Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-28                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

BİR XIV. YÜZYIL YAZARININ KALEMİNDEN ÇAĞININ

 “İLİM” ve “ÂLİM” ANLAYIŞI*

Osmanlı devletinin kültürel değerleri ve müesseseleri ile ilgili çeşitli meselelerin daha soğukkanlı bir yaklaşımla incelenmesi için fırsatlar, imkânlar ve içinde yaşanılan dönem, bugün artık düne nisbetle çok daha müsâittir. Hepimizin bildiği üzere, yakın târihimizin burada teferruâtına girmemize gerek olmayan çok çeşitli sebeplerden kaynaklanan çalkantılı ortamı, cemiyetimizi olduğu kadar en az etkilenmesi gereken ilim âlemimizi de derinden etkilemiş; bu durum ise, Anadolu’da târih içinde gerçekleştirmiş olduğumuz sosyal ve kültürel müesseselerimizin bir takım ideolojik peşin hükümlerle ele alınmasına zemin hazırlamış ve böylece bunların lehinde ve aleyhinde çok çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Burada bu görüşlerin hulâsasını yapacak değiliz. Ancak, ilmî bir araştırmanın mahsûlü olmayan bu görüşlerin mühim bir kısmının bir müteârife gibi tekrarlana tekrarlana zaman içerisinde bir hakîkat hâline geldiğini de îtiraf etmek mecbûriyetindeyiz.

Hakkında çeşitli ve birbirinden farklı görüşlerin ileri sürüldüğü bu tür müesseselerden birisi de medreselerdir. Osmanlı devletinin ilim, eğitim, kültür ve fikir merkezleri durumundaki bu müesseselerle ve umûmî olarak eğitim hayâtı ile ilgili olarak şimdiye kadar yapılan çalışmalar hiç de az değildir[1]. Fakat, yapılan bu çalışmaların, medreseleri ve onların çevresinde cereyan eden veya ortaya çıkan meseleleri bütün yönleriyle aydınlığa kavuşturduklarını söylemek, ne yazık ki, mümkün değildir. Bu belirsizlikte, muhakkak ki, konunun mâhiyetinin de mühim bir payı vardır. Çünkü, mesele oldukça karmaşıktır; konuyu tek açıdan ele alarak incelemek ve bir netîceye ulaşmak, neredeyse, imkânsızdır. Öncelikle, muhtelif veçheleri bulunan uzun bir târihî mâcerânın incelenmesi, başka bir ifâdeyle Osmanlı devletinin askerî, siyâsî, içtimâî, iktisâdî, kültürel ve hattâ hukûkî ve teşkilâtî yapısının etraflı bir şekilde ve bir takım ideolojik ayak bağlarından kurtarılmak sûretiyle tedkik edilip ortaya konulması gerekmektedir. Ancak, sözü edilen meselelerin, münferit çalışmalarla altından kalkılamayacak kadar geniş bir sâhayı kuşattığı îzahtan vârestedir. Dolayısıyla, konunun tatmîn edici bir ölçüde açıklığa kavuşturulabilmesi için, ciddî ve objektif kıstaslara uygun olarak yapılmış müstakil veya ortaklaşa araştırmalara ve incelemelere hâlâ şiddetle ihtiyaç vardır. Söz konusu araştırma ve incelemeler belirli bir keyfiyet ve kemiyete ulaşmadığı müddetçe, burada sözü edilen problemlerin anlaşılması, tahlillerinin yapılması ve bir takım sağlıklı netîceler çıkarılması mümkün olmayacak ve bâzı karanlık noktalar yine var olmağa devam edecektir.

Osmanlı medreseleri ile ilgili olarak ele alınması gereken en mühim meselelerden birisi, kanaatimizce, bu müesseselerde çalışan insanlarla, ulemâ ile, bu insanların üzerinde çalıştıkları konular, başka bir ifâde ile ilim dallarıdır. Konuyu şu şekilde ifâde ve formüle etmek de mümkündür: Osmanlı eğitim ve kültür sistemi içerisinde âlim denince akla nasıl bir insan gelmekte; kezâ ilim denince ne anlaşılmaktadır? Eldeki verilerden hareketle bir Osmanlı âlimi tipolojisi oluşturmak mümkün müdür? Veya, bize intikal eden kaynaklardan elde edilen mâlumattan yola çıkarak, nev’i şahsına münhasır bir Osmanlı ilmî zihniyeti tesbit etmek kābil midir?

Şu soruların da bu husûsun gerçekten aydınlatılmasında büyük bir ehemmiyeti vardır: Osmanlı âlimi, dünyâya nasıl bakmakta, hâdiseleri nasıl değerlendirmekte, hangi prensiplerle hareket etmektedir? Onun zihniyet dünyâsını besleyen, şekillendiren, yönlendiren ve çalışmalarını mânâlı kılan ilkeler veya hareketlerini kendisine göre ayarladığı mehenkler nelerdir? Bir ilim dalını öğrenmeğe, üzerinde çalışmağa ve diğer insanlara öğretmeğe değer bulurken, hangi kıstaslara göre davranmakta; neleri ölçü olarak almaktadır? Bütün bu konularda, sınırları içerisinde yaşadığı ülkenin şartları ne ölçüde etkili olmaktadır?

Bu tür soruları ilâ-nihâye uzatmak mümkündür. Fakat, bu ve benzeri soruları lâyıkı veçhile cevaplandırabilmek için, öncelikle yeterli araştırmanın ve farklı dönemlere âit verilerin belirli bir seviyeye ulaştırılması gerekir. Söz konusu seviyeye ulaşmadan yukarıda sıralanan sorulara verilecek cevaplar, bizleri tatmin etmekten uzak kalacak ve burada üzerinde durulan ilim ve âlim meselesini bütünüyle kavramamız mümkün olmayacaktır. Yukarıdaki soruların çerçevesi ve konunun nerelere kadar uzandığı düşünüldüğünde, öyle bir kaç örnek veriden hareketle zihnimizi meşgul eden problemleri îzah etmenin ne kadar güç olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır. Binâenaleyh, arzûladığımız umûmî ve terkîbî değerlendirmeleri yapabilmemiz için, öncelikle elimizde yeterli veri olmalıdır. Şimdiye kadar ileri sürülen ve çoğu zaman sübjektif düşünceleri yansıtan fikirlerle târihî hakîkati birbirinden ayırmak da, yine ciddî araştırmaların sayısının artması ile imkân dâhiline girecektir.

Bu mütâlaalar, terkîbî değerlendirmelere girişmeden önce, farklı dönemlerde yaşamış, ilim ve âlim kelimelerinden ne anladığına dâir görüşler serdetmiş insanların fikirlerini gün ışığına çıkarmanın ne kadar elzem olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yolla elde edilecek münferit verilerin, umûmî bir değerlendirmedeki veya daha net çizgiler taşıyan bir ilim ve âlim tipolojisi oluşturmadaki ehemmiyeti îzahtan vârestedir.

Bu yazı, işte böyle bir düşüncenin ve yaklaşımın ürünü olarak kaleme alınmıştır. Yazımızda düşüncelerini tahlîl etmeğe çalışacağımız şahıs, XIV. asrın ortaları ile XV. asrın ilk çeyreğinde yaşadığı tahmin olunan Şeyhoğlu Sadru’d-dîn Mustafa’dır. Kısaca Şeyhoğlu diye anılan Sadru’d-dîn Mustafa, Germiyan Beyliği topraklarında (tahmînen 1340’de) doğmuş ve burada yetişmiş, gençliğinden îtibâren beyliğin ileri gelenlerinden olan ve bilâhare Osmanlı ümerâ arasına giren Paşa Ağa b. Hoca Paşa tarafından himâye edilmiş; Germiyan beylerinden Mehmed Bey ve Süleyman Şah dönemlerini idrâk etmiş; Süleyman Şah’ın ölümünden sonra ise Osmanlı sarayına intisap etmiştir. Hurşîd-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd) adlı bir telifi bulunan[2]; Kābûs-nâme ve Marzubân-nâme[3] adlı eserleri Türkçe’ye çevirmiş olan Şeyhoğlu’nun, bir de Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı eseri vardır[4]. Biz burada Şeyhoğlu’nun hayâtı ve eserleri üzerinde durmayacağız[5]. Bu çalışma çerçevesinde bizi ilgilendiren husus, Şeyhoğlu’nun bu son zikredilen eserindeki ilimlerle ve ulemâ ile ilgili düşünceleridir. Mehekkü’l-Ulemâ, bir bakıma siyâset-nâme husûsiyeti taşıyan bir eserdir. Yazar, dört bölüme (bâb) ayırdığı eserinin birinci bölümünde pâdişahların, ikinci bölümünde büyük (ulu) beylerin,üçüncü bölümünde vezirlerin ve nâiblerin ve nihâyet dördüncü bölümünde âlimlerin, kadıların ve vâizlerin durumları üzerinde durmakta, bu hususta bize ideal tiplerin nasıl olmaları gerektiğini anlatmaktadır. Eserin diğer bölümlerinde ele alınan konular üzerinde de müstakil çalışmaların yapılması mümkündür; fakat, yukarıda açıklamağa çalıştığımız düşüncelerin gerçekleşmesine katkıda bulunabilmek için, biz bu çalışmamızda, münhasıran dördüncü bölümde işlenen konuları incelemek istiyoruz. Şeyhoğlu, bu bölümde ilimleri tasnif ederken, tasnîfine uygun olarak onlara değer biçerken, bu ilimlerle ilgilenen insanları -âlimleri- sınıflandırırken ve bu sınıflandırmayı mânâlı kılmak için kendileriyle meşgul olan âlimleri değerlendirirken kullandığı üslûp ile gerçekten renkli bir kişilik sergilemekte; eski Anadolu Türkçe’sinin bugün çoğu unutulan sevimli ibâre ve ifâde kalıplarıyla, dobra dobra konuşan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, Şeyhoğlu’nun bu konudaki düşünceleri bütünüyle orijinal ve kendisine has olmayıp, zaman zaman başka eserlerde, başka yazarlar tarafından da ileri sürülen fikirlerle büyük ölçüde benzerlik veya paralellik arz etmektedir[6].

