Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-26                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

XVI. YÜZYIL ULEMÂSINDAN NEV’Î EFENDİ’YE GÖRE  İLİM VE İLİMLER*

 

I. Giriş

Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümü münâsebetiyle 1999 yılı içerisinde muhtelif kuruluşlarca peyderpey gerçekleştirilen faaliyetler, ehillerince zâten bilinmekte olan bir hakîkati bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmış bulunmaktadır: Türkiye’nin mevcut ilim ve eğitim müesseselerinde çalışan bunca ilim adamı tarafından yıllardır sürdürülen tedkiklere rağmen, Osmanlı devletinin bizzat kendisiyle olduğu kadar, kültürel değerleri ve müesseseleriyle ilgili çeşitli meselelerin hâlâ soğukkanlı yaklaşımlarla ele alınamadığı görülmektedir. Bu hususta, yakın târihimizde yaşanan hâdiselerin de büyük payı olduğu anlaşılıyor. Hepimizin bildiği gibi, yakın târihimizin burada teferruâtına girmemize gerek olmayan ve çok çeşitli sebeplerden kaynaklanan çalkantılı ortamı, cemiyetimizi olduğu kadar en az etkilenmesi gereken ilim âlemimizi de derinden etkilemiş; bu durum ise, Anadolu’da târih içinde gerçekleştirmiş olduğumuz sosyal ve kültürel müesseselerimizin bir takım ideolojik peşin hükümlerle ele alınmasına zemin hazırlamış ve böylece bunların lehinde ve aleyhinde çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Burada bu görüşlerin hulâsasını yapacak değiliz. Ancak, ilmî bir araştırmanın mahsûlü olmayan bu görüşlerin mühim bir kısmının bir müteârife gibi tekrarlana tekrarlana zaman içerisinde bir hakîkat hâline geldiğini de îtirâf etmek mecbûriyetindeyiz.

Hakkında çeşitli ve birbirinden farklı görüşlerin ileri sürüldüğü bu tür müesseselerden birisi de Osmanlı medreseleridir. Osmanlı devletinin ilim, eğitim, kültür ve fikir merkezleri durumundaki bu müesseselerle ve umûmî olarak eğitim hayâtı ile ilgili olarak şimdiye kadar yapılan çalışmalar hiç de az değildir[1]. Fakat, yapılan bu çalışmaların, medreseleri ve onların çevresinde cereyân eden veya ortaya çıkan meseleleri bütün yönleriyle aydınlığa kavuşturduklarını söylemek, ne yazık ki, mümkün değildir. Bu belirsizlikte, muhakkak ki, konunun mâhiyetinin de mühim bir payı vardır. Çünkü, mesele oldukça karmaşıktır; konuyu tek açıdan ele alarak incelemek ve bir netîceye ulaşmak, neredeyse, imkânsızdır. Öncelikle, muhtelif veçheleri bulunan uzun bir târihî mâcerânın incelenmesi, başka bir ifâdeyle Osmanlı devletinin askerî, siyâsî, içtimâî, iktisâdî, kültürel ve hattâ hukûkî ve teşkilât yapısının etraflı bir şekilde ve bir takım ideolojik ayak bağlarından kurtarılmak sûretiyle tedkik edilip ortaya konulması gerekmektedir. Ancak, sözü edilen meselelerin, münferit çalışmalarla altından kalkılamayacak kadar geniş bir sâhayı kuşattığı îzahtan vârestedir. Dolayısıyla, konunun tatmin edici bir ölçüde açıklığa kavuşturulabilmesi için, ciddî ve objektif kıstaslara uygun olarak yapılmış müstakil veya ortaklaşa araştırmalara ve incelemelere hâlâ şiddetle ihtiyaç vardır. Söz konusu araştırma ve incelemeler belirli bir keyfiyet ve kemiyete ulaşmadığı müddetçe, burada sözü edilen problemlerin anlaşılması, tahlillerinin yapılması ve bir takım sağlıklı netîceler çıkarılması mümkün olmayacak ve bâzı karanlık noktalar yine de var olmağa devâm edecektir.

Osmanlı medreseleri ile ilgili olarak ele alınması gereken en mühim meselelerden birisi, kanaatimizce, bu müesseselerde çalışan insanlarla, ulemâ ile, bu insanların üzerinde çalıştıkları konular, başka bir ifâde ile ilim dallarıdır. Konuyu şu şekilde ifâde ve formüle etmek de mümkündür: Osmanlı eğitim ve kültür sistemi içerisinde âlim denince akla nasıl bir insan gelmekte; ilim denince ne anlaşılmaktadır? Eldeki verilerden hareketle bir Osmanlı âlimi tipolojisi oluşturmak mümkün müdür? Veya, bize intikal eden kaynaklardan elde edilen mâlumattan yola çıkarak, nev’i şahsına münhasır bir Osmanlı ilmî zihniyeti tesbît etmek kābil midir? Diğer taraftan, söz konusu Osmanlı âlimi, dünyâya nasıl bakmakta, hâdiseleri nasıl değerlendirmekte, hangi prensiplerle hareket etmektedir? Onun zihniyet dünyâsını besleyen, şekillendiren, yönlendiren ve çalışmalarını mânâlı kılan ilkeler veya hareketlerini kendisine göre ayarladığı mehenkler nelerdir? Bir ilim dalını öğrenmeğe, üzerinde çalışmağa ve diğer insanlara öğretmeğe değer bulurken, hangi kıstaslara göre davranmakta; neleri ölçü olarak almaktadır? Bütün bu konularda, sınırları içerisinde yaşadığı ülkenin şartları ne ölçüde etkili olmaktadır?

Bu tür soruları ilâ-nihâye uzatmak mümkündür. Fakat, bu ve benzeri soruları lâyıkıyla cevaplandırabilmek için, öncelikle yeterli araştırmanın ve farklı dönemlere âit verilerin belirli bir seviyeye ulaştırılması gerekir. Söz konusu seviyeye ulaşmadan yukarıda sıralanan sorulara verilecek cevaplar, bizleri tatmin etmekten uzak kalacak ve burada üzerinde durulan ilim ve âlim meselesini bütünüyle kavramamız mümkün olmayacaktır. Yukarıdaki soruların çerçevesi ve konunun nerelere kadar uzandığı düşünüldüğünde, öyle bir kaç örnek veriden hareketle zihnimizi meşgul eden problemleri îzah etmenin ne kadar güç olduğu kendiliğinden anlaşılır. Binâenaleyh, arzûladığımız umûmî ve terkîbî değerlendirmeleri yapabilmemiz için, öncelikle elimizde yeterli veri olmalıdır. Şimdiye kadar ileri sürülen ve çoğu zaman sübjektif düşünceleri yansıtan fikirlerle târihî hakîkati birbirinden ayırmak da, yine ciddî araştırmaların sayısının artması ile imkân dâhiline girecektir.

