Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-25                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI DEVLETİNDE "MESLEKÎ VE TEKNİK EĞİTİM" ÇERÇEVESİNDE AHİLİK*

 

1999 yılının, Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümü olarak kabul edilerek, bu çerçevede bütün Türkiye'de çeşitli anma toplantılarıyla, bu devletin muhtelif yönlerden tedkîke konu edilmesi, kanaatimizce fevkalâde faydalı olmaktadır. Çünkü, şimdiye muhtelif spekülasyonlara konu edilen bu devletin çeşitli yönleri, söz konusu toplantılarda, ilim adamları tarafından aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Gerçi, 1999 yılı içerisinde, bugüne kadar gerçekleştirilen ve yıl sonuna kadar da çokça gerçekleştirileceği anlaşılan toplantıların bir çoğunun, yasak savma kabîlinden olduğu görülüyor. Çünkü, "700. yıl konusu", bizzat devletin en üst kademelerince sâhiplenildi. Bu sebeple, çeşitli kuruluşlarca konuyla ilgili olarak 'bir program gerçekleştirmiş olmak' kabîlinden yapılan toplantılarda, Osmanlı devleti, çoğu zaman, ya hamâsî duygularla ele alınmakta, ya da söz konusu toplantıların programları çok kısa süreler içerisinde hazırlanıp gerçekleştirildiği için, toplantı konusu olarak belirlenen meseleler, uzun süre ve çalışma gerektiren ciddî tedkiklere imkân ve fırsat bulunamadan, hulâsa kabîlinden ele alınmakta; bu yüzden de bugüne kadar bilinenlere çok fazla şey ilâve edilememektedir.

Bu tür toplantıların çok daha ciddî ve geniş çerçeveli programlarla gerçekleştirilmesi temennîsini dile getirdikten sonra, konuşmamızın konusuna geçebiliriz.

Konuşmamız, ahîlik konusuna tahsis edilmiştir. Ahîlik, XVII. yüzyıla kadar Osmanlı dönemindeki esnaf teşkilâtlarının umûmî adı olarak görülmektedir. Bu yüzyıldan sonra ise, aynı teşkilâtların ilkeleri, ideolojileri ve devletle münâsebetleri değişmeden, hattâ mevcut yapıda hiç bir değişiklik söz konusu olmadan, isim olarak lonca kelimesi öne çıkacak, bu durum XIX. yüzyılın sonlarına kadar devam edecektir. Biz, bu konuşmamızda, ahîlik konusunu ve bu müessese bünyesinde cereyan eden meslekî ve teknik eğitim meselesini ana hatlarıyla ele alıp, umûmî bir değerlendirmede bulunacağız.

Meseleyi muhtelif cihetlerden ve farklı bakış açılarıyla ele almak ve incelemek mümkündür. Ancak, biz, konuya girmeden önce, kendi kendimize bâzı sorular sorup, bunların cevaplarını bulmaya çalışmak istiyoruz:

Ahîlik nedir? Bu kelimeyle birlikte karşımıza çıkan fütüvvet nedir? Nasıl bir ideolojiden beslenirler? Ahîliğin menşe'i hakkında ne [söylenebilir? Esnaf teşkilâtları ile ilgisi nedir? Osmanlı döneminde bu çerçevede nasıl bir esnaf teşkilâtı oluştu? Bu teşkilât, ne gibi kāidelere bağlı idi? Nasıl bir meslekî eğitim veriliyordu? Üretim ve tüketim safhalarında riâyet olunan kāideler, ne ölçüde umûmî iktisat ilmine uyuyordu? Bu müessesenin, ideal bir ticâret, iktisat, üretim ve tüketim modeli olarak görülmesi mümkün müdür? Osmanlı iktisâdî, ticârî ve meslekî hayâtında, söz konusu müessese nasıl bir rol oynadı? Daha da mühimini: Böyle bir müesseseden bugün faydalanmak mümkün müdür?

