Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-27                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

BİR XIV. YÜZYIL YAZARININ KALEMİNDEN ÇAĞININ DEVLET İDÂRESİ VE İDEAL DEVLET ADAMI ANLAYIŞI*

 

Bilindiği gibi, İslâm dünyâsında, bilhassa klâsik dönemlerde, devlet idârecilerine yol göstermek maksadıyla kaleme alınmış pek çok eser vardır[1]. Bu tür eserlere, XVI. asrın sonlarından îtibâren Osmanlılar döneminde kaleme alınan lâyihaları da ekleyebiliriz[2]. Söz konusu lâyihalar, her ne kadar klâsik siyâset-nâmelerden üslûp ve kaleme alınış biçimi bakımından ayrılırlarsa da, netîce îtibâriyle, aynı gâyeye hizmet ederler. Şu var ki, klâsik siyâset-nâmeler daha mücerrettirler; belirli bir şahsa sunulmak için kaleme alınmış olsalar da, her devlet adamının ve hattâ her sınıftan idârecinin faydalanabileceği bir husûsiyet taşırlar. Lâyihalar ise, daha müşahhas konuları, meseleleri ve bunların çözüm yollarını ihtivâ ederler; kaleme alındıkları sırada devlet yönetiminde, diğer bir ifâde ile içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî alanlarda karşılaşılan sıkıntılara çözüm yolları göstermeğe çalışırlar. Siyâset-nâmeler ise, bu tür problemlerden ziyâde, devlet adamlarında bulunması gereken ideal husûsiyetleri ve devleti yönetme prensiplerini ihtivâ ederler. Ancak, her iki türün de kaleme alınış maksadı, sonunda aynı kapıya çıkar: Devlet adamlarına yol göstermek.

Bu yazıda, bu çerçevede düşüncelerini tahlîl etmeğe çalışacağımız şahıs, XIV. asrın ortaları ile XV. asrın ilk çeyreğinde yaşadığı tahmîn olunan Şeyhoğlu Sadru’d-dîn Mustafa’dır. Kendisi kısaca Şeyhoğlu adıyla da tanınır. Sadru’d-dîn Mustafa, Germiyan Beyliği topraklarında (tahmînen 1340’da) doğmuş ve burada yetişmiş; gençliğinden îtibâren beyliğin ileri gelenlerinden olan ve bilâhare Osmanlı ümerâ arasına giren Paşa Ağa b. Hoca Paşa tarafından korunmuş; Germiyan beylerinden Mehmed Bey ve Süleyman Şah dönemlerini yaşamış; Süleyman Şah’ın ölümünden sonra ise Osmanlı sarayına intisâb etmiştir. Hurşîd-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd) adlı bir te’lîfi bulunan[3]; Kâbûs-nâme ve Marzubân-nâme[4] adlı eserleri Türkçe’ye çevirmiş olan Şeyhoğlu’nun, ayrıca Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı yarı te’lîf, yarı tercüme olduğu sanılan bir eseri daha vardır[5]. Biz burada Şeyhoğlu’nun hayâtı ve eserleri üzerinde duracak değiliz[6]. Bu çalışma çerçevesinde bizi asıl ilgilendiren husus, Şeyhoğlu’nun zikredilen son eserindeki devlet adamları ile ilgili düşünceleridir. Mehekkü’l-Ulemâ da, bir bakıma siyâset-nâme husûsiyeti taşır. Yazar, dört bölüme (bâb) ayırdığı eserinin birinci bölümünde pâdişâhların, ikinci bölümünde büyük (ulu) beylerin, üçüncü bölümünde vezirlerin ve nâiblerin ve nihâyet dördüncü bölümünde âlimlerin, kadıların ve vâizlerin durumları üzerinde durmakta, bu husûsta bize ideal tiplerin nasıl olmaları gerektiğini anlatmaktadır. Eserin dördüncü bölümü, yazımızın başında adı geçen çalışma çerçevesinde daha önce tarafımızdan incelenmiştir[7]. Biz bu çalışmamızda, ilk üç bölümde işlenen konuları incelemek istiyoruz. Şeyhoğlu, bu bölümlerde devlet adamlarını anlatır, bunların kendilerinde bulunması gereken ideal husûsiyetleri ve devlet yönetiminde uyulması öngörülen temel ilkeleri sıralarken, kullandığı üslûpla gerçekten renkli bir kişilik sergilemekte; eski Anadolu Türkçe’sinin bugün çoğu unutulan sevimli ibâre ve ifâde kalıplarıyla, dobra dobra konuşan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, Şeyhoğlu’nun bu konudaki düşünceleri bütünüyle orijinal ve kendisine has olmayıp, zaman zaman başka eserlerde, başka yazarlar tarafından da ileri sürülen fikirlerle büyük ölçüde benzerlik veya paralellik gösterirler.

Burada bir husûsun altını çizmek gerekiyor: Şeyhoğlu, hayâtının büyük bölümünü XIV. asırda yaşamış, XV. asrın ilk çeyreğini yaşlılık döneminde idrâk etmiş bir yazardır. Bu asırlar, ilim ve fikir adamlarının düşünce dünyâlarının şekillenmesinde dînin son derece mühim bir rol oynadığı devirlerdir. Konunun mütehassıslarının gâyet iyi bilecekleri üzere, İslâm dünyâsının daha ilk dönemlerinden îtibâren, bu durum, bütün kesâfetiyle kendisini hissettirmiş; sâdece dînî meselelerin değil, din-dışı pek çok konunun, hattâ iktisâdî ve siyâsî sıkıntıların dışa vurulması, tartışılması gerektiğinde insanlar, propagandalarını dînî bir üslûpla dile getirmeyi, fikirlerini dînî verilerle desteklemeyi gerekli ve en etkili yol olarak görmüşlerdir. Hattâ bir çok mezhebin ortaya çıkışının siyâsî ve iktisâdî meselelerle yakından ilgili olduğu bilinmeyen bir husûs değildir; kişilerin çeşitli konularda yaşanan sıkıntıları dînî bir üslûpla dile getirmek sûretiyle çevrelerindeki insanları etkilemeyi denedikleri, bu vesîleyle ortaya çıkan bir takım sosyal ve hattâ siyâsî oluşumların, bilâhare mezheb olarak anıldıkları mâlumdur... Aynı durum Şeyhoğlu’nun üslûp biçimi ve konuları tahlil edişi için de geçerlidir. Yazar, ele aldığı meseleleri açıklığa kavuşturmak, okuyucusunu iknâ etmek ve sözlerini daha etkili kılabilmek düşüncesiyle, sık sık âyet ve hadîslerden iktibâslarda bulunur; tanınmış ilim ve din adamlarının fikirlerinden, kelâm-ı kibâr denen büyüklerin sözlerinden faydalanır; şiiri etkili bir materyal olarak kullanmağa gayret eder. Kendisinin, bir İslâm devleti hükümdârına ve İslâm cemiyetine hitâb ettiğini unutmaz. Bu nitelikleri taşıyan okuyucusunu, dînî verilerle yüz yüze getirmek, onların mânevî duygularına seslenerek kendilerini etkilemek ister.

***

Bu açıklamalardan sonra, Şeyhoğlu’nun “ideal devlet adamlığı” diyebileceğimiz konuyla ilgili düşüncelerini tedkîke geçebiliriz.

I. Pâdişâhlar, Melikler ve Ulu Beyler

Şeyhoğlu, öncelikle en üst seviyedeki devlet yöneticilerini, yâni hükümdarları ele alır. Burada zikrolunan ‘pâdişâh, melik, ulu beğ, sultan” gibi kelimeler, esas îtibâriyle ‘hükümdar’lar için kullanılmıştır. Bilindiği gibi, millî devletlerin ve parlamenter sistemlere dayalı yönetim biçimlerinin henüz bilinmediği ve bulunmadığı devirlerde, devlet yönetiminde hükümdarların yerleri mutlak bir öncelik taşıyordu. Çünkü, en azından hukûken, devlet, hükümdarın mülkü sayılıyordu. Diğer bütün idâreciler, onun birer “kul”u, birer memuru durumunda idiler. Tebea ise, korunmaları kendisine havâle edilmiş vedî’atu’llâh, yâni Allah emâneti olarak telakkî ediliyordu. Hükümdar, ülke içerisinde mutlak söz sâhibi olarak görülmekte ve bu çerçevede, devletin başarıları çoğu kez onun hânesine yazılmakta idi. Kusurlar ise, çok açık bir şekilde ifâde etmekten kaçınılsa veya çekinilse bile, zımnen yine ona âitti... Şeyhoğlu’nun değerlendirmeleri de, esas îtibâriyle, bu eksen üzerine oturtulmuştur.

Şeyhoğlu’na göre, hükümdar, yönetiminde, her şeyden önce doğruluk ve adâletle hükmetmek mecbûriyetindedir. Çünkü, meselâ, aynı zamanda bir yönetici durumunda olan Dâvûd peygambere Allah, “Ey Dâvûd! Doğrusu seni yeryüzüne halîfe kıldık. Sen de insanlar arasında hak ile hükmet; keyfine uyma, sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmalarından dolayı, çetin bir azap vardır.[8]” buyurmuştur.

Hükümdar niçin adâletle, doğruluk(hak)la hükmetmek mecbûriyetindedir? Şeyhoğlu, bu sorunun cevâbını Peygamber’den naklettiği bir hadîsle verir: “Pâdişâh, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir; bütün mazlumlar onun gölgesine sığınırlar...[9]

Peygamber’e atfedilen böyle bir hadîs, gerçekten var mıdır, varsa sahih midir? Bu şüphelidir veya böyle bir hadis sahih olmasa gerektir[10]. Bu şekilde bir hadîs gerçekten bulunmasa bile İslâm dünyâsında, siyâset çevrelerinde, bu tür bir anlayışa daha ilk dönemlerden îtibâren rastlamak mümkündür. Sâsânî yönetim anlayışında, hükümdarlara böyle bir rol biçildiği ve bu geleneğin –diğer İslâm devletleri aracılığıyla- Osmanlı siyâset anlayışını da etkilediği bilinmektedir[11]. Osmanlı siyâsî geleneğinin bu yönünün, eski Türk devlet ve hükümdar anlayışıyla da yakından ilgili olduğu mâlumdur. Orhun âbidelerinde hükümdarla Tanrı arasında güçlü bir bağ kurulduğunu, hükümdarların kendilerini, yeryüzünde, insanlar üzerinde Allah tarafından vazîfelendirilmiş şahsiyetler olarak gördüklerini şu ifâdeler açıkça ortaya koyar: "(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrı'dan olmuş Türk Bilge Hakan, bu devirde (tahta) oturdum."[12]. "Üstte mavi gök (yüzü) altta (da) yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insan oğulları yaratılmış. İnsan oğullarının üzerine (de) atalarım, dedelerim Bumin Hakan (ve) İştemi Hakan (hükümdar) olarak tahta oturmuş."[13] "Türk Tanrısı (ve) kutsal yer (ve) su (ruhları) şöyle yapmışlar şüphesiz ki: Türk halkı yok olmasın diye, halk olsun diye, Babam İlteriş Hakanı (ve) annem İlbilge Hatun'u göğün tepesinde tutup (daha) yukarı kaldırdılar şüphesiz.[14]" "Türk halkının adı sanı yok olmasın diye babam Hakanı annem Hatunu yücelten Tanrı, (onlara) devlet veren Tanrı, Türk halkının adı sanı yok olmasın diye, beni o Tanrı hakan (olarak) tahta oturttu.[15]"

Bununla birlikte, bu konuda klâsik İslâm devletleri geleneklerinin –İslâmî literatür yoluyla– Osmanlıları çok daha derinden etkiledikleri ayrı bir keyfiyettir. Nitekim, önce Emevîler ve bilhassa Abbâsîler dönemlerinde, artık birer hükümdar (melîk) hâline gelmiş olan halîfelerin, bilâhare diğer Müslüman hükümdarların, kendilerini zıllu’llâh fi’l-arz veya zıllu’llâh fi’l-âlem (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) olarak görmeğe başladıkları; kendilerine hitâben yazılan yazılarda veya onlardan söz eden eserlerde, bu ve benzeri ibârelerin birer tavsif malzemesi olarak sık sık kullanıldıkları bilinmektedir; bunun izleri Tursun Beğ’de bile görülür[16]. Bu durum, Osmanlı hükümdarları için de söz konusudur. Meselâ, henüz hilâfetin Osmanlılara geçmediği bir devirde[17] -böyle bir ifâde biçiminin İslâm’ın ana kaynaklarına ve Kur’ân’ın rûhuna uygunluğu tartışmalı olmasına rağmen- Fâtih Sultân Mehmed için bile, söz konusu tavsif ibâreleri kullanılmıştır[18]. Gerçekte bu tür tavsifler, hükümdarların hükümdarlıkları için bir meşrûiyet malzemesi olarak kullanılacak; İslâmî bir söyleyiş içerisinde, hükümdarı ve hükümdarlık müessesesini halkın gözünde saygı ve hürmet duyulan mukaddes bir mevkie yükseltmeye hizmet edecektir...