Bu kısa açıklamaların ardından, Şeyhoğlu’nun ilim ve ulemâ ile ilgili tasnif, tasvir ve değerlendirmelerine geçebiliriz: Şeyhoğlu’nun, Mehekkü’l-Ulemâ’sında, eserinin adına uygun olarak, ilim ve âlim konularına ve gerçek mânâda neye ilim ve kimlere âlim denebileceği meselesine oldukça geniş bir yer ayırdığını görüyoruz. Onun, öncelikle konuyu belirli bir sistem içerisinde ele aldığı dikkati çekmektedir: Eserde, önce ilim üzerinde durulmakta, teferruâta girilmeden umûmî bir ilim tasnîfi yapılmakta, bu tasnîfi oluşturan ilim şûbeleri değerlendirilmekte; ardından ulemâ ele alınmakta, bunların uğraştıkları ilimlere göre haklarında kıymet ifâde edebilecek hükümler verilmekte ve daha sonra ideal bir âlimin, bir gününü nasıl geçirmesi gerektiği ele alınmakta ve bu husûsa dâir, deyim yerinde ise, tipik bir günlük program çıkarılmaktadır. Belirli bir mantıkî ve zihnî silsile tâkip edilmiş olması açısından, Şeyhoğlu’nun ilim ve ulemâ ile ilgili düşüncelerini biz de bu çerçevede incelemeğe ve bilâhare ortaya çıkan tabloyu değerlendirmeğe çalışacağız.

I. “İLİM” NEDİR?

İslâm dünyâsında, bu sorunun cevâbını oluşturacak şekilde, zaman zaman görüşler ileri sürülmüştür: Bu çerçevede ilim bir hâl, bir idrâk ve mevhûm olarak görüldüğü gibi, ma‘lûm (bilgi), bilinen şey şeklinde düşünülmüş veya uzun çalışmalar netîcesinde kazanılan, prensipleri ve kānunları bulunan bir meleke olarak da değerlendirilmiştir[7]. Burada hemen belirtmek gerekir ki, konuyla ilgili târihî kaynaklarımızın hemen çoğunda görülen yolu tâkip eden Şeyhoğlu, ilmin felsefî veyâ mefhûmî îzahları ile hiç meşgul olmamakta, sözlerine doğrudan doğruya ilmin fazîletini vurgulayan âyet ve hadislerle başlamaktadır. Bu tavır, bizce şu bakımdan mühimdir: Aşağıda temâs edileceği üzere, yazarımız, spekülatif değerlendirmeler, lügavî mahâretler ve etimolojik yorumlar yerine, bunları değersiz, boş sözler ve faydasız bir gayret olarak görerek[8] doğrudan konuya girmekte ve okuyucusuna mümkün olduğu kadar fazla ve kullanışlı (faydalı) olduğunu düşündüğü bilgiler aktarmağa çalışmakta; diğer bir ifâdeyle, yüzyıllardan beri vurgulana vurgulana artık zihinlerde silinmez izler bırakan ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) düşüncesini tercîh ettiğini ortaya koymaktadır. Esâsen, bilâhare görüleceği üzere, tahsîle değer bulunan ilimlerin dikkati çeken husûsiyetleri de, ya hemen kullanılabilirlik veya uhrevi bir faydaya müte’allık oluştur. Burada bir noktanın altını dikkatle çizmekte fayda vardır: Sözü edilen hemen kullanılabilirlik, bu dünyâda, maddî âlemde gerçekleşecek bir keyfiyet bile olsa, ferdî ve haksız çıkarlar için geçerli olmayan, dolayısıyla yine uhrevî hedefleri bulunan bir husustur. Şeyhoğlu’nun bu konudaki düşüncelerini aktarırken de görüleceği üzere, bir ilim adamının, mâlik olduğu ulûmu dünyevî çıkarlar, makam ve mevki’ edinmek, insanlar nazarında şan ve şöhret kazanmak veya onların hürmetini celp etmek için kullanmağa kalkışması, son derece çirkin, ilâhî cezâlandırmayı ve azâbı gerektiren bir davranış şekli sayılmaktadır ki, bu da, burada sözünü ettiğimiz faydanın çerçevesini çizmek bakımından vurgulanması gereken bir durumdur.

Bu mülâhazalara rağmen, Şeyhoğlu’nun üzerinde durduğu, tavsiye ettiği ve değer verdiği ilme târif nokta-i nazarından yaklaşmamız ve değerlendirmelerden çıkarılabilecek netîceyi tek bir kelimeyle belirtmemiz istenirse, ilim = bilgi (mâlumat) eşitliğini kurmamız mümkündür. Öğrenilecek ilim, dünyâya âit olduğu takdirde, ekseriyâ daha önceden çalışılıp kitaplara geçirilmiş olan bilgi; uhrevî hayâtı ilgilendirdiği zaman da fiilî tahsilin büyük bir etkisinin bulunmadığı, ancak ve ancak tasavvufla hulâsa olunabilecek bir hâl bilgisidir. Fakat, gerek dünyevî ve gerekse uhrevî sâhayı ilgilendirsin, gözetilen gâye değişmemektedir: İnsanların öğrendikleri ilimler, her iki durumda da öteki dünyâda sâhibini açıkta ve zorda bırakmamalıdır. Bu da, yazarımızın öne çıkardığı ilmin dînî, îmânî ve uhrevî niteliğini ortaya kor. Söz konusu olan, mutlak mânâda ilim sâhibi olmak veya öğrenilen bilgilerle dünyâda tahakküm kurmak değil, ilmi ilâhî irâdenin tecellîsi ve onun öngördüğü imtihânın insanın uhrevî hayrına olacak şekilde netîcelenmesidir. Öyleyse ilim, insanın bu dünyâdaki durumu ile olduğu kadar öteki dünyâdaki durumu ile de yakından ilgilidir.

Şeyhoğlu, bu bağlantıyı daha sözlerinin başında, ilimleri değerlendirmeğe başlarken kurar: Ona göre, ilim insanların derecelerini yükselten bir haslettir: Zîrâ Allâh, kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltmiştir[9]; ilim, sâhibini Allâh’a götürür; kulları içerisinde Allâh’tan en fazla korkanların âlimler olması boşuna değildir[10]. Hz. Peygamber, “Büyük âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberlerin bıraktığı mirâs, dinar ve dirhem değildir. Onlar mirâs olarak ilim bırakırlar, bu ilmi alanlar saâdete ulaşmışlardır;” kezâ, “Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” buyurmamış mıdır? İlim, insanı Hakk’a yaklaştıran, O’nu daha iyi tanımağa yardımcı olan en şerefli vâsıtadır; ilimhak sıfatıdır” ve yüce derecelere ancak onun aracılığı ile ulaşılır. Lâkin, bilmek gerekir ki, ilim ile korku (havf) bir arada olmalıdır; zîrâ ilmin başı Allâh korkusudur; Allâh, sâdece kendisinden korkana ve ihtişâmı (keykirdesi) olana âlim der[11]; insanın ilmi ne kadar artarsa, heybeti de o ölçüde artar. Kimde korku yoksa, onda ilim de yoktur; dolayısıyla, kendisinde Allâh korkusu olmadıktan sonra, az okusun, çok okusun ne fark eder, okuduğunun kendisine ne faydası dokunur! Gerçi, “Allâh’tan korkarım” diyen çoktur; ancak bilinmelidir ki, “korkunun nişânıilmile amel”dir; hak yoluna sâdece amel ile gidilir. “ ‘İlmile ‘amel” etmeyen, ilmi mal ve mansıb edinmenin vâsıtası olarak gören kimse, “hakîkatda câhildür, âlim degül.” Nitekim böylelerini Allâh, kitap yüklü “gölük” (eşek)lere benzetmiştir[12]. Binâenaleyh gerçek ilim, insanı iyiye, doğruya ve Allâh’a ulaştıran ilimdir[13].

Şeyhoğlu, ilmin çerçevesini böylece çizdikten sonra, yine bu çerçevede kalmak üzere, ilimleri iki kısma ayırır. Çünkü, Peygamber, kendisine tâbi olanlara “iki dürlü” ilmi mirâs bırakmıştır: Bunlar zâhir ve bâtın ilimleridir. Şeyhoğlu, bu ilimleri Türkçe taş/dış (zâhir) ve (bâtın) kelimeleri ile de tavsif etmektedir. Bu tasnif, umûmîdir; çünkü, İslâm dünyâsında ulûm üzerine fikir beyân edenlerin hemen hepsi veya tasavvuf erbâbının tamâmı, bize ismen veya mânâ olarak zâhir ve bâtın ilimlerinden söz ederler[14]. Peki, üzerinde bu kadar durulan ve eli kalem tutan hemen herkesin sözünü ettikleri bu ilimlerin muhtevâları nedir?

a) Zâhirî İlimler

Şeyhoğlu’nun bu kategoriye soktuğu konuları gözden geçirdiğimizde, zâhirî ilimlerden maksadının, münhasıran dînî nitelikli bilgiler olduğunu görürüz. Zâhirî ilimleri oluşturan bilgiler, hemen bütünüyle nebevî kaynaklıdır. “Zâhir ‘ilmi ol ‘ilmdür ki sahâbe radıyallâhu ‘anhüm peygambar hazretinün ‘aleyhisselâm kavlından ve fi‘linden dutmışlardur. Ya‘nî didüginden ve itdüginden dutdılar ve tâbi‘în ve ilerüki eyimme rıdvânullâhi ‘aleyhim ecma‘în ol ‘ilmi tetebbu‘ itdiler, ya‘nî uydılar ve okıdılar ve ögrendiler ve ol ‘ilm-ile ‘amel itdiler ve ol yolca gitdiler ve makāmlu makāmlarına yitdiler.[15]

Bu satırlar, Şeyhoğlu’nun zihnindeki zâhirî ilimleri açık bir şekilde ortaya koyması bakımından mühimdir: Bunları, sahâbe Peygamberin sözlerinden ve davranışlarından çıkarıp öğrenmiş, çevrelerindekilere öğretmiş, onlarla amel etmiş ve bu sûretle arzûlarına nâil olmuşlardır. Zâhirî ilimlerin çerçevesinin bu şekilde çizilmesi, onların başka bir vasfını da ortaya koymaktadır: Peygamberden öğrenilen bilgiler, kendisinden başlamak üzere müteselsil bir biçimde nesilden nesile tevârüs olunup gelmişler ve böylece zaman içerisinde an’anevîleşmişler ve bir nakil geleneği oluşturmuşlardır.