Bu tür soruları ilâ-nihâye uzatmak mümkündür. Ancak, konuyu uzatmamak için, bu kadarla yetinmek durumundayız.

***

Ahî kelimesi, Arapça "kardeşim" mânâsına gelir. Aynı kökten uhuvvet kelimesi türetilmiştir ki, bu da kardeşlik demektir. Bu kelimenin, eski Türkçe'de bulunan ve cömertlik mânâsı taşıyan akı kelimesinden geldiğine dâir görüşler de bulunmaktadır[1]. Ancak, bu görüş fazla taraftar toplamış değildir. Fütüvvet ise, gençlik, yiğitlik, cömertlik gibi mânâlar taşımaktadır[2]. Bu idealleri paylaşan ve daha ziyâde gençlerin bir araya gelmeleri ile oluşan gruplaşmalara fityan (gençlik) teşkilâtı denmiştir[3]; bunların İslâm'ın ilk dönemlerinden beri mevcut olduğu ileri sürülür. Türkiye'de, meseleyi hamâsî bir yaklaşımla ele alan bâzı kimseler ve çevreler, ahîliği münhasıran Türklerin îcat ettikleri bir müessese olarak görürlerse de, böyle bir düşüncenin doğru olmadığı, mîlattan önceki dönemlerde bile, meselâ İran kültürünün hâkim olduğu bölgelerde, bekâr gençlerden oluşan ve mâhiyet îtibâriyle, fütüvvet veya ahî teşkilâtlarına benzeyen oluşumların varlığı, ilim âlemince öteden beri bilinen bir husustur[4]. Ancak, söz konusu teşekküller İslâm dünyâsında, İslâmî bir çehre ile karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla, ahîlik veya fütüvvetle ilgili çalışmalarda, bu iki mefhûmun, İslâm'ın derûnî yorumu da denebilecek olan tasavvufla yakından ilişkisi olduğuna dikkat çekilir. Bilhassa, Horasan kaynaklı melâmet neşvesi ve dünyâ görüşü, fütüvveti ve dolayısıyla Anadolu ahîliğini derinden etkilemiştir[5]. Gerçekten, ahîliğin veya fütüvvet'in dayandığı temel ilkelerle, İslâm'ın, müntesiplerinden istediği ve beklediği ahlâkî ve insânî davranışların oldukça örtüşmesi dikkat çekicidir. Esâsen, ciddî ilim çevrelerine göre, "Ahîlik, başlangıçta bir esnaf teşekkülü olarak ortaya çıkmamış, aksine, IX, ve X. yüzyılda Horasan'da yaşayan Ebu Hafs-ı Haddad (öl. 883), Hamdûn-ı Kassar (öl. 884) gibi ilk melâmetî fütüvvetçileri esnaf tabakasından oldukları için Ahîlik de bu gelenek üzerine gelişmiştir. Başka bir ifadeyle, ahîlik bir esnaf teşkilâtı olarak doğup sonradan sûfilikle karışmamış, aksine, esnaf ve sûfîler içinde doğup geliştiği için bir esnaf teşkilâtı görüntüsünü vermiştir." Bu sebepledir ki, ahîlikte, tıpkı sûfî tarîkatlarında olduğu gibi bir silsile-i merâtib ve benzer ritüeller bulunmaktadır[6].

Anadolu dışında, ahîliğin fütüvvet teşkilâtı olarak bilindiğini ifâde etmek durumundayız. Anadolu'da ise, bu teşkilât ahîlik olarak anılacaktır. M. Kütükoğlu, "Gençlik, yiğitlik ve cömertlik mânâlarına gelen fütüvvet, aslında tasavvufa dayanmaktadır. Abbasî halifesi Nasır li-Dînillâh (1180-1225) tarafından yeni bir şekil verilen fütüvvet teşkilâtının Anadolu’daki kolu ise Ahîliktir.[7] " derken, bir gerçeği ifâde etmektedir; bu keyfiyeti F. Köprülü, 1920'lerin başlarında ortaya koymuştu[8].