Şeyhoğlu'nun, bu gölge vurgusu üzerinde bilhassa durduğu dikkati çekiyor: “Sûretce dahı biregü tam üzerinde olup kölgesi aşağa yire üstine düşse ol kölgeyi ol kişi adıyla okırlar. Falânun kölgesidür diyü; ya’nî ol şahsun aksidür, aks girü hemân halîfedür.[19]” Nasıl ki, bir adamın yere düşen gölgesi, o adama nisbet edilir, o adamın adıyla anılırsa, hükümdar da Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak anıldığına göre, fiillerinde bunun gereklerini yerine getirmek durumundadır; kötü işler işleyerek, temsil ettiği ulvî makâmı lekelememelidir. Çünkü, teşbih câizse, Allah hümâ kuşu gibidir; onun gölgesi bir şahsın üzerine düşerse, o şahıs saltanat gibi bir devlete kavuşmuş olur, ülkesinin yücelmesini sağlar; Allah şefkat ve mürüvvet gösterip bir kulunu seçip onu ilâhî inâyetinin gölgesine alır, kendi sıfatlarıyla sıfatlandırırsa, ne kadar ikbâl, devlet, memleket, izzet ve kerâmet varsa, hepsi o kişinin üzerinde toplanır, o kişi bütün cihânın makbûlü olur; bunun aksine, Allah her kime kahır ve hışım nazarıyla bakarsa, o da bütün dünyânın en aşağılık mahlûku durumuna düşer, onu hiç bir yaratık makbul görmez. Öyleyse, Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bir kişi –hükümdar–, bu lütfun değerini bilmeli, temsil ettiği, izzet bulduğu makâmın heybetini ve haysiyetini korumalıdır[20].

Şeyhoğlu, yukarıda aktarılan Dâvûd peygamberle ilgili âyeti, bütün hükümdarlara yönelik bir tenbih olarak görür ve bu tenbîhi, biribiriyle ilintili on ayrı bakış açısından değerlendirir. Bunları sırasıyla şu şekilde hulâsa etmek mümkündür:

1. Allah, Dâvûd peygambere, “Biz seni yeryüzüne halîfe kıldık...” buyurmuştur. Bu hitap karşısında, hükümdar kendi saltanatını Allah’ın bir lütfu ve ihsânı olarak görmeli; bunda kendisinin hiç bir katkısı olmadığını, Allah’ın mülkü kime dilerse ona verebileceğini göz önünde bulundurmalıdır...

Bunun mânâsı nedir?.. Cevap şudur:

2. Allah, bu hitapla hükümdâra şunu ihtâr etmektedir: Biz, mülkü başkalarından aldık, sana verdik; senden alıp başkalarına vermeğe de muktediriz... Öyleyse hükümdar, kendisine ihsân olunan mülkün, saltanatın, izzet ve şerefin geçici ve iğreti olduğunu bilmelidir. Bunların fânî ve iğreti olduğu şuuru ile hareket ettiği takdirde, “bâkî ve hakîkî mülk”e, ebedî saadete ulaşacaktır.

3. Pâdişâh, pâdişâhlığın, Allah’ın hilâfeti olduğunu bilmelidir. Dolayısıyla, hangi hareketi işlerse işlesin, ne söylerse söylesin, Allah adına hareket ettiğini, Allah adına konuşmuş olduğunu unutmamalıdır.

4. Söz konusu âyette, Allah, hükümdâra hitâben, “insanlar arasında hüküm ver” buyurmaktadır. Bu emir, hükümdarın insanlar arasında hüküm verirken, bizzat kendisinin hüküm vermesini; bu işi başkalarına havâle etmemesini gerektirir. Başkalarının, yâni işi havâle ettiği kişilerin –beylerin, paşaların ve diğer devlet memurlarının– şefkatleri, kendisinin şefkatine benzemez. Dünyâda rahmet ve şefkat, gerçek mânâsıyla sâdece beş yerde bulunur: Allah’ın kullarına olan rahmet ve şefkati, peygamberin ümmetine olan mahabbeti ve şefkati, pâdişâhın tebeasına olan şefkati, şeyhlerin mürîdlerine olan sevgi ve şefkati, babanın evlâdına karşı gösterdiği sevgi ve şefkat... Hükümdar, kendi işini başkalarına havâle ettiği takdirde, onların haksızlık etmeleri her zaman mümkündür.

5. Allah, aynı âyette “hak ile, doğrulukla hüküm ver” buyurmuştur. Öyleyse, hükümdar, hüküm verirken “hak fermânı”yla hüküm vermeli, adâlet söz konusu olduğunda kendi nefsini değil, Allah’ın hükmünü (şer’i) dikkate almalı; halk için, ‘desinler’ diye değil, hak için hüküm vermelidir. Bunun netîcesinden faydalanacak olanlar yine insanlardır.

6. Allah, söz konusu âyette, “hüküm verirken, kendi hevâna uyma” buyurmuştur. Şu hâlde, kendi nefsine uyan, Allah’ın irâdesini ve emrini dikkate almayan kişinin doğru bir iş görmesi, adâleti lâyıkıyla tesisi ve insanlar arasından zulmü bertaraf etmesi mümkün değildir.

7. Hükümdârın kendi hevâ ve hevesine göre hareket etmesi, Allah’ın yolundan uzaklaşması demektir; bunun netîcesi de helâktir, uçurumdur. Allah’ın emrine göre hareket etmek ise, “Kim de Rabbinin huzûrunda durmaktan korkar, nefsini hevâ ve hevesten men’ ederse, şüphesiz varacağı yer cennettir.[21]” âyetinde de belirtildiği gibi, insanı ebedî saadete ulaştırır.

8. Dâvûd peygamberle ilgili âyette, “Allah’ın yolundan sapanlar için, hesap gününü unutmalarından dolayı, çetin bir azap vardır.” denmektedir. Şu hâlde, hükümdar, âhireti ve dolayısıyla Allah’ı unutmanın karşılığının büyük bir azap olacağını unutmamak durumundadır. Ancak, böyle bir şuur ve uyanıklık hâliyle, yönetiminde zulme zemin hazırlamaktan kurtulmuş kalır.

9. Bu ihtarlarla, Allah pâdişâhlığın ne olduğunu, bir hükümdârın neler yapması gerektiğini de ana hatlarıyla ortaya koymuştur: Hükümdâr, cihângirliğin, dünyâya hükmetmenin gereklerini yerine getirmek, adâletle hükmetmek, tebeasını beslemek (onların ekonomik durumlarını yükseltmeğe çalışmak), ülkesini düşman saldırılarından korumak için asker besleyip onları savaş âletleriyle donatmak mecbûriyetindedir. Böyle hareket ettiği takdirde, nübüvvet (peygamberlik) makâmına ulaşmış demektir.

10. Kezâ, aynı ihtarlarla Allah, hükümdârları kendilerine yüklenen sorumlulukları yerine getirmeleri, Allah’ın emirleri olan kânunları hakkıyla uygulamaları, devlet işlerini bu çerçevede çekip çevirmeleri; bunları gereği gibi yapmamaktan dolayı işlerin kötüye gitmesi durumunda, kabahati kendi adlarına hüküm verenlere ve diğer buyruk sâhiplerine yükleyerek, bahâne bulmaya çalışmamaları konusunda uyarmaktadır[22].

Şeyhoğlu’na göre, hükümdarlar, ‘dünyâ işleri ve insanların dertleriyle uğraşmaktan, Allah’ın rızâsını, din işlerini gereği gibi gözetmeğe fırsat bulamadık’ gibi bahânelerin ardına da sığınmamalıdırlar. Gerçekte, bunlar, yâni saltanat ve devlet, Allah’ın rızâsına ve hakîkî saadete ulaşmakta birer vâsıtadırlar. Nitekim, Süleyman peygamber, bu sebeple, nübüvvet (peygamberlik) ilmini değil, memleket (ülke yönetimi) ilmini istemişti. Bu isteğin çeşitli sebepleri ve hikmetleri vardı. Bunlar da şu şekilde sıralanabilir:

1. Eğer hükümdarlık, kâmil mânâsıyla îfâ olunursa, peygamberlik ve ilim yoluyla gerçekleştirilen hizmetler kendiliğinden hâsıl olur; çünkü “peygambarlık ve ilm anda dâhildir.” Nitekim, Allah, Âdem peygambere, “hilâfet pâdişâhlığın tamâm virdi; peygambarlık ve ilm anda dâhildi.” Kezâ, Allah, “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” buyurdu;peygamber, âlim veya âbid yaratacağım” demedi. Dâvud peygamber de aynı hitâba muhâtap oldu. Şu hâlde, halîfe, gerçek bir yönetici, hilâfet de yöneticiliktir; hakkıyla yerine getirildiği takdirde, insanı hem peygamberlik, hem âlimlik ve hem de âbidlik seviyesine yükseltir.

2. Peygamberliğin de, ilim ve ibâdetin de saltanat kuvvetine, diğer bir deyişle hükümdarlığa, hükmetme gücüne ve güçlü bir ülkeye ihtiyâcı vardır. Zîrâ, “dînin izzeti kılıcıla âşikâr olur.” Nitekim Peygamber, “Allah’ım, İslâm dînini ya Ömer ile, ya da Ebü’l-Hakem (Ebûcehl) ile yücelt, güçlendir.” diye duâ etmişti; her ikisi de kuvvetleriyle meşhur kimseler idiler.

Osmanlılar, bu anlayışı sıkı sıkıya muhâfaza etmişlerdir. Pek çok vesîkada ve muhtelif eserlerde “dîn ü devlet, mülk ü millet” ibârelerine tesâdüf olunmasının sebebi budur. Burada zikrolunan millet kelimesinin, eski metinlerimizde ekseriyetle din yerine kullanıldığı da unutulmamalıdır. Din, her ne kadar söz konusu sıralama devletten önce yer alırsa da, bir dinin kâmil mânâda yaşanıp ayakta kalabilmesi için kılıca, yâni devlet gücüne ihtiyâcı olduğu düşüncesi her zaman korunmuştur.

3. Hükümdar, adâleti de, insâfı da ancak tebeası ve askeri ile tesis edebilir. Zâlimleri zulümlerinden, sapıkları sapıklıklarından men’ etmek; zayıfları koruyup güçlendirmek, güçlüleri aşırı gitmekten alıkoymak; din ilimlerini öğrenmeğe heveslendirmek için âlimleri vakarlandırmak; ibâdet ve itaate rağbet etmeleri için sâlihleri kutlu bilmek; İslâm’ın ‘iyilikleri emr ve kötülüklerden men’ etme’ hükmünü uygulayabilmek; bütün insanların itaat ve ibâdetle meşgûl olmalarını, ülke içindeki yolcuların emin bir şekilde yolculuk edebilmelerini sağlamak, ancak ve ancak hükümdarla, onun tebeası ve ordusuyla mümkün olabilir. Bütün bunları gerektiği şekilde yerine getirmekten hâsıl olacak sevap, hükümdârın amel defterine yazılacak ve onu âhiret saadetine ulaştıracaktır. Burada sayılanları gereği gibi yerine getirememekten doğacak mahzurlar, kezâ birer günâh olarak onun defterine işlenecek ve hesâbı âhirette kendisinden sorulacaktır.

4. Memleket ve saltanat bir âlet olarak kullanılabilir ve bu durumda pâdişâh, hevâ ve hevesine uyarak her şeyi yapabilir. Ancak, hükümdar bu gücü kötüye kullanmamalı, hevâ ve hevesinin isteklerine tâbi olmamalı; Allah’a itaat etmeli, hakka (doğruluğa) sarılmalıdır. Bunun sevâbının, izzetinin ve Hakk’a yaklaştırıcılığının, her türlü hevâ ve hevesin vereceği lezzetin kat kat üstünde olduğunu bilmelidir.

