başka bir çıkar yol bulunmadığı düşüncesini ısrarla savunacaklardır.

Bu arada, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başları, Türk milliyetçiliği fikrinin yoğun olarak taraftar topladığı bir dönem olacaktır. Gayr-i Türk unsurların devlete sadâkatleri konusunda artık hiç bir ümitleri kalmayan Türk aydınları, nihâyet kendi başlarının derdine düşerek, kurtuluşu millî bir ideolojiye sarılmakta görmüşler ve böylece Türkçülük fikri etrâfında kümelenmeye başlamışlardı. Fakat, ortada çözülmesi gereken âcil bir mesele vardı: Ülke hızlı bir şekilde ayaklarının altından kayıp gitmekte idi; basılan zemînin sağlamlaştırılması için yapılması gerekenleri düşünmek için ise, zaman oldukça sınırlıydı. Bu noktada, Türkçülerin büyük bir kesiminin bir ölçüye kadar Batıcılar gibi düşündükleri dikkati çeker. Diğer bir deyişle, Türk milletini devletiyle birlikte ayakta tutabilmek için, Batı'dan alınması gereken şeyler vardır. Ancak bütün mesele, neyin alınıp neyin alınmayacağı noktasında düğümlenmekteydi. Çünkü, Türkçüler, Batıcıların aksine, Batı'nın her şeyini alma düşüncesini aşırı buluyorlardı; zîrâ, böyle bir fikrin benimsenmesi hâlinde, Türkçülük-milliyetçilik iddiâları havada kalacaktı. Dolayısıyla millî olan, millete âit olan ve bir milleti millet yapan bir takım değerlerin mutlakā muhâfaza edilmesi gerekirdi.

Cumhûriyet'e işte böyle bir târihî süreçle ulaşıldı. Ne var ki, Türk milletinin 1920'li yılların başlarındaki milliyetçi ve Müslüman çizgisi, çok geçmeden rota değiştirdi. Bu istikāmet, öteden beri Batıcıların ısrarla savundukları top-yekun Batılılaşmadır. 1920'li yılların ortalarından başlamak üzere 1950'ye kadar uzanan zaman dilimi içerisinde, Osman Turan'ın, Türk milletinin kültürel kodlarının, mânevî değerlerinin, medeniyet ve zihniyet dünyâsının yegâne beslenme kaynağı olarak gördüğü İslâm'a âit ne varsa -bütün müesseseleriyle birlikte- Türkiye'nin içtimâî, siyâsî, iktisâdî, adlî/hukûkî, kültürel sâhalarından ve hattâ eğitim sisteminden bütünüyle tasfiye edildi. 1930'lu yılların sonlarına kadar nisbeten muhâfaza edilen milliyetçilik ideolojisi ise, Millî Şef döneminde Turancılık ithâmına mâruz bırakılarak, yönetim kademeleri nezdinde, zararlı ve suçlu bir ideoloji hâline gelecektir. O günlerden günümüze kadar İslâm’ın ve Türk milliyetçiliğinin devleti yönetenler tarafından idrâk olunuş şeklinde ciddî bir değişikliğin olduğunu söylemek, mümkün değildir.

Osman Turan, milliyetçi, müslüman bir münevver ve âlim olarak, işte böyle bir ortamda, İslâm'a, Türk sosyal ve kültürel hayâtına bir takım sözde aydın çevrelerle birlikte bizzat devleti idâre edenler tarafından yöneltilen yıkıcı ve ifsat edici darbeleri göğüslemek için var gücüyle mücâdele yolunu seçmiştir. Turan, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim müesseselerinden yetişmiş bir insandı; ancak, kendisinin içinde doğup büyüdüğü kültürel ortam ve ciddî târihçiliğin kendisine kazandırdığı sağduyu, onu Cumhûriyet’in Batıcı ideologlarından ve kendilerinde milleti istedikleri kalıba sokma güç ve hakkı gören “toplum mühendisleri”nden farklı bir düşünce dünyâsına ulaştırdı; bu sebeple hayâtını onlarla mücâdeleye adadı. O, hassas olduğu değerlere karşı bizzat devleti idâre edenler ve mevcut düzenin beslemeleri durumundaki -kendi deyimiyle- "tefekkürsüz aydınlar" tarafından takınılan tavrın arkasında, laikliğin Türkiye'ye mahsus uygulanış şekli ile, 1960'ların başlarından îtibâren ülkede bilhassa aydınlar arasında hızla yayılmağa başlayan ve son tahlilde laikliğin söz konusu uygulanış biçimiyle bir noktada buluşan komünizmi görüyordu. Nitekim, onun, bu yazıya kaynaklık eden ve yekûn 1332 sayfa tutan beş eserinde yer alan yazıların hemen hemen hepsinin, laikliğin Türkiye'de uygulanış şeklini ve komünizmin aynı noktada buluşan propaganlarını tenkide hasredildiği görülür. Bu bakımdan, Osman Turan'ın konuyla ilgili düşüncelerini ve dînin Türk cemiyet hayâtındaki rolüne dâir değerlendirmelerini üç ana noktada hulâsa etmek mümkündür:

1- Dînin, kendisini ve çevresini mânâlı bir zemîne oturtmada insana sunduğu imkân ve potansiyel,

2- Bir din olarak İslâm'ın Türk milletinin dününde, bugününde ve geleceğinde oynadığı ve oynayacağı rol,

3- Demokrasinin gereği ve cihan-şümûl insan haklarının ayrılmaz bir parçası olan inanç hürriyetinin teminat altına alınması ve laiklik karşısında dînin durumu.