Bu kısa açıklamalar, ahîliğin Anadolu'ya, isim olarak değilse bile, esas olarak dışarıdan geldiğini göstermektedir. Ahîliğin Anadolu'daki teşekkül dönemini XIII. yüzyıla kadar götürmek mümkündür. Bilindiği gibi, Abbâsî halîfesi Nâsır li-Dînillâh, siyâsî ve içtimâî durumu gittikçe bozulan devlet otoritesini yeniden tesis etmek ve içtimâî huzûru sağlanmak için, fütüvvet teşkilâtından faydalanmak istemiş, bunun için, kendisi de aynı teşkilâta girmek suretiyle, söz konusu teşkilâtı yeniden şekillendirerek siyâsî otoriteye bağlamıştı. Bu arada, halîfenin, söz konusu birliklerin tüzükleri niteliğinde olan fütüvvet-nâmelerin ilke ve kāidelerini de yeniden tanzim ettirmişti. Halîfe, aynı zamanda, diğer İslâm ülkelerinin hükümdarlarına elçiler ve fermanlar göndermek suretiyle, onları da bu teşkilâta girmeye dâvet etmişti. O sırada, Anadolu'da Selçuklu sultanı bulunan I. Gıyâseddin Keyhüsrev, bu dâvete uydu (1204). I. Gıyâseddin Keyhüsrev, Sadreddîn Konevî'nin babası olan hocası Mecdüddîn İshak'ı, Bağdad'a elçi olarak gönderdi. Mecdüddîn İshak, halîfe tarafından teveccühle karşılandı; bilâhare yanında Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Şeyh Nasîrüddîn Mahmûd el-Hûyî gibi büyük mürşid ve mutasavvıflar olmak üzere Konya'ya döndü.

Bu târihten îtibâren fütüvvet teşkilâtı Anadolu'da hızla yayılmaya başladı. İrşat faaliyetlerinde bulunmak üzere Anadolu'nun her tarafına yayılan Evhadüddîn-i Kirmânî ve halîfeleri için çok sayıda tekke ve zâviye yapıldı. Bilâhare, I. İzzeddîn Keykâvus ve I. Alâüddin Keykubâd'ın da fütüvvet teşkilâtına girmeleri ile, bu teşkilât, Anadolu'da ahîlik olarak şekillenmeğe, hızla esnaf kuruluşlarını etkilemeğe başladı. Ahîliğin Anadolu'da güçlü bir esnaf teşkilâtı hâline gelmesinde, İran'ın Hoy şehrinde doğan Şeyh Nasîrüddîn Mahmûd (1262) ile, bilâhare, Kırşehir'de yerleşmiş bulunan Ahî Evren'in bilhassa rol oynadıkları kabûl edilir. Bundan sonra, Osmanlı devleti târihi   boyunca  da,   Kırşehir  ve   Ahî  Evren, ahîliğin mânevî merkezi gibi idrâk olundu.

“Anadolu'da hızla yayılan bu teşkilâtın mensupları, şehirlerde olduğu gibi, köylerde ve uç bölgelerde de büyük nüfuza sahîp olmuştur. Anadolu'da bilhassa XIII. Yüzyılda devlet otoritesinin iyice zayıfladığı bir dönemde şehir hayatında yalnızca iktisadî değil, siyasî yönden de önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ahîler, bağımsız siyasî bir güç olmamakla birlikte, zaman zaman merkezî otoritenin zayıfladığı, anarşi ve kargaşanın ortaya çıktığı dönemlerde siyâsî ve askerî güçlerini göstermişler ve önemli fonksiyonlar üstlenmişlerdir. Özellikle Moğol istilâsı sırasında ahî birlikleri şehirlerin yönetimine mahallî otorite olarak hâkim olmuşlardır. Ahîliğe çok hizmet eden I. Alâeddin Keykubâd, oğlu II. Gıyâseddin Keyhüsrev tarafından öldürülünce, ahîlerin II. Gıyâseddin'e karşı direndikleri ve onun Kösedağ'da Moğollar'a yenik düşmesinden sonra Tokat ve Sivas'ı ele geçiren Moğollar’a karşı Kayseri'yi başarıyla savundukları bilinmektedir.[9]” Ayrıca, ahîlerin, Osmanlı devletinin kuruluşunda, mühim rol oynadıkları ifâde olunmaktadır.