Bu ilimler nelerdir?

Şeyhoğlu’nun zâhirî ilimler kategorisine soktuğu ilim dalları veya bilgi kaynakları, esas olarak kitâbîdir; diğer bir deyişle, yukarıda belirtildiği şekilde Peygamberden öğrenildikten sonra kitaplara geçirilmiş olan ilimlerdir. Yazarımız, bunları bir cümle ile şu şekilde açıklar: “Kitâb ‘ilmi bigi ya‘nî tefsîr ve sünnet ve ahbâr bigi ya‘nî hâdiseler ve âsâr ya‘nî peygâmberden kalan neseneler ve fıkh bigi ve usûl-i dîn bigi ve dahı ne ki tâbi‘dür.[16]“ Bu cümlede açıklanan zâhirî ilimler, yâni tefsir, hadis, fıkıh, usûl-i dîn (din metodolojisi), târih ve siyer gibi konular, İslâm dünyâsında yüzyıllarca eğitim faaliyetlerinin esâsını oluşturan an’anevî ilim dallarının muayyen bir kısmıdır[17]. Adları zikredilmemesine rağmen, Şeyhoğlu’nun bu cümlesindeki “dahı ne ki tâbi‘dür ibâresinden anlaşılması gereken ilim dalları, kanaatimizce, burada sözü edilen ilim dallarına yardımcı olan ve umûmî bir ifâdeyle dilbilgisi olarak belirtebileceğimiz sarf, nahiv, bedî‘, beyân, ma‘ânî ... gibi, Arapça’nın muhtelif gramer husûsiyetlerinin incelendiği tâlî konulardır; bu tâli mevzûların da birer ilim dalı olarak eğitim faaliyetlerine konu edildikleri mâlûmdur; nitekim, bunların mebâdî veya mukaddemât adıyla da anıldıklarını biliyoruz[18].

b) Bâtınî İlimler

Şeyhoğlu, görüldüğü veçhile, zâhirî ilimler kategorisine soktuğu konular üzerinde fazla teferruâta girmemekte, bunların isimlerini kısaca saydıktan sonra, sözü asıl ehemmiyet verdiği, kendi tâbiriyle “bâtın ilimleri”ne getirmekte ve uzun uzun bu başlık altında ele alınması gereken hususları anlatmaktadır. Bu tavır, yazarımızın temâyüllerini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Zâhir ve bâtın ilimlerine ayrılan satırlar ve her iki ilim kategorisine sokulan konuların ele alınış, değerlendiriliş ve okura tavsiye ediliş biçimi göz önüne alındığında, bunun husûsî bir tercîhi yansıttığı bile söylenebilir.

Her şeyden önce, bâtın ilmi, Şeyhoğlu’nun ifâdesiyle ahvâlün ma‘rifeti”dir; diğer bir deyişle, dünyâda vukû’ bulan şeylerin “sırrın” bilmektir; başka bir şekilde söylemek gerekirse, bâtın ilmi, yaratılışın sırrını bilme ilmidir. Bu ilim, Mi‘râc esnâsında Allâh tarafından vâsıtasız bir şekilde peygambere vahy edilmiştir. Dolayısıyla, bâtın ilmi, isminden de anlaşılacağı üzere, kitâb vâsıtasıyla öğrenilmesi mümkün olmayan, kime verileceği Allâh’ın takdîrine bağlı bulunan ilimdir[19].

Şeyhoğlu’nun bâtın ilmi kategorisine soktuğu konular oldukça uzundur; bu çerçevede ele alınan hususların tasnîfi ve gruplandırılması mümkün iken, kendisinin bunları tek tek saymağı tercîh etmesi, yukarıda da ifâde olunduğu gibi, konuya verdiği ehemmiyetin bir işâreti olarak değerlendirilebilir. Onun, bâtın ilmi dâiresine soktuğu ve bir sayfa boyunca son derece sâde ve kendine has bir üslûpla sayıp döktüğü hususları, birer ilim dalı olmaktan ziyâde, İslâm ahlâkının, tasavvuf terbiye ve tefekkürünün top-yekûn dökümü olarak görmek de mümkündür. Hakîkaten Müslümanların, birer ahlâk düstûru olarak görüp değerlendirdikleri ve uyulması husûsunda birbirlerine nasîhat ve tavsiyelerde bulundukları ahlâka, îmâna ve takvâya dâir hususların tamâmını olduğu kadar, İslâm tasavvuf dünyâsında tefekküre, his ve amele konu olan, üzerinde zihin yorulan hemen hemen bütün meseleleri burada bulabiliyoruz[20]. Üslûbunun ilgi çekiciliği dolayısıyla, Şeyhoğlu’nun “Sıfat-ı Envâ‘-ı ‘İlm-i Bâtın” başlığı altında sıraladığı konuları olduğu gibi aktarmak istiyoruz:

Îmân ‘ilmi bigi ve İslâm ‘ilmi bigi ve ihsân ‘ilmi ve girçeklik ‘ilmi ve ‘iyân ilmi ve ‘ayn ‘ilmi ve tevbe ‘ilmi ve zühd ‘ilmi ve vera‘ ilmi ve takvâ ‘ilmi ve ihlâs ‘ilmi ve nefs ve ma‘rifet ‘ilmi ve sıfat ‘ilmi ve tavrlar ‘ilmi ve gönül aslı ‘ilmi ve âfât-ı nefs ‘ilmi ve ..... ma‘rifet ‘ilmi ve terkîb ‘ilmi ve tertîb-i nefs ‘ilmi ve tasfiye ‘ilmi ve gönül perverişi ‘ilmi ve ma‘rifet sırrunun ‘ilmi ve anun haysiyyeti ‘ilmi ve cân ma‘rifeti ‘ilmi ve cânun terbiyeti ve arınması ‘ilmi ve gizli ma‘rifet ‘ilmi ve anun fâyideleri ve nefsânî ve şeytânî ve aklî ve dilî ve îmânî ve melekî ve rûhânî ve rahmânî hâtırları fark itmek ilmi. İşâret ve ilhâm ve hitâbet ve nidâ ve hâkıf ve vahy ve kelâmı hak ortasında fark itmek ‘ilmi ve tehzîb-i ahlâk ‘ilmi ve tebdîl-i sıfat ‘ilmi ve Allâh hulkıyla hulklanmak ‘ilmi ve müşâhedeler ‘ilmi ve anun envâ‘ı ve mükâşefât ‘ilmi ve anun tefâvüti ve tevhîd ‘ilmi ve anun makāmları ve Allâh adları ve sıfâtı ‘ilmi ve celâl sıfâtı ve cemâl sıfâtı ‘ilmi ve zât sıfâtı ‘ilmi ve ef‘âl sıfâtı ‘ilmi ve sıfâtun ma‘nîleri ‘ilmi ve sıfât tecellîsi ‘ilmi ve zât tecellîsi ‘ilmi ve makāmlar ‘ilmi ve yakınlık ‘ilmi ve ıraklık ‘ilmi ve fenâ’u’l-fenâ ‘ilmi ve bekā’u’l-bekā ‘ilmi ve ulaşmak ‘ilmi ve ‘ulûm-ı gaybî ve ledünnî...[21]

Şeyhoğlu’na göre, bu ilimlerin şerhi, ezel ve ebed sayfalarından başka yere sığmaz; Levh-i Mahfûz o kadar geniş ve azametli olmasına rağmen, bu ilimlerin çokluğuna ve ağırlığına dayanamaz. Bu ilimleri, sâdece Allâh’ın indinde bulunan Ümmü’l-Kitâbdan mütâlaa etmek mümkündür[22]. Fakat, bu ilimler öyle ilimlerdir ki, ancak ve ancak sâlih bir niyet ile hakîkati arayanlara (muhakkıklara), hak yoluna girmiş olanlara ve hakkı keşfedebilecek duruma gelenlere, Allâh’ın takdîr etmesiyle nasîb olur. “Bir kaç elf-lâm” öğrenmiş olanlar, “resmî ma‘rifete” ve âdet hükmünde kılınan “namaz”a gururlananlar bu ilimlerden mahrûmdur. Zîrâ onlar, yaratılışın sırrını bilmezler; burada sözü edilen ilimleri işittikleri zaman, inkâr ederler. Nitekim, “Öyle bir ilim hazînesi vardır ki, onu ancak ârif billâh olanlar bilirler ve dile getirirler. Bu ilmi ancak Hak ta‘âlâ indinde izzet sâhibi ârifler alır.” buyurulmuştur.[23]

Şeyhoğlu için, tavsiye olunacak ve öğrenilip öğretilmeğe değecek ilimler ve ilim konuları esas olarak bunlardan ibârettir. Bu dünyânın işlerini ve insanlar arasındaki ilişkileri bir düzene koymak için zâhir ilimlerini -ki bunlara mârûf ismiyle şer‘î veya şerî‘at ilimleri demek de mümkündür- tahsil etmek; insân-ı kâmil olabilmek için de bâtın ilimlerini kesbetmek ve bunun için ise Allâh’a tâbî ve teslîm olmak yeterlidir.

***

 Peki, buraya kadar sayılan ilimlerin dışında kayda değer başka bir ilim yok mudur?

Şeyhoğlu, bu konudaki düşüncelerini farklı bir kontekst içerisinde aktarır. Ona göre, ilimler yukarıda zikredilen zâhir ve bâtın tasnîfinin dışında, başka bir şekilde de sınıflandırılabilir: Faydalı ve faydasız ilimler.