Bu mütâlaalar, terkîbî değerlendirmelere girişmeden önce, farklı dönemlerde yaşamış, ilim ve âlim kelimelerinden ne anladığına dâir görüşler serdetmiş insanların fikirlerini gün ışığına çıkarmanın ne kadar elzem olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yolla elde edilecek münferit verilerin, umûmî bir değerlendirmedeki veya daha net çizgiler taşıyan bir ilim ve âlim tipolojisi oluşturmadaki ehemmiyeti îzahtan vârestedir.

Burada serdedilen mütâlaalar, daha önce tarafımızdan hazırlanan iki ayrı çalışmada da, anahatlarıyla ileri sürülmüştü[2]. Bu çalışma, aynı nitelikte olmak üzere hazırlanmış bulunan üçüncü çalışmadır. Dolayısıyla bu tebliğ, böyle bir düşüncenin ve yaklaşımın ürünü olarak kaleme alınmıştır. Tebliğimizde düşüncelerini tahlîl etmeğe çalışacağımız şahıs, ilmî faaliyetlerini XVI. asrın ikinci yarısında sürdüren ve devrin önde gelen ilim adamları ve şâirleri arasında yer alan, meşhûr Zeyl-i Şakāyık yazarı Atâyî’nin babası, Nev’î Efendi’dir.

Nev’î Efendi’nin hayât hikâyesini verecek değiliz[3]. Ancak, kısaca ifâde etmek gerekirse, Nev’î Efendi, bir âlim olduğu kadar, ünlü bir şâirdi. “Çağdaşı ve arkadaşı Bâkî kadar şöhret bulamamakla birlikte, değişik bir şiir anlayışına sahip olan ve daha çok duygu plânında kalarak, tabiat ve hayat karşısında kendi iç dünyasının çeşitli akislerini dile getiren bu ince ruhlu şâir, ... [Kânûnî Sultan Süleyman, II. Selîm, III. Murad ve III. Mehmed olmak üzere] dört pâdişah devrini idrâk etmiş ve onlarla çeşitli derecelerde yakınlık sağlamıştı; ancak asıl îtibar ve şöhretini III. Murad devrinde elde edebildi. Bu devirde şehzâde hocalığına getirilen Nev’î, dîvanını onun adına tertip ettiği gibi, bir çok ilmî ve edebî eserini de ona ithâf etmiştir[4].

Nev’î Efendi’nin ilim anlayışı ile ilgili olarak üzerinde duracağımız eseri ise, Netâyicü’l-Fünûn adını taşımaktadır.[5] Bu eser, niçin böyle bir çalışmaya konu edilmiştir? Bu hususta bir noktanın altının çizilmesine ihtiyaç vardır: Eserin yazarı Nev’î Efendi, klâsik Osmanlı eğitim sistemi içerisinde tahsil görmüş ve bu safhada öğrendiklerini yine aynı sistem dâhilinde başkalarına öğretmiş bir şahsiyet, diğer bir deyişle ulemâ-yı rüsûmdan birisidir; bir devlet âlimidir. Dolayısıyla, bize gerek tahsil ve gerekse tedris safhasında öğrendiği ilimleri tanıtmaktadır. Nitekim, bizzat kendisi “... müddet-i talebümde her fenden cem’ itdüğüm mesâ’il-i mühimmeyi -ki fehmi eshel ve nef’i eşmel ola- her mahalde münâsebetle derc itdüm.” demektedir[6]. Bu sebeple Nev’î’nin, yukarıda adı geçen eserinde ele alıp incelediği ve okuyucuya aktardığı ilimler, bir bakıma ilmiye sınıfının tasdikinden geçmiş olan ilimlerdir. Binâenaleyh, dönemin ilim anlayışını yansıtması kadar tabiî bir şey olmamalıdır.

II. Nev’’î ve İlim

İslâm dünyâsında, ilim denince ne anlaşılması gerektiği husûsunda, zaman zaman çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: Bu çerçevede ilim bir hâl, bir idrak ve mevhum olarak görüldüğü gibi, mâlum (bilgi), bilinen şey şeklinde de düşünülmüş veya uzun çalışmalar netîcesinde kazanılan, prensipleri ve kānunları bulunan bir meleke olarak da değerlendirilmiştir[7]. Burada hemen belirtmek gerekir ki, konuyla ilgili târihî kaynaklarımızın hemen çoğunda görülen bir yolu tâkip eden Nev’î de, ilmin felsefî veyâ mefhûmî îzahlarıyla hiç meşgul olmamakta, konuyu ilmin fazîletini vurgulayan âyet, hadîs, kelâm-ı kibâr veya ulemânın ileri gelenlerinin sözleri çerçevesinde ele alınmaktadır. İlimle ilgili olarak karşımıza çıkan ilk mefhûmun ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) tâbiri olması[8], Nev’î’nin ilmî zihniyetini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Bu tavır bizce şu bakımdan mühimdir: Aşağıda temas edileceği üzere, yazarımız, spekülatif değerlendirmeler, lügavî mahâretler ve etimolojik yorumlar yerine, bunları değersiz, boş sözler ve faydasız bir gayret olarak görmüş olmalı ki,[9] doğrudan konuya girmekte ve okuyucusuna mümkün olduğu kadar kullanışlı (faydalı) olduğunu düşündüğü bilgileri aktarmağa çalışmakta; diğer bir ifâdeyle, yüzyıllardan beri vurgulana vurgulana artık zihinlerde silinmez izler bırakan ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) düşüncesini tercih ettiğini ortaya koymaktadır. Yukarıda bir cümle ile geçtiği üzere, mühim olan, öğrenilen ilmin “fehmi eshel ve nef’i eşmel[10], yâni anlaşılmasının en kolay, faydasının en şümûllü olmasıdır. Esâsen, bilâhare görüleceği üzere, tahsîle değer bulunan ilimlerin dikkati çeken husûsiyetleri de, ya hemen kullanılabilirlik veya uhrevi bir faydaya müteallik oluştur. Nitekim, Nev’î’ye göre, “... her ilmde bülûğ-ı kemâl, emr-i muhâl ve mahz-ı hayâldir[11].” Yâni, insanın bütün ilimleri derinliğine öğrenmesi mümkün değildir; dolayısıyla, kendisi eserini mûteber ilimlerden bir kaçını bir araya toplamak niyetiyle vücûda getirmiştir[12].

Şu hâlde, Nev’î de, umûmî geleneğe uygun olarak, ulûm-ı nâfi’a mefhûmunu benimsemiş gözükmektedir. Bu noktada şöyle bir soru sormak durumundayız: İlmin gâyesi, hedefi sâdece pratik kullanıma yönelik dünyevî bir fayda mıdır? Bu soruya evet demek mümkün değildir. Tam tersine, dünyevî faydanın çok daha ötesinde, bir uhrevî fayda söz konusudur. Nev’î’nin ifâdesiyle, “...zübde-i maârif ma’rifet-i zâtu’llâh ve umde-i ulûm ilm-i sıfâtu’llâhdır.” Yâni, bilgilerin özü, Allâh’ın zâtının, bizzat kendisinin bilgisi, ilimlerin dayanağı, direği Allâh’ın sıfatları ile ilgili ilimdir. Esâsen bütün ilimlerin hedefi aynı noktada buluşmaktadır: “... cümleden maksûd ma’rifet-i Ma’bûd’dur[13]. Diğer bir ifâde ile, bütün ilimlerin maksadı Allâh’ı tanıma ve bilmedir.