Ahî teşkilâtları, zaman içerisinde, tam mânâsıyla bir esnaf teşkilâtı hâline dönüşeceklerdir. Esnaf kelimesinden ne anlamamız gerekir? “En genel çizgileri ile esnafı, şehir ve kasabalarda, mal ve hizmet üretimi ile ilişkili herhangi bir iş kolunun belirli bir alanında uzmanlaşmış olarak çalışanların meydana getirdiği merkezî örgütlenmeler olarak tanımlayabiliriz. Burada, iş kolunun belirli alanı deyimini, her mal ve hizmet diye tasrih etmemiz gerekir. Çünkü esnaf örgütlenmeleri, bugün bildiğimiz anlamda belirli bir iş kolunun bütününü, hatta bir kaç mal veya hizmeti ihtiva eden bir bölümünü kapsamaktan oldukça farklı, çok dar ve sınırlı zümreler halinde, her mal ve hizmet için ayrı birer birim oluşturan kuruluşlardı. Belirli bir malın ham maddeden başlayarak nihaî tüketime hazır hâle gelinceye kadar geçirdiği üretim aşamalarının her biri ayrı bir esnaf birimi olarak örgütlenmekle kalmaz ayrıca her aşamada, farklı mal türleri varsa, onlar da ayrı birer örgütlenme birimi oluştururlar. Örnek olarak deriyi gösterebiliriz. Hayvancılıktan başlayıp, nihaî tüketim malı olarak ayakkabı haline gelinceye kadar geçtiği her teknik veya ticarî aşama birbirinden bağımsız birer esnaf örgütlenmesine sahne olurdu. Canlı hayvan ticaretini yapan celepler, kesimi yapan kasaplar, ham deriyi işleyen debbağlar, işlenmiş deriyi satan tacirler, nihaî mamul olarak ayakkabı yapanlar birbirinden bağımsız birimler halinde örgütlenmekle kalmaz, ayrıca her aşamadaki farklı mallar da ayrı örgütlenmeye sahne olurdu. Sığır ve koyun kasapları birbirinden ayrıldığı gibi, nihaî tüketim malı olarak ayakkabı imalâtında çizme, papuç, mest. terlik ilh. Yapanlar da farklı örgütler içinde birbirinden ayrılmakla kalmaz, ayrıca bu ayakkabıların çeşitli dinî zümrelere göre değişen renk veya şekillerini imâl edenler de birbirinden ayrı birimler halinde örgütlenirlerdi. Gıda, metal, inşaat, dokuma imalâtı alanlarında da durum pek farklı değildi. Meselâ boyacılar, kullandıkları boya ham maddesine ve boyadıkları renklere göre ayrı ayrı örgütlendikleri gibi, boya işini toptancı tüccar için veya nihaî tüketici için yapmalarına göre de farklı örgütlere sahîp bulunurlardı.[10]

Bu satırlar, esnaf teşekküllerinin, fevkalâde atomize bir yapı arz ettiklerini gösteriyor. Diğer bir deyişle, her hangi bir malın yapımında üstat olan zat, sâdece o malı îmal etmekle yetiniyor, söz konusu malın yan üretim dalları ile kesinlikle ilgilenemiyordu. Bu yapı, ülke genelinde ortak bir merkeze de bağlı değildi. Her şehir esnâfı, kendi içerisinde örgütlenmekte ve diğer şehirlerdeki esnaf birlikleri ile organik bir bağ içinde bulunmamakta idi[11].