Faydalı ilimler, yukarıda gözden geçirilen ve bizzat yaşanan ilimlerdir. Bunların dışında kalan ilimler ise faydasızdır. Ancak, Şeyhoğlu için bir ilmin münhasıran faydalı ilimler arasında yer alması yeterli değildir; zîrâ, faydalı dahi olsa amele dönüşmemesi, diğer bir deyişle yaşanmaması dolayısıyla faydasız hâle gelen ilimler de vardır. Orijinal ifâdesiyle, “egerçi şerî‘at ‘ilmi dahı olursa çün anun-ıla ‘amel kılmaya, ana lâ-yenfa‘dur. Niçeme [ne çıkar] ol ‘ilm kendü nefsinde menfa‘atlu ola.” Bu nitelikli ilimler, faydasız ilimlerin birinci kategorisini oluştururlar. Faydasız ilimlerin bir ikinci grubu daha vardır ve gerçek mânâda faydasız olanlar da zâten bunlardır. Bunlar, “nücûm ‘ilmidür ve fâldür ve felsefenün envâ‘ ilmidür ki hikmet-i zâhirî dirler. Ve ba‘zı anı kelâm ilmine karışdurmışlardur ve adın usûl-i dîn komışlardur. Tâ ol eyü ad-ıla küfri ve dalâleti halkun boynına yığup ‘âciz kılalar ve bu envâ‘ hadd-i zâtında gayr-i nâfi‘dür. Belki azdurıcı ve iğvâ idici ve helâk idicidür ve niçe mahzûller bu ‘ilm ucından dîn yolından ve istikāmet câddesinden düşdiler. Şol gurûr-ıla ki biz ‘ilm-i ma‘rifet ve hakîkat bilürüz didiler. Ve bilmediler ki Allâhu ta‘âlânun ma‘rifeti kırâ‘at-ıla ve rivâyet-ile hâsıl olmaz.[24]

Bu satırlar, Şeyhoğlu’nun indinde ilm-i nücûmun (yıldızlar ilmi), fâlın ve zâhirî hikmet denilen felsefenin her türünün faydasız ilimler olduğunu gösteriyor. Yazarımıza göre, bâzı kimselerin felsefeyi kelâmla karıştırmaları ve bunun adını da usûl-i dîn komaları, küfür ve dalâleti iyi bir adla birleştirip bununla halkı kandırmak demektir; bu tür ilimlerin bizâtihî hiç bir faydası yoktur; bilâkis bu gibi ilimler azdırıcı, yoldan çıkarıcı ve helâk edicidirler; bu tür ilimlerle uğraşan nice zavallı, kendilerinin mârifet ve hakîkat ilmini bildikleri iddiâsıyla gurûra kapıldıkları için dinden ve doğru yoldan saptılar; sırf okumak ve anlatmakla Allâh’ı tanımanın (ma’rifetullâhın) mümkün olmadığını idrâk edemediler.

Şu hâlde, insanı doğru yoldan saptıran, Allâh’a götürmeyen, azdırıp helâk olmasına yol açan bu tür faydasız ilimlerin tahsîline gerek yoktur. Şu mısra’lar, bu düşünceleri biraz daha açması bakımından dikkat çekicidir:

“Hikmet-i ‘aklî vü kıyâsî nedür

Koyası kankı okıyası nedür

N’eylesün hey’et ü nücûm sana

Çün hücûm eyledi rücûm sana

‘İlm-i vahyî vü dîn-i rabbânî

Sen anarsın keşişi ruhbânı

Mantık u hikem ü kelâm kamu

Mustafâ’dan berü harâm kamu

Hikmet andan hemîşe ‘âr dutar

Ki Muhammed’den özge yâr dutar.”[25]

Binâenaleyh, muttakî bir Muhammedî için lâzım olan şey, bu mısra’larda vurgulandığı üzere hikmet (felsefe), nücûm, mantık hattâ kelâm gibi Mustafâ’dan berü dolayısıyla harâm olan “‘ulûmdan ve bunun âfetinden ihrâz” etmek, temiz bir niyetle “şerî‘at ‘ilminün ta‘lîmine ve ta‘allümine ya‘nî öğrenmeğe ve öğretmeğe” çalışmaktır[26].

II. ÂLİM KİMDİR?

Hangi ilimlerin iyi ve faydalı, hangi ilimlerin boş ve zararlı olduğunu; binâenaleyh, nelerin öğrenilip nelerin öğrenilmemesi gerektiğini bu şekilde îzah eden Şeyhoğlu, ulemâ ile ilgili düşüncelerini de aynı mantıktan hareketle ortaya koyar. Aşağıda teferruâtı verilecek olmakla birlikte, burada netîceyi bir cümle ile hulâsa edecek olursak, Şeyhoğlu için, ilimleri tasnifte ortaya konulan yaklaşımın bir gereği olarak iyi ve faydalı ilimle uğraşan kişi iyi âlim, boş ve zararlı ilimlerle uğraşan kişi de kötü âlimdir. Fakat, kişinin münhasıran iyi (faydalı) ilimlerle uğraşması, onun mutlak mânâda iyi âlim olmasını gerektirmez; aynı zamanda bu ilimlerle âmil olması da lâzımdır. Ancak, bu netîceye burada vurgulandığı kadar kestirmeden varılmaz. Yazarımız, uzun uzun îzahlardan sonra, hakîkî ve insanlara faydalı âlimin portresini ortaya kor; bu portreden çıkarılacak hüküm, kendilerine âlim sıfatı verilen diğer kişilerin gerçek mânâda âlim olmadıklarıdır.

Şeyhoğlu’na göre, “âlimler üç tâyifedür”: Bunlardan birincisi, ilm-i zâhir ile uğraşanlar (erbâb-ı ilm-i zâhir); ikincisi ilm-i bâtın ile meşgul olanlar (erbâb-ı ilm-i bâtın); üçüncüsü ise, hem ilm-i zâhir ve hem de ilm-i bâtın ile iştigâl eden (erbâb-ı ilm-i zâhir ve bâtın) kimselerdir. Ancak, üçüncü olarak zikredilen, yâni zâhirî ve bâtınî ilimleri bir bütün olarak bilen âlimler nâdirdir: Bu sebeple, her asırda dünyâda bu vasıfları hâiz beş âlimin bulunması bile bir nimettir ve çokluğu ifâde eder; bunlardan bir kişi bile olsa, onun bereketi doğuya ve batıya kâfî gelir; o kişi kutb-ı vakt olur; dünyâdaki insanlar, onun devletinin sâyesinde ve himmetinin melce’inde emân bulur; Peygamberimiz, ancak bu gibi âlimlerle iftihâr eder; çünkü, peygamberlerin vârisleri zâhir ve bâtın ilimlerini hakkıyle bilen bu kişilerdir. Zîrâ:

“âlim-i zâhirî olan müftî vü asfiyâ bular

Zâhiri bâtını bilen vâris-i enbiyâ bular

Kezâ:

Kutb-ı zamân u genc-i cihân u Halîl-i Hak

Anlar-durur ki zâhir ü bâtın bilür bular[27]

Şeyhoğlu’nun ulemâ ile ilgili düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için erbâb-i ilm-i zâhir, erbâb-i ilm-i bâtın ve erbâb-ı ilm-i zâhir ve bâtını sırası ile ele almak gerekmektedir.

Yukarıda Şeyhoğlu’nun çerçevesini çizdiği zâhirî ilimleri gözden geçirirken, onun tefsir, hadis, fıkıh, usûl-i dîn, târih, siyer ... gibi dînî nitelikli ilimleri ve bu ilim dallarının yardımcısı durumunda bulunan sarf, nahiv, bedî‘, beyân ma‘anî ... gibi Arapça’nın muhtelif gramer husûsiyetlerinin incelendiği tâlî konuları bu isim altında değerlendirdiğini ifâde etmiştik. Kendisinin ifâdesiyle ulemâ-i zâhir, işte bu konuları tahsil ederek yetişmiş olan ilim adamlarıdır. Şeyhoğlu, îfâ ettikleri vazîfelere göre, burada sözü edilen ulemâ-i zâhiri üçe ayırır: Müftüler, vâizler ve kadılar.

Müftüler, firâset (anlayış, kavrayış), nazar ve fetvâ ehli olan kimselerdir. Müftüler de iki gruba ayrılırlar.

 Bunlardan birinci grubu oluşturan müftüler, “gönül ‘ilmin ve dil ‘ilmin bilürler”; fetvâ ile takvâ kılarlar, ilim tahsil ederler ve tahsil ettikleri ilimleri, “necât” ve “derecât” için yaratıklar üzerine yayarlar, onların faydalanmalarını temin ederler; bunlar gözlerini dünyânın malından ve mansıbından çevirmişler, kanâat köşesine oturmuşlar ve Allâh’a teslîm olmuşlardır; bu yüzden Allâh’ın has kullarıdırlar.

İkinci zümreyi oluşturan müftüler ise, tam tersine, “dilleri âlim” ve “gönülleri câhil” olan kimselerdir; bunların gönüllerinde Allâh korkusu ve hayâ yoktur; bu durum, onların gönüllerinin öldüğünü gösterir; bunların ilim öğrenmekten ve öğretmekten maksatları “âhiret sevâbı ve Hak yakınlığıyçun” değildir; aksine, mal ve mansıp kazanmak ve halk tarafından kabûl edilmek için ilmi kullanırlar; hevâ ve heveslerine mağlûp olmuşlardır. Bunlar, takvâ sâhibi ve dîne riâyetkâr âlimlere haset ederler; karalamak ve gözden düşürmek için onlara iftirâ atarlar; kendileriyle münâkaşaya tutuşur, cedele girişirler; çenebazlıkları ile hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermeğe kalkışırlar; bizzat fazîlet ızhar ve iddiâsında bulunurlar; oysa münâfıktırlar, din umûrlarında bile değildir. Nitekim, böyle kişilerle ilgili olarak hadiste şöyle buyurulur: “Dilinde ilim görünen münâfıklardan Allâhu ta’âlâya sığınınız ki onlar size emrolunan şeyleri söylerler de kendileri nehyolunan şeyleri işlerler.[28]“ Binâenaleyh, böylelerine insanların umûrunu havâle etmemek gerekir.