Bilindiği gibi, İslâm dünyâsında ilimler, aklî ve naklî ilimler olmak üzere esâs olarak ikiye ayrılarak incelenmiştir: Bunlardan birincisi, bizzat insan zekâsının ürünü olarak ortaya çıkan, diğeri ise vahiy veya din çerçevesinde doğup gelişmiş bulunan ilimler için kullanılan bir tâbirdir[14]. Nev’î de esasta bu tasnîfi benimser. Ancak, onun, umûmî tasniflerden birazcık farklı olarak, ilimleri aklî, naklî, hem aklî ve hem naklî olmak üzere üçe ayırdığı dikkati çekiyor. Bu çerçevede, “hisâb ve hey’et ve sâir riyâziyyât” gibi ilimler aklî; “ilm-i tefsîr ve ahbâr” gibi ilimler naklî; “ilm-i usûl-i fıkh” gibi ilimler ise hem aklî ve hem naklî ilimler olarak görülür[15].

Bu umûmî tasnîfi bir tarafa bırakacak olursak, Nev’î’nin, “Zikr-i tertîb-i fünûn” başlığı altında, ilimleri şöyle sıraladığı görülüyor: ilm-i târîh, ilm-i hikmet, ilm-i hey’et, ilm-i kelâm, ilm-i usûl, ilm-i hilâf, ilm-i tefsîr, ilm-i tasavvuf, ilm-i ta’bîr-i rü’yâ, ilm-i ruky ve efsûn ve tıbb, ilm-i felâhat, ilm-i nücûm, ilm-i fâl ü zecr[16].

Dikkat edilirse, ilm-i târîh, bu tasnîfin ilk ilmidir. Nev’î’nin ilim anlayışı ve zihniyetinde, dînî veya uhrevî hassâsiyeti açıkça görüldüğü hâlde, niçin böyle bir tasnîfe gidilmiştir? Bu sorunun cevâbını, yazarın bizzat kendisi verir: Gerçi bilgilerin özü Allâh’ın zâtının, ilimlerin dayanağı ve direği ise Allâh’ın sıfatlarının bilgisidir. Ancak, bu muammâyı hakkıyla anlamak, güzel eserlerden hareketle onların Yaratıcısı’nın varlığına ulaşmakla mümkün olur. Târih ilmi ise, âlemin başlangıcından ve insanoğlunun zuhûrundan îtibâren vukû’ bulan hâdiselerle ilgilidir. Öte yandan, yeryüzündeki milletler ve her türlü yaratık, yine bu ilimle bilinir. Târih ilminden sonra ele alınan ilm-i hey’et ise, hem uzayda bulunan cisimlerle ve hem de ateş, hava, su ve toprak gibi yeryüzü cisimleriyle ilgilenmektedir. Bu yakın bağlantı dolayısıyla, iki ilim birbirini tâkip etmiştir. Diğer bir deyişle, bütün ilimler insan ve onun Yaratıcısı ile olan ilişkilerini hedef almakla birlikte, önce insanın dış dünyâsını ele almak, çevreyi tanımak, onun nasıl bir âlemde hayat sürdüğünü öğrenmek ve sonra insan ve Yaratıcısı ile ilgili konulara geçmek uygun bulunmuştur. Nitekim, bunların ardından ele alınan ilimlerin hepsi, esas îtibâriyle doğrudan insanı ilgilendiren ilimlerdir[17].

Nev’î Efendi, yukarıda zikrolunan ilim tasnîfine uygun olarak, her ilim dalını sistematik bir tarzda ayrı ayrı ele almakta; bunların târifleri, konuları (mevzû’u), faydaları (menâfi’i) üzerinde durmakta ve her ilim dalında yazılmış mûteber eserlerin isimlerini vermektedir.

Şimdi, yukarıda verilen ilim tasnîfine uygun olarak, anahatlarıyla ilim dallarını ve Nev’î’nin bunlarla ilgili düşüncelerini kısaca gözden geçirebiliriz:

1- İlm-i Târîh:

Nev’î’ye göre, târih ilmi, âleme ibret sunan, insanoğlunun basîretini artıran bir ilimdir. Zamânın hâdiseleri husûsunda bilgili, çeşitli işler konusunda kişiyi tecrübeli kılar, ona bütün işlerle ilgili tedbirler almasını öğretir. Edebî ilimlerden olan târihin faydaları çoktur[18].

Nev’î, târihi, umûmî geleneğe ve anlayışa uygun olarak, Hz. Âdem’le başlatır. Fakat, bilinen devirlerden bilinmeyen devirlere doğru uzandıkça, verilen bilgiler müphemleşir, rivâyet ve efsâneler hâline dönüşür; hattâ, akıl ve mantık dışı bilgilerin târihî veri gibi sunulduğu görülür; zaman mefhûmu silikleşip donuklaşır ve bin yıllar, râhatça on yıllar gibi değerlendirilebilir. Meselâ, Nev’î, İran târihine dâir bilgi verirken, zikrettiği rakamların büyüklüğüne hiç aldırış etmez. Ona göre, Kiyûmers’in saltanat müddeti kırk yıl, ömür müddeti ise bin yıldır. Cemşîd, yedi yüzyıl saltanat sürmüştür. Dahhak’ın saltanat süresi ise bin yıldır. Kezâ, Ferîdûn beş yüz, Minûçehr yüz yirmi, Keykubâd yüz yirmi, Siyâvuş yüz elli, Lührâsb yüz yirmi, Hemây bint Behmen yüz yirmi yıl saltanat sürmüşlerdir[19]. Biraz daha bilinen devirlere gelindikçe bu süreler kısalır ve mâkul rakamlara iner. Bu durum, Sâsânî dönemi hükümdarları ile, Emevî, Abbâsî, Abbâsîlerin parçalanma döneminde kurulmuş bulunan Saffârî, Sâmânî ve bilâhare ortaya çıkan bütün Türk devletleri hükümdarlarının saltanat sürelerinin verilişinde açıkça görülür[20]. Nev’î Efendi, yine ilm-i târîh içinde, antik devir filozofları ile ilgili “mes’ele fî ma’rifeti’l-hükemâ” başlığı altına kısa kısa bilgiler de verir. Bunlar arasında Fisâgor, Câmâsb, Bokrât, Bokrâtis, Hermes, Sokrat, Eflâtûn-ı İlâhî, Aristo, Belînas, Câlînus, Batlamyus gibi isimler zikredilmektedir[21].