Bu yapı, neredeyse Osmanlı devletinin sonuna kadar devam etti. XVII. yüzyıla kadar bu müesseselerin daha ziyâde ahîlik umûmî ismi altında toplandıkları görülür; bu yüzyıldan îtibâren ise, esas îtibâriyle lonca ismi ile karşı karşıya geliriz. Şunu belirtmekte fayda vardır ki, isim ne olursa olsun, söz konusu müesseselerin uydukları veya uymaları gereken kāideler hep aynı kaldı. Ancak, biraz sonra kısaca temas edileceği üzere, XIX. yüzyılın başlarından itibaren, bilhassa dış faktörler yüzünden söz konusu yapının gitgide bozulduğu görülecektir.

Yukarıda, ahîliğin veya fütüvvetin dayandığı temel ilkelerle, İslâm'ın, müntesiplerinden istediği ve beklediği ahlâkî ve insânî davranışların oldukça örtüştüğünden söz etmiştik. Bununla birlikte, ahîliğin veya fütüvvetin dayandığı bir takım temel ilkeler de bulunmakta idi. Bu ilkeler, söz konusu müessesenin tüzükleri sayılabilecek fütüvvet-nâmelerde, neredeyse maddeler hâlinde sıralanmaktadır. Fütüvvet ehli olmanın şartlarını genel olarak şöyle hulâsa etmek mümkündür: İyi huy sâhîbi olmak, herkese iyilikte bulunmak, fark gözetmeden bütün insanları sevmek, cömert olmak, misâfire saygı göstermek, herkesi bir görüp, kendini herkesten aşağı tutmak; sözü bilerek söylemek, vefakâr olmak, kerem sâhîbi olmak, tatlı dilli ve güler-yüzlü olmak, dostluğu ve düşmanlığı Allâh için yapmak, mütevâzı olmak; ataya, ana ve babaya saygılı olmak, gıybet etmemek, komşu hakkını gözetmek, kötü kimselerden uzak durmak, şefkatli ve merhametli olmak; sabır ve şükür ehli olmak ve kısaca her şeyi, her fiili Allâh rızâsı için yapmak... Bu nitelikleri taşımayan insanların fütüvvet ehli arasına girmelerine hoş bakılmadığı görülür. Bu cümleden olmak üzere, kısaca ifâde edilecek olursa, kötü fiillerde bulunanlar, yalan söyleyen, iftirâ atan, hîle yapan ve şarap içenler ya fütüvvet erbâbı arasına giremezler; girdikten sonra bu tür fiilleri ortaya çıkarsa dışlanırlardı. Bâzı kimseler de fütüvvet teşkilâtına hiç alınmazdı. Gayr-i müslimler bu cümledendir.

Ancak, zaman içerisinde bu tür prensiplerin yeterince gözetilemediği ve tıpkı Osmanlı devletinin diğer müesseselerinde olduğu gibi, umûmî gerilemeye paralel olarak, ahî teşkilâtlarının ilkelerine riâyette de ciddî aksaklıkların görüldüğü târihî bir vâkıadır.

Bu genel değerlendirmeler ışığında, şu soruların cevaplarını da kısaca aramak durumundayız: Fütüvvet veya ahî teşkilâtlarında, yahut loncalar vâsıtasıyla nasıl bir üretim faaliyeti yürütülüyordu? Bu üretim mekanizması içerisinde, insanlar kendilerini nasıl yetiştiriyorlardı? Diğer bir deyişle, bu toplantının konusu ile de ilişkisi olan meslekî veya teknik eğitim nasıl gerçekleşiyordu?

Esnaf teşkilâtlarındaki münâsebetlerin, bu arada eğitim-öğretim ve yetişme safhasının çırak-kalfa-usta ilişkisi çerçevesinde gerçekleştirildiği görülür. Bu durum, gerek lonca içi nizam-nâmelerde ve gerekse bizzat devletin koymuş olduğu kānunlar ile düzenlenmiş bulunuyordu. Bu süreç kısaca şöyle tasvir edilebilir:

“Usta-kalfa-çırak münâsebetleri de, bugün nasıl kanunlarla tesbit edilip her birinin haklan kanunlarla konmuyorsa, İmparatorluk devrinde de gerek lonca içi nizamlar, gerekse Devlet tarafından konulan kanunlarla düzenlenip garanti altına alınmıştı.