5. Memleket ve saltanat, istenildiğinde iyi ve kötü huyların beslenmesi ve çoğalması için de kullanılabilir. Ancak, gerçek hükümdar, bu gücü kötü huylar (ahlâk-ı zemîme) için değil, güzel huylar (ahlâk-ı hamîde) için kullanmalıdır. Bu güç, kötüye kullanıldığında, hükümdarı Tanrılık dâvâsına bile götürebilir. Firavun gibi…

Hükümdar, Tanrılık dâvâsına kalkışmak yerine, onun sıfatlarıyla sıfatlanmalıdır; o, ancak saltanat kudretiyle nefsinde sükûnet hâsıl edebilir. Bunca mahlûkun sıkıntılarına ve zahmetlerine katlanarak Allah’ın hilm sıfatıyla; cömertçe davranarak kerem-kerîm sıfatıyla; gerektiğinde affetme büyüklüğünü göstererek afv sıfatıyla sıfatlanmalıdır; gerektiğinde cezâlandırmaktan kaçınmayarak kahr sıfatını kullanmalıdır; böylece kâfirlere, müşriklere ve münâfıklara hadlerini bildirir. Küfr diyârına asker sevk etmesi, düşmanı ülkeden uzak tutması; zâlimlere, fısk ve fesat ehline haddini bildirmesi, zâlimlerden mazlumların hakkını alması; hırsızın, harâmînin, haydutun, “yol kesicilerün” haklarından gelmesi; cânîleri cezâlandırması, diğer suçlulara gereken cezâları vermesi … ancak hükümdarlık kudretiyle mümkün olur. Hükümdar, Allah’ın sıfatlarından olan rahmet, ref’et ve şefkat sıfatlarıyla sıfatlanıp herkese merhamet ve himmet göstermek sûretiyle geniş ülkelere, çok mala sâhip olabilir; tebeasının sayısını artırabilir. Bütün bunlar, hükümdarın sâdece ülkesinde huzur ve güveni sağlamakla kalmaz, aynı zamanda onun âhiretini de mâmur eder[23].

Şeyhoğlu, sözün burasında, ortaya şöyle bir muhtemel soru atar:

‘Eğer pâdişâhlığın, saltanatın ve güzel huyların bu kadar faydası varsa, Allah’a yaklaşmaya vesîle oluyorsa, niçin Hazret-i Muhammed’e memleket ve saltanat verilmedi; oysa en güzel huylar onda toplanmıştı­?

Ona göre, böyle bir sorunun iki cevâbı vardır:

Birincisi şudur: Allah’ın iki hâs tâifesi vardır: Naz ehli (nâzenînler) ve niyâz ehli (niyâzmendler). Allah, naz ehlinin bütün isteklerini, bir emek sarfına gerek kalmadan yerine getirmiş, her şeyi kendilerine karşılıksız vermiştir. Niyâz ehlinin isteklerinin gerçekleşmesini ise, gösterecekleri gayrete, çalışmaya bağlamıştır. Nasıl ki çok şey avlamak isteyen birisinin iyice silâhlanması, kendisine av arkadaşları bulması ve onlarla birlikte ava çıkması gerekiyorsa, bunlar da, maksûdlarına gerekli tedbirleri almaları ve gayretleri nisbetinde erişirler.

Ona göre, bu iki örnekte olduğu gibi, Hz. Muhammed nâzenîn ehlindendi. İzzet onun zâtında vardı. Allah, dünyâ saltanatıyla ve memleket sâhibi olmak sûretiyle erişilebilecek bütün maksûdu, dilemek minnetine ve zahmetine gerek kalmadan, kendisinin önüne koydu. Nitekim, şu âyet buna delildir: “Allah’ın lütfu ve merhameti senin üzerinde olmasa idi, onlardan bir grup halk muhakkak seni saptırmak isterlerdi. Hâlbuki onlar kendi nefislerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir zarar veremezler. Allah sana Kitâbı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediğin şeyleri öğretti. Allah’ın sana karşı lütfu ise büyüktür.[24]” Ve, “Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzeresin.[25]” buyurulmuştur. Dolayısıyla, kendisinin saltanat ve memlekete ihtiyâcı yoktu. Oysa, peygamber Hz. Süleymân, niyâz ehlindendi; bu yüzden de kendisine hem peygamberlik ve hem de mülk verildi. Fakat, derece îtibâriyle Hz. Muhammed’den daha aşağıda idi[26].

Yukarıda dile getirilen sorunun ikinci cevâbı da şöyle verilir: Hz. Muhammed, “Biz sonra gelenler isek de öncekilerdeniz (makam itibâriyle en öndeyiz)” sözünün hikmetine mazhar olmuştu. Kendisinden önce yüksek makamlara ulaşan peygamberler, bu makamlara uzun ömürleriyle erişmişlerdi; bununla birlikte her biri bir makamda takılıp kalmıştı. Hz. Muhammed ise, Allah’a yaklaşma konusunda ilâhî lütufla bütün makamları geçmiş, bütün makamların sâhibi olmuş ve zât-ı ilâhînin huzûruna ulaşabilmişti. O, muhtelif yönlerden diğer peygamberlerden üstün kılınmıştı. Meselâ, önceki peygamberler, ekseriyetle tek bir kavmin peygamberi oldukları hâlde, Hz. Muhammed “Bütün mahlûkâta peygamber olarak gönderilmişti. Dünyânın bütün zenginlikleri arz olunduğu hâlde, O, kabûl etmemişti. Bir hadiste, kendisi, “Beni pâdişâhlığı ve derviş peygamberliği seçme konusunda serbest bıraktılar, ben derviş peygamberliği seçtim.” buyurmuştur. Allah, dünyâyı onun emrine musahhar kıldı, fakat o kabûl etmedi. Bundan büyük pâdişâhlık olur mu?… Memlekete (saltanata) sâhip olmak, maksûda erişmek içindir. Oysa Hz. Muhammed’in maksûdu zâten kâmilen yerine getirilmişti[27]

Şeyhoğlu, bu değerlendirmelerden sonra, tekrar konunun başında işâret olunan düşünceye döner ve “… pâdişâhlık ulu vesîletdür ve miyâncıdur Allahu ta’âlânun takarrübine, ve sultânlık Hak ta’âlânun halîfalığıdur. Ve bundandur ki sultâna Tangrı kölgesi didiler.” der. Şu hâlde, Allah’ın gölgesi bir nesneye veya bir şahsa düşmüşse, gerekli olan, söz konusu gölgenin bir takım işâretlerinin ve belirtilerinin, düştüğü nesnede veya şahısta da tezâhür etmesidir. Bu düşünce, şu mısra’larda daha açık bir şekilde dile getirilir:

Çün sana Tangrı kölgesi didiler

Tangrı hûyıyla hûlan iy sultân

Yoksa ger Hak hilâfını dutasın

Olasın belki sâye-i şeytân[28]

Sultâna “zıllu'llah” (Allah’ın gölgesi) denilmesinin sebebi, kendisinin “…cümle mazlûmun, mahlûkun sığınacağı” yer hükmünde olmasıdır. Onun, zâlimlerin zulümlerini mazlûmlardan def’etmesi gerekir. “Eger eyle olmaya Tangrı kölgesi dimege yaramaya ve halîfalık müyesser olmaya.”

Bu sıfatın gereği olarak, pâdişâh “Hak buyrugıyla iş” görmeli, “şerî’at yolınca” gitmeli ve “hevâya mutâba’at” etmemelidir. Memleketinin insanlarını korumalı, onlara adâletle davranmalıdır. Ancak bu şekilde, “Allahu ta’âlânun hilâfetine” lâyık olabilir. Eğer aksini yaparsa, yâni zulme dalar, kendi hevâ ve hevesine uyar, Allah’ın emirleri hilâfına hareket ederse, Allah’ın kahrı ve azâbı, bir demir gibi kendisini kuşatır; o, kendi kendisinin iblîsi olur. Nitekim, bir âyette “Allah’ın la’neti zâlimler üzerinedir[29]” buyurulmuştur[30].

Şeyhoğlu, üzerinde durduğumuz eserinin ikinci kısmını da pâdişâhların ve ulu beğlerin muhtelif hâllerine ayırmıştır: “Pâdişâhlarun sîretlerinde ve hâletlerinde ki her tâyife-y-ile ne resme mu’âmele itmek ve cemî’ halka nicesi şefkat göstermek gerek.”

Yazarımız, bir tür soru niteliğindeki bu mevzûu incelemeğe geçmeden önce, yine konuyla ilgili âyet ve hadîsler aktarmayı ihmâl etmez. Kur’ân’da, “Şüphesiz Allah adâleti, iyiliği ve akrabâlara vermeyi emreder. Çirkin ve kötü şeylerden, azgınlıktan men’ eder. İyice düşünesiniz, diye size (böyle) öğüt verir.[31]” buyurulmuştur. Hadiste ise, “Kıyâmet gününde Tanrı katında en fazîletli olan, âdil ve şefkatli imâm (hükümdar); en kötü, en aşağılık olan ise zâlim imâm (hükümdar).” denilmiştir.

Bu çerçevede, bir “pâdişâhun üç hâleti” vardır: Nefsi ile kendisi arasında olan durumu, askeri ve ra’iyyeti (tebeası) ile kendisi arasında olan durumu, kezâ Tanrısı ile kendisi arasında olan durumu. Pâdişâh bu üç hâlde de âdil olmalı, ihsanda bulunmalı, yoksulları gözetmeli; fuhuştan, gayr-i meşrû işlerden ve zorbalıktan kaçınmalıdır. Söz konusu üç durum (hâl) kısaca şu şekilde hülâsa olunabilir:

1. Pâdişâh, öncelikle kendi nefsine karşı âdil olmalıdır. Allah’ın birer ihsânı olan ellerinin, ayaklarının ve bütün uzuvlarının haklarına riâyet etmelidir; ibâdette üzerine farz kılınanları ve sünnetleri yerine getirmeli, nefsinin arzûlarına uymamalı, hislerine hâkim olmalı; yalandan, sonunda utanca vesîle olacak kötü sözlerden, gıybet ve iftirâdan, küfürden, zinâdan, fısk ve fücûrdan, zulümden ve bunlara benzer şeylerden uzak durmalıdır. Sultanın sözü de, fiili de dürüst olmalıdır. Öncelikle kendisinin pâdişâhı olmalıdır. Onun eli, ayağı ve diğer uzuvları, nefsi, gönlü, zâhir ve bâtın hisleri hakîkî tebeası (ra’iyyeti) durumundadır; dolayısıyla o, evvelâ bunlara pâdişâh olabilmelidir. Buna hâs (husûsî) pâdişâhlık denir. Husûsî tebeasını Allah’ın hükmü ve fermânı dâiresinde yönetmeli, onların bu dâirenin dışına çıkmalarına müsaade etmemelidir. Ancak böyle bir sultanlıkta muvaffak olan, kendi dışında olanlara hükümdarlık edebilecek duruma yükselebilir[32]

2. Şeyhoğlu, hükümdarların kendileri ile yönettikleri insanlar arasındaki ilişkiler üzerinde bilhassa durur. Ona göre, pâdişâh (hükümdar), kendi nefsine karşı olduğu gibi, askerine ve tebeasına (raiyyetine) karşı da adâlet ve insâf dâiresinde hareket etmek durumundadır. Bu, hükümdarın tebeasına karşı vazîfesidir. Bu vazîfenin esâsı, güçsüzü güçlüye ezdirmemektir. Hükümdar, gerçek bir hükümdar olabilmek için, halkı arasında zulme yol vermemeli; fakirlere, kimsesizlere, zayıflara kol-kanat germeli, hepsine ihsanda bulunmalı; muhtaç durumda olan çoluk-çocuk sâhiplerine, dervişlere himmet ve yardım etmeli; ilim adamlarını vakarlı tutmalı, desteklemeli; talebeye ilim öğrenme imkânları hazırlamalı, bunların ihtiyaçlarını karşılamalı; sâlih, âbid ve zâhidleri muhterem ve mübârek görmeli, sık sık durumlarını kontrol edip gönüllerini hoş tutmalıdır. Hükümdar, dünyânın sâlihlerin, âbidlerin ve zâhidlerin “nefeslerinün ve ihlâslarının berekâtıyla” ayakta durduğunu unutmamalıdır. Her yardımı, yerli yerinde, lâyık olana lâyıkı şekilde etmeli, herkesin şânına ve vakarına uygun ihsanda ve muâmelede bulunmalı, ‘yardım ediyorum’ zannıyla kimseyi incitmemelidir. Zîrâ böyle bir durum, yardımı mânâsız kılar:

“Gerçi ihsân eylerem dir her kim ol sultân-durur

Eylügi yirlü yirine eylemek ihsân-durur

Eşege atlas çul örtüp, Îsîye şâl geydüren

Ol sanur ihsân ider ihsân degül tuğyân-durur

Şeyhoğlu, bu tavsiyelerden sonra, bir noktaya daha dikkati çeker. O da, bütün bu yardımların, helâl yoldan kazanılmış mal üzerinden edilmiş olmasıdır. Yazarımız, sultânın tebeası ile ilgili burada kısaca hulâsa ettiğimiz düşüncelerini ifâde ettikten sonra, bütün bu yapılanları ve bilhassa adâleti, “memleketin devâmı” için mutlak gerekli sayar; bunlar ülkenin sebâtınun mîhlarıdur.” Nitekim, hadiste “adl ve pâdişâhlık ikizlerdür.” buyurulmuştur.