2 – İlm-i Hikmet:

Nev’î Efendi’ye göre, İlm-i hikmetin (felsefenin) konusu, hâricî varlıklardır. Hikmet ilmi, bütün ilimleri birbirine bağlayan bir vâsıta, sultanların taçlarının incisi, insanlığın ulaştığı kemâlâtın netîcesi ve Allâh’ı tanımanın vesîlesi olan bir ilimdir[22]. Hikmet ilmi ikiye ayrılır: Kudretimiz ve ihtiyârımız dâhilinde olan varlıklarla ilgili olan kısmına hikmet-i ameliyye (amelî hikmet: pratik felsefe); bunun dışında kalan kısma ise hikmet-i nazariyye (nazarî hikmet: teorik felsefe) denir. Bunlardan amelî hikmet kendi içinde üç kısma ayrılır: Bir şahsın yaptığı işlerle ilgili olanına ilm-i ahlâk denir ki, gâyesi kişiyi kötülüklerden alıkoymaktır; ev-bark işleriyle ilgili olanı ilm-i tedbîr-i menâzil, halkın idâresi ile ilgili olanı ise ilm-i siyâset adını alır. Aynı şekilde, nazarî hikmet de kendi içinde üçe ayrılır: Maddeden mutlak bir şekilde arınmış mevcûd ile ilgili olan kısmına ilm-i ilâhî; hesap-kitap işleriyle ilgili olanına ilm-i riyâzî ve tabiat ile ilgili olan kısmına ise ilm-i tabîî adı verilir.

Nev’î’ye göre, bu ilimleri öğrenmenin her ne kadar dünyevî faydaları varsa da, asıl gâye, bu yolla “tahsîl-i i’tikâd-ı sahîhadır; bu ilimler “vesîle-i se’âdet-i ebediyye ve vâsıta-i siyâdet-i sermediyye”dirler[23]. Diğer bir deyişle, kişinin sağlam bir inanca sâhip olması ve ebedî saadete ulaşmasında bu ilimlerin hizmeti büyüktür; bu konuda birer vesîledirler.

3 - İlm-i Hey’et (Astronomi):

Nev’î’ye göre, hey’et ilminin konusu yer ve gökteki bütün cisimlerdir. Hendese (geometri) de bu ilmin içine girer. Nev’î’nin târifiyle, “İlm-i hey’et bir ilmdir ki ecrâm-ı basîtanın ulviyyesinin ve süfliyyesinin ahvâli ve eşkâli ve evzâ’ı ve mekâdîri ve eb’âdı anunla ma’lûm olur[24].” Basit cisimlerin ulvî (yüce) ve süflî (aşağı) olanlarının durumları, şekilleri, bulundukları yerler, mikdarları ve boyutları ancak hey’et ile yardımıyla bilinir. Eğer hey’et ilmi, konuları açık delillerle (berâhîn) ele alırsa, bu takdirde hey’et-i basîta adını alır. Hey’et ilmi şerefli bir ilimdir. Zîrâ, onun vâsıtasıyla kişi göklerde bulunan cisimleri tefekkür eder; bu mükemmel yapıyı, gezegenlerin ve yıldızların durumunu öğrenen insan, bütün bunların bir yaratıcısı olduğunu düşünür ve böylece Allâh’a ulaşır; îmânı güçlenir. Esâsen hedef de budur.[25]

4 - İlm-i Kelâm:

Nev’î, yukarıda ele alınan târih, hikmet ve hey’et ilimleri ile, dünyevî ve maddî şeylerden hareketle ma’rifetu’llâha, yâni Allâh’ı tanıma ve bilme seviyesine ulaşmanın yollarını göstermeğe çalışırken, kelâm ilmi ile, aynı meseleyi dînî açıdan ele alır. Ona göre, “İlm-i kelâm bir ilm-i zü’l-i’tibârdır ki anınla [getirdiği delillerle] akâyid-i dîniyyenin isbâtına iktidâr hâsıl olur.” Esâsen, kelâm ilminin asıl konusu, bâzıları için mutlak mevcûdât (varlıklar) ise de, geçmiş ulemâ katında “zâtu’llah ve sıfâtu’llah”tır. Diğer bir deyişle kelâm ilminin asıl konusu Allâh’ını, bizzat kendisini ve sıfatlarını inceler, anlatır, açıklar. Bu bakımdan, kelâm ilmi, havas veya avam bütün insanlar için makbul bir ilimdir; getirdiği açık ve sağlam delillerle, filozofların vehimlerini bertaraf eder. Kelâm olmadan, sıfât-ı vâcibeyi bilmek mümkün değildir. Diğer ilimlerde olduğu gibi, kelâm ilminin hedefi de, insanı ebedî saâdete ulaştırmaktır[26].

Nev’î, kelâm ilmini doğrudan, şer’î ve mantıkî ilimlerle alâkalı görür. Ona göre, bâzı ilim adamları mantıkı da kelâm ilminden saymışlardır; bu sebeple “ilm-i kelâm ilm-i şer’îdir. Zîrâ kelâmda mu’teber olan beyyinât şer’de vârid olan mes’eleyi isbâtdır.” Kelâm, aslında şer’î (dînî) bir ilimdir; çünkü ilimde îtibar edilen veyâ ortaya konulan deliller, din sâhasında ortaya çıkan bir takım konuları ispatlar niteliktedirler. Bunu ya akılla veya şer’ (din) ile gerçekleştirir; şer’in sustuğu, bir açıklama getirmediği konularda veya durumlarda akıl (kelâm) devreye girer[27].

Dikkat edilirse, Nev’î’nin burada övdüğü kelâm ilmi, İslâm dünyâsında başlangıçta Mu’tezile’nin ve bilâhare bir kısım filozofların meşgul oldukları konuların bir hayli dışında kalan ve çerçevesi oldukça daraltılmış bulunan bir kelâm ilmidir. Kendisinin de belirttiği gibi, kelâm ilminin konusu için, “Ba’zılar katında mutlak mevcûdâtdır.” derken, bu noktadan haberdar olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Nev’î’nin kelâmı, artık sünnî bir kelâmdır ki, bunun temelinin Eş’arî tarafından atıldığını herkes bilir.

5 - İlm-i Usûl-i Fıkıh ve Akîb-i Usûl-i Dîn (Fıkıh Metodolojisi):

Nev’î’ye göre, usûl ilmi bir kavâ’id (kāideler) ilmidir; ilmin kāidelerini ve metodonu öğretir. Bugün, aynı şeyi metodoloji olarak isimlendiriyoruz. Verilen başlıktan da anlaşılacağı gibi, burada esas olan fıkıh usûlüdür. Bu ilim çerçevesinde ele alınan konular “edille-i şer’iyye-i külliyye”, yâni şer‘î delillerin tamâmıdır. Gâye ise, şer’î delillerden hareketle hüküm çıkarma husûsunda meleke sâhibi olmaktır. Bu vesîle ile umulan fayda, şer’î hükümleri sağlam esaslara dayandırmaktır. Bu sebeple, ilm-i usûl-i fıkıh (fıkıh metodolojisi), aynı zamanda bir din metodolojisidir. Aslında, ‘usûl ilmi’, mukaddemât, yâni ilk öğrenilmesi gereken ilimlerden sayılır. Bununla birlikte, ileri seviyedeki din bilgisinin ve ilimlerinin edinilmesindeki büyük hizmeti dolayısıyla, aslî ilimlerden sayılması da mümkündür. Bu bakımdan, usûl ilmi ulûm-ı resmiyyeden sayılır; burada her ilmin katkısı söz konusudur; bu ilimle uğraşan insan, diğer bütün ilimlerden faydalanmak durumundadır. Bu ilim, “Hak budur ki ilm-i garîb ve dâniş-i acîb ve dil-firîbdir.”