Şeyhoğlu’nun burada ısrarla vurguladığı ve bilhassa ehemmiyet verdiği husus, yukarıda da işâret olunduğu üzere, âlimin ilmiyle amel edip etmemesidir. Bu hassâsiyet sebebiyledir ki, Müslümanlar arasında zuhûr eden fitnenin asıl müsebbibinin, “fâcir âlim ve câhil zâhid ve mürâyî ‘âbid” olduğunu ileri sürer. Nitekim, ona göre, Hz. Ali, “İslâm’da heybetimizi iki tip insan kırmıştır: İlmiyle amel etmeyen âlim ve bid’at sâhibi dindârlar, birincisi insanlara günâhlardan uzaklaşmayı tavsiye eder, bid’at sâhibi ise insanları kendi bid’atına rağbet ettirmye çalışır.” demiştir. Bu gibi hevâ ve heveslerine uyan âlimler şomlukla, iki yüzlü zâhidler uğursuzlukla, dilenci dervişler zemmedilmek sûretiyle dinlerini dünyâlığa satmışlar ve her zaman zillet içinde yaşamışlardır; bunlar dünyâ tutkusuyla kendilerini “begler dergâhına atarlar”; horluk ve hakîrlik içinde “ulular kapusına varurlar” ve hafiflik ile kulluk ederler; beyleri ve ileri gelenleri her hâlükârda övgüye değer, fazîlet sâhibi insanlar olarak görürler; onların kalplerinde nifâk yoksa, bunlar bir yolunu bulup sokarlar; onları hak etmedikleri şekilde överek, yaptıkları her işin, her kararlarının iyi olduğunu fısıldarlar; kendilerini iyiyi emretmekten ve kötüye mâni’ olmaktan alıkorlar; böylece onların da helâkine sebep olurlar. Ettikleri onca dalkavukluk ise, “bir kaç haram dirhem” veya bir mansıb içindir; oysa bilmezler ki, peşinden koştukları şey, hem canlarının ve hem de îmanlarının düşmanıdır. Bir yolunu bulup rüşvet vermek sûretiyle istedikleri mansıbı elde ederler; mansıb edinmek sûretiyle, herkesin kendilerine “hürmet ve izzet” etmelerini temine çalışırlar; ne yapıp yapıp gerçek ulemâyı ve meşâyihi gözden düşürüp beylerin ve ileri gelenlerin etrâfından uzaklaştırırlar; bu insanları onların ilimlerinden, güzel hizmetlerinden ve sohbetlerinden mahrûm bırakırlar. Şunu bilmek gerekir ki, ilimden ve ibâdetten maksatları dünyevî menfaat olan âlim ve âbide, ilimlerinin ve ibâdetlerinin hiç bir faydası olmayacaktır; onlar bu yolla sâdece ve sâdece asıl hedefleri olan mala ve mansıba ulaşırlar; oysa peygamberimiz “Yâ Rabbî faydasız ilimden sana sığınırım” buyurmuştur[29].

Dikkatleri çektiği üzere, Şeyhoğlu, XIV. yüzyılın sonlarında, yâni Anadolu’da teşekkül eden yeni siyâsî ve sosyal yapılanmanın daha ilk dönemlerinde, ulemâ ile devlet adamlarının arasında cereyan eden karşılıklı ilişkilerin bozulan niteliği üzerinde durmakta ve değerlendirmelerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki düşüncelerini nazarî bir arka-plândan ziyâde, çevresinde cereyan eden pratiklere dayandırmaktadır. Şu mısra’ları başka bir şekilde yorumlamak mümkün değildir:

“‘Ulemâ hırs u tamâ‘ çirkine bulaşdı bugün

Bu mezellet bulara güzâfın gelmez

Bu ‘acebdür ki ulaldukça kocaldukça kişi

Dahı yigid olur ol hırs u işinden kalmaz”[30]

Ulemânın siyâsî mekanizmanın ön saflarında yer almasının doğurduğu mahzurlar üzerinde her devirde durulmuş olmakla birlikte, Şeyhoğlu’nun, bu husustaki hassâsiyeti, daha sonra Osmanlı sâhasında kaleme alınan eserlerde de zaman zaman karşımıza çıkacak; onların bulundukları mevki’lerin gücünden ve imkânlarından kaynaklanan lüks düşkünlüğü veya bu mevki’ler yüzünden ulemâ zümresi arasında görülen şiddetli çekişmeler zaman zaman ciddî boyutlara ulaşacaktır[31]. Binâenaleyh, ulemânın müstakil çalışma sâhasının bulunmaması ve bu yüzden İslâm dünyâsının daha ilk dönemlerinden îtibâren gittikçe artan bir şekilde siyâsî irâdeye yaklaşma ihtiyâcı duyulması, bu tür şikâyetleri kitap sayfalarına hapsedecek, onların devletin üst kademelerini işgâl edenlerle çok çeşitli ve sıkı ilişkiye girmeleri sürüp gidecektir.

Realitenin zorlamasını bir tarafa bırakır ve Şeyhoğlu’nun düşüncelerine dönersek, konumuzu şöyle bir soru ile biraz daha açabiliriz: Gerçek âlim nasıl olmalı, ne yapmalı, nasıl yaşamalıdır?

Şeyhoğlu, yukarıdaki sorunun cevâbını oluşturacak uzun bir tavsiye zinciri sunuyor; hattâ, bununla da yetinmiyor ve aşağıda ele alacağımız üzere, bir âlimin, bir gününü nasıl geçirmesi gerektiğine dâir teferruâtlı bir hareket tarzı, deyim yerinde ise bir günlük çalışma ve yaşama plânı ortaya koyuyor.

Ona göre, “muttakî Muhammedî” (samîmî, ihlâs sâhibi hakîkî bir Müslüman âlim), faydasız ilimlerden ve bu ilimlerin âfetlerinden sakınmalı; kendisini şer’î ilimleri öğrenmeğe ve öğretmeğe hasretmelidir; fetvâ verdiğinde, ders anlattığında veya bir münâzaraya giriştiğinde niyeti âhiret sevâbı, Hakk yakınlığı, ilmi yayma, Hakkı izhar etme, şerî’ati anlatma ve böylece dîni güçlendirme olmalıdır; nefsini süslenme düşkünlüğünden, hırs ve tamahkârlık “bulaşığından” arındırmalıdır; zîrâ âlimlerin hor görülüşleri ve zelillikleri hırs ve tamahkârlık yüzündendir. Bir âlim fetvâ vermesi gereken bir makāma geldiğinde, son derece titiz davranmalı, ihtiyâtı elden bırakmamalı, hatâ ihtimâline karşı uyanık olmalı; nefsine uyarak, öfkeye kapılarak yanlış karar vermekten sakınmalı; şâyet gözetimi altında vakıf varsa, bunun gelirlerinin yerli yerinde sarf edilmesini sağlamalı, vakıf mallarının isrâfını ve haksız yere yenilmesini engellemelidir. Bilmelidir ki, nefsine uyarak haksız yere mal edinmek ve lokmasına haram karıştırmak hırsın, tamahkârlığın, şehvetin, riyâ ve hasedin doğmasına yol açar; böyle bir yola girdiğinde, ömrü boyunca öğrendiği bütün ilimlerin ve işlediği amellerin tamâmı hebâ olur[32].

Şeyhoğlu, yukarıda gözden geçirilen âlim tasnif ve tavsîfinin dışında, bir cihetten yine ulemâ sınıfına sokulabilecek olan başka insanlardan da söz etmektedir. Bunlar, kendi ifâdesiyle “müzekkirler ya‘nî vâ‘izler”dir. Bu grupta mütâlaa edilen insanlar, cemiyet içerisinde oynadıkları rol bakımından gerçekten son derece etkili olan kişilerdir. Çünkü, halkla her an yüz yüze gelirler, her an onların içinde bulunurlar ve bu sebeple kendilerini halka çok daha kolay kabûl ettirirler. Dolayısıyla, taşıdıkları vasıfların iyi veya kötü oluşu, cemiyetin de iyi veya kötü yönde etkilenmesine sebep olur. Bu bakımdan, yukarıda zikrolunan ulemâ zümresinden daha güçlüdürler.

Şeyhoğlu, bu başlık altında ele aldığı zümreyi üçe ayırmaktadır: Birincisi, fasl okuyuculardır; bunlara kassâs (kıssa anlatıcı) da denir; ikinci zümreyi vâizler oluştururlar; üçüncü zümreyi teşkîl edenler ise hakîkî müzekkirlerdir.

Şeyhoğlu, birinci grubu oluşturan ve kendilerine fassâl veya kassâs denen kimseleri şiddetle tenkit eder. Zîrâ onlar, mânâsız bir kaç san’atlı ve seci’li (masnû‘ ve müsecca‘) söz öğrenip, bunları halka satarlar; bu sözler içerisinde “dîn ‘ilminden” hiç bir şey yoktur. Bâzan “kasas-ı enbiyâdan”, bâzan “meşâyih hikâyelerinden” dem vururlar; bâzan “ba‘zı âyâtlardan tefsîr düzüp”, bunu dillerine dolarlar; bâzan bir takım münâcâtı birbirine ulayıp söylerler; zaman zaman şiirler ve beyitler okurlar... Bütün bu hünerler karşısında, bîçâre halk, bunları gerçekten âlim zanneder; dolayısıyla da sözlerine kanar, gösterdikleri yola gider. Bunların, sözü edilen yola tevessüllerinin maksadı, “bir kaç sefîh ortasında kabûl” bulmak ve “dünyâ maksûdı hâsıl” etmektir. İşte bu yüzdendir ki, san’at gösterisinde bulunurlar, riyâkârlık ederler, tuhaf hikâyeler anlatırlar, hîlekârlık ve şâirlik ederler; hepsinden ehemmiyetlisi, maksatlarının hâsıl olabilmesi için her fırsatı değerlendirir, minberlerde pâdişâhların, beglerin, vezîrlerin, uluların, sadr ehlinin, mansıb sâhibinin, fâzılların, âlimlerin, yardımcıların (‘avvân), zâlimlerin ve fâsıkların “medhine ve sitâyişine meşgul olurlar”; işitenlere hoş gelen sözler söylerler, yalan hikâyeler, “ber-beste rivâyetler îrâd” ederler; ne yazık ki “bir kaç kalb akçe ve pul cem‘ itmeg-içün” bu sayılan kimseleri peygamber yerine korlar, minberde dilencilik ederler. Bunları işitenler de harâm helâl demeden kendilerine verirler.