Şeyhoğlu’na göre, hükümdar, her fırsatta tebeasının yükünü azaltmaya, memleketi sulh ve selâmet içinde tutmaya gayret sarf etmelidir. Kendisinden önce konulan ve halk için faydası âşikâr olan güzel uygulamaları, âdetleri, kânunları devam ettirmelidir. Bunları ilk çıkaran hükümdara Allah tarafından verilen ecrin (sevâbın) aynısının kendisine de verileceğini unutmamalıdır. Kendisinden önce ihdâs olunmuş bir kötülüğü, ağır yükleri ve zararlı bid’atleri tebeanın üzerinden kaldırmak da, aynı şekilde, Allah’ın mükâfâtıyla karşılığını bulacaktır[33]

Ev idâresinden veya âile reisliğinden devlet yönetimine kadar, İslâm dünyâsında yönetimden söz edildiğinde sık sık aktarılan bir anlayışı, Şeyhoğlu da zikretmeden geçmez: “… bilmek gerek ki pâdişâh çoban bigidür ve kalan halâyık sürü bigidür.” Yâni, pâdişâh çoban, onun dışında kalanlar ise sürü gibidir. Çobana sürüyü kurttan ve her türlü kötülükten koruması nasıl vâcipse, pâdişâha da yönettiği insanları koruması, kötülüklerden uzak tutması vâciptir. Nasıl, çoban sürüsündeki boynuzlu hayvanların boynuzsuz hayvanları hırpalamasına izin vermemek durumunda ise, pâdişâh da idâresi altında yaşayan insanlar arasındaki güçsüzleri güçlülere ezdirmemek mecbûriyetindedir.

Aynı durum, sâdece re'âyâ için söz konusu değildir. Hükümdar, ülkeyi korumak, cihat etmek ve Allah'ın ismini dünyâya yaymak için kullanmak durumunda bulunduğu asker (ordu) arasında da adâleti gözetmeli, haksızlığa meydan vermemeli, takdiri gerekenleri takdir etmeli, dirliğe hak kazananları bundan mahrum bırakmamalı, herkese hak ettiğinin karşılığını vermelidir ki, ordu kendisine sâdık kalsın; askerler nezdinde sevgisi ve îtibârı olsun.

Bu noktada Şeyhoğlu, sözü Osmanlı sultanlarına getirerek, bir bakıma kendi ideal devlet adamı (hükümdar-sultan) tipinin niteliklerini sıralamış olur: “Yeryüzünde sultanların sultânı, yeryüzünün İskender’i, baş kaldıranların ve isyâncıların islâh edicisi, kâfirlerin ve müşriklerin kökünün kazıyıcısı, fetihler sâhibi ta’zîme mazhar olmuş pâdişâhlar pâdişâhı, karaların ve denizlerin hâkimi, arzû ve isteklerine kavuşmuş büyük Sultân Osmân Han oğlu Orhan Han’ın oğlu Murâd Han’ın oğlu Ebâyezîd Han” … “zamânında İslâm gâlib ve küffâr mağlub, mazlûm mergûb ve zâlim menkûb” olmuştur. Tıpkı onlar gibi diğer pâdişâhlar da “mazlûmları zâlim elinden kurtarmağa" çalışmalı, “müslümânları küffârdan saklamağa” gayret etmeli ve ülkelerini korumalıdırlar ki yedikleri, içtikleri helâl olsun. Kâfirleri İslâma dâvet emek, dâvete uymazlarsa onlarla savaşmak ve “küfr diyârını” İslâma açmak, onlar için de farzdır[34].

Şeyhoğlu’na göre, her sınıftan devlet hizmetlileri, bilhassa bir takım nâyibler, câhil kâdîlar, sübaşılar, kethudâlar, bâzı iş erleri (ameldârlar), âhîler, rindler, harâmîler ve fesâd ehli, fırsatını bulunca ellerindeki gücü kullanarak İslâma zarar vermeye, Müslümanlara eziyet etmeğe yönelebilirler. Pâdişâh, ülke idâresini bütünüyle bunlara terk etmemeli, onları kendi hâllerine bırakmamalı, dâimâ teyakkuz hâlinde olmalıdır. Hükümdâr, kıyâmet gününde, büyük küçük, idâresi altındaki bütün mahlukâtın durumunun ve olup bitenlerin hesâbının kendisinden sorulacağını unutmamalıdır… Devlet yönetimine ortak olanlar arasındaki kötü niyetliler, ola ki ülkede bid’atler ihdâs edebilirler, kânunsuz ve ağır vergiler koyabilirler, harâcları artırabilirler, işleri rastgele yapabilirler, korkutarak günâhsız kimseleri suçlu duruma düşürebilirler;yetîmlerin ve vereselerün mâlına el” uzatabilirler, haksız işlere girişebilirler, “yolculardan bâc” almaya kalkışabilirler, ticâret erbâbına haksız yükler yükleyebilirler, evkâf malına el uzatabilirler; ilim ehline, fakirlere, seyyidlere, zâhid, âbid ve sâlihlere kötü davranabilirler; ihtiyaç sâhiplerini pâdişâha yaklaştırmayabilirler, pâdişâhın hayır ve hasenâtının önünü tıkayarak ihtiyaç sâhiplerine ulaşmasını engelleyebilirler. Bu tür hareketlerden dolayı zarar görenlerin vebâli de bunlara göz yuman veya devlet hizmetinde çalışanları yeterince murâkabe etmeyen hükümdara âittir. Dolayısıyla, hükümdar, bu tür işlerin işlenmesine fırsat vermemelidir. Kezâ, emri altında çalışanlar, pâdişâhı gayr-i meşrû yollara sevk edebilirler. Ra’iyyetin sırtından mal, mülk ve servet edinmeyi kendisine güzel gösterebilirler. Pâdişâh, bu konuda da uyanık olmalı, onlara gözü kapalı uymamalıdır. Ârif, her şeyden haberdar ve nazar sâhibi bir pâdişâh, bu gibi “müfsidlerden ve yavuz endîşelülerden” hiç birini kendisine yaklaştırmaz…

Akıllı pâdişâh, bu kokuşmuş, hilekâr ve vefâsız dünyânın, kuruluşundan kendi zamânına kadar kimseye yâr olmadığını bilir. Bu geçici dünyâ için bir karıncayı bile incitmeğe değmez. Öyleyse, Allah’ın birer emâneti olan insanları niçin incitmeli[35]?…

3. Şeyhoğlu’na göre, pâdişâhın yukarıda işâret olunan üçüncü hâleti, Tanrı’sıyla kendisi arasında olan hâlettir. Kısaca hülâsa olunan hâletlerde olduğu gibi, bu konuda da öncelikle adâlet gereklidir. Burada söz konusu olan adâlet, hükümdârın içinin (bâtınının) ve dışının (zâhirinin) bir olması, her ikisinin de Tanrı rengiyle renklendirilmesidir. Hükümdar, saltanat ve memleket kemerini sadâkatle kuşanmalı, hem kendisini hem de ülkeyi kendisi için değil, Hak için muhâfaza etmelidir. Bilmelidir ki, hak ve varlık kendisi için değil, sâdece Hak içindir. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İhsân oldur ki Tangrı’ya tapasın, şöyle ki sen anı görür bigi, ve eger sen anı görmezsen, pes hakîkat ol seni görür.” Şu hâlde, hükümdar, bütün fiillerinde Allah’ın kendisini her an gözetlediği şuuru ile hareket etmelidir. Bilmelidir ki, pâdişâhların ibâdet etmesi, nâfile namaz kılmak, nâfile oruç tutmak, Kur’ân okumak, vaktinin çocuğunu halktan uzaklaşarak uzlette geçirmek, halvete çekilmek değildir. Böyle hareket ederse, halkın ihtiyaçları ve hükümdarca görülmesi gereken işler sekteye uğrar, insanlar perîşân olur; memleket işlerinden ve halkın ahvâlinden haberdar olamayacağı için, etrafa kötü niyetliler ve zâlimler hâkim olur; bu ise memleketin harâbına yol açar…Pâdişâhlar (hükümdarlar) için gerçek ibâdet, farzları ve sünnetleri îfâ ettikten sonra, bütün hizmetkârların, maiyyetinde bulunanların ve kendisine tâbi olanların tamâmının durumunu gözetlemek, her şeyi yerli yerine oturmak ve memleket işleriyle uğraşmaktır; memleket insanlarının durumlarıyla yakından ilgilenmek, Müslümanların ve Müslümanlığın haklarına riâyet etmek; Allah’ın kullarını idâre ederken, pâdişâhlık ahkâmını uygularken, bütün fiillerinin Allah tarafından gözetlendiği şuuruyla hareket etmek, kendi hevâ ve hevesine uymamaktır. Hülâsa, kısa bir süre de olsa, halkın işleriyle uğraşmaktan vazgeçmemektir. Kezâ, hükümdâr, hem kendisine, hem de memleketine ucb ve kibrle, yâni büyüklenerek, gururlanarak, azamet göstererek değil, tevâzu ile bakmalıdır; gerçekte kendisinin âciz bir kul olduğunu unutmamalıdır. Azamet, kibir, gurur ve benzeri duygular aslında birer maraz, birer hastalıktır; bu şekilde hareket etmek Firavun’un, Tanrılık taslayanların âdetidir ki, netîcesi helâktir. Nitekim, hadiste, “Gönlünde zerre kadar kibir olan cennete giremez.” buyurulmuştur[36].

Şeyhoğlu, hükümdarların tek başlarına bunca işin altından kalkamayacaklarını unutmaz. Bu sebeple, sultan devlet yönetiminde başkalarının yardımına da muhtaçtır. Bunların başında vezir gelir. Hükümdar, ülke içinde bedendeki gönül; vezir ise, gönüle yol gösteren akıl gibidir. Kâmil bir aklın yol göstericiliği olmadan gönül nasıl çâresiz kalırsa, kâmil bir vezir edinmeyen hükümdar da öylesine çâresizdir. Pâdişâhlar, kendilerine akıllı, âdil, insaflı, dünyâdan haberdar, muktedir, himmet ve re’y sâhibi, mürüvvet ehli, güvenilir, seçkin, iş başarıcı, iş bilici, iyi huylu, temiz îtikatlı ve müşfik kişilerden vezir edinmelidirler. Devlet yönetimi ile ilgili bütün işleri, onunla müşâvere ve müzâkere etmeli; diğer devlet erkânının, taşra yöneticilerinin ve yönetilen halkın durumlarını, işlerini onunla görüşerek, her konuda onun düşüncesini alarak karar vermelidir… Suçluların cezâlandırılmalarında nasıl ihmâlkâr olmamak lâzımsa, mükâfâtlandırmak gerektiğinde de işi ağırdan almamak gerekir. Aksi takdirde ülkeyi adâletsizlik kaplar, devlet işleri çığırından çıkar, etrâfı zulüm ve haksızlık kaplar; hakkının korunacağından emin olmayan ra’iyyetin kendisine güveni kalmaz. Adâlet tam tesis edildiğinde, kimse, yaptığının yanına kâr kalmayacağını bilir. Bununla birlikte, hükümdar gerek cezâlandırırken, gerekse mükâfâtlandırırken aşırıya kaçmamalı, ifrata ve tefrite düşmemelidir. Bilmek gerekir ki, işlerin en iyisi, ihtiyattır, orta yoldur; suhûletle hareket etmek, öfkeye kapılmamak, mülâyemeti elden bırakmamak lâzımdır. Pâdişâh ne savurgan (müsrif), ne de cimri olmalıdır. Malı ve serveti lüzûmsuz harcamak nasıl israf ise, gerektiğinde harcamaktan kaçınmak da cimriliktir; ikisi de pâdişâhlara yakışmayan davranışlardır; israf da, cimrilik de birer hastalıktır. Mal, servet ve hazîne, ihtiyaç hâlinde, lüzûmlu yerlerde kullanılmak için biriktirilir; karşısına geçip seyretmek için değil. Allah’ın verdiği nîmetleri, onun kullarından sakınmak, hükümdara, onun zıllu’llâhlığına, Allah’ın yeryüzünde gölgesi oluşuna uygun düşmez[37].