Ţimdi, yazımızın konusunu oluşturan laiklikle yakından ilgisi bulunan bu üç husûsu, Osman Turan'ın bakış açısından kısaca gözden geçirelim:

1- Din ve İnsan

Hakkında konuştuğumuz ülke Türkiye olduğuna göre, burada üzerinde durulacak dînin İslâm olması da tabiîdir. Osman Turan’a göre din ve İslâmiyet konusu üzerinde uzun uzadıya durmak mümkündür. Ancak, konu, dünkü oturumlardan birinde tanınmış ilim adamımız A. Yaşar Ocak tarafından büyük bir vukufla ele alınıp sunulduğu için, bugün aynı noktaya yeniden dönmeği gereksiz görüyoruz[3]. Dolayısıyla, konumuz îtibâriyle burada şu kadarını vurgulamak yeterli olacaktır:

Osman Turan’a göre, insanoğlu, akıl, muhâkeme, vicdan ve hisleri ile diğer bütün yaratıklardan üstündür; fakat bu üstünlüğüne rağmen, hayat ve kâinât muammâları karşısında yine de âciz kalmış; bu aczile, var olduğu günden beri, “Kādir-i Mutlak bir Allah’ın mevcûdiyetini” kabûl etmek ve ona sığınmak ihtiyacı duymuş; ferdî ve içtimâî saadeti ancak böyle bir inançta bulmuştur. Bu bakımdan din, dünyâda beşeriyetin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ancak, insanın inanma ihtiyâcını ve Allâh’ın varlığı fikrini, münhasıran bilinmeyen karşısında duyulan korkuya bağlamak mümkün değildir. Çünkü, eğer böyle olsaydı, dünyâda gerçekleşen ilmî gelişmelerin seyrine paralel olarak, insanların din ihtiyâcının, dolayısıyla Allâh’ın varlığı fikrinin gitgide zayıflaması gerekirdi. Hâlbuki böyle olmamıştır; Turan’ın ifâdesiyle, Allah “bu şuur âleminden müstakil olarak vardır.” Diğer taraftan, “...devrî buhranlara ve materyalist gelişmelere rağmen Allah fikri ve din ihtiyacı beşeriyetin tekâmülü ile birlikte yükselmiştir.” İlim ile din arasında bir takım çatışmalar görülmüş olmasına rağmen, ilmin gelişmesi, dîni ortadan kaldıramamıştır. Bugün, ilim ile dînin hudutları ayrılmakla birlikte, medeniyet ile din arasında daimî bağlar bulunmuş; insanlığın saadeti medde ve ruh muvâzenesi sâyesinde mümkün olmuş; dinsiz

bir cemiyet ve medeniyet görülmemiştir. Dolayısıyla insanlık, ilmî keşifler bakımdan ne kadar ileri giderse gitsin, teknolojik gelişmeler ne kadar hızlanırsa hızlansın, bütün bunlar insanın metafizik dünyâsını aydınlatmağa yetmemiştir, bundan sonra da yetmeyecektir.

Filhakika tarih ictimâî ve siyasî nizâmın kuruluşunda, ahlâk ve fazîlet duygularının yükselişinde, ilim, edebiyat, hukuk, felsefe ve san’atların gelişmesinde, kültür ve medeniyetlerin teşekkülünde, vatan ve millet duygularının doğuşu ve ilerlemesinde, iktisadî ve ticârî faaliyetlerde ve nihayet günlük hayatın her safhasında din kadar derin bir rol oynamış bir kuvvet ve müesseseye şâhit olmamıştır. Nitekim nerede bir din, bir mezhep ve bir tarikat zuhûr etmiş ise orada mutlaka yeni bir medeniyet ve kültür doğmuş; yeni bir hayat ve dünya görüşü meydana çıkmıştır. Dinler medeniyet yarattığı halde kadîm medeniyetlerin meydana getirdiği bir din görülmemiştir.[4]

Bu satırların tabiî yorumu tek cümleyle şu olabilir: İnsanlar ve onların bir takım şartlar çerçevesinde bir araya gelmesiyle vücut bulan milletler için dîn, “olmazsa olmaz” bir müessese, bir hayat ve medeniyet kaynağıdır.

Osman Turan, yukarıdaki satırlar arasında geçen “madde ve rûh muvâzenesi” ibâresini o kadar sık kullanır ki, bu durum, kendisinin niçin din meselesi üzerinde bu kadar ısrarla durduğunu anlamamızı da kolaylaştırmaktadır.[5] Nitekim, Turan, Türkiye’de yaşanan siyâsî, iktisâdî, içtimâî ve kültürel sıkıntıların temelinde, söz konusu muvâzenenin ruh aleyhine bozulmasını görür. İşte Türkiye'de devlet imkânlarını ve kudretini elinde bulunduranlar, ya bu hakîkati görememişler veya görmek istememişlerdir. Esâsen müşâhede olunan bütün huzursuzluklar da buradan kaynaklanmaktadır.

2- İslâm ve Türk Milleti

Konuyu kısaca hulâsa etmemiz gerekirse, şöyle bir cümleyi rahatlıkla kullanabiliriz: Osman Turan’a göre, İslâm yoksa Türk milleti de yoktur!..

Şu cümlelerini birlikte okuyalım:

İslâmiyetin sarsılması ile Türk milleti gibi Türk milliyetçiliğinin de çöküntüye uğraması mukadder idi. Gerçekten tarih, edebiyat, dil, san’at, mimarî ve folklorumuzun hamurunu teşkil eden İslâmiyet çıkarıldığı takdirde Türk kültürü ve milliyetçiliği ile birlikte Türk milleti de inhilale mahkûmdur. Kültür ve medeniyetlerin teşekkülü ve bekasında dinin vazifesini gören başka bir unsurun mevcut olmadığını tarih ve sosyolojinin meydana koyduğunu hatırlarsak bir îman zaafının şümûlünü daha iyi anlarız.[6]

O, İslâmiyeti, sâdece mükemmel bir din olarak değil, Türk milliyetçiliğinin vazgeçilmez bir kaynağı olarak da görür. Turan için, İslâmsız bir milliyetçilik fazla bir mânâ ifâde etmez. Bu düşünce, şu satırlarda daha açık bir şekilde ifâde edilmiştir:

“...Türk milletinin düşmanları kuru ve muhtevası alınmış bir milliyetçilikten ziyâde, açık-kapalı yollarla, İslâmiyeti yıkmağa çalışıyorlar. Esâsen bu unsurlardan [yâni târih, edebiyat, dil, san’at, kültür, ahlâk, an’ane, folklor] ve İslâmiyetten sıyrılmış bir milliyetçilik de nutuk sahasında kalmağa ve kurumağa mahkûmdur.”[7]

Osman Turan, İslâm’ın ve Türk millî değerlerinin, Batılılaşma adına şuurlu bir şekilde tahrip ve tasfiye edilmesini konu edindiği bir yazısında, aynı fikri şu cümlelerle dile getirir:

Türkiye’de aşağılık duygusuna ve hakikatlere karşı girişilen bu tersine Avrupalılaşma milletimizi kökünden ve her unsuru ile değiştirme gayesini güdüyordu. Bir milletin böyle küllî bir değişikliği yalnız İslâmiyetten ayrılmakla mümkün bulunmaması Türk milletini var eden diğer bütün millî değerlerin de tasfiyesini gerektiriyordu. Nitekim İslâmiyet yanında millî kültür, tarih, edebiyat, san’at musiki, dil, ahlâk ve mefkûre de aynı tahribatın mevzuu olmuştu; ... Böylece şekle aid bir taklîd değil millî ve insanî şahsiyetimizi inkâr ediyor; diğer tabir ile Türklükten ve İslâmiyetten uzaklaşıyorduk. Bu suretle millî ve dinî kıymetleri ile Avrupa’ya karşı kendini kurtaran bir millet ona artık teslim olmanın mücadelesini yapıyor ve marazi “Fenâ fi’l-garb” aşkı ile intihara zorlanıyordu.”[8]

Turan’ın düşüncesine göre, İslâm, Türk milleti için aynı zamanda koruyucu bir kalkan gibidir. Bu anlayış dolayısıyladır ki, o, 1960 ve 1970’lerin Türkiye’sinde, komünizmin bilhassa aydın çevrelerde oldukça revaçta bulunduğu bir sırada, Türk milletini bu ideolojiden korumanın yegâne yolunu, İslâm’a sarılmakta bulmuştu. Ona göre, “Türkiye’de Komünizmin bu derece sür’atle yayılması ve azgınlaşması, başka memleketlerden farklı olarak, iktisadî ve içtimaî şartlardan ziyade manevî buhranın tabiî bir neticesi olmuş; münevverlere aid kültür, ahlâk ve mefkűre sukutu sosyalist moda ve propagandanın, kısa zamanda marazî bir inkişâfına kâfi gelmiştir. Sözde profesör, yazar, hukukçu, san’atkâr, muallim; yüksek memur, siyaset ve devlet adamı bir sürü budalanın yabancı tahriklerin oyuncağı hâline gelmesi sukutun derecesini gösterir.”[9]

Bu sukûtun temelinde ise, Türkiye’de insanların din konusunda câhil bırakılması, din eğitimi verecek bütün müesseselerin laiklik adına ortadan kaldırılmış olması keyfiyeti yatmaktadır. Osman Turan’a göre, Türkiye’de komünizmin bu derece taraftar toplamasına, iddiâ edildiği gibi, iktisâdî sıkıntılar değil, mânevî buhran ve ahlâkî zaaf zemin hazırlamıştır; böyle bir durumun oluşmasının gerisinde ise “inkılâpların manevî kıymetler nizamında husûle getirdiği sarsıntı” bulunmaktadır:

... yurdumuzda dinî müesseselerin tamamiyle yıkılmış ve yeni nesillerin dinî tahsil ve terbiyeden mahrum bırakılmış olması; inkılâpların manevî kıymetler nizamında husule getirdiği sarsıntı; ve nihayet Maarif ve Üniversitelerin sağlam bir aydın kütle yetiştirme kudretinde bulunmaması, aslında, çok kuvvetli ve âhenkli bir içtimaî bünyeye tevârüs eden Türkiye’yi, çok hassas bir duruma düşürmüştür. ... Esâsen mânevî âmillerin ehemmiyetini unutarak, komünizmi, sadece, iktisadî tezad ve huzursuzluklara bağlamak da bizzat tarihî materyalizme saplanmaktan veya bilerek - bilmeyerek muhakemeyi Marxizm’in çarklarına kaptırmaktan başka bir mâna ifade etmez.[10]

“... Filhakika bir milletin varlığını temellendiren manevî kıymetler nizamında bir sarsıntı vücuda getirdikten ve ona karşı gereken ciddî tedbirleri almadıktan sonra, bu sarsıntı ile muvazi olarak, materyalizme müsait bir vasatın husule gelmesi mukadder idi. Din ve medeniyet gibi köklü istihaleleri müteakip cemiyetlerin bünyelerinde şiddetli buhranların doğduğuna ve bu sebeple de milletlerin yükseldiğine veya inhilâle uğradığına dair tarih ve sosyolojinin bol misâlleri hatırlanırsa bugün Türkiye’de yaşadığımız içtimaî ve siyasî çöküntülerin kaynağını bulmakta güçlük çekilmez.[11]

Görüldüğü üzere, merhum Osman Turan, Türkiye’de İslâm’ın lâyıkı veçhile tedris, tahsil ve yaşanması ile, Türk milletinin geleceği arasında doğrudan bir irtibat kurmaktadır. Onun, aşağıda ayrı başlık altında anahatlarıyla ele alınacak olan, laikliğin Türkiye’de uygulanış şekline îtirâzını etkileyen sâik de, esâs îtibâriyle, bizâtihî İslâm’ın yüceliğine ve diğer dinlere üstünlüğüne olan inancı kadar, onunla Türk milletinin istiklâli ve istikbâli arasında kurmuş olduğu bu bağ olmalıdır.