Bu nizamlar gereği, esnaf teşkilâtının en alt mertebesinde olan çırakların, 10 yaşından küçük olmaması ve işe devamının velisi tarafından sağlanması şartı aranırdı. Çırağın, kalfa olabilmesi için 3 sene süreyle çalışarak tecrübe kazanması gerekliydi. Çıraklıktan kalfalığa geçişte lonca içinde, diğer ustaların da hazır bulunduğu bir merasim yapılırdı.

Kalfalıktan ustalığa geçin için de 3 sene aynı san'at kolunda çalışmağa ihtiyaç vardı. Fakat, sadece 3 sene kalfa olarak çalışmak, usta olup dükkân açabilmek için kâfi değildi. Bunun yanında bir takım şartlar daha aranırdı. Ezcümle, usta namzedinin, kalfalığı boyunca, ustasının verdiği işleri özenerek yapmış olması; diğer kalfalar ve çıraklarla iyi münâsebetler kurmuş bulunması; müşterilere davranışlarında dürüst olması; hakkında hiç şikâyet yapılmamış bulunması gerekliydi. En az bunlar kadar mühim bir husus da dükkân açabilecek bir sermayenin mevcudiyetiydi. Kalfa, bütün bu hususlara sâhib bulunsa dahî, eğer, san'atını icra edeceği bir dükkân, daha sonraki asırlardaki ifadesiyle münhal bir gedik yoksa, usta olarak bir dükkân açamazdı.

Esnaflıktaki mertebelerin aşılması, çırak-kalfa-usta münâsebetleri, îmâl edilen malın kalitesi ve fiatının kontrolü gibi konularda lonca içi nizamlardan başka, Devletin, halkın korunması hususunda koyduğu kaidelere de uymak zorunda olan esnaf içinden zaman zaman nizamları çiğneyenler çıkmış; bunlar, önce lonca içinde halledilmeye çalışılmış, muvaffak olunamadığı takdirde kadı önüne, bazı hallerde ise Dîvân-ı Hümâyûna kadar götürülmüştür.[12]

Burada, ahî kuruluşları ile ilgili teferruatlı bilgiler vermek durumunda değiliz. Dolayısıyla, son olarak bir iki husûsun daha altını çizmekle yetinmek istiyoruz. Ahîlik çerçevesinde yürütülen ticârî faaliyetleri ve iktisâdî yapıyı nasıl değerlendirebiliriz?

Her şeyden önce, ahî birlikleri veya loncalar vâsıtasıyla yürütülen faaliyetleri, dar çerçeveli şehir ekonomisi sınırları içinde görmek gerekir. Bu birliklerin faaliyetleri, genel olarak bulundukları şehirle sınırlı kalmakta, çok nâdir hâllerde başka şehirlerle ilişki kurulmakta idi. Dolayısıyla, bu faaliyetleri yürüten insanları tüccar olarak görmek yerine, günlük maîşetinin peşinde koşan küçük esnaf olarak görmek daha doğru olur. Her şeyden önce, belirli bir sanat dalında faaliyet gösterenlerin, zaman içerisinde hizmet alanlarını ve üretim kapasitelerini kendi irâdeleri ile genişletmeleri, meselâ, bir tezgâhı olanın, dilediği takdirde bunun yanına üç beş tezgâh daha eklemesi ve daha fazla mal üretmesi söz konusu değildi. Hâl böyle olunca, esnâfın üretim yoluyla zenginleşmesi, diğer bir deyişle, sermâye birikimi de söz konusu olmuyordu. Tabiatiyle, bu durum, kapitalizm öncesi bir ekonomi için, fazla zararlı olmamakla birlikte, devreye kapitalist bir üretim ve ticaret anlayışının girmesiyle birlikte, esas gâyesi sermâyesini daha da artırmak, çok daha seri ve fazla üreterek pazarlara hâkim olmak ve böylece daha fazla kazanmak arzûsuna dayanan ticârî faaliyetler karşısında, ahî birlikleri veya lonca mensuplarının direnmeleri, onlarla rekābet etmeleri mümkün değildi. Kendi içine kapanmış, kendisini katı kalıpların içine hapsetmiş ve yüzyıllarca sınırlı miktarda üretimle ayakta durmaya alışmış bir üretim faaliyetini ve bu dalın mensuplarını, ideolojileriyle birlikte değerlendiren merhum Sabri Ülgener şunları söylüyor:

Fütüvvet ve tasavvuf ilişkisinin elle tutulacak kadar açık” tır. “Her şeyden önce, Fütüvvetin aslında ve başlangıcında din ile fazla bir alıp vereceği olmadığını kaydetmeliyiz. Fütüvvet el açıklığı, konuk severlik, yerine göre zulüm ve kahır görmüşlere sâhip çıkma ve o yolda gözünü budaktan esirgememe mânâsında bir cesaret ve yiğitlik karşılığı olarak kullanılmıştır. Yiğitliğin timsali ise, fetâ, fityân ve Anadolu'da ahîler diye bilinen yarı derviş, yarı bahadır ve umumiyetle kendilerini bir sanat dalına adamış kişiler ki cömertlik ve el açıklığının timsali olarak bir çok seyyah ve ziyaretçinin hayranlığını toplamışlardır. Kader ortaklığının bir araya getirdiği gözü tok, yiğit insanlar, biraz da çağın havasına uyarak topluluklarına tarikat görünümü vermeye özenmiş olabilirler. Nitekim, İbn Batûta'nın, adı geçen kuruluşlar için zaviye tâbiri kullandığı bilinmektedir. Kelime özü ve muhtevası ile tasavvufa kaydırıldıkça yüz çizgilerinde cengaverlik ve bahadırlığın içe ve derine dönük bir değer anlayışına çevrildiği gözden kaçmamaktadır. Olup bitene bu açıdan çağın ideal insan (insan-ı kâmil) ölçülerinde köklü bir değişme gözü ile bakmak da mümkündür. Yiğitlik yerine iyilik seven ve yaptığı iyiliği ün kazanma yolunda başkalarının takdirine bakarak değil, sadece iyilik olduğu için değerlendiren bir insan tipi inşa ediliyor. Kurulan tipi, esnaf arasında şiddetle ihtiyaç duyulan dirlik ve birbirini kollama şuuruna da temel olarak kullanmamak için bir sebep yoktu. Zenaatkâr, türlü baskı ve zorlamaların yanı sıra, geçim kaynaklarının daralması ile birlikte yabancı unsurun dıştan içe -esnaf saflarına- sızma ve birikmeleri karşısında varlığını muhafaza için dinî bir kast havası içinde birleşme ve bütünleşmeye mecburdu. Tek ve dağınık kalmaktansa alttan üste derece ve kademeleri belirlenmiş kapalı bir topluluk -cemaat- havası içinde geçmişini ortak bir kökene bağlayabilmenin huzur ve güveni inkâr edilemezdi. Gündemde olan dirlik ve güvendir. Disiplinli çalışma ve üretme bunların çok gerisinde kalır. Dirlik ve güven yoksuluna oturup kalkıp düzenli ve aralıksız çalışmanın faziletinden söz etmenin doyurucu bir yanı yoktu ve olamazdı. "Selâmın cevabı vâcib olmasa herkiz cevap vermezdim" diyecek derecede ileri ve sivri uçlarına kadar yontulmuş bir çalışma disiplinini esnaf töresinde -fütüvvetnamelerde- boş yere aramamalıyız. Gidiş, kısacası, neresinden bakılsa dar ve basık ölçüleri ile esnaf ve zenaatkârların başını çektiği küçük burjuvazi doğrultusundadır.[13]

Dolayısıyla, böyle bir yapı içerisinde, büyük tüccar, sanâyici ve iş adamı bulmak, yetiştirmek ve böylece sermâye birikimi sağlamak suretiyle, geniş çaplı ticarî ve sinâî faaliyetlere imkân sağlamak mümkün olmayacaktır.