Peki, hükümdar bütün bu işleri sâdece vezirle mi yürütecektir? Elbette hayır… Hükümdarın devlet yönetiminde vezirden başka kişilere de ihtiyâcı vardır. Devlet işlerinde, ülke içinde olup bitenleri vezir nasıl hükümdardan gizlememek durumunda ise, diğer devlet hizmetlileri de aynı şekilde hareket etmek durumundadırlar. Vezir, pâdişâh için nasıl gönüle yol gösteren akıl gibi ise, diğer devlet erkânı da vücuttaki diğer uzuvlar gibidirler. Müstevfî, müşerref, nâzır, ârız, münşî, hazînedâr, silâhdâr, çavuş, emirâhûr, diğer iş erleri ve mansıp sâhipleri gövdedeki hisler gibidirler. Nasıl sultan gönül ve vezir ona akıl durumunda ise, diğer devlet hizmetlileri de vücuttaki göz, kulak, burun, ağız, deri, his, hayâl, vehim, hâfıza ve benzerleri gibidirler. Bu uzuvların her biri vücutta nasıl ayrı ayrı işler görüyorlarsa, söz konusu elemanlar da devlet içerisinde, halk arasında bunlara benzer işler görmek durumundadırlar. Bunların her birinin, kendilerine havâle olunan işleri hîlesiz, yalansız, zulme sapmadan ve eksiksiz îfâ etmeleri gerekir. Hükümdâr, pâdişâhlığın bunlarsız olmayacağını bilmelidir. Şu hâlde “Pâdişâha vâcibdür ki her bir mansıb ehlinün hâlin ve diyânetin ve emânetin ve içi arılığın ve lâyıklığın ve ehliyyetin bildüginden sonra, her bir kişiyi işlü işine nasb eyleye ve temkîn vire ve dem-be-dem bunların ahvâlından haberdâr ol-u dura ki yiyilüp cür’et ve tecâsür göstermeyeler ve ham tama’ ipine boyın virmeyeler. Ve ne ki etmek ve iktâ ve bunlarun dirligi ve tîmârı ola tamâm buyuralar. Tâ zarûrî ihtiyâcdan emânetlerin hıyânetlere mübeddel itmeyeler.” Pâdişâh, kendisinin mansıp verdiği kimselerin ne yaptıklarını gözetmezse, sonunda ülkesi harap olur[38].

Burada kısaca hülâsa olunan işler, pâdişâhın kendisi ile Tanrı’sı arasında olan işler (hâlet) cümlesindendir. Hükümdar, bu işlerin îfâsı sırasında ortaya çıkacak kusurlar yüzünden, kendisini dünyâda sorguya çekecek bir merci’ olmadığını düşünüyorsa, bilmelidir ki, âhirette, hesâb gününde mutlakâ sorumlu tutulacaktır…

Şeyhoğlu, hükümdarlık ve hükümdarla ilgili düşüncelerini aktardıktan sonra, onun dînî duygularını, iç dünyâsını etkileyecek ve fiillerinin Allah’ın murâdı istikâmetinde tezâhürünü sağlayacak bir takım öğütlere yönelir. Yazarımız, yukarıda işâret olunan gönül benzetmesini yeniden ele alır: Bilmelidir ki, hükümdar cihânda, gövdedeki gönül gibidir; o salâh üzere olduğu zaman cihân ehli de salâh üzere olur; o fesâda bulaşmışsa, insanlar da fesâd üzeredirler. Nitekim, “İnsanlar sultânlarının dînine uyarlar.” denmiştir; yâni onu kendilerine örnek edinirler. Şu şiir bu hakîkati dile getirir:

Sa’âdet ister-isen gönlünü müsülmân id

Gönül selîm olıcak gövde hep selâmet bulur

Ne’ûzübillâh eger hod bunun hilâfı ola

Gönül ü gövde kamu âleme melâmet olur”.

Sultân, kendisine vekil edineceği akıllı bir vezir bulduktan sonra, ona tam mânâsıyla îtimat etmelidir. Tabiî ki, vezir de bu îtimâdı kötüye kullanmamak durumundadır. Pâdişâh refâh ve ferâgat ile cihangirlik etmelidir; bu, saltanatın nâmûsu ve mertebesidir. O, kendisine lâyık bir vezir bulduktan sonra, sık sık onun işine karışmağa kalkışırsa, cihângirlikten ve sultanlık nâmûsunun şartlarından uzaklaşmış olur; memleketin ve ra’iyyetin ahvâli kötüye gider, bozulur:

Hem vezîr olsa kimse hem sultân

Bu iki mansıba irer noksân

Şah vezîr olsa mansıbın yanılur

Şahlığ idse vezîr işin yanılur

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah bir memlekete hayır dileyeceği zaman, o memleketin pâdişâhına sâlih bir vezîr verir ki, hakkı unuttuğunda kendisine hatırlatsın.” Şu hâlde, “vezîr lâyık ve yaraşığ olsa gerek”tir.

Sultân, hayır işte acele etmeli, hasenâtın kapısını açık tutmalıdır. Böyle yapmazsa, bilmelidir ki, ondan evvel ecel sultânı tuzağını kurar, o tahtını terk etmek zorunda kalır, yerine başkaları oturur; bunca yıl emek vererek kurduğu mülk ve topladığı mal, oturduğu taht ve Allah’ın kendisine kutlu kıldığı baht düşmanlarının eline geçer. Artık iş işten geçtikten sonra, pişmanlık ve hüsran da fayda vermez. Kendisinden önce gelip geçmiş hükümdarların durumlarını hatırlayan ve ülkesini bu şuur içinde idâre eden sultânın, yolunu şaşırması ve çâresiz kalması mümkün değildir. Hükümdar, fiilleriyle, Allah’ın lânetini üzerine çekmemeli, ilâhi rahmetten ve destekten uzak kalmamalıdır. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur: “Allah onların kalplerini, kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri önünde de bir perde vardır (hakîkati göremezler), onlar için elîm bir azap vardır.[39]” Hükümdâr, gönül gözünü açık tutmalı, bu âyette zikrolunan kimselerin durumuna düşmemelidir.

Peygamber, bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Bir insan öldüğü zaman, ameli kesilir, yâni amel defteri kapanır. Ancak üç hususta kendisine sevap yazılmaya devam olunur: Sadaka-i câriye, başkalarının faydalanacakları ilim ve hayırlı bir evlat.

Sultan, uyanık olmalı; bu hadiste zikrolunanları gerçekleştirmeye çalışmalıdır… Bilindiği gibi, sadaka-i câriye, İslâm dünyâsında vakıf tesis etme, hayır eserleri yapma olarak yorumlanmıştır. Bu anlayışla, hükümdarlarla birlikte maddî imkânları müsâit olanlar, insanların faydalanmaları için câmiler yaptırmışlar, mektepler ve medreseler açmışlar, hastahâneler kurmuşlar, hamam ve çeşmeler binâ ettirmişler; fakirlerin, yolcuların, kimsesizlerin gıdâlanmaları için imârethâneler, aş-evleri tesis etmişler; hattâ Osmanlı devletinin çeşitli şehirlerinde görüldüğü üzere, kış aylarında kuşların açlıktan ölmemesi, beslenebilmeleri için bile vakıflar tesis etmişler; kurdukları eğitim-öğretim yuvalarında insanların ilim ve irfan öğrenmelerini sağlamışlardır…

Vakıf tesisi konusu üzerinde uzun uzadıya duran Şeyhoğlu, her sultanın, ülkesini bu tür eserlerle süslemesini; bu dünyâdan göçüp gittikten sonra da, kendisinin hayırla anılmasına vesîle olacak fırsatları değerlendirmesini öğütler. Mal ve mülk, insana Allah tarafından verilmiştir; onda diğer bütün insanların hakkı vardır. Bu sebeple, sultanlar cimrilik etmemeli, hakkı hak sâhiplerinin istifâdesine sunmalıdır. Bu dünyâdan göçüp gittikten sonra, kendisine verilen sınırsız ihsânın hesâbının sorulacağını unutmamalıdır. Yetiştireceği ve kendisinden sonra yerine geçecek olan oğullarını da bu anlayış ve şuurla yetiştirmelidir. Hattâ, tebeasının da aynı şuur ve anlayışla yetişmesine imkân hazırlamalıdır. Bilmelidir ki, onların iyi veya kötü fiillerinin sorumluluğu da kendine âittir; kıyâmet gününde bu hususta da sorguya çekilecektir. Hükümdar her hususta âdil ve merhametli olmalıdır. Nitekim, bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kıyâmet gününde Allah indinde insanların en kötüsü zâlim ve merhametsiz devlet adamıdır.” Kezâ, “Tebeasına nasihat etmeyen hiç bir emir yoktur ki kendisini cehenneme sürüklemesin.” Yine başka bir hadiste de, “Allah yanında makam itibâriyle en yüksek olan âmir, [yâni] halîfe söylediğinde doğru söyleyen, hüküm verdiğinde adâleti gözeten ve merhamet umulduğunda merhamet eden kimsedir.[40]

II. Vezirler, Kalem Ehli ve Nâyibler

Yukarıda hükümdarlar üzerinde durulurken, zaman zaman onun etrâfında yer alan diğer devlet adamlarıyla ilgili bilgiler verildiğini gördük. Şeyhoğlu, üst seviyedeki diğer devlet adamlarının niteliklerini vezir, kalem ehli (bürokrat sınıfı) ve nâibler başlığı altında ayrı bir bölümde ele almıştır. Ona göre, bir hükümdar ve bir devlet için vezir, olmazsa olmaz elemanların başında gelmektedir. Nitekim, bir âyette belirtildiğine göre, Hz. Mûsâ, Allah’tan “Kardeşim Hârûn’u, O’nunla arkama kuvvet gelsin, O’nu işimde bana arkadaş et ki, seni çok tesbih edelim.” dileğinde bulunmuştur. Bu arkadaş, hükümdar için vezirdir. Bir hadiste de, “Cenâb-ı Hak bir sultâna hayır dilediğinde ona sâlih bir vezîr ihsân eder; bu sultân Allah’ı unutunca hatırlatır, hatırında olduğu zaman da yardımcı olur.” buyurulmuştu. Vezir, hükümdarların akıl hocası gibidir. “Vizâret saltanatun diregidür ve memleketün ulu rükni ve geregidür ve cemî’ enbiyâ aleyhisselâm vezîrün ve müşîrün muhtâcıyıdılar.” Saltanatın ve memleketin ulu direği olan vezire sâdece hükümdarlar değil, bütün peygamberler ihtiyaç duymuşlardır. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer de –bu iki büyük sahâbe, peygambere vazîfesinde en büyük yardımcı olmuşlardı– Hz. Muhammed’in veziri gibi idiler. Bu sebeple bir hadiste, “Cenâb-ı Hak gökte ve yerde vezîr verdi. Gökteki Cebrâil ve Mikâil aleyhisselâm, yerdeki ise Ebûbekir ve Ömer’dir” buyurulmuştur.