3- Din ve Laiklik

Osman Turan’ın, şu veya bu şekilde laiklik konusuna temas ettiği yekûn 1332 sayfa tutan beş eserini tetkik etmemize rağmen, kendisinin münhasıran laiklik mefhumunun etraflı bir târifini yaptığını tesbit edemedik. Fakat, bâzı kısa ifâde ve ibârelerden hareketle, onun laiklikten ne anladığını belirlemek mümkün olabilmektedir. Turan’ın bu çerçevede kullandığı ibârelerden şu cümlecik ve ifâdeler sık sık karşımıza çıkar: “... lâik düşünce yâni vicdan hürriyetine saygı zihniyeti...”, “...Allah’ın hakkını Allah’a, Kayser’in hakkını Kayser’e bırakmak, yâni din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak prensibi...[12], “Avrupa’da, lâikliğin ne gibi tarihî şart ve zaruretlerle vücut bulduğu...; Türkiye’de ise böyle bir durumun mevcut olmadığı..., din ve vicdan hürriyetine karşı ciddî bir engel ve şikâyet mevzuu bulmadığı...[13], “...Türkiye’de, Avrupa’da olduğu gibi, ne din ve mezhepler arası bir mücadeleye son vermek maksadıyla lâyikliğin meydana çıktığı... ve ne de milletimizin ilerlemesine engel ciddî bir taassubun mevcudiyeti ...[14], “...Avrupa’nın tarihî ve içtimaî şart ve zaruretleri icabı vücut bulan, bir çok müesseseleri gibi, lâikliğin de oraya mahsus bir tekâmül olduğu..., Türkiye’de ne din ve vicdan hürriyeti ve ne de hukukî bir serbesti bakımından böyle bir ihtiyacın mevcut olmadığı...”[15], “Nitekim onun kabulünden sonra da devlet din işleriyle alâkasını kesmemiş...”, “... halk arasında laîklik, hâlâ din düşmanlığı mânasında anlaşılmaktadır ki tatbikat böyle bir mânanın verilmesini mazur kılmaktadır.[16] Hükûmetin “... mekteplere din derslerini koyması, vicdan hürriyetini teminden başka bir mânâya gelmeyen, lâyıklık prensibine asla aykırı olmadığı halde, ...[17]; “... lâiklik elden gidiyor yaygaraları ile de din ve ahlâka, lâikliğe aykırı olarak, saldırı...”[18]; “... demokratik ve lâik bir hak olarak, milletin dinî ihtiyaçlarını görmek ...[19] ve benzeri daha bir çok ifâde ve ibâre...

Onun, laikliğin Avrupa’daki târihî tekâmülünü anlatmak için yazdığı şu satırlar da, bu açıdan dikkat çekicidir:

Böylece lâik zihniyet ve hukuk sayesinde, başkalarına saygı göstermek şartıyla, her din ve inanç müstakilen inkişaf imkânını bulmuş; insanlara inanma, ibadet ve âyinleri icrada, her türlü dinî teşkilât, tesisat ve neşriyatta hürriyet tanınmış, dindarın dinsize, dinsizin de mukaddesata tecavüzü önlenmiştir.[20]

Bu cümleler, kendisinin laiklikten ne anladığını ana hatlarıyla ortaya koymaktadır: Osman Turan'a göre, laiklik, din ve vicdan hürriyetidir; düşünce, yâni vicdan hürriyetine saygıdır; insanların kendi inançlarını başkalarına dayatmaması, birbirlerinin inançlarına ve fikirlerine saygı göstermesidir... Onun, muhtelif çalışmalarında farklı üslup ve ifâdelerle temâs ettiği gerçek laiklikle ilgili düşüncelerini en iyi ortaya koymak bakımından, -sırf ibâdet hürriyetinin yeterli olmadığını anlatırken yazmış olduğu- şu satırlar fevkalâde açıklayıcıdır:

İnanma ve ibâdet hak ve hürriyetleri üzerinde daha başka türlü müdahalelerin icrası kabil olmamakla beraber, bu hususlarda hiç bir menfi te’sir ve baskı vuku bulmamış olsa bile, hakikî mânasıyla lâikliğin sadece bununla mümkün olacağı elbette iddia edilemez. Zira lâikliğin yâni vicdan hürriyetinin mevcudiyeti için; 1) inanma, ibadet ve âyînden başka daha bir çok hak ve hürriyetlere saygı gösterilmesi ve imkân bahşedilmesi şarttır. Filhakika; 2) Tahsil ve terbiye; 3) Dinî neşriyat (kitap, gazete, radyo, konferans); 4) Her seviyede dinî mektep (orta ve yüksek derecede); 5) Din ilimlerini tedkik ve araştırma müesseseleri; 6) Dinî teşkilât ve cemiyet kurma hak ve hürriyetleri mevcut olmayan bir memlekette lâiklikten bahsetmek imkânsızdır. Türkiye’de lâikliğin kabulünden demokratik hakların tanınması tarihine kadar, bu hürriyetlerden hiçbiri mevcut olma”mıştır.[21]; “Avrupa’dan aldığımız lâiklik, oradaki anlayıştan farklı olarak din hürriyeti değil ama aykırı bir mânâda tatbik edilmiş”tir.”[22]

Bu satırlar, felsefî bakımdan laikliğin târifi olmamakla birlikte, kendisini laik olarak tavsif eden bir memlekette, din sâhasında insanların hangi haklardan faydalanması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koyması bakımından, fevkalâde mühimdir. O, bizâtihî işin felsefesi ile ilgilenmek yerine, gözlerini pratiğe çevirmekte, insanların neleri yapıp neleri yapamadıklarına bakarak hükmünü vermektedir. Ona göre, bugün de çeşitli çevrelerce ifâde ve iddiâ edildiği üzere, bu ülkede kimsenin câmie gidişine karışılmadığı veya câmilerin ardına kadar açık olduğu, dolayısıyla insanların inançları yüzünden tâkibâta uğramadıkları argümanları, kesinlikle tatmin edici değildir. Zîrâ, bir ülkenin gerçek mânâda laik olabilmesi için, din konusunda bu kadarcık hürriyet yeterli olamaz. Böyle bir iddiânın iknâ edici olabilmesi için, insanların, dinlerini kemâliyle öğrenmelerine, çocuklarını kendi inançları istikāmetinde terbiye etmelerine; dinlerinin gereklerini kendileri gibi düşünen ve inananlara öğretebilmek için kitap, gazete, radyo, konferans ve benzeri yollar da dâhil, her türlü basın ve yayın imkânlarından faydalanabilmelerine fırsat verilmeli, buna ortam hazırlanmalıdır. İnsanlar, dînî tahsil görebilecekleri her seviyeden eğitim müesseselerine sâhip olmalıdırlar; hattâ, meselâ Türkiye gibi yüzyıllarca İslâm’ın müdâfii olmuş bir ülke, dînî ilimlerin merkezi olabilmeli, burada söz konusu ilimlerin tedkik ve araştırıldığı müesseseler bulunmalı, insanlar mensubu oldukları dînin ilimlerini üst seviyede tahsil edebilmek için, yabancı memleketlere gitme ihtiyâcı duymamalıdırlar. Kezâ, şâyet Türkiye kendisini laik bir ülke olarak görüyorsa, bunlar da yeterli değildir. İnsanlar, bunların yanı sıra dînî teşkilât ve cemiyet kurma hak ve hürriyetlerine de sâhip olmalıdırlar; aksi takdirde hakîkî laiklikten söz etmek mümkün değildir. Osman Turan’a göre, Türkiye’de laikliğin kabûlünden demokratik hakların tanındığı târihe, yâni 1950’lere kadar bu hürriyetlerden hiçbiri mevcut olmamıştır. 1950’den sonra bu sâhada müşâhede olunan gelişmeler ise, Türkiye’yi gerçek mânâda laik veya laikliğe saygılı bir ülke olarak görmeğe yeterli değildir. Onun, ölümüne kadar konuyla ilgili yazmış olduğu bütün yazılar, kendisinin Türkiye’de uygulanan laikliği gerçek bir laiklik olarak görmediğini ortaya koymaktadır. O, “... halk arasında laiklik, hâlâ din düşmanlığı mânasında anlaşılmaktadır ki tatbikat böyle bir mânanın verilmesini mazur kılmaktadır.[23] derken, geniş bir halk tabakasının düşüncelerine tercüman olur.