Târih içinde teşekkül eden, fonksiyonlarını yerine getiren ve değişen dünyâ şartları dolayısıyla hayâta vedâ etmiş olan fütüvvet teşkilâtları, ahî şekillenmeleri ve lonca oluşumları, bugün için bize ne verebilir?

Kanaatimizce fazla bir şey veremez. Bu müesseselerin uymayı kendilerine düstûr edindikleri bir takım ilkelere riâyet etmek pekâlâ mümkündür. Haksız kazanç sağlamamak ve ticâret yoluyla insanları kandırmamak gibi bir ilke, dün de bugün de değerinden bir şey kaybetmiş değildir. Ancak, sürekli gelişmeye, genişlemeye, rekābete, daha çok üretip daha çok satmaya ve daha çok kazanmaya dayalı, tüketim alışkanlıklarını tahrik eden, her türlü lükse ve lüks üretime açık günümüzün ekonomi dünyâsı ile, esas olarak kanaati öngören, sınırlı miktarda üretime dayanan ve deyim yerindeyse "gündelik kazanıp, gündelik tüketmeyi" öngören bir esnaf teşkilâtı, bir üretim mantalitesinin rekābeti mümkün değildir.

__________

*  Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu [“700. Yılında Osmanlı” özel sayısı], 19-20/148-149 (Aralık 1999-Ocak 2000), s. 192-197.

[1] Ziya Kazıcı, "Ahîlik", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, l (1988), s. 540.

[2] Saadettin Kocatürk, "Fütüvvet ve Ahîlik", Türk Kültürü ve Ahîlik (XXI. Ahîlik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri. 13-15 Eylül. 1985, Kırşehir), İstanbul 1986, s. 13-14; Mübahat S. Kütükoğlu. "Osmanlı Esnafında Oto-Kontrol Müessesesi'', Ahîlik ve Esnaf (Konferanslar, Seminer Metinleri ve Tartışmalar). İstanbul 1986, s. 55.

[3] Ahîlik ve gençlikle ilgili olarak bkz. Ahmet Tabakoğlu "Ahîlik ve Gençlik", a.g.e., s. 195-201.

[4] A. Yaşar Ocak, "Türkiye'de Ahîlik Araştırmalarına Eleştirel Bir Bakış", 1. Uluslararası Ahîlik Kültürü (Sempozyum Bildirileri, 13-15 Ekim 1993, Ankara), Ankara 1986,s. 135.

[5]Bkz. Mustafa Kara, "Fütüvvet-Melâmet Münasebeti", Türk Kültürü ve Ahîlik (XXI. Ahîlik Bayramı Sempozyumu Tebliğleri. 13-15 Eylül, 1985, Kırşehir), İstanbul 1986, s. 187- 195.

[6]Ocak, a.g.m., s. 136.

[7]Kütükoğlu, a.g.e., s. 55.

[8] F. Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7. baskı. Ankara 1991. s. 211-213.

[9] Kazıcı, a.g.m., s. 540-541.

[10]M. Genç. "Osmanlı Esnafı ve Devletle İlişkileri", Ahîlik re Esnaf (Konferanslar ve Seminer Metinler ve Tartışmalar), İstanbul 1986, s. 113-114.

[11] Burada kısaca belirtilen esnaf birlikleri ile ilgili bir liste için bkz. R. Mantran, 17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul, l (Çev. M. A. Kılıçbay - E. Özcan). Ankara 1986, s. 339-340, dipnot 22.

[12]Kütükoğlu, a.g.m., s. 57-58.

[13] S. Ülgener, Zihniyet ve Din, İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı, İstanbul 1981, s. 90-91.