Bir memlekette kâmil, müşfik, muhterem bir vezir yoksa, orada pâdişâhlığın heybeti ve “yaraşıgı” olmaz. Hükümdarlık, olgun, şefkatli ve kendisine saygı duyulan bir vezirle tamam olur. Bir benzetme yapılacak olursa, pâdişâh çadır (hayme), “re’y sâhibi, “firâset ehli” ve “hikmet bilici” vezir ise, o çadırın orta direği gibidir­; irili ufaklı beğler ve sübaşılar ise bu çadırı kazıklara bağlayan iplere benzerler­; bu ipleri bir birine bağlayan daha küçük ipler vardır ki, bunlar da leşker (asker) gibidirler; nâib (vekil) ve âmiller (vâli veya mutasarrıflar) ise, söz konusu iplerin geçirildiği halkalara benzerler; söz konusu çadırın kazıkları ise “pâdişâhun adli ve insâfı durumundadırlar.

Şeyhoğlu’na göre, adâlet ve insâf ülke idâresinin temelidir… Bu düşünce, bugün de tartışmasız geçerliliğini koruyan ‘adâlet mülkün temelidir’ anlayışını hatırlatır… Bir ülkenin çok sayıda askeri bulunabilir; dirâyetli veziri, nâibleri, sübaşıları mevcut olabilir; fakat adâlet ve insâf yoksa, böyle bir ülkenin varlığını sürdürmesi, ayakta kalması mümkün değildir. Bir çadır için gerekli her türlü malzeme bulunmasına rağmen, yere sâbitleyecek kazıklar olmadan onu ayakta tutmak nasıl mümkün değilse, adâletin ve insâfın olmadığı bir ülkeyi ayakta tutmak da, aynı şekilde, imkânsızdır. Nitekim, “pâdişâhlık bâkî olur küfr-ile adl olıcak ve illâ bâkî olmaz îmân-ıla zûlm olıcak.” denmiştir. Yâni, bir ülkenin insânları Allah’ı inkâr ediyor olsalar da, ülkelerinde İslâm’dan eser bulunmasa da, eğer ülke yönetiminde adâlete varsa, o ülke varlığını sürdürebilir; aksine, eğer bir ülkenin insanları Allah’a inanmalarına rağmen, adâleti gözetmiyor ve zulme sapıyorlarsa, o ülkenin ayakta kalması mümkün değildir[41].

Şu hâlde, adâlet ve insâf her şeyin başı demektir. Bu hususta vezire çok iş düşer. Pâdişâhlık direği olan vezir, taşıdığı hasletler bakımından ne kadar yüce, ne kadar sağlam ise, saltanat çadırı da o ölçüde heybetli ve sağlam olur. Çadırın ayakta kalabilmesi için direğin, dosdoğru, yüce (yüksek), sâbit duracak nitelikli (sebât) ve dayanıklı (tahammül) olması gerekir; bunlar bir direkte bulunması gereken husûsiyetlerdir. Tıpkı bunun gibi, vezirin de bir takım hasletleri olmalıdır. Bu hasletleri, Tanrı, pâdişâh ve ra’iyyet (tebea) ile ilişkileri bakımından üç noktada toplamak mümkündür: Vezir, tıpkı çadır direği gibi, üç noktada toplanan ilişkilerinde doğruluk, yücelik, sebât ve tahammül üzere olmalıdır.

Vezirin burada ifâde olunan üç noktada toplanan hasletlerini şu şekilde hulâsa etmek mümkündür:

Evvelâ vezir, Tanrısı ile olan ilişkilerinde dosdoğru olmalıdır. Çünkü, Allah, “Emrolunduğun gibi doğru ol; seninle beraber tevbe edenler de. Taşkınlık etmeyin; çünkü Allah yaptığınızı görmektedir.[42]” buyurmuştur. Kezâ, başka bir âyette de, “İşte bu benim doğru yolumdur, ona tâbi olun (gidin).[43]” buyrulmuştur. Aynı şekilde, “Kim Allah için Allah yolunda bulunsa, Allahu te’âlâ onun her şeyine yeter.” denmiştir. Şu hâlde, vezir, her işinde Allah’ın emir ve yasaklarına uymalı; ülke yönetiminde ve ra’iyyet işlerinde doğruluktan ayrılmamalıdır[44].

İkinci olarak vezir, yüceliği şiâr edinmelidir. Ra’iyyete karşı himmetli olmalı, malın-mülkün câzibesine kapılmamalı, dünyâyı ve dünyâlığı kalıcı sanmamalı, harama el uzatmamalı, her şeyin geçici olduğunu unutmamalıdır. Dünyânın ve dünyâ malının, âhiret için, ebedî saadet için hazırlık vesîlesi olduğunu bilmelidir. Sonunda pişmanlık duyacağı yollara sapmamalıdır ki, son pişmanlık fayda vermez[45].

Üçüncüsü vezir, sebât ehli olmalıdır. Hem din, hem dünyâ işinde dürüst ve sâbit-kadem olmalı, vezirlik işini “hakk-ıçun” yapmalı, halktan gelebilecek yergilere, sövgülere aldırmamalı, sebat etmeli ve kimseden korkmamalıdır. Nitekim, Allah, “Allah yolunda çarpışanlar, hiç kimsenin yermesinden çekinmezler.[46] buyurmuştur.

Dördüncü olarak vezir, tahammüllü olmalıdır. Vezirlik, ulu bir iş, büyük bir emânettir. Nitekim Allah, “Biz, o emâneti göklere, yere, dağlara verdik, korktular, onu üzerlerine almaktan çekindiler.[47] buyurmuştur. Vezirlik de bir emânettir; kendisi ehil olduğu için, Allah ona nasip etmiştir. Kezâ, “Şüphe yoktur ki Allah, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adâletle hükmetmenizi emreder; ne iyi şeydir o ki Allah size onunla öğüt veriyor. Belli ki Allah her şeyi işitici ve görücüdür.[48]” buyrulmuştur. Aynı şekilde, vezirlik tahammül gerektiren bir iştir[49].

Vezir, kendisi ile pâdişâh arasında cereyân eden ilişkilerde de aynı hasletlere riâyet etmelidir. O, her şeyden önce doğruluk üzere olmalıdır. İçi ve dışı bir olmalı, ikiyüzlülük etmemeli, pâdişâhtan hiç bir şeyi gizlememeli, bunun bir çeşit ihânet olduğunu bilmelidir. Pâdişâhın sözlerini ve fiillerini tartışma konusu yapmamalı, onu çekiştirmemeli, halk arasında pâdişâh aleyhine dedi-kodu çıkmasına fırsat vermemeli, nifaka yol açmamalı; her işte, her sözde pâdişâha doğruyu söylemeli, onu yanlış yollara ve kararlara sevk edecek davranışlardan kaçınmalıdır. Pâdişâhı can kulağıyla dinlemeli, onu anlamaya çalışmalıdır. Vezir, pâdişâha bir söz söyleyeceği, devlet işleriyle ilgili bir bilgi aktaracağı veya ondan bir fikir alacağı zaman, onun “vaktini ve fursatını” gözlemeli, öfkeli vaktinde mühim işleri ve fikirleri kendisine aktarmamalıdır; öfke sebebiyle ola ki doğruyu dinlemeğe tahammül edemez, yanlış sözler sarf eder, uygunsuz hareketlerde bulunabilir…

Kezâ vezir, pâdişâh hizmetinde iken, yüceliğe sarılmalı, âlî-himmetli ve tok gözlü olmalıdır; hasislik, tamahkârlık etmemeli, kimseye iltimâs göstermemeli, himmeti ve vakarı elden bırakmamalı, dünyâ malının geçici olduğunu unutmamalıdır.

Aynı şekilde vezir, pâdişâhla ilişkilerinde sebatlı olmalıdır. Pâdişâh hizmetinde iken vefâkâr olmalı, ahde vefâ etmeli; pâdişâhın düşmanlarına karşı, her zaman onun yanında olmalı, hukûkunu korumalı; onun aldatılmasına göz yummamalı, her zorluğa karşı koymalı, kısacası güçlüklere, sıkıntılara sebat etmelidir.

Yine vezir, pâdişâhla ilişkilerinde tahammüllü olmalıdır. Göreceği işler ne kadar ağır, problemler ne kadar güç olursa olsun yılmamalıdır. Olur ki, pâdişâh tehevvüre kapılıp kötü, ağır ve hatâlı sözler söyleyebilir. Vezir, pâdişâhın her türlü cevrine katlanmalı, hemen düşmanlık yoluna sapmamalıdır. Ülkeye düşmanlar saldırmaya kalkışacak olursa, güçlüklerden yılmamalı, gerekli tedbirleri almakta, ordu toplamakta sıkıntıdan kaçınmamalı, zorluklara göğüs germelidir. Kendisine vezirlik gibi ağır bir yük yüklenmiş olduğunu unutmamalıdır[50].

Bilmek gerekir ki, vezir, işlerinde sâdece Allah’a ve pâdişâha karşı sorumlu değildir. O, Allah ve pâdişâh ile olan ilişkilerinde taşımak zorunda olduğu hasletleri leşker (asker-ordu) ve ra’iyyet (halk) arasındaki ilişkilerinde de korumalı; doğruluktan, yücelikten, sebâttan ve tahammülden uzaklaşmamalıdır.

Kezâ vezir, öncelikle doğrulukla iş görmelidir. Gerek maiyyetinde olanlara, gerekse reâyaya karşı âdil ve insaflı olmalıdır. Bir kişiyi bir işe veya bir mansıba yerleştireceği zaman, önce onun hakkında iyi bir araştırma yapmalı, o kişinin söz konusu işe ve mansıba lâyık olup olmadığını tedkik etmeli, her işe ve her mansıba lâyık olanı getirmelidir; mevki ve makam sâhiplerinin sûiistimallerine göz yummamalı, rüşvete yol vermemelidir. Kendiliklerinden gelip iş isteyenler veya mansıp talep edenler, çoğunlukla işe ve mansıba lâyık olmayanlardır. Bunlar, kendilerinin bir mevkie getirilmeleri için her türlü yalana, hîleye ve madrabazlığa başvurur, göze girmeye çalışabilirler. Bunlara kanmamak gerekir. Gerçek ehliyet sâhipleri kendiliklerinden vazîfe talep etmezler; onlar aranıp bulunmalarını beklerler. Vezir, gerçek iş erbâbını arayıp bulmalı, vazîfeleri böylelerine havâle etmelidir.

Ellerinde devlet gücü olanlar –vezirler, nâibler, hâcibler ve benzerleri- işi ehline vermedikleri zaman, vazîfe verdiklerinin açgözlülükleri yüzünden devletin düzeni bozulur, halkın işi görülmez olur, etrâfı zulüm ve adâletsizlik kaplar. Ehliyetsiz olanların fiillerinden, onları söz konusu işlerin başına getirenler ve dolayısıyla pâdişâhlar sorumludurlar.

Vezirler, pâdişâhlık çadırının direkleri olduklarına göre, ona göre davranmak zorundadırlar. Nasıl ki direk, üzerine yüklenen bütün yükleri taşımak ve buna tahammül etmek durumunda ise, onlar da, vezirlik dolayısıyla yüklendikleri ağır işler altında tahammüllü olmalıdırlar. Gerek maiyyetlerinde çalışanların, gerekse yönetmek durumunda oldukları halkın cevirleri, kahırları, yükleri altında bıkkınlık ve yılgınlık göstermemeli, onlara karşı şefkat ve merhametli olmalı; öfkeye kapılmamalı, gerektiğinde affetmesini bilmelidirler. Ancak, halkın ve memleketin düzeninin bozulmasına sebep olacak suçları aslâ affetmemelidir. Problemleri, sıkıntıları, henüz ortaya çıkmadan sezmeli, onları önleyecek tedbirleri almalı, her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olmalı; olacağı olmadan önce görmelidirler. Bilmelidirler ki, problemler patlak verdikten sonra, onlara çözüm bulmak çok daha zordur.