O, bugün de olduğu gibi, laiklik adına Türkiye’de bir terör estirildiğinden emindir. Turan’a göre, öyle zamanlar olmuştur ki, bu ülkede insanlar dindar gözükmekten utanır veya eziklik duyar hâle getirilmiştir. Din ve dindar aleyhine yürütülen propagandaları ele aldığı bir yazısında yer alan şu satırlar, bu açıdan dikkat çekicidir:

Türkiye’de Lâikliğin de artık tam bir din düşmanlığına inkılâb etmesi, dindarlığın gerilik ve yobazlık, dinsizliğin de ilerilik mânasına gelmesi girişilen propagandaların nasıl geliştiğini gösterir. Böylece artık yüksek sosyetede dindar kalmak veya gözükmek bir cesaret meselesi oldu. Hattâ bazı zayıf dindarlar mevki ve menfaatlerinin kurbanı olarak, içki ve balo modasına kapılıp hüviyet tebdili yaptılar; ileri ve modern insan oldular![24]

Osman Turan, “Umumiyetle diktatörlük devrinin din aleyhtarı siyasetini, ideal bir lâyiklik tatbikatı olarak, müdafaa eden...”lere[25] şiddetle karşı çıkar. Burada ifâde olunan “diktatörlük devri”, 1950 öncesidir. Aynı dönemin, bâzı kesimlerce günümüzde de ideal bir dönem, Türkiye Cumhûriyet’inin âdetâ “asr-ı saadeti^” olarak görüldüğünü hatırlatmak gerekir. Turan’a göre, “Türkiye’de, lâiklik adı altında, bir İslâm düşmanlığı faaliyeti vardır ve bu münasebetle de ilim, kültür, îman ve ahlâk ciddî tahribata uğratılmış; dinsiz ve din aleyhtarı bir nesil yetişmiş”tir. 1950 öncesinin jakoben laikliğinin tahakkümü, ancak, 1950’den sonra, o da sınırlı ölçüde kırılabilmiştir. Turan’ın ifâdesiyle “millî irâdenin tecelli etmesi netîcesinde “lâikliğin din aleyhtarı tatbikatına” Menderes iktidârının ilk yıllarında son verilebilmiştir.[26] Ancak, bu durum nisbî ve geçici olacaktır.

Türkiye’de dün olduğu gibi, bugün de hızından hiç bir şey kaybetmeyen suçlamalar cümlesinden olan, dînin ve dindarların, rejim ve dindar olmayanlar için bir tehlike oluşturduğu iddiâları, merhum Osman Turan açısından gülünç iddiâlardır. Çünkü, Türkiye’de İslâm’a ve dindarlara yönelik menfî tavırlar ve uygulamalar göz önüne getirildiğinde, böyle bir ihtimâlden söz etmek hakîkati gizlemek olur. Zîrâ, ona göre, Türkiye’de “asıl huzursuzluğun, temsilcileri ezilmiş ve zayıflamış dinin siyâsete değil, siyâsetin dine müdahale ve baskılarından geldiği malûmdur.”[27] Nitekim, Türkiye'de bugün din devlete ve rejime değil, devlet ve rejim dîne tahakküm etmektedir; bunun en bâriz delîli de, din işlerinden sorumlu olmak üzere kurulmuş bulunan Diyânet İşleri Başkanlığı'nın, devletin ve daha dramatik olanı, siyâsetçilerin güdümünde olmasıdır.

Osman Turan, sürekli şikâyet ve tenkit ettiği dönemde, dînin âdetâ unutulmağa terk edilmesini, İslâm’ın bugünün Türkiye’sinde cârî şeklinin çeşitli hurâfelerle mâlul olmasının sebepleri arasında, mühim bir faktör olarak görür: Ona göre,“... bugünkü Türkiye’de kendi kültür kaynaklarından ve tenvir imkânlarından mahrum kalmış bulunan İslâmiyetin, inkılâptan öncesine nazaran, daha geri, daha daralmış bir şekil almış olması ve medenileşmek dâvâsında bulunan bir milletin seviyesiyle münasip olarak gelişecek yerde, âdetâ iptidaî kavimlerin dini seviyesine düşecek bir istikamete yönelmesi cemiyet hayatında ciddî bir muvazenesizlik âmili olmuştur.”[28]

O, Türkiye’de laiklik vesîlesiyle dîne ve dindarlara yönelik baskıların, münhasıran İslâm ve Müslümanlar için söz konusu olduğu inancındadır: “Türkiye’de lâikliğin din aleyhtarı anlayış ve tatbikatı sâdece İslâmiyet üzerinde cereyan” etti diyen[29] Osman Turan, “Türkiye’de, lâik[lik] adı altında, bir İslâm düşmanlığı faaliyeti[30] sürdürüldüğünü ileri sürer ve “Garipdir ki Müslüman Türkler kendi memleketlerinde böyle bir âkıbete mahkûm edilirken Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi akalliyetler tam bir hürriyet içinde, dinî tahsil ve kültürlerini geliştirmek için her türlü müessese ve imkânlara sâhip bulunuyorlardı.”[31] diye yakınır.

Osman Turan’ın -yanlış uygulama dolayısıyla- Müslüman Türk milleti için son derece zararlı netîceler doğurduğunu düşündüğü laiklikten, devleti idâre edenler veya iktidar gücünü ellerinde bulunduranlar ne beklemekte idiler? Diğer bir deyişle, laikliğin Türkiye’ye ne kazandıracağı umulmuştur?