6 - İlm-i Hilâf:

Nev’î, ilm-i hilâfı, icmâlî ve tafsîlî deliller konusunda muhtelif mânâ çıkarma (istinbat) yollarından bahseden bir ilim olarak târif eder; ancak söz konusu yollar, kişinin (müçtehidin) muhâlif bir görüşü çürütmesi ve kendi görüşünü güçlü delillerle ortaya koyması şeklinde gerçekleşir. Bu konuda, Ebû Hanîfe, Şâfi’î ve Ahmed ibn Hanbel söz sâhibi mezhep imâmlarıdır. Diğer bir deyişle, hilâf ilminde, müçtehitlerin bir konuda farklı delillerden hareketle, farklı netîcelere ulaşmaları ve bunu yaparken, diğer görüşleri ve delilleri çürütmeleri, birbirlerine muhâlefet etmeleri söz konusudur. Ancak, Nev’î’nin de belirttiği gibi, bu ihtilâf, dînin esâsı ile ilgili değil, tâlî meselelerde söz konusudur. Bu sebeple, hadîs-i şerifte “Ümmetimin arasındaki görüş farklılığında rahmet vardır.” buyurulmuştur Böylece hakîkati yakalama ihtimâli artacaktır[28].

7 – İlmü’t-Tefsîr:

Tefsîr, Arapça’nın kāidelerine uygun olarak “ma’nâ-yı nazm-ı Kur’ân’dan bahs” eden bir ilimdir. Bu ilmin hedefi, Kur’ân’ın mânâsını bütün yönleriyle öğretmektir. Faydası ise, şer’î hükümlerin sıhhatli bir şekilde çıkarılmasını sağlamaktır. Tefsîr ilminin faydalı olabilmesi için, müfessirin usûl-i kelâm, usûl-i fıkıh, ilm-i cedel ve benzeri dinle ilgili diğer ilimleri çok iyi bilmesi ve onlardan mutlakā faydalanması lâzımdır; zîrâ bu ilimler tefsîrin başlangıcı hükmündedirler[29].

Nev’î, tefsîr ilmini, aynı zamanda ilm-i Kur’ân şeklinde de adlandırır. Ona göre, esâs îtibâriyle, diğer bütün ilimler, ilm-i Kur’ân için gereklidir. Zîrâ, ilm-i Kur’ân , bütün ilimlerin bünyesinde toplandığı, esas îtibâriyle âlimlerin elde etmek istedikleri bir ilimdir; o, mücevher mâdeni, inci deryâsı, mânâlar ağacı, rabbânî sermâye, sağlam bir ip, apaçık bir nûr, faydalı şifâ, parlak bir zıyâ gibidir[30]. Dolayısıyla, diğer ilimlerin hiç birisi ile mukāyesesi söz konusu değildir.

8 – İlm-i Tasavvuf:

Tasavvuf, riyâzet ve mücâhede ile rûhun Yaratıcısına ulaşmasının yollarından bahseden bir ilimdir. Nev’î tasavvufu, “safvet-i umûm ve hilye-i ulemâ-i rüsûm” olarak tavsif eder. O, herkesi temizleyip arındıran ve ilim adamlarının süsü olan bir ilimdir. Ona göre, “ilm-i zâhir ilm-i bâtınsız mükemmel” olmaz. Bâtınî ilimler dikkate alınmadan zâhirî ilimler tam mânâsıyla anlaşılamazlar; eksik kalırlar. İlm-i zâhirin hedefi “tedbîr-i maâş ve tekmîl-i muâmelât-ı nâs”tır; insanların geçimlerini temin etmek için ne yapmaları gerektiği, işlerini nasıl yapacakları zâhirî ilimlerle öğrenilir. İlm-i bâtının hedefi ise, “tasfiye-i dil” ve “tezkiye-i nefs”dir; gönlü, kalbi kederlerden, nefsi kötü huy ve alışkanlıklardan temizlemektir. Tasavvuf, “da’vâları terk edip ma’nâları nihân etmek”tir. Her ilim adamının nihâî hedefi bu olmak gerekir. Yâni, bir ilim adamının gerçek bir ilim adamı olabilmesi için, sâdece zâhirî veyâ başka bir ifâdeyle dünyevî ilimleri öğrenip bunlarla yetinmesi doğru değildir. Onun, bâtınî ilimleri de öğrenmesi lâzımdır; kalbini, rûhunu ancak bu ilimleri öğrenmek sûretiyle kötülüklerden arındırabilir. Dolayısıyla, kişi ancak bu yolla kâmil bin insan ve âlim olabilir. Diğer bir deyişle, tasavvuf insanın dünyevî bağlardan kendisini kurtarmasıdır. Nev’î, tasavvuf konusunda yazılmış eserler arasında Fütûhât-ı Mekkiyye’nin ilerisinde bir eser bulunmadığı düşüncesindedir[31].

9 – İlm-i Ta’bîr-i Hâb:

Ta’bîr ilmi, rüyâda görülen sûretlerin ne mânâya geldiğini yorumlayan bir ilimdir. Nev’î’ye göre, rüyâ tâbiri ilmi, benzersiz bir ilimdir; herkesin makbûlü, enbiyâ ve evliyânın rağbet ettikleri bir ilimdir. Sâlih insanların gördükleri “eyü düş”, “nübüvvetin (peygamberliğin) kırk altı cüz’ünden” biridir. Nitekim Yûsuf Peygamber, rüyâ tâbiri husûsunda mâhir idi[32].

10 – İlm-i Ruky, Efsun ve Tıbb:

Ruky ve efsun hemen hemen aynı mânâya gelen kelimelerdir. Ş. Sâmî, rukye kelimesine ‘sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şey; efsun’ mânâsını vermektedir[33]. Nev’î ise, “rukye deyü efsûn-ı kelimâtı okuyub ve tabâyi’-i hurûfla mütekeyyif olan nefesi sîneden çıkarup bîmâr üzerine üfürmeğe dirler ki müessir olup şifâ bula.[34]” Nev’î, bu iki kelimeyi tıbbla aynı başlık altında vermektedir; buradan hareketle, sihrin bir çeşit tıp gibi değerlendirildiğini ifâde edebiliriz. Nev’î’ye göre, ruky ve efsûn ilmi, “ilm-i meknûn ve dürr-i mahzûn”, yâni gizli, herkesin ulaşamayacağı bir ilimdir; dikkatli bir şekilde saklanmış inci gibidir; bu ilmin değeri üzerinde bütün milletler ittifâk etmişlerdir. Zâhidler, âbidler ve bütün “hükemâ-i zemân” (filozoflar) bu ilme inanırlar, o bu yolla elde edilen bilgilere güvenirler (mu’tekid ü mu’temidlerdür)[35].