Vezirler, ülkeyi pâdişâh adına idâre ettiklerine göre, halkın durumu ile yakından ilgilenmeli; hem din, hem de dünyâ ehlinin hâlini gözetmeli; onların yetişecekleri imkânları ve fırsatları hazırlamalı; halkın terbiyesine îtinâ göstermelidir. Halkı fesâda sürükleyecek olanlara da fırsat vermemelidir. Nitekim:

Dîn ehlini ri’âyet itmeklik olsa âdet,

Oldur ki cihânda hem baht u hem sa’âdet

Fısk ehlini velâkin hôr ve hakîr dut kim

Fıskı az ola anun dînün senün ziyâdet

denilmiştir. Vezir, gerek çevresindekilerden ve gerekse halktan olsun, hakkı hak sâhibine vermeli; dirliğe hak kazananları, maaş artışını hak edenleri mahrum bırakmamalı, vazîfe ehlini kendisinden ve dolayısıyla pâdişâhtan hoşnut etmelidir. Ancak bu şekilde vazîfesini lâyıkıyla yapmış sayılacağını ve Allah’ın kendisinden râzı olacağını bilmelidir[51]...

Şeyhoğlu, vezirlerin yapmaları ve yapmamaları gereken işleri bu şekilde belirledikten sonra, diğer hizmet erbâbının durumlarını da kısaca tek cümleyle hülâsa eder: “Ve hem şöyle girü kalan nâyibler ve iş dutanlar ve baş erleri ve kalem ehli, çün her birisi kendü işinde emâneti ve diyâneti yirine getüre ve kendülerini hâllerince bu hasletler-ile ve sîretler-ile bezeyeler ve Hak cenâbın ri’âyet kılalar ve ra’iyyetleri yiyni dutalar; derecât ve necât ve yakınlık bunlara hâsıl ola.” Yâni her biri, kendi durumlarına ve bulundukları makamlara göre, yukarıda vezirler için gerekli görülen doğruluk, yücelik, sebât ve tahammül gibi hasletlerle donanmaya çalışmalı, Allah’ın rızâsını gözetmeli, emir ve nehiylerine uymalı, üzerlerine almış oldukları vazîfeleri, emânet şuuru içinde îfâ etmeli ve halkın yükünü hafifletmeye gayret göstermelidirler, ki Allah katındaki dereceleri yükselsin, kurtuluşa erişsinler ve Hakk’a yaklaşmış olsunlar[52].

III. Netîce ve Değerlendirme

Şeyhoğlu’nun devlet adamlarında bulunması gereken vasıflarla ilgili düşünceleri, anahatları ile yukarıda incelendi. Bu vasıflar, dilekler, temennîler gözden geçirildiğinde, bunların şu noktalarda yoğunlaştığı görülür:

1) Hükümdarlık, bir Tanrı ihsânıdır. Allah, kendi 'fazl u kereminden' dilemiş ve hükümdarı 'hükümdar' olarak seçmiştir. Bunda, hükümdarın kendisinin fazla bir katkısı söz konusu değildir. Bu şuur içinde hareket etmeyen hükümdar, Allah’ın, hükümdarlığı onun üzerinden alarak, pekâlâ bir başkasına verebilecek kudrette olduğunu unutmamalıdır. Bu sebeple, hükümdar başına konan devlet kuşunun kadrini bilmelidir.

2) Hükümdarlar zıllu’llâh fi’l-arz, yâni Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibidirler. İnsanlar arasında Allah’ın halîfesi olarak iş görürler. Şu hâlde, üzerlerine almış oldukları hükümdarlık işini Allah adına yürütmektedirler. Dolayısıyla bunun şuurunda olmalı, işi adına yürüttükleri zâtın şânına lâyık bir biçimde görmeli, kendi hevâ ve heveslerine uymamalıdırlar.

3) Hükümdarlığın birinci şartı, doğruluk ve adâletle hükmetmektir. Allah, birer hükümdar durumunda bulunan peygamberlere, insanlar arasında öncelikle adâlet ve doğruluk üzere hükmetmelerini buyurmuştur. Adâlet her şeyin başı, hem saltanatın, hem de bir ülkenin ayakta kalmasının temel şartıdır. Îmân üzere olmayan, fakat adâleti gözeten bir devlet ayakta kalabilir, ama îmân üzere olsa bile adâleti gözetmeyen devletin yaşaması mümkün değildir. Üstelik, hükümdarlık Allah adına yapıldığına göre, zulmü ve zâlimleri sevmeyen Allah’ı –hâşâ– zâlim durumuna düşürmek yakışık almaz. Kezâ, hükümdarlık vazîfesi Allah adına iş görmek olduğuna göre, o, nefsini Allah’ın sıfatlarıyla (kerem, hilim, afv, merhamet-rahmet, ref’et, şefkat, ihsan … gibi) donatmaya çalışmalıdır.

4) Hükümdarlar, hükümdarlığı, nefislerini terbiye etmenin ve bunun neticesinde âhirette ebedî saadete ulaşmanın bir vesîlesi olarak görmeli, bunu gerçekleştirmek için her işlerinde itidâl üzere olmalı, doğruluktan sapmamalıdırlar. Dünyâ nîmetlerinin geçici ve aldatıcı olduğunu, kimseye yâr olmayacağını, dolayısıyla hırs ve tamahın gereksiz olduğunu unutmamalıdırlar.

5) Hükümdarlar, idâre ettikleri insanlara karşı şefkatli ve merhametli olmalı, tehevvüre kapılmamalı, kendi hislerinin esiri olmamalı, işlerinde Allah’ın rızâsını gözetmeli, gerektiğinde affetmesini de, cezâlandırmasını da bilmelidirler.

6) Hükümdarlar, yüklenmiş oldukları hükümdarlık vazîfesinden doğan sorumlulukları, diğer bir deyişle devlet yönetimini, bütünüyle başkalarına devrederek aradan çekilmemeli, idâreye kayıtsız kalmamalı, kendi adlarına iş görenlerin bütün faaliyetlerini gözetlemeli, onların zulme ve haksızlığa sapmalarına fırsat vermemelidirler. Diğer bir deyişle, devlet yönetiminde güçlü kontrol mekanizması da kurulmalıdır. Zîrâ, onların memurları tarafından işlenen fiillerin netîceleri -iyi veya kötü- hükümdarların üzerine yazılmaktadır; diğer bir deyişle, onların gördükleri işlerin sorumluluğu da Allah katında kendilerine âittir.

7) Hükümdarlar, bütün işlerini, kulların değil, Allah’ın rızâsını gözeterek îfâ etmeli, başka bir ifâdeyle, halk için değil Hakk için çalışmalıdırlar. Her işinde, kendisi onu görmese de, Allah’ın kendisini gördüğünü / gözetlediğini unutmamalıdır. Hak için zulüm ve haksızlık yapılmayacağına göre, netîceden yine insanlar, yâni halk faydalanacaktır.

8) Hükümdarlar çoban, yönettikler insanlar ise sürü (ra’iyyet) gibidirler. Çoban nasıl sürüsünü iyi gütmek, onu saldırılardan korumak zorunda ise, hükümdarlar da, idâre ettikleri insanların durumlarıyla yakından ilgilenmeli, yardıma muhtaç olanlara yardım etmeli, Allah’ın nîmetlerinden kullarını mahrum bırakmamalı, kısaca halkın ekonomik durumunu yükseltmeye çalışmalıdırlar. Hükümdarlar, halkın sâdece ekonomik durumlarıyla değil, eğitim durumlarıyla da yakından ilgilenmeli, onlara eğitim-öğretim imkânları ve fırsatları hazırlamalıdır... Bu anlayış, kökü çok eskilere giden, İslâm öncesi dönemlere uzanan Türk devlet geleneğindeki “devlet baba” düşüncesinin bir yansıması olarak görülebilir.

9) Hükümdarlık lâyıkıyla îfâ edildiği takdirde, peygamberlikten daha yüce bir makamdır. Nitekim, Allah ilk insanı yaratacağı zaman, “Ben yeryüzünde bir halîfe (yâni, benim adıma iş görecek bir çeşit hükümdar) yaratacağım.” buyurmuş;peygamber, âlim veya âbid yaratacağım” dememişti. Hükümdarlık gerektiği gibi îfâ olunduğu takdirde, peygamberlik, âlimlik ve âbidlikten kazanılacak sevaptan daha fazlasını elde etmek mümkündür; çünkü hepsi onun içinde vardır.

10) Hükümdarlık, din ve ilim için de mutlakâ gerekli olan bir müessesedir. Zîrâ, peygamberliğin de, ilim ve ibâdetin de saltanat kuvvetine, diğer bir deyişle hükümdarlığa, hükmetme gücüne ve güçlü bir ülkeye ihtiyâcı vardır. Zîrâ, “dînin izzeti kılıcıla âşikâr olur.” denmiştir. Ancak hükümdar, dînin emir ve yasaklarını gözetmek; dînî bilgileri insanlara öğreten âlimlere, âbidlere, zâhidlere îtibâr etmek, onların vakarlarını yükseltmek durumundadır.

11) Hükümdar, aynı zamanda Allah’ın adını yeryüzünde herkese duyurmakla da yükümlüdür. Bu sebeple, bir taraftan ülkesini düşman saldırılarından korurken, diğer taraftan cihâdı elden bırakmamalıdır.

12) Hükümdarların bütün fiilleri gözden geçirildiğinde, bunların üç ana başlık altında toplanması mümkündür: a) Kendisi ile nefsi arasında olanlar, b) kendisi ile tebeası arasında olanlar ve c) kendisi ile Tanrısı arasında olanlar. Hükümdar, her üç durumda, bütün fiillerinde âdil olmalı, helâl maldan ihsanda bulunmalı, yoksulları gözetmeli, emri altında bulunanları ağır yükler altında ezmekten kaçınmalı, gayr-i meşrû işlerden ve zorbalıktan kaçınmalıdır.

13) Hükümdar, kendisine iş verdiği, yüksek makamlara getirdiği kendi adına vazîfe yapacak olan insanların seçiminde titiz davranmalı; onların dindar, iyi ahlâklı, âdil, verilecek işlere ehil, sorumluluk şuuru taşıyan, ülkesini seven, hislerinin esîri olmayan, gerektiğinde kendi başına karar verebilecek bilgi ve beceri sâhibi, uzak görüşlü, basîretli, dünyâ malına karşı tamahkâr olmayan kimseler olmalarına dikkat etmeli; bu tür nitelikleri taşıyan kimseleri bulup iş başına getirdikten sonra, onlara rahat çalışabilecekleri bir ortam hazırlamalı, her fırsatta işlerine müdâhale etmeye kalkışmamalı, bununla birlikte kendilerini bütünüyle de başıboş bırakmamalı, onların zulme ve haksızlığa sapmalarına meydan vermemelidir.

14) Hükümdar bir vücuttaki gönül, onun birinci yardımcısı durumundaki vezir ise gönüle yol gösteren akıl gibidir. Diğer devlet görevlileri ise bedendeki diğer uzuvlar ve hisler gibidirler. Bunlar arasındaki uyum ne kadar sağlıklı ve güçlü ise, devlet idâresi de o ölçüde güçlü ve sağlıklı olacaktır. Bu güçlülük ve sağlıklılık, berâberinde istikrârı getirecektir.

15) Hükümdarlar ne kadar âdil, doğru ve işlerinde sağlıklı kararlar verirlerse, onların idâreleri altındaki halk da o ölçüde doğru, âdil ve dürüst olurlar. Zîrâ, “İnsanlar sultânlarının dînine uyarlar,” yâni onu kendilerine örnek edinirler, denmiştir.

16) Şeyhoğlu, vezir ve vazîfeleri üzerinde de ısrarla durmuştur. Ona göre, pâdişâh çâdır, vezir ise bu çadırı ayakta tutan direk gibidir. Bir direk ne kadar doğru, yüksek ve dayanıklı olursa, çadır da o ölçüde sağlam ve kalıcı olur. Bir ülkede vezir ne ölçüde âdil, kâmil, müşfik, muhterem, basîret sâhibi ise, ülke yönetimi o ölçüde sağlıklı olur. Vezir de, tıpkı pâdişâh gibi hareket etmeli, onun taşıması gereken nitelikleri taşımağa, riâyet etmesi gereken kâidelere uymağa çalışmalıdır. Kezâ, diğer devlet görevlileri söz konusu çadırın ipleri, kazıkları gibidirler. Bir çadırın ayakta kalabilmesi için, bunların nasıl yerli yerinde ve uygun bir şekilde yere sâbitlenmesi gerekiyorsa, devlet işlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için de bütün devlet elemanları kendilerine havâle olunan vazîfeleri eksiksiz yerine getirmelidirler.