Bu konuda Turan’ın düşüncesi şudur: “... Türkiye’de lâyiklik, Avrupalılaşma hamlelerine hız vermek maksadıyla meydana çıkmış bir mefhum olarak gözükmektedir.[32] Türkiye’de iktidar sâhipleri, laiklik vâsıtasıyla Avrupalılaşabileceğimizi, böylece târihî geri kalmışlığımızdan kurtulabileceğimizi, çağdaş bir ülke ve millet olabileceğimizi zannetmişler; mensup olduğumuz târihten ve kültürden, deyim yerinde ise, utanmışlardır. Ona göre, “Türkiye’de aşağılık duygusuna ve hakîkatlere karşı girişilen bu tersine Avrupalılaşma milletimizi kökünden ve her unsuru ile değiştirme gâyesini güdüyordu.[33] Dolayısıyla, bu konuda en büyük engel olarak İslâm görüldü ve ona karşı bir tür savaş açıldı: “İslâmiyete karşı girişilen bu mücadele onun medeniyete ve Avrupalılaşmaya engel olduğu iddiasına dayanıyordu. Zirâ bu sakat düşünceye göre İslâmiyet hür düşünceye müsâid değildir; taassup ve irticaa sebep olmakta ve bu sebeple de müslüman memleketler perişan bir durumda bulunmaktadır.[34] Öyleyse, İslâmiyeti kültür hayâtımızdan olduğu kadar sosyal hayâtımızdan da bütünüyle tasfiye etmek gerekmektedir: “Nitekim Rusya’da din düşmanlığı nasıl Komünizmin temel akidesi ise, Türkiye’de hüküm süren garip bir Avrupalılaşma hevesi de öylece İslâm aleyhtarlığına dayanmıştır.”[35] Bu düşmanlık ise, ifâdesini, yanlış tatbik edilen laiklikte bulmuştur. Türkiye’ye mahsus bu tatbikat, Türk demokrasisinin önündeki en büyük engellerden biridir: “Avrupa’dan aldığımız lâiklik, oradaki anlayıştan farklı olarak din hürriyeti değil ama aykırı bir mânâda tatbik edilmiş, millî mefkure ve demokrasimizin karşılaştığı zorluğun esası da buradan gelmiştir.[36] Esâsen “Türkiye’de lâikliğin, Avrupa’da olduğu gibi, bir takım tarihî, içtimaî ve dinî şart ve zaruretlerin icabı doğmadığı” da târihî bir hakîkattir.[37]

 “Gerçekten muhakemesi ve mefkûresi bozuk, mânevî değerleri ve şahsiyetini kaybetmiş ve kökünden kopmuş bir aydınlar zümresi Avrupalılaşacağı zan ve iddiası ile millî kültür ve an’anelerini, din ve mukaddesatını tahribe girişmiştir. Hattâ bu davranışın ilmî, millî ve insanî esaslara aykırı ve bizzat Avrupa medeniyetine zıt olduğunu anlayamamış; yeni ve tehlikeli bir taassubun kurbanı olmuştur.[38]

Dolayısıyla, Türkiye’ye mahsus bu yanlış laiklik anlayışı, milletin arzûsunun aksine bir istikāmet tutturmuş ve ülkede İslâm’ın öğrenilebileceği bütün kanalları kapatma yoluna gitmiştir. Ona göre, “Dinî ilim ve kültürün kaynağı olan müesseselerin kapatılması, şüphesiz, din aleyhtarı tatbikattan husule gelen mânevî sarsıntının en mühimini teşkil etmiştir. Bu sebeple, meselâ Cumhûriyet’in ilk yıllarında “İmam-hatip mektepleri ile İlâhiyat fakültesinin, talebesizlik yüzünden, kapandığına dair resmî ... iddia, “özrün kabahatten büyük” olduğu hakkındaki ... halk tâbirine güzel bir tarihî örnek teşkil eder.” Oysa, “Gerçekten din tahsili yalnız itikad ve ibadet için değil, Türk milletine mensup bir münevver olabilmek için de zarurî idi.[39] Zîrâ, “Türklük ve millî kültür İslâmiyet ile öyle mezc ve hamur olmuştur ki, umumî bir din bilgisi vermeden sağlam bir Türk kültürüne sahip olmak ve ciddî bir Türk münevveri yetiştirmek imkânsızdır.”[40]

Osman Turan, sırf laiklik endîşesiyle sık sık gündeme gelen ve elli yıla yakın bir süredir yılan hikâyesine dönen irticâ yuvası ithamlarına mâruz kalan İmam-Hatip mektepleri ile ilgili olarak, bir Maarif Vekili’nin bu mektepler aleyhindeki beyânı dolayısıyla daha 1960’lı yıllarda şunları yazmıştı: “Lâkin Vekilin bu ifade ile İmam-Hatip mekteplerini kasdeylediği ve bu müesseseler münâsebetiyle Türkiye’nin karanlık bir istikbale namzed olduğu kehânetini ilân eylediği ilâve ve rivayet edilmiştir. ... kendi idare ve himayesinde bulunan ilmî programlara göre çalışan bu müesseselere karşı böyle bir feryadın çıkması ve hayalî bir tehlike isnadı onların başındaki Vekile ait olamaz ve dünyada da misline rastlanamaz. ... Türkiye’de mevcut kültür ve maarif buhranına rağmen İmam-Hatip mekteplerinin, muadillerinden daha sağlam ve sıhhatli bir hüviyet arzettikleri ... âşikârdır. ... bir yandan müsbet ilimlerle, bir yandan İslâmiyet ve Türk kültürü ile cihazlanan İmam-Hatip mezunlarının bir endişe değil, bir ümit âmili olacakları, yanlış bir siyasetin kurbanı olan Maarifte ve kültürümüzdeki ağır sükuttan masun ve ona karşı bir emniyet unsuru teşkil edecekleri âşikârdır.”[41]

Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, son yıllardaki tartışmalar düşünülecek olursa, aynı konuda hiç bir mesâfe kat’ edilmediği netîcesine varılabilir. Bu durum, açıkça ifâde etmek gerekirse, istikbâle yönelik demokratik ve insan haklarına saygılı bir Türkiye beklentilerini, neredeyse bütünüyle çıkmaza sokacak niteliktedir.