Bu ilmin bir takım kısımları vardır ki, bunlardan birisi de ilm-i azâ’imdir. Nev’î, İmâm Râzî’nin Sıra-ı Mektûm adlı eserinin bu hususta faydalı olduğunu belirtiyor. Ona göre, bu ilim, okunan şey “Kitâbu’llâh’dan” olduğu takdirde “Şerî’at-i Mustafa’dan revâdır.” Mûteber bir ilimdir. Ş. Sâmî ise, azîme (azâ’imin tekili) kelimesini açıklarken şöyle demektedir: “Cinleri ve yılanları ve sâ’ir muzırr şeyleri musallat oldukları adamın yakasını bırakmağa mecbûr etmek iddi’âsıyla bunları tahlîf sûretiyle yazılan rukye ve tılsım ve du’â ve sâ’ire; efsûn[36].” Bu târif, Nev’î’nin tıbb anlayışının biraz üfürükçülükle karışmış bir anlayış olduğu göstermektedir. Nitekim, nüsha (muska) da aynı anlayış içerisinde mütâlaa olunmaktadır: Rukye ve efsûn ile ilgili olarak, “Ve kâğıda kelimât yazup bîmâra bend itmekde dahi isti’mâl iderler.” demektedir.

Bu tür bir uygulamadan ne umulur? Nev’î’ye göre, bâzı kimseler, ‘bunun tesirli olup olmadığını ancak Allâh bilir, hikmeti belli değildir’ demekle birlikte, kâğıda bir takım harfler yazarak hastaya takıp tedâvî etmek konusunda iddiâlı olanlar da vardır; bunlar ateşli hastalıkları soğuk, soğuk seyreden hastalıkları da sıcak farz edilen harflerle tedâvî ederler[37].

Nev’î, efsûnu iki kısma ayırır: Birincisi, Allâh’ın ismi okunarak gerçekleştirilen efsûn. Bunda, isimlerin Arapça veya Arapça’nın dışında bir dille okunması arasında bir fark yoktur; her dilde olur. İkincisi ise, Allâh’ın ismi okunmadan gerçekleştirilen efsûndur; bu da ikiye ayrılır: mefhûm ve gayr-i mefhûm. Kim ki samîmî bir kalb, sâdık bir niyet ve hüsn-i zannile ismu’llâhı (Allâh’ın ismini) vesîle kılarak efsunda bulunursa, faydasını görür. İsmu’llâhsız gerçekleştirilen ve faydası dokunduğu ileri sürülen efsûnun tesiri, sâdece “hüsn-i zann ve kuvvet-i vehm ve sıdk-ı himmet ve ihlâs-ı niyyet” dolayısıyladır; dokunan fayda bizâtihî efsûndan değildir[38].

Yukarıda işâret olunduğu gibi, Nev’î, ilm-i tıbbı, ruky ve efsûnla birlikte zikretmektedir; hattâ tıbbı diğer ikisine mülhak gösterir. Ona göre, tıp ilmi, insan bedeni ile meşgul olur; gâye, insanın sıhhatini korumak, mâruz kalınan hastalıkları bedenden def’ etmektir[39]. Nev’î, geleneğe uyarak, hastalıklar ve tedâvîleri konusunda yiyeceklere büyük bir ehemmiyet atfeder: Ona göre, “icmâ’-i etibbâdır ki illet bedende kalan fazalât-ı ta’âmdan hâsıl olur.” Kezâ, “cemî’-i illetlerin menşe’i mi’dedir.” Zîrâ, “mi’de bedenin havzıdır. Urûk ana dâhildir. Eğer mi’de sahîh olursa urûk dahi etrâf-ı bedene sıhhat îsâl ider. Eğer sakîm olursa sekāmet sirâyet itdirür.” Şu hâlde, bedeni hastalıklardan korumak için, aşırı ve âmiyâne tâbirle abur-cubur yemekten kaçınmak gerekir. Esâsen tıbb-ı Nebevî’nin temelini bu tedbir teşkil etmektedir. Tıp bakımından insanın bedeni üç durumda bulunur: Sıhhat hâli, illet (hastalık) hâli ve orta hâl, yâni ne tam sıhhat ve ne de tam hastalık hâli. Aslolan, tıp yoluyla sıhhat hâlini muhâfaza etmektir. Bu tavsif, bugünün koruyucu hekimliği olarak görülebilir. Tıbbın, hastalık hâlindeki vazîfesi ise, bedeni sıhhat hâline döndürmek, yâni tedâvî yoluyla insanı eski sağlığına kavuşturmaktır. Beden orta hâlde, yâni ne tam hasta, ne de tam sıhhatli durumda ise, dengeyi korumak için titiz davranmak gerekir. Bilhassa, hastalık hâlinin galebe çalmasına fırsat verilmemelidir[40]. İlaç kullanmaktan kaçınmamak, çekinmemek gerekir; zîrâ, hastalık kazâu’llâhtan olduğu kadar, onun çâresi da kazâu’llâhtan-dır[41]. Dolayısıyla, Allâh’ın bir takdîri olan hastalığın çâresi de yine Allâh’tandır.

11 – İlm-i Felâhat:

Nev’î, ilm-i felâhati (ziraat, çiftçilik ilmi), faydası çok, bütün sanatların aslı, insan neslinin ve hayâtının sürdürülmesini sağlayan bir ilim olarak değerlendirir. Ona göre, yeryüzünde ilk görülen insanın (Hz. Âdem) yaptığı ilk şey, çiftçilik idi; daha sonra gelen peygamberler, zâhidler ve âbidler de bu sanatla uğraştılar, onunla uğraşmış olmaktan iftihâr ettiler[42]. Dolayısıyla, insan varlığının yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlayan böyle bir meşgale ve onun bilgisi, saygıdeğer bir meslektir.

11 – İlm-i Nücûm (Yıldızlar İlmi):

İlm-i nücûm, gezegenlerin teşekkülleri ile süflî hâdiseler üzerine istidlâlde bulunmak; bir netîce çıkarmağa çalışmaktır. Nev’î’ye göre, bâzı cihetlerden eşref-i ulûm, yâni ilimlerin en şereflisidir. Her biri âlemin işleri, günlerin ve ayların şerefleri üzerinde çalışan uzak görüşlü akıl sâhipleri ve yakîn ehli filozoflar, bütün dikkatlerini ve düşüncelerini bu ilim üzerine teksif etmişlerdir. İlm-i nücûm, erbâbı nezdinde üçe ayrılır: Hisâbiyyât (hesaplara dayalı ilimler), zanniyyât (zanlara dayalı ilimler) ve vehmiyyât (vehimlere, kuruntulara dayalı ilimler). Bunlardan hisâbiyyât husûsunda hiçbir şüphe bulunmadığı gibi, şer’î bakımdan her hangi bir engel de söz konusu değildir. Hesâb ilmi çerçevesinde ele alınan konuların hemen hepsinde, Allâh’ın birliği (tevhîd) ile ilgili sayısız deliller vardır. Fakat zanniyyât husûsunda dikkatli olmak gerekir. Bu noktada bâzı istisnâî durumlar söz konusudur. Meselâ, güneşin bâzı hareketlerinden ve görünüşlerinden yola çıkarak, bir takım netîcelere ulaşmak, sıcaklık, soğukluk veya umûmî hava durumu ile ilgili bâzı değerlendirmelerde bulunmak mümkündür; bu hususta dînî bir mahzur yoktur. İlm-i nücûmun vehmiyyât (vehimlere dayalı) kısmına gelince, bunu şer’ (din) tecviz etmez. Çünkü, burada gezegenlerin ve yıldızların hareketlerinden ve burçların durumundan yola çıkarak, geleceğe yönelik, hayır ve şer ifâde eden bir takım kehânetlerde bulunmak söz konusudur; bu yüzden, şer’ (din) tarafından reddedilmiştir[43]. Böyle bir ilimle uğraşmak faydasızdır; zamânı boşa harcamaktır[44]. Esâsen bu husus, yâni fayda, diğer bütün ilimler için de geçerlidir.