Şeyhoğlu, bu gibi kimselerin kendi zamânında bir hayli çoğalmış olduğundan yakınır: “Fi’l-cümle bu rûzigârda bu tâyifenün ekseri ki dünyâda yörirler ve halkı bid‘ate ve dalâlete bıragurlar ve mezmûm yirlerde ve ma‘siyyetde dilîrlik iderler, ve ta‘assuba dururlar.” Halk arasında fitne ve fesâda sebep olurlar; kısacası, ilmin ve âlimin îtibârını yok ederler; bunların “dilleri âlim gönülleri câhil”dir. Dünyâda yaptıklarından dolayı, âhirette “tamunun (cehennemin) odın yandurıcılardan” olacaklardır[33].

Görüldüğü üzere, kassâsı şiddetle tenkit eden Şeyhoğlu, ikinci grubu oluşturan vâizleri daha farklı bir zümre olarak ele alır. Deyim yerinde ise vâizler, taşıdıkları vasıflar bakımından kıssa okuyucular(kassâs)ın tam zıddı husûsiyetleri olan kimselerdir. Bunlar, her çeşit din ilmiyle süslü “muttakî eyimmeden”dirler; sözlerini Hak rızâsı, âhiret sevâbı, derecelerini yükseltmek, Allâh’a yaklaşmak için söylerler; “bid‘atden ve dalâletden ırağ olurlar ve ra‘nâlığı terk iderler”; san’atlı ve seci’li söz söylemekten sakınırlar; anlattıklarını tefsîre, sahih haberlere, “meşâyıh tesânîfi”ne, sâlihlerin menkabelerine dayandırırlar; sünnete uyarlar, geçmiş uluların ve sâlihlerin yaşayış biçimlerini naklederler; insanlar onların verdikleri öğütlerle “Hakka ve Hak yolına ve Mustafâ sünnetine ve şerî‘at câddesine” ulaşırlar; Allâh’ın, Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla (inanmayanlarla) en güzel bir tarzda münakaşa et; doğrusu Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O doğru yolda olanları da en iyi bilir.[34]“ emrine uyarak, dâvetin en güzelini yaparlar; dâvette insanların ruhûna ve tabiatine en uygun sözleri kullanırlar; gönüllere gönülden seslenirler; Allâh’ın kereminden ümit kestirmezler. Bunlar hakîkî din âlimleridir; “dîn âlimleri dünyâ talebinden ve dünyelik hırsından” sakınırlar; insanlara faydalı olan ilimlerle uğraşırlar ve böylece öldükten sonra da amel defterlerine sevap yazılmasına imkân sağlarlar: “Âlim sinde yatmış ola ve anun ‘ameli munkatı‘ olmaya, ol ‘ilm bereketiyle ki halka nâfi‘ ve assıludur.[35]“ Binâenaleyh, uğraşılan ilimlerin münhasıran halka faydası dokunmalıdır.

Şeyhoğlu’nun hakîkî müzekkirler olarak isimlendirdiği kimselere gelince; bu zümreye dâir verilen bilgilerden anlaşıldığına göre, müzekkirler [zikrediciler] ehl-i tasavvuftur. Yazarımız, bu zümre hakkında son derece mültefit ve tâzimkâr bir üslûp kullanmaktadır. Kendi ifâdesiyle, “üçinci tâyife hakîkî müzekkirlerdür; ya‘nî ma‘rifetullah zikr idiciler ve anlar dîn uluları ve meşâyihdür ki zâhir ve bâtın ‘ilmiyle ârâste olmışlardur ve Hak ta‘âlâ hazretinün ‘inayeti cezbeleriyle dîn yolınun gidişin ve yakîn ‘âleminün mehârı yidişin hâsıl kılmışlardur.” Bunlar, ledünnî ilim sâhipleridir; Allâh’ın inâyetiyle hakîkatleri, sırları ve ma‘nâları öğrenmişler; “makāmlarun ahvâline ve hak yolınun sülûkine vâkıf”dırlar; kendilerini Allâh’a teslîm etmişlerdir; bunlar peygamberlerin gerçek vârisleridir; Allâh, onları, insanları terbiye ve hakka dâvetle vazîfelendirmiştir[36].

Yukarıda, Şeyhoğlu’nun ilimleri tasnîfi gözden geçirilirken, ilm-i bâtın başlığı altında, bu ilmin muhtevâsını oluşturan konulara dâir oldukça uzun bir pasaj aktarılmıştı. Yazar, müzekkir zümresini anlatırken, o pasajda sayıp döktüğü ve her birisini birer ilim dalı olarak tavsif ettiği bütün vasıfları bunlara mal etmekte ve ayrıca, kendilerini zâhirî ilimleri de hakkıyla bilen insanlar olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeler, müzekkirlerin “erbâb-ı ilm-i bâtın ve zâhir” olduklarını gösteriyor. Binâenaleyh, aynı verileri burada tekrarlamak yerinde, hatırlatmak yeterli olacaktır.

Son olarak, burada Şeyhoğlu’nun kadılarla ilgili düşüncelerini de gözden geçirdikten sonra, konuyu bağlamamız yerinde olacaktır. Kadılar, birer devlet memuru olmalarına rağmen, aslında ulemâ sınıfına mensûpturlar; diğer bir deyişle, kadı dahi olsalar esas îtibâriyle ulemâ ile ilişkilerini devam ettirmektedirler; hattâ fiilen eğitim hayâtının içerisinde bulunmakta ve aktif bir şekilde rol alabilmektedirler. Kadılar, devletle halk arasındaki irtibâtı veya ilişkiyi de temin eden kimselerdir; binâenaleyh, onların mücehhez oldukları nitelikler, halkı doğrudan etkileyecektir. Esâsen, Şeyhoğlu’nun kadıları ele alış sebebi de bir bakıma bundan kaynaklanmaktadır.

Ona göre, “kādîlar üç tâyife”dir. Bunlardan bir bölüğü kazâ ilminde câhildirler; cehâletle, nefislerine ve tabiatlerinin temâyüllerine uyarak “‘ilmsüz kazâ kılurlar”; hakkı bâtıldan, bâtılı haktan ayıramazlar. İkinci bölüğü oluşturanlar ise “kazâ ‘ilmini bilür”, fakat bildikleri ile az amel ederler, adâleti bir tarafa bırakırlar; hevâ ve heveslerine uyarak “halk cânibin Hak cânibine tercîh” ederler; rüşvet alırlar, vazîfelerini îfâ ederken çıkar sağlarlar; yetimlerin mallarını yerler, vakıf gelirlerini “kendü garazıyçun vâcib degül yirlere sarf” ederler; mescidleri, medreseleri, hankāhları, dükkânları “‘illetler-ile ve garazlar-ıla ve rişvetler-ile” ehil olmayan kimselere yedirirler; din ehlini gözetmezler, ihtisap işlerini ihmâl ederler; bunların içerisinde kimileri de vardır ki fırınları, kasap dükkanları, sabun-hâneleri veya bezir-hâneleri olduğu ve yâhut bu tür yerlerle ortaklıkları bulunduğu için “narh”ı gözetmezler; iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymada üzerlerine düşeni îfâ etmezler; kısacası kendilerinden beklenen hizmetleri görmez, halkın zulme uğramasına, perîşan olmasına yol açarlar. Bu sebeple de, her iki grup kadı cehennemliktir.

Üçüncü zümreyi oluşturan kadılar ise, cennetliktirler. Bunlar, diğer iki grupta zikrolunan kadıların yaptıklarının hiç birini yapmazlar; kendileri gerekli bütün ilimleri tahsil ettikten sonra müçtehit mevkiine yükselmişler; kâmil bir akıl ve riyâzetle nefislerini terbiye etmişler; kötü huylarını değiştirmişler, Allâh’ın nûruyla nurlanmışlardır. Bunlar, vazîfelerini “dîn ve diyânet ve toğrulık ve emânet ve niyyet saflığı ve i‘tikād hâlislığı” ile îfâ ederler[37].

Teferruâta müteallik bir takım tavsif ve tasvirleri bir tarafa bırakacak olursak, Şeyhoğlu’nun geniş çerçevede ulemâ zümresine dâhil edilebilecek olan insanlara, onların hangi nitelikleri taşımaları gerektiğine dâir düşünceleri esas îtibâriyle bunlardır. Fakat yukarıda hulâsa olunan düşünceleri güçlendirmesi bakımından, kendisinin, ulemânın günlük hayâtına yönelik tavsiyelerini de kısaca gözden geçirmek durumundayız. Yukarıda Şeyhoğlu’nun, bir âlimin bir gününü nasıl geçirmesi gerektiğine dâir teferruâtlı bir hareket tarzı, deyim yerinde ise bir günlük çalışma ve yaşama plânı sunduğunu ifâde etmiştik. Gerçekten ilgi çekici olması ve bu husustaki düşüncelerini berraklaştırması dolayısıyla, bu plânı burada ana hatlarıyla ele almak yerinde olacaktır.

III. ÂLİMİN BİR GÜNLÜK HAYÂTI

Sünnî bir âlim olan Şeyhoğlu, öncelikle günlük yaşantısına dâir tavsiyelerde bulunduğu âlimlerin de sünnî olmalarını öngörür. Onun aşağıdaki tavsiyeleri yönelttiği âlimler, yukarıda da belirtildiği üzere, kendisinin dünyâda ender olduklarını söylediği hem zâhirî ve hem de bâtınî ilimleri bilen âlimler olmalıdır. Nitekim, hayatlarının her ânını titiz bir dakîklikle programladığı insanlar, ancak gerçekten seçkin nitelikli ve irâde sâhibi kimseler olmalıdırlar ki, kendilerine sunulan programı eksiksiz uygulayabilsinler.

Şeyhoğlu’na göre, bid‘atlerden sakınması gereken âlim, şerî‘at yolundan ve sünnet caddesinden ayrılmamalı; kendisinden önce yaşamış “sâlih âlimler ve ‘âmiller i‘tikādınca” îtikād etmeli; Ehl-i Sünnet ve Cemâ‘at mezhebinde olmalı, “kendü vaktlarını ve sâ‘atlarını vazîfe” ile geçirmelidir. Tan yerinin ağarmasından kuşluk vaktine, kuşluktan öğleye, öğleden ikindiye, ikindiden gece vaktine ve gece vaktinden ertesi güne kadar bir hayır işinde bulunmalı ve hayâtını bu şekilde geçirmeli; aziz ömrünün bir saatini veya bir ânını hebâ etmemelidir.