Onun çalışmalarında karşımıza çıkan, çeşitli vesîlelerle zikretmek veya hatırlatmak ihtiyâcı duyduğu gerçek laikliğe aykırı bilfiil yaşanmış uygulamalarla ilgili pasajların alt alta dizilmesi bile, müstakil bir eser oluşturacak kadar çok olmakla birlikte, sözü daha fazla uzatmamak için, umûmî vaziyeti ortaya koyması bakımından, sâdece şu bir kaç paragrafı gözden geçirmek bile yeterli olacaktır:

 “Filhakika, itikad, ibâdet ve mukaddesatın itibarını kıran, dinî ananeleri ve din adamlarını istihza mevzuu yapan, irtica’ ve gerilik âmili sayan telkin ve propagandaları, ve hattâ bazan da dindarların resmî mevkilerde yükselmesini önleyen hâdiseleri bir tarafa bıraksak dahi, ibâdet hakkına bile her zaman saygı gösterildiğini iddia etmek imkânsızdır. Nitekim bu gibi müdahale ve yasaklara müsaid olan yerlerde dinî baskıların daima mevcut olduğu herkesçe bilinen hakikatlardır. Meselâ orduda ve yatılı mekteplerde ilerilik vehim ve telkini ile memleket çocuklarının oruç tutmalarına ve namaz kılmalarına müşkilât çıkarılmış; ciddî bir sebep olmaksızın ve sadece Avrupalı gözükmek hevesiyle, hatta tatili pazar gününe nakletmek suretiyle memur ve müstahdemlerin Cuma ibadeti de imkânsız bir hale sokulmuştur. Vatandaşın hac farîzası da bu yasaklar meyanında men’ edilmişti.

Dinsizlik moda ve propagandası içki içmeyi bile ilerilik alâmeti saymış; birçok eski zevat ve memurlar da mevkilerini korumak ve yükselmek, ve yahud da sırf taassup, gerilik ithamından kurtulmak ve modaya kapılmak endişesiyle bir takım yeni itiyadlara kurban gitmiştir. Bunun gibi ordunun dinî ihtiyaçlarını görmek ve askerlerin muharebede maneviyatlarını yükseltmek, ölüm karşısında da kendilerine son ümid ve teselliyi vermek için lüzumu âşikâr olan tabur imamları ve alay müftüleri de, din aleyhtarı bir tatbikatla, bertaraf edilmiş; bunun lâikliğin ve ileriliğin bir icabı olmadığı da Kore harbinde müttefiklerin (tabiî lâik olanlar da dahil), sefere din adamlarıyla birlikte iştirak ettikleri ve galiba bize de bu ihtiyacı hatırlattıkları zaman anlaşılmıştır. İçtimaî yardım ve hayır duygularının inkişafı ve teşkilâtlanması bakımından hiçbir millete nasib olmayan dinî vakıfların ilgası, din adamlarının manen olduğu gibi maddeten de sefil bir duruma düşürülmesi ve nihayet bir çok câmiin, şu veya bu sebeple, ibadet harici bırakılması; mekteplerde İslâmiyet aleyhtarı bazı ders ve telkinler de unutulması câiz olmayan faaliyetler idi.”[42]

...Laiklik adına dine ve dindarlara karşı şiddetli takibat yapılıyor; maddî sefâleti mânevisi tamamlıyordu. Komşu çocuğuna, Allah rızâsı için, biraz din dersi veren ihtiyarlar jandarma dipçiği altında hapishaneyi boyluyorlardı.[43]

Bu paragraflarda dile getirilen şikâyet konularını açmağa, îzâha veya yorumlamağa gerek olmadığını sanıyoruz. Zîrâ, aynı sıkıntılar, bugün hafifleyeceği yerde, olacağı ağırlığı ile milletimizi bunaltmakta, bu bakımdan ülke âdeta bir kaos içerisinde bulunmaktadır.

Burada son olarak bir iki husûsun daha altının çizilmesinde fayda vardır: Osman Turan, gerçek laikliğe kat'iyyetle karşı değildi. Onun sürekli şikâyet ettiği husûs, laiklik adına, Türkiye sahneye konulan ve bir çeşit zulüm olan, insan haklarına ve demokrasiye aykırı uygulamalardır. Nitekim, şu satırlar, kendisinin laik bir devleti nasıl görmek istediğini ortaya koymaktadır:

"Din ne kadar kudsî bir müessese ve beşeriyet tarihinde ne derece büyük bir rol sahibi ise medeniyetin eriştiği lâik zihniyet veya vicdan hürriyeti mefhumu da öylece ileri ve insanî bir gayeye uygundur. Bu sayede din ve mezhepler ile dindar ve dinsizler arasında zulüm ve mücadeleler durdurulmakta ve başkalarının din, mezhep ve inançlarına saygı göstermek şartıyla her akide kendi yaşama ve gelişme imkânına kavuşmaktadır. Devlet artık din ve mezhepler arasındaki çatışmalarda bir tarafı veya ekseriyeti tutmaktan vazgeçerek içtimaî veya ferdî inançlar arasında hakem vazifesini görmekte, mücadeleleri önlemekte ve böylece vicdan hürriyetini korumak vazifesini deruhte etmiş bulunmaktadır."[44]

Bu satırlar laikliğin Batı'da oluşum sürecinin sonunda ortaya çıkan ve Osman Turan’ın da olumlu baktığı nihâî durumu ifâde etmektedir. Esâsen, kendisinin sık sık işâret ettiği üzere, târihî şartlar bakımından Türkiye, Batı’dan tamâmen farklı idi; Türk târihinde dinler ve mezhepler arası kavgalara rastlanmamıştı. Böyle düşünülebilecek bir takım târihî hâdiselerin altında ise, esas îtibâriyle din değil, siyâset yatmakta idi.[45] Dolayısıyla, laiklik Türkiye’nin gündemine daha başlangıçta “tarih ve sosyolojiye aykırı bir Avrupalılaşma hareketine karşı tabiî bir şekilde mevcut olan bir mukavemeti kırmak maksadıyla sun’î olarak girmişti. Fakat, artık olan olmuştur; ona göre, bu noktadan sonra yapılması gereken şey, “taassubu yıkmak” iddiâsıyla “din aleyhtarı tatbikat”tan vazgeçmek; mâsum “dinî ve millî mukavemeti” hatalı bir şekilde “taassup” olarak görmemektir. Bilmek gerekir ki, “din aleyhtarlığı ile hürriyet” bir arada bulunamaz; bu yanlış laiklik anlayışı bizzat demokrasinin inkişâfını da kösteklemektedir. [46]