12 – İlm-i Fâl ve Zecr:

Nev’î’ye göre, bu ilim vâsıtasıyla “havâdis-i âtiyyeden hudûs eden umûr ma’lûm olur.” Bu ilimle gelecekte olabilecek hâdiseler hakkında bilgi edinilir. Meselâ Mushaf açmak, kur’a çekmek ve ilme has diğer yollarla gelecekte olacak şeylere dâir haberler vermek, bu kabîldendir. Nev’î, ilm-i fâlın ehl-i kemâl katında makbul olduğunu, Allâh’ın Nebî’sinin bunu övdüğünü ileri sürer. Ona göre, bu ilim yoluyla Allâh’a hüsn-i zanda bulunulur. Öte yandan, bu ilim vesîlesiyle, kederli olanları kurtarmak da söz konusudur; harap ve perişan olan kalp ve gönülleri neşelendirmek; ticâret erbâbını ve ihtiyaç sâhiplerini mühim işlere yöneltmek mümkündür; bu sebeple sayısız faydası vardır. Ancak, kuş kullanmak, kehânet veya benzeri yollarla bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmak şer’î açıdan haramdır[45].

Bu başlık altında ele alınan bâzı ibâreler şunlardır: Kehânet, irâfet, ihtilâc, kıyâfet, zecr, tıyere ve ıyâfet.

Kehânet mâlumdur; irâfet ise su dolu kadeh, kurs-ı âfitâb ve cirm-i billûr gibi bâzı berrak nesnelere bakarak, bunlarda cinlerin görüldüğünü iddiâ etmek ve gaybdan haber vermektir. İnsanın bâzı uzuvlarının hareketinden çeşitli hâdiselerin zuhûrunu haber vermek ise ihtilâc olarak adlandırılır; kıyâfet ise, kişinin uzuvlarının durumundan, renginden, dış görünüşünden hareketle, onun hakkında iyiliği veya kötülüğüne dâir bir takım hükümlerde bulunmaktır. Zecr, tıyere, ıyâfet aynı mânâya gelen şeylerdir. Meselâ, hoş bir yürüyüş veya kuş sesi ile bâzı hâdiselerin vukû’una istidlâl bu cümledendir; kezâ sefere veya ava çıkıldığında, vahşî bir hayvan sağdan gelirse, hayra yorulması, mübârek tutulması, sol taraftan gelirse uğursuz sayılması zecr, tıyere, ıyâfet sayılır[46].

Nev’î’nin fâlın muhtelif nev’ileri ile ilgili bu ve benzeri değerlendirmeleri, kendisinin de bu tür ilimleri tasvip ettiğini düşündürmektedir. Oysa, fâl başlığı altında verilen bilgileri, esas îtibârıyla gözden geçirdiğimizde, kendi iddiâsının aksine, İslâm’ın bu tür sözde ilimleri pek de tasvip etmediğini görürüz. Nitekim, ihtiyâtı elden bırakmayan Nev’î, belki de bu yüzden olmalıdır ki, Peygamber, “fâlı dahi ilm-i gaybe sebeb olduğiyçün medh itmemişdür, belki Allâh Teâlâ’ya hüsn-i zann iş’âr ittiğiyçün medh itmişdür.” deme ihtiyâcı duyar[47].

Netîce olarak, Nev’î’nin ilim kategorisine soktuğu bir takım bilgilerin, bugün ilim olarak telâkkî edilmediğini söyleyebiliriz.

__________

* Bu yazı, daha önce tebliğ olarak hazırlanmış ve şurada yayımlanmıştır: Uluslar Arası Kuruluşunun 700. Yıldönümünde Bütün Yönleriyle Osmanlı Devleti Kongresi (7-9 Nisan – 1999 Konya), Konya 2000, s. 257-266.

[1] Bu çalışmalara örnek olmak üzere bkz. Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fak. Mec., İstanbul 1332, s. 137-144; Muallim Emin Beğ, “Târihçe-i Tarîk-ı Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; Nafi Atuf Kansu, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1930; O. Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II (iki cilt bir arada), İstanbul 1977; M. Ş. Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 463-467; A. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üni. Yay., İstanbul 1946; F. Reşit Unat, Türkiye’de Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihî Bir Bakış, Ankara 1964; H. Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişmesi (1773-1923), 2. baskı, İstanbul 1974; Şehabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi 1973, İstanbul 1975, s. 3-37; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1976; Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnameler”, Vakıflar Dergisi, XIII (1981), s. 171-236; aynı yazar, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İstanbul 1983); A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. baskı, İstanbul 1982 (1943); Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, 1984; M. Tayyib Gökbilgin, “Ulemâ”, İslâm Ansiklopedisi, XIII (1985), s. 23-26; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, 3. baskı, İstanbul 1988; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science and Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 1-48; aynı yazar, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat (ayrı basım), TTK, Ankara 1992, s. 335-395.

[2] Bkz. F. Unan, “Taşköprülü-zâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın İlim ve Âlim Anlayışı”, Osmanlı Araştırmaları, (İstanbul 1997), s. 149-264; “Bir XIV. Yüzyıl Yazarının Kaleminden Çağının İlim ve Âlim Anlayışı”, Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi), Sayı 3 (2002), s. 359-381 (her iki yazı da elinizdeki kitapta bulunmaktadır).

[3] Nev’î Efendi hakkında pek çok kaynakta bilgi bulunmaktadır. Onun kimliği, hayat hikâyesi, belli başlı çalışmaları ile ilgili derli toplu bilgi için bkz. Ömer Tolgay, (Nev’î Efendi), İlimlerin Özü “Netâyic el-Fünûn”, İnsan Yayınları, İstanbul 1995, s. 19-54.

[4] Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri (haz.), (Nev’î) Divan, İstanbul Üni. Edebiyat Fak. Yay., İstanbul 1977, s. XVII.

[5] Bu eser, yukarıda 3 numaralı dipnotta zikrolunan çalışmadır. Tebliğimizde Ö. Tolgay tarafından hazırlanan bu eser kulanılmıştır; çalışmanın baş tarafında eserle ilgili bilgi verilmekle birlikte, Tolgay’ın verdiği bilgilerin ve yaklaşımının bizim bu çalışmada tâkip ettiğimiz metod ve yaklaşımla ilgisi bulunmadığını ifâde etmek durumundayız.

[6] Netâyicü’l-Fünûn, s. 73-74.