Binâenaleyh, sabah namâzını kıldıktan sonra zikir ve Kur’ân okumakla meşgul olmalı, güneş doğunca tekrar iki rek’at namaz kılmalı, bilâhare kuşluğa kadar tedris, ifâde ve istifâde ile, yâni okutmakla anlatmakla ve bizzat öğrenmekle vaktini geçirmeli; kuşluk namâzını müteâkıp, öğle namâzına kadar “kendü maslahatları”, oğlancukları âsâyişi” ve nefsinün zarûrî” ihtiyaçları ile, diğer bir deyişle günlük geçimini sağlayacağı işlerle uğraşmalıdır. Öğle namâzını edâ ettikten sonra, ikindi vaktine kadar “mütâla‘a” ve “ilm-i lügat” ile meşgul olmalı; ikindi namâzının ardından “sabah ve akşamları Rabb’inin adını an[38] emrine uyarak tekrar Kur’ân okumalı ve zikirle iştigâl etmelidir. Akşam namâzını kıldıktan sonra, yatsı namâzına kadar zikirle, Kur’ân okumakla, evrâdla ve nâfile namazla vaktini ihyâ eden kişi için ne büyük saâdet... Yatsı namâzının kılınmasından sonra, eğer çok mühim bir iş yoksa artık “sözi terk itmek” ve gece yarısına bir çeyrek saat kalıncaya dek dîni mütâla’a ve tekrâr ile meşgul olmak gerekir. Daha sonra, kıbleye dönüp bir saat oturmalı, açıktan zikretmeli; uyku bastırınca sağ yana dönüp yüzü kıbleye gelecek şekilde yatmalı ve hem gönülden hem de dil ile sünnet olan “Allâh’ım seni özleyerek ve senden korkarak kendimi sana teslim ettim, yüzümü sana çevirdim, sırtımı sana verdim, işlerimi sana havâle ettim, senden başka sığınak, emîn ve kaçacak (gidecek) kimse yoktur. İndirdiğin kitâba ve gönderdiğin peygambere inandım.” duâsını okuyup zikrede ede uykuya varmalıdır. Haber verilmiştir ki, abdestli olarak zikirle uyuyan kişinin rûhu, ibâdetine devam edebilmesi için, arşın altına çıkarılır; o kişinin gördüğü her rüyâ gerçek olur. “Âlimin uykusu ibâdettir.” sözü de esâsen bu şekilde yaşayan ve uyuyan âlimler içindir. Fakat bu şekilde uykuya varan âlimin sabâha kadar uyumaması gerekir. Kişi, gecenin “âhir sâ’atinün vaktında” kalkıp, iki rek’atta bir selâm vermek sûretiyle sünnet olan on üç rek’atlık teheccüt namâzını kılmalıdır; bu gece namâzında okunan Kur’ân âyetleri ne kadar uzun olursa, fazîleti de o kadar artar. Bundan sonra istenirse tekrar yatılabilir; ancak sabah namâzı vaktinde kalkılıp abdest tâzelenmeli (tecdîd-i vuzû‘) ve zikirle meşgul olunmalı, nefsî mücâhede ve mücâdeleye devam edilmeli, nefis temizlenip gönül ve rûh cilâlanmalıdır. Buraya kadar anlatılanlara uygun olarak yaşayan âlimin gönlü gayb âlemine açılır, hakîkatler ve sırlar kendisine keşfolunur[39].

***

NETÎCE

Buraya kadar gözden geçirilen bilgilerden nasıl bir netîce çıkarabiliriz?

Öncelikle bir noktanın altının çizilmesinde fayda vardır: Şeyhoğlu’nun ne anlattığı ve çerçevesini çizdiği ilimleri ve ne de bu ilimlerle uğraşan şahsiyetleri (ulemâ) İslâmsız düşünmek mümkündür. Bu durum, bir taraftan ilimlerin, diğer taraftan ulemânın belirli ilkelere bağlı kalmasını gerektirmektedir. Bu ilkelerin özünde, İslâmî terminoloji ile “rızâ-yı ilâhî”yi gözetmek bulunmaktadır: Çalışılan konular, rızâ-yı ilâhîye uygun olmalı, ilâhî irâdenin daha net bir şekilde gerçekleşmesini gâye edinmelidir. Ulemânın temel vazîfesi de aynıdır. Onlar, tahsil ettikleri ilimleri, kendi dünyevî menfaatleri için kullanmamalı; ilim öğrenmekten maksadın cismânî hâkimiyet kurma olmadığını bilmeli; ilmi Allâh’ın emirlerini ve nehiyleri insanlara bildirmenin birer vâsıtası olarak görmelidir.

 Şu hâlde, Şeyhoğlu’nun ortaya koyduğu ilim anlayışı ile -bunu İslâm dünyâsındaki ilim anlayışı olarak genişletmek de mümkündür; çünkü Şeyhoğlu sık sık âyetlere, hadislere ve ileri gelen şahsiyetlerin sözlerine atıfta bulunmak sûretiyle, İslâm dünyâsındaki umûmî temâyülü benimsediğini ortaya kor-, meselâ Batı dünyâsında bugün müşâhede edilen ilim anlayışı arasında, kâinâta bakış ve tabiatı ele alışın gâyesi açısından mühim bir fark vardır. Bu farkı daha iyi anlamak ve İslâm dünyâsındaki ilmin niteliğini daha belirgin bir biçimde kavrayabilmek için, ünlü Fransız düşünürü René Guénon’un şu satırlarını gözden geçirmekte fayda vardır: “Çağdaşlarımızın anladıkları şekliyle ilim, hissedilir dünyanın hadiselerinin incelenmesinden başka bir şey değil; ve ısrarla belirtelim, bu inceleme öyle bir şekilde yapılmakta ve yürütülmektedir ki üst seviyeden hiç bir ilkeye bağlı olmasına imkân yoktur. Kendini aşan her şeye mutlak surette bigâne kalan bu ilim böylece kendi sahasında, doğrusu alabildiğine bir bağımsızlığa kavuşmuş olmaktadır... Batı ilmi, mümkün olan her çeşit bilgiyi içerdiği iddiasındadır.[40]

Binâenaleyh, Batı dünyâsında ilim, karşılaştığı her problemi çözebilecek kudretin kendinde bulunduğunu ileri sürerken, İslâm dünyâsındaki ilim, söyleyeceklerini söyledikten sonra netîceyi ilâhî irâdeye havâleyi tercîh eder. Diğer bir deyişle İslâm dünyâsında ilimler ve onlarla uğraşan âlimler kendilerinin üzerinde bir müte’âl kudreti görürler; doğruluklarının tasdîkini o müte’âl kudrete havâle ederler. Kaleme alınmış sıradan pek çok eserde bile sık sık karşılaşılan, ele alınan konuların îzâhından sonra va’llâhu a‘lem bi’s-savâb (doğrusunu en iyi Allâh bilir) notunun düşülmesi, kanaatimizce işte burada sözünü ettiğimiz anlayış farklılığından kaynaklanmaktadır.

Bu tavrın anlaşılır sebepleri vardır. Zîrâ, İslâm dünyâsında daha ilk dönemlerden başlamak üzere, ilim ve din arasında ayrılmaz bir bağ oluşmuş ve eğitim faaliyetlerine konu olan ilimler -ister dînî nitelikli olsunlar, ister din-dışı konularla ilgili olsunlar- öncelikle mukaddes bir mekân olan câmi çevresinde tahsil edilmeğe başlanmıştır. Binâenaleyh, dînin doğruları ve dünyâ görüşü, sâdece dînî sâhayı etkilemekle kalmamış, din-dışı (doğrudan dünyevî) kabûl edilen konular bile dînî doğrular istikāmetinde görülüp değerlendirilmiş; bu durum yüzyıllar içerisinde tam bir zihnî gelenek hâlini almış ve böylece sonraki ilmî faaliyetlerin yönü de etkilenmiştir[41].

Nihâyet, bu ilim anlayışını, İslâm’ın, müntesiplerine yaratılışın sırrına dâir aşılamağa çalıştığı şuur ve îmanla birlikte düşünmek ve mânâlandırmak gerekir ki, İslâm’ın bu husustaki tavrı, İslâm dünyâsındaki ilmî geleneğin, diğer medeniyet çevrelerinde teşekkül eden ilim geleneklerinden niçin farklı olduğunu da ortaya koymaktadır. İslâm, insanın dünyâdaki mevkiini, Allâh karşısındaki durumunu ve sorumluluğunu kesin bir şekilde belirlemek sûretiyle, müntesiplerinin zihinlerinde varlık, bilgi ve değer mefhumlarıyla ilgili, diğer medeniyetlerle kābil-i kıyas olmayan bir hakîkat çerçevesi çizmiş ve dünyâda öğrenilen her şeyin, bu sorumluluk çerçevesinde idrâk olunmasını sağlamıştır[42].

Şeyhoğlu’nun ilimleri ele alışını, değerlendirişini ve bunları çevresindeki insanlara tavsiye edişini, biz bu târihî arka-plân ile irtibatlandırmanın yerinde bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Binâenaleyh, sonraki yüzyıllarda doğup yetişen başka ilim adamlarının ilimleri târif veya tasnifleri sırasında ileri sürdükleri düşünceleri değerlendirirken, meselenin bu cihetini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Koomduk İlimder Jurnalı / Sosyal Bilimler Dergisi (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Bişkek), Sayı 3 (2002), s. 359-381.