Kezâ, “Kanunî yasaklara rağmen maneviyat iştirakiyle halkı celp eden bu temayülleri irtica ve taassupla karıştırmamalıdır. Fakat dinî bilgileri, kuvvetli şahsiyeti ve siyasî kabiliyeti yerinde bulunanların bu havayı irtica istikametinde istismar etmesi ihtimali mevcuttur. Bu vaziyete karşı ve irticaın meydana çıkacağı korkusu ile milletin mukadderatıyla oynamağa, onun insanî, millî ve demokratik haklarına tecavüze kimsenin hakkı yoktur. Hele politik, ideolojik maksat ve temayülleri dolayısıyla irtica bahane ve taktiği altında milletin vicdanına tasalluta, manevî kıymetlerini yıkmağa, yani dini, din aleyhinde istismara da asla müsaade edilemez. Yalnız bugün karşımıza çıkan meseleleri değil madde ve ruh arasındaki ezelî mücadeleyi, sağlam fert ve cemiyetler için zarurî olan muvazene haline sokabilmek maksadıyla, dinî müesseselerin bir an önce, zamana ve milletin ihtiyaçlarına uygun olarak, kurulması ve teşkilatlandırılması lâzımdır. İrtica, taassup ve hurafelerle hakikî dini ve din duygusunu birbirinden ayırarak ne dini baskı altında bulundurmak ve ne de sadece onunla bağlı bulunan bu tezahürlere karşı maddî kuvvet kullanmak değil, tek çare dinî kültür ve bilgileri yükseltmektir.[47]

Âdetâ bugünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu manzarayı ortaya koyan şu satırlardan sonra ne söylenebilir!?... Burada ortaya konan sağduyuyu, bugünün Türkiye’sini idâre edenlerden ve kendilerini “toplum mühendisi” olarak gören sözde aydınlardan ve mâlum çevrelerden beklemek mümkün müdür? Bu soruya bir cevap aramak yerine, şu son günlerde öteden beri âşinâsı olduğumuz gerekçelerle sürdürülen “cadı avı”nı hatırlatmak gâliba en doğrusu olacaktır.

_________

* 15-16 Mayıs 1998 târihleri arasında Ankara’da düzenlenen “Ölümünün 20. Yılı Münâsebetiyle Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı”na tebliğ olarak sunulmuş ve şurada yayımlanmıştır: Prof. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı (Ankara, 15-16 Mayıs 1998), Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara 1998, s. 141-159. Aynı yazı için ayrıca bkz. Türk Kültürü, Sayı 432 (Nisan 1999), s. 201-209.

[1] Söz konusu kelimenin etimolojik tahlil ve değerlendirmesi ile, bir mefhum olarak târihî tekâmülü hakkında fikir edinmek için bkz. Fehmi Baykan, “Demokrasi, Laiklik ve Teokrasi, (Şeriatçılık) Üzerine Bir Derkenar”, Türkiye Günlüğü, Sayı 46 (Yaz, 1997), s. 9-40.

[2] Osman Turan’ın laiklik konusunu ele aldığı, şu veya bu şekilde konuya temas ettiği başlıca eserleri şunlardır: Türkiye’de Mânevî Buhran, Din ve Laiklik (İstanbul, 1978 -ilk baskı 1964-; Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, 3. baskı -ilk baskı 1964-; Türkiye’de Siyâsî Buhranın Kaynakları, 2. baskı, İstanbul 1979 -ilk baskı 1969-; Tarihî Akışı İçinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1980; Vatan’da Gurbet, İstanbul 1980. Bu eserlerin defalarca basıldıklarını belirtelim.

[3] Ocak’ın bu yazısı için bkz. “Osman Turan’a Göre Din ve İslâmiyet”, Prof. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı (Ankara, 15-16 Mayıs 1998), Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara 1998, s. 87-94.

[4] Din ve Medeniyet, s. 9-10.

[5] Meselâ bkz. A.g.e., s. 11,14,-16, 30,33; Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 98, 212, 241, 259, 269-270; Din ve Laiklik., s. 21-24, 38-39, 49.

[6] Komünizmin Kaynakları, s. 41-42.

[7] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 173.

[8] A.g.e., s. 270.

[9] Komünizmin Kaynakları, s. 5.

[10] A.g.e., s. 12-13.

[11] A.g.e., s., 14-15.

[12] Bkz. Din ve Laiklik, s. 51;

[13] A.g.e., s. 66, 78.

[14] A.g.e., s. 69.

[15] A.g.e., s. 72., 75, 77, 79

[16] A.g.e., s. 73.

[17] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 99-100.

[18] A.g.e., s. 129.

[19]A.g.e., s. 172

[20] Din ve Laiklik., s. 53.

[21] A.g.e., s. 81-82.

[22] Komünizmin Kaynakları, s. 93.

[23] Din ve Laiklik., s. 73.

[24] Komünizmin Kaynakları, s. 20-21.

[25] Din ve Laiklik., s. 54.

[26] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 171.

[27]A.g.e., s. 231.

[28] A.g.e., s. 97.

[29] A.g.e., s. 230.

[30] A.g.e., s. 171.

[31] Din ve Laiklik., s. 85.

[32] A.g.e., s. 64.

[33] A.g.e., s.270.

[34] A.g.e., s. 269.

[35] A.g.e., s. 268.

[36] Komünizmin Kaynakları, s. 93.

[37] Din ve Laiklik., s. 78.

[38] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 77; ayrıca bkz. s. 78, 79.

[39] Din ve Laiklik., s. 83-85..

[40] A.g.e., s. 232.

[41]A.g.e., s. 232-233.

[42] A.g.e., s. 80-81.

[43] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 300; laikliğin din aleyhtarı tatbikātına dâir daha fazla örnek için bkz. Din ve Laiklik., s. 79-105.

[44] A.g.e., s. 52.

[45] A.g.e., s. 63, 79.

[46] A.g.e., s. 104-105.

[47] Siyasî Buhranın Kaynakları, s. 97-98.