***

Burada maddeler hâlinde kısaca hülâsa olunan ve hükümdarlar ile diğer devlet erkânının taşımaları düşünülen husûsiyetlerle bunların devlet yönetiminde göz önünde bulundurmaları gereken ilkeler konusunda son olarak neler söylenebilir?

Bu yazı çerçevesinde ele alınan görüşlerin ortaya konuluş biçimi hakkında yukarıda konuya girmeden önce, kısa bir değerlendirmede bulunulmuş ve Şeyhoğlu'nun, hayâtının büyük bölümünü XIV. asırda yaşadığı; XV. asrın ilk çeyreğini yaşlılık döneminde idrâk etmiş bir yazar olduğu; bu asırlarda, ilim ve fikir adamlarının düşünce dünyâlarının şekillenmesinde dînin son derece mühim bir rol oynadığı; konunun mütehassıslarının gâyet iyi bilecekleri üzere, İslâm dünyâsının daha ilk dönemlerinden îtibâren, bu durumun bütün kesâfetiyle kendisini hissettirdiği; sâdece dînî meselelerin değil, din-dışı pek çok konunun, hattâ iktisâdî ve siyâsî sıkıntıların dışa vurulması, tartışılması gerektiğinde insanların propagandalarını dînî bir üslûpla dile getirmeyi, fikirlerini dînî verilerle desteklemeyi gerekli ve en etkili yol olarak gördükleri; hattâ bir çok mezhebin ortaya çıkışının siyâsî ve iktisâdî meselelerle yakından ilgili bulunduğu hâlde, kişilerin çeşitli konularda yaşanan sıkıntıları dînî bir üslûpla dile getirmek sûretiyle çevrelerindeki insanları etkilemeyi denedikleri; bu vesîleyle ortaya çıkan bir takım sosyal ve hattâ siyâsî oluşumların, bilâhare mezheb olarak anıldıkları; aynı durumun Şeyhoğlu’nun üslûp biçimi ve konuları tahlil edişi için de geçerli olduğu; yazarın, ele aldığı meseleleri açıklığa kavuşturmak, okuyucusunu iknâ etmek ve sözlerini daha etkili kılabilmek düşüncesiyle, sık sık âyet ve hadîslerden iktibâslarda bulunduğu; tanınmış ilim ve din adamlarının fikirlerinden ve kelâm-ı kibâr denen büyüklerin sözlerinden faydalandığı; şiiri etkili bir materyal olarak kullanmağa gayret ettiği; kendisinin, bir İslâm devleti hükümdârına ve İslâm cemiyetine hitâb ettiğini düşünerek, bu nitelikleri taşıyan okuyucusunu, dînî verilerle yüz yüze getirmek, onların mânevî duygularına seslenerek kendilerini etkilemek istediği ifâde olunmuş ve Şeyhoğlu'nun konuyla ilgili düşüncelerinin burada dile getirilen mülâhazalar göz önünde bulundurulmak sûretiyle okunup değerlendirilmesi gerektiği belirtilmişti.

Bugün devlet yönetimi veya siyâsî rejimler, hiç şüphesiz bambaşka perspektiflerden hareketle incelenmekte, devlet adamlarının nitelikleri daha dünyevî bir bakış açısıyla ele alınmaktadır. Eski dönemlerde de “ilm-i siyâset” (siyâset ilmi) adıyla, bir ilim dalı mevcut olmakla birlikte, bu ilim dalı, bugünkü anlayıştan biraz daha farklı bir temele dayanmakta, rejimleri bu yazı çerçevesinde incelenen görüşlere uygun olarak değerlendirip yorumlamakta idi. Bugün artık siyâset bilimi adıyla kendisini kabûl ettirmiş, eski anlayıştan tamâmen farklı zeminlerde meseleyi ele alan müstakil bir ilim dalı mevcuttur. Bu ilim dalı, siyâsî rejimleri incelerken çok daha farklı verileri dikkate almaktadır. Fakat, ulaşılan netîceler ve varılmak istenen hedefler hangi bakış açısıyla ortaya konursa konsun, aslında aynıdır: Ülke yönetiminde daha sağlıklı bir yol tutturmak; devletin benimsediği siyâsî sistemi ve rejimi çok daha sağlam temellere oturtmak; yönetilen halkın isteklerini ve ihtiyaçlarını birbirinin haklarına zarar vermeden karşılamaya çalışmak ve devleti daha uzun ömürlü kılmak...

Şeyhoğlu'nun hükümdarlık, diğer bir deyişle hükmetme müessesesinin psikolojik veya ideolojik zemînini ilâhî temele dayandırması, bugünün rasyonalist bakış açısıyla zamânı veya modası geçmiş bir düşünce sayılsa bile, onun ısrarla vurguladığı adâlet, hak, hukuk, zulme sapmama, devlet idâresinde insanların kendi hevâ ve heveslerine göre hareket etmemeleri, üzerlerine almış oldukları vazîfeleri birer emânet anlayışı içerisinde yürütmeleri, ülkenin ve dolayısıyla halkın durumunu gözetme, ülke kaynaklarını haksız yere kullanmama .... gibi bugünün devlet yönetimi için de lüzûmu göz-ardı edilemeyecek ilkelerin zamânı ve modası geçmiş sayılabilir mi? Aynı ilkeler, sâdece Türkiye için değil, kanaatimizce, bütün dünyâda yönetim kademelerinde bulunan herkes için dikkate alınması gereken hususlar olsa gerektir.

__________

* Bu yazı, daha önce Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek), Sayı 2 (2001), s. 314-339’da yayımlanmıştır.

[1] Bu eserlerden bâzıları için bkz. Beydeba (Arapça’ya trc. Abdullah el-Mukaffa’), Kelile ve Dimne, I, II (Türkçe’ye trc. H. Karaman - B. Topaloğlu), İstanbul 1978, 1980; Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig (nşr. Reşit Rahmeti Arat), I, Metin, İstanbul 1977, II, Tercüme, 2. baskı, Ankara 1959.; H. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyâset Nazariye ve Gelenekleri”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, 259-271; Nizâmü’l-Mülk (Ebû Ali Hasan Tûsî), Siyerü’l-Mülûk veya Siyâset-nâme (nşr. M. A. Köymen), Ankara 1976; Kınalı-zâde Ali Çelebi. Ahlâk-ı Alâ’î, (I-III) Kahire 1248; Osmanlı siyâsetnâmeleri için bkz. Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-nâmeleri, Kayseri 1987.

[2] Bu lâyihalara örnek olarak, öncelikle meşhûr Koçi Bey Risâle’si gösterilebilir (bkz. Risâle-i Koçi Beğ, London 1277). Osmanlıların gerileme döneminde yazılan bâzı lâyihaların isimleri, nitelikleri ve muhtevâları için bkz. Mehmet Öz, Osmanlı İmparatorluğu’nda Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları (XVI-XVIII. Yüzyıllar), İstanbul 1997.

[3] Eser, Hüseyin Ayan tarafından neşrolunmuştur, bkz. Şeyhoğlu Mustafa, Hurşid-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd) [İnceleme-Sözlük-Konu Dizini] Atatürk Üni. yay., Erzurum 1979.

[4] Eseri Zeynep Korkmaz inceleyip neşretmiştir, bkz. Sadru’d-dîn Şeyhoğlu, Marzubân-nâme Tercümesi [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkı basım], Ankara Üni. yay., Ankara 1973.

[5] Şeyhoğlu’nun bizim çalışmamızda kullandığımız bu eserini Kemâl Yavuz neşretmiştir, bkz. Şeyhoğlu, Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ [İnceleme-Metin-İndeks], TTK yay., Ankara 1991.

[6] Bunun için bkz. Kilisli Rif’at, Ferheng-nâme-i Sa’dî Tercümesi (Hoca Mes’ûd b. Osmân), İstanbul 1340-42, “Tekmile” kısmı, s. 6-10; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bizans ve Selçukîlerle Germiyan ve Osmanoğulları Zamanında Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 50, 269, 270; aynı yazar, “Germiyan Oğulları”, İslâm Ansk. / IV (1977), s. 769; Fuad Köprülü, “Germiyan Beyliği Tarihine Ait Notlar”, Türklük Mec., II (1928), s. 414; aynı yazar, “Anadoluda Türk Dili ve Edebiyatının Tekâmülüne Umumî Bir Bakış”, Yeni Türk Mec., S. 4 (1933), s. 283-290; kezâ, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1934, s. 180; Ö. Faruk Akün, “Şeyh-oğlu, Şeyh-oğlu Sadr al-dîn Mustafâ”, İslâm Ansk. / VIII (1979), s. 481-485.

[7] Bkz. Fahri Unan, “Bir XIV. Yüzyıl Yazarının Kaleminden Çağının İlim ve Âlim Anlayışı”, Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi, (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek), Sayı 3 (2002), s. 359-381.

[8] Kur’ân, Sa’d, 26.

[9] Kenzü’l-Küberâ, s. 40-41.

[10] Umûmiyetle sahih hadisleri ihtivâ ettikleri kabûl olunan Kütütb-i Sitte’de bu meâlde bir hadis tesbit edemedik.

[11] H. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de…” s., 259-271.

[12] Orhun Yazıtları (nşr. Talât Tekin), Ankara 1988, s. 3; benzer cümleler, s. 29, 37.

[13] Aynı eser, s. 9.

[14] Aynı eser, s. 41.

[15] Aynı eser, s. 45.

[16] H. İnalcık, “Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul'un Fethi ve İmparatorluk", Türk Kültürü / 20 (1964),”, s. 8; Tursun Bey, Târih-i Ebü’l-Feth (nşr. M. Tulum), İstanbul 1977, s. 10-30.

[17] Aslında, hilâfetin bir müessese olarak Osmanlılara geçip geçmediği tartışmalıdır. Hilâfetin Yavuz Sultan Selim zamânında Osmanlılara intikâl ettiği umûmiyetle kabul edilirse de, muâsır kaynaklarda bu hususta net bilgiler yoktur. Osmanlı hükümdarları, Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar (1774) halîfe sıfatını siyâsî sâhada kullanmaya pek de ihtiyaç duymamış olmalıdır. Ancak, XIX. asırda Osmanlı sultanlarının bu sıfatı sıkça kullandıkları mâlumdur. Daha önceki dönemlerde de muhtelif vesîlelerle aynı sıfat kullanılmıştır (Konuyla ilgili hulâsa bilgi için bkz. H. İnalcık, “Osmanlı Devleti’nin Yükselişi: Fatih Sultan Mehmed” (1.Bölüm), İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, I. cilt, İstanbul 1988, s. 326-329.

[18] Tursun Bey, s. 10; H. İnalcık, a.g.m., s. 8.

[19] Kenzü’l-Küberâ, s. 41.

[20] A.g.e., s. 41-43.

[21] Kur’ân, Nebe’ – Nâzi’ât, 40-41.

[22] Kenzü’l-Küberâ, s. 44-47.

[23] Aynı eser, s. 48-57.

[24] Kur’ân, Nîsâ, 113.

[25] Kur’ân, Kalem, 4.

[26] Kenzü’l-Küberâ, s. 58-60.

[27] Aynı eser, s. 61-63.

[28] Aynı yer.

[29] Kur’ân, A’râf, 44.

[30] Kenzü’l-Küberâ, s. 64.

[31] Kur’ân, Nahl, 90.

[32] Kenzü’l-Küberâ, s. 66-68.

[33] Aynı eser, s. 69­-73.

[34] Aynı eser, s. 73-75.

[35] Aynı eser, s. 75-82.

[36] Aynı eser, s. 82-88.

[37] Aynı eser, s. 88-91.

[38] Aynı eser, s. 92-94.

[39] Kur’ân, Bakara, 7.

[40] Kenzü’l-Küberâ, s. 95-105.

[41] Aynı eser, s. 106-107.

[42] Kur’ân, Hûd, 112.

[43] Kur’ân, En’âm, 153.

[44] Kenzü’l-Küberâ, s. 108.

[45] Aynı eser, s. 108-110.

[46] Kur’ân, Mâide, 54.

[47] Kur’ân, Ahzab, 72.

[48] Kur’ân, Nisâ, 58.

[49] Kenzü’l-Küberâ, s. 110-111.

[50] Kenzü’l-Küberâ, s. 112-117.

[51] Aynı eser, s. 117-121.

[52] Aynı eser, s. 121-122.