[1] Bu çalışmalarla ilgili bir fikir edinmek için bkz. Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edebiyat Fak. Mec., İstanbul 1332, s. 137-144; Muallim Emin Beğ, “Târihçe-i Tarîk-ı Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; Nafi Atuf Kansu, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul 1930; O. Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, I-II (iki cilt bir arada), İstanbul 1977; M. Ş. Yaltkaya, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 463-467; A. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üni. Yay., İstanbul 1946; F. Reşit Unat, Türkiye’de Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihî Bir Bakış, Ankara 1964; H. Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişmesi (1773-1923), 2. bsk., İstanbul 1974; Şehabettin Tekindağ, “Medrese Dönemi”, Cumhuriyetin 50. Yılında İstanbul Üniversitesi 1973, İstanbul 1975, s. 3-37; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, Enderun Kitabevi, İstanbul 1976; Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, 1-2, İstanbul 1977 (1939); Hüseyin Atay, “Fatih-Süleymâniye Medreseleri Ders Programları ve İcâzetnameler”, Vakıflar Dergisi, XIII (1981), s. 171-236; aynı yazar, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İstanbul 1983); A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 4. bsk., İstanbul 1982 (1943); Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, 1984; M. Tayyib Gökbilgin, “Ulemâ”, İA/XIII (1985), s. 23-26; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, TTK, 3. bsk., İstanbul 1988; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Ottoman Science in the Classical Period and Early Contacts with European Science and Technology”, Transfer of Modern Science & Technology to the Muslim World (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), İstanbul 1992, s. 1-48; aynı yazar, “Tanzimat Öncesi ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim ve Eğitim Anlayışı”, 150. Yılında Tanzimat (ayrı basım), TTK, Ankara 1992, s. 335-395.

[2] Eser, Hüseyin Ayan tarafından neşrolunmuştur, bkz. Şeyhoğlu Mustafa Hurşid-nâme (Hurşîd ü Ferahşâd) [İnceleme-Sözlük-Konu Dizini] Atatürk Üni. yay., Erzurum 1979.

[3] Eseri Zeynep Korkmaz inceleyip neşretmiştir, bkz. Sadru’d-dîn Şeyhoğlu Marzubân-nâme Tercümesi [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], Ankara Üni. yay., Ankara 1973.

[4] Şeyhoğlu’nun bizim çalışmamızda kullandığımız bu eserini Kemâl Yavuz neşretmiştir, bkz. Şeyhoğlu Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ [İnceleme-Metin-İndeks], TTK yay., Ankara 1991.

[5] Bunun için bkz. Kilisli Rif’at, Ferheng-nâme-i Sa’dî Tercümesi (Hoca Mes’ûd b. Osmân), İstanbul 1340-42, “tekmile” kısmı, s. 6-10; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bizans ve Selçukîlerle Germiyan ve Osmanoğulları Zamanında Kütahya Şehri, İstanbul 1932, s. 50, 269, 270; aynı yazar, “Germiyan Oğulları”, İA/IV (1977), s. 769; Fuad Köprülü, “Germiyan Beyliği Tarihine Ait Notlar”, Türklük Mec., II (1928), s. 414; aynı yazar, “Anadoluda Türk Dili ve Edebiyatının Tekâmülüne Umumî Bir Bakış”, Yeni Türk Mec., S. 4 (1933), s. 283-290; kezâ, Türk Dili ve Edebiyatı Hakkında Araştırmalar, İstanbul 1934, s. 180; Ö. Faruk Akün, “Şeyh-oğlu, Şeyh-oğlu Sadr al-dîn Mustafâ”, İA/VIII (1979), s. 481-485; ayrıca bkz. yukarıda dipnot, 2, 3, 4.

[6] Meselâ, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn, Mevzû‘atü’l-Ulûm (I. cilt, İstanbul 1313) adlı eserinin baş tarafında, yaklaşık 100 sayfalık kısmında, burada sözünü ettiğimiz görüşlere benzer görüşleri, Şeyhoğlu’na nisbetle çok daha teferruâtlı bir şekilde işlemektedir. Taşköprülü-zâde’nin bu görüşlerini müstakil bir çalışmada etraflıca ele alacağız.

[7] Bu üç tanımlama şekli ile nelerin kastedildiğine dâir daha geniş bilgi için bkz. Atay, Yüksek Din Eğitimi, s. 37-40.

[8] Faydalı ilimlerin temelini oluşturan ulûm-ı şer’iyyenin bile kendisiyle meşgul olanlar tarafından yaşanmadığı takdirde fâydasız bir ilim hâline dönüşeceğini düşünen bir zihniyetin, bir takım târiflerden, etomolojik îzâhlardan veya felsefî değerlendirmelerden hiç bir şey beklemeyeceği ve bunlarla zaman harcamayacağı gâyet tabiîdir.

[9] Kur’ân-ı Kerîm, Mücâdele, 11.

[10] Kur’ân-ı Kerîm, Fâtır, 28.

[11] Kur’ân-ı Kerîm, Mücâdele, 11.

[12] Kur’ân-ı Kerîm, Cum’a, 5.

[13] Mehekkü’l-Ulemâ, s.122-124.

[14] Meselâ bkz. İmam Gazzâlî, Dalâletten Hidâyete (el-Munkız mine’d-Dallâl, trc. A. Subhi Furat), İstanbul 1978, s. 51-60; Taşköprülü-zâde (Mecdî trc.), Hadâ’ıku’ş-Şakā’ık (Şakā’ıku’n-Nu’mâniye ve Zeyilleri, I, neşr. A. Özcan), İstanbul 1989, s. 4-6, 153-154. Taşköprülü-zâde’nin yukarıda (bkz. dipnot 6) ismi zikrolunan Mevzû’atu’l-Ulûm’u da esasta aynı temel tasnîf üzerine oturtulmuştur. Ayrıca bkz. S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim (trc. İ. Kutluer), İstanbul 1989, s. 14-15; kezâ, F. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 322-331. Tasavvuf dünyâsından örnekler için bkz. Kuşeyrî, Tasavvufun İlkeleri (Risâle-i Kuşeyrî) (çev. Tahsin Yazıcı), c. I-II, İstanbul 1978. Bilhassa I. cilt. s. 123 vd. ve II. cilt; Kelâbâzî, Ta‘arruf [Doğuş Devrinde Tasavvuf], haz. S. Uludağ, 2. bsk., İstanbul 1992, s. 93-98, 129-133. İbn Haldun, Tasavvufun Mahiyeti (Şifâu’s-Sâil) (haz. S. Uludağ), 2. bsk., İstanbul 1984, s. 105-118; M. Ali Aynî, İslâm Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1985, s. 49-55.

[15] Mehekkü’l-Ulemâ, s.124.

[16] Aynı eser, s.124-125.

[17] Msl. bkz. M. Altan Köymen, “Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri I, Üniversiteler”, Selçuklu Araştırmaları, IV (Ankara, 1975), s. 120-122; Baltacı, a.g.e., s. 2-3; Atay, Yüksek Din Eğitimi, s.15-23; Nasr, a.g.e., s. 13-16;

[18] Bkz. yukarıda dipnot 16; kezâ, Atay, a.g.e., s. 83; Unan, Fâtih Külliyesi, s. 338.

[19] Mehekkü’l-Ulemâ, s. 125. Taşköprülü-zâde (Şakā’ık, Mecdî trc., s. 4-6), ilm-i bâtını açıklarken, bunları “takrîr ve ta‘bîre” imkân bulunmadığını; bu ilimlerle uğraşanlara erbâb-ı ilm-i bâtın dendiğini; bu bilgilere sâhip olanların, onları kitaplardan öğrenmediklerini; Allah’ın kendilerine “esmâ ve sıfatı” öğrettiğini ve ilâhî sırlara yakîn kıldığını ifâde eder ki, burada Şeyhoğlu da kendisinden farklı bir şey söylememektedir.

[20] Bu husûsta daha fazla mâlûmât için yüzlerce eserden sâdece bkz. Ahlâkla ilgili olarak Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye (Vidâdî trc.), İstanbul 1256; tasavvufla ilgili olarak, Kuşeyrî, a.g.e., tamâmı; Kelâbâzî, a.g.e., tamâmı.

[21] Aynı eser, s. 125-126.

[22] Burada Ra’d sûresinin 39. âyetine telmîh ve ondan alıntı var: “Allâh dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ana Kitâb O’nun katındadır.

[23] Mehekkü’l-Ulemâ, s. 127.

[24] Aynı eser, s. 132.

[25] Aynı eser, s. 133

[26] Aynı yer.

[27] Aynı eser, s.128.

[28] Aynı eser, s. 128-130.

[29] Aynı eser, s. 130-132.

[30] Aynı eser, s. 134.

[31] Osmanlı devletinin en önde gelen eğitim müesseselerinden Sahn medrselerinde ders veren âlimlerin, gerek yetişme safhalarında ve gerekse devlet kademelerinde vazîfe aldıklarında, bir taraftan kendi aralarında, diğer taraftan bizzat devleti yönetenlerle nasıl bir ilişki ağı içerisine girdiklerini anlayabilmek için bkz. yukarıda adı geçen tezimiz, s. 209-237.

[32] Aynı yer.

[33] Mehekkü’l-Ulemâ, s. 137-138. Yukarıda aynı konu, yâni ulemâ ile devlet adamları arasında cereyân eden ilişkiler, bir kısım müftülerin davranışları dolayısıyla da ele alınmıştı.

[34] Kur’ân-ı Kerîm, Nahl, 125.

[35] Mehekkü’l-Ulemâ, s. 139-142.

[36] Aynı eser, s. 142-146.

[37] Aynı eser, s. 146-150.

[38] Kur’ân-ı Kerîm, İnsân, 25.

[39] Mehekkü’l-Ulemâ, s. 134-137.

[40] René Guénon, Doğu ve Batı (trc. Fahrettin Arslan), İstanbul 1991, s. 43-44.

[41] Johns Petersen, "Mescid”, İA, VIII (1979), s. 47.

[42] İslâm düşünce geleneğinin nasıl teşekkül ettiği, ilim anlayışının nasıl bir îmânî ve kültürel zeminde oluştuğu ve oluşan bu geleneğin ve anlayışın Müslüman milletlerin zihniyet dünyâlarını nasıl şekillendirdiği meselesiyle ilgili olarak, son derece ilgi çekici bulduğumuz şu çalışmaya bakılabilir: Ahmet Davutoğlu, “İslam Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması”, Dîvân İlmî Araştırmalar,1 (Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul 1996), s. 1-44.