[7] Bu üç tanımlama şekli ile nelerin kastedildiğine dâir daha geniş bilgi için bkz. Atay, Yüksek Din Eğitimi, s. 37-40.

[8] Bkz. Netâyicü’l-Fünûn, s. 71.

[9] Faydalı ilimlerin temelini oluşturan ulûm-ı şer’iyyenin bile kendisiyle meşgul olanlar tarafından yaşanmadığı takdirde fâydasız bir ilim hâline dönüşeceğini düşünen bir zihniyetin, bir takım târiflerden, etomolojik îzâhlardan veya felsefî değerlendirmelerden hiç bir şey beklemeyeceği ve bunlarla zaman harcamayacağı gâyet tabiîdir.

[10] Netâyicü’l-Fünûn, s. 73-74.

[11] A.g.e., s. 72.

[12] Aynı yer: “İ’timâden aleyh bir mecmûa cem’ine nasb-ı hâtır itdim ki birkaç mu’teberat-ı ulûmdan alâmât u rusûmı anda beyân oluna.”

[13] A.g.e., s. 76.

[14] Meselâ bkz. İmam Gazzâlî, Dalâletten Hidâyete (el-Munkız mine’d-Dallâl, trc. A. Subhi Furat), İstanbul 1978, s. 51-60; Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn (Mecdî trc.), Hadâ’iku’ş-Şakā’ık (Şakā’ıku’n-Nu’mâniye ve Zeyilleri, I, neşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 4-6, 153-154. Taşköprülü-zâde’nin Mevzû’âtu’l-Ulûm (I-II. cilt, İstanbul 1313)’u da esasta aynı temel tasnîf üzerine oturtulmuştur. Ayrıca bkz. S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 14-15; kezâ, F. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK yay., Ankara 2003, s. 322-331.

[15] Netâyicü’l-Fünûn, s. 167.

[16] A.g.e., s. 75-76.

[17] Aynı eser, s. 76: “Zirâ eger çi zübde-i meârif ma’rifet-i zâtullâh ve umde-i ulûm ilm-i sıfâtullâhdır. Ammâ bu muammâya kemâl-i vukûf âsâr-ı bedîadan Müessir-i Kadîm’e istidlâl hasebiyle ola. İlm-i târîh mebde-i âlem ve ibtidâ-i zuhûr-ı benî âdeme mevkûfdur. Sâniyen ilm-i tabâyi’ mevâlid-i selâse ve ümmehât ve tertîb-i ecnâs ü envâ-ı ulviyyât ü süfliyyâta berbûtdur. Ve sâlisen ilm-i hey’ât ecrâm-ı eflâk ve tabakât-ı nâr u hevâ vü âb u hâke menûtdur. Sebeb budur ki ilm-i târîhi ilm-i hikmet ve hey’et ta’kîb itmişdir. Ba’de zâlike umdetü’l-fünûn ilm-i usûl-i dîn zikrolunmuştur. Sâiri dahi sümme ve sümme ale’t-tertîb birbirini ta’kîb etmiştir. Emmâ cümleden maksûd ma’rifet-i zât-ı Ma’bûd’dur.

[18] A.g.e., s. 85: “İlm-i târîh ibret-nümâ-yı âlem ve basîret-efzâ-yı Benî Âdem’dir. Kişi(y)i vekâyi'’i dühuûra vukûf ve mücerrib-i ümûr ve müdebbir-i mesâlih-i cumhûr ideler. Menâfiuhû hadd yokdur. Ulûm-ı edebiyyedendir.”

[19] A.g.e., s. 92-95.

[20] A.g.e., s. 97-122.

[21] A.g.e., s. 123-127.

[22] A.g.e., s. 133: “İlm-i hikmet vâsıta-i akd-i ulûm ve dürretü’t-tâc-ı selâtîn-i rusûm, netîce-i kemâlât-ı insâniyye ve vesîle-i meârif-i sübhâniyyedir. Ve ilm-i hikmet bir ilmdir ki mevcûdât-ı hâriciyyenin ahvâlinden bahs ider, nefsü’l-emrde vâki’ olduğu üzre, takât-ı beşeriyye mikdârınca.”

[23] A.g.e., s. 133-134.

[24] A.g.e., s. 141.

[25] A.g.e., s. 142: “İlm-i mezkûr tefekkür fî halki’s-semâvât idüğüne şübhe yoktur. Ve ba’de’t-tefekkür bu nizâm-ı bedî’ ve üslûb-ı acîble seyyârâtın hareketi ve sevâbitin sükûnı ve her birinin evzâ-ı mahsûsaları bir hikmet-i hafiyyeyi müştemil olduğuna şühûd-ı kâmil olıcak, Allah Teâlâ’nın kemâl-i kudretine ne mertebe vukûf hâsıl olduğu zâhirdir.”

[26] A.g.e., s. 155.

[27] Aynı yer.

[28] A.g.e., s. 175.

[29] A.g.e., s. 183.

[30] A.g.e., s. 186: “İlm-i Kur’ân, mecma’-ı ulûm ve maksad-ı ehl-i rüsûm, kân-i güher ve deryâ-yı dürer, şecer-i meânî ve sermâye-i rabbânî, habl-i metîn ve nûr-ı mübîn, şifâ-yı nâfi’ ve ziyâ-yı lâmi’, urve-i vüskâ ve ismet-i müncîdir.”

[31] A.g.e., s. 191-192.

[32] A.g.e., s. 197-198.

[33] Kâmûs-ı Türkî, İstanbul 1978, s. 669.

[34] Netâyicü’l-Fünûn, s. 208.

[35] A.g.e., s. 207.

[36] Kamûs, s. 936.

[37] Netâyicü’l-Fünûn, s. 208: “Ba’zılar te’sîri min indi’llâhdır, hikmeti nâ-ma’lûmdur dimişler, emmâ hurûf içün tabâyi-i muhtelife isbât edenler emrâz-ı hârreye hurûf-ı bâride ve emrâz-ı bârideye hurûf-ı hârre ile rukye ederler.”

[38] A.g.e., s. 209.

[39] A.g.e., s. 213: “İlm-i tıbb bir ilmdir ki anda benden-i insândan bahs olunur. Sıhhat ü maraz haysiyyetiyle hıfz-ı sıhhat ve izâle-i maraz ecli içün.”

[40] A.g.e., s. 214-215.

[41] A.g.e., s. 214.

[42] A.g.e., s. 221: “İlm-i felâhat ilm-i pür-menâfi’ ve asl-ı cemî-i sınâyi’, sebeb-i bekâ-yı nesl-i âdem ve bâis-i hayât-ı ehâliyy-i âlemdir. Evvel kimse –ki rûy-i zemînde felâhat kıldı- Hz. Âdem (a.s.) idi. Ba’dehû bisyâr peygamberler ve zühhâd u ubbâd bu san’at ile mübâhât ü iftihâr ittiler.”

[43] A.g.e., s. 225-226.

[44] A.g.e., s. 230: “İlm-i bî-fâide tazyî’-i evkâtdir.”

[45] A.g.e., s. 235-236.

[46] A.g.e., s. 236-239.

[47] A.g.e., s. 239.