Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-32                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

YENİ MEDENİYETİMİZİN MUHARRİK UNSURU NE OLACAK?*

 

Kültür ve medeniyet kavramlarına dâir, bugüne kadar pek çok tanım yapılmıştır. Gerçekleştirilen bu kongre süresince söz konusu kavramlarla ilgili, hiç şüphesiz, başka tanımlar da yapıldı, yapılacaktır. Biz, tebliğimizde, esas olarak, bu tanımlar üzerinde durmayacağız[1].

Fakat, söz konusu tanımlar ve değerlendirmeler kısaca gözden geçirildiğinde, kültür ve medeniyet kavramları konusunda gerçekten bir belirsizlik olduğu görülür. Bu belirsizlik, kavramların sınırlarının net olarak çizilememesinden ileri gelmektedir. Nitekim, bir tanımda kültür unsuru olarak kabûl edilen bir olgu, başka bir tanımda pekâlâ medeniyet unsuru olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Kültür ve medeniyet kavramları içine dâhil edilen unsurlar, hangi kriterlere göre seçilmektedir?.. Tanımların pek çoğunun gelişi-güzel yapılmış intibâı vermesi, bizi, ortada objektif hiç bir kriterler bulunmadığı düşüncesine götürmektedir.

Öncelikle, kültür ve medeniyet denilen şeyin, tabiatta insandan ve onun fiillerinden evvel var-olmadıklarını kabûl etmek durumundayız. İnsan ayağı basmamış bir gezegende kültür ve medeniyetin varlığından söz edilemez. Bu bakımdan, hem kültür hem de medeniyet, bizzat insan tarafından ortaya konulmuş olgulardır. Netîce îtibâriyle dil, edebiyat, sanat, örf ve âdetler, insanlar-arası ilişkiler, dünyâyı ve çevremizi idrâk ediş biçimimiz, yâni muhtelif tanımlarda kültüre dâhil edilen bâzı olgular nasıl insan düşüncesinin, becerisinin ve kâbiliyetinin ürünü ise, bilim ve teknoloji yoluyla ortaya konulan ve bir takım tanımlarda medeniyet unsuru olarak görülen olgular da insan düşüncesinin, becerisinin ve kâbiliyetinin ürünüdürler. Öyleyse, nitelik îtibâriyle aynı olan unsurları farklı târif ve tasnif etmek, metodolojik açıdan doğru değildir.

Târihçilerin geçmiş medeniyetlerle ve gerçekleştirmekte bulunduğumuz kongrenin konusu olan “Türk uygarlığı” ile ilgili düşünceleri ele alınıp, bir medeniyet unsuru veya göstergesi olarak gördükleri malzemeler tahlil edildiğinde, belirli sınırları olan teşkilâtlı bir devleti, sosyal sınıfları tebellür etmiş, çiftçilik, ticâret, san’at ve sanâyi gibi üretim alanları belirgin bir iktisâdî yapıyı; yazının kullanıldığı, güzel sanatların ve fikir eserlerinin vücut bulduğu bir kültürel ortamı dikkate aldıkları görülür. Fakat, her medeniyet dâiresinde şu veya bu şekilde görülen bu unsurlar, medeniyet olarak gördüğümüz bir olgunun nasıl meydâna geldiğini açıklamaya yeterli değildir? Bir medeniyeti diğerinden ayıran, ona kendi şahsiyetini kazandıran şey nedir? Niçin ayrı bir Çin medeniyetinden, ayrı bir Yunan, Hind, İslâm ve Batı medeniyetinden söz edilmektedir?

Kanaatimizce, kültür ve medeniyet, biri diğerinin netîcesi olan, farklı, ama birbirine sıkı sıkıya bağlı iki ayrı kavramdır. Bizim de katıldığımız bir târife göre, medeniyet, insanın, kendi zihin gerçeğinin şuuruna vararak, kendi varlığını, kendi zihnini, tabiatı, kendisinin tabiatla ilişkisini ve hayatının gâyesini belirlemesi ve fiillerini şuurlu olarak üretme konumuna gelmesidir; rasyonel bir rûhî yükseliş şuurudur; o yükselişin ihtivâ ettiği inançtır. Bu inanç, belli bir istikâmette fiilleri üretmesi bakımından bir ahlâk nizâmıdır. Bir inanç ve ahlâk nizâmı olan medeniyet, büyük kültür eserlerini doğuran kaynaktır. Bütün medeniyetlerde şuurlu ve rasyonel seviyede muhâsebesi yapılan bir inanç vardır. Bu vasıfta bir inanca bağlı ahlâk nizâmı toplumu yapılandırır. Medeniyetin rûhî temeli bir inanç, sosyal temeli o inanca bağlı bir ahlâk nizâmıdır. Bu temeller üzerinde birleşmenin şuurunu ve güvenini duyan insanlar, o inancı ve ahlâk nizâmını yaşatacak devlet teşkilâtını ve iktisâdî yapıyı kurarak büyük kültür eserleri meydâna getirirler. Söz konusu inanç, cemiyet fertleri için hem rûhî enerji kaynağı, muharrik güç olur, hem de insânî fiillerin yöneleceği istikâmeti ve nitelikleri belirler. Girişilen faaliyetler, benimsenen inancın telkin ettiği değerlere göre gerçekleştirilir; bu inançla uyuşmayan faaliyetlerden geri durulur. Böylece ortaya yeni ve orijinal ürünler konur. Bu ürünlerin tamâmı, istisnâsız, kültürdür. Başka bir ifâdeyle kültür, eserler ve ürünlerdir; medeniyet ise bunların arkasındaki inanç ve ahlâk nizâmıdır[2].

Hangi coğrafî mekânda olursa olsun, târih boyunca ortaya çıkmış bütün medeniyetlerin temelinde böyle bir inanç ve ahlâk nizâmı vardır. Meselâ Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerinin arkasında, bilhassa teşekkül dönemlerinde kendi içlerinde tutarlı, taraftarlarının benimsedikleri bir inanç ve ahlâk nizâmı bulunmakta idi. Bu nizâmın sarsılmaya başlamasıyla medeniyetler de sarsılmaya yüz tuttular. Aynı şey Batı ve İslâm medeniyeti için de geçerlidir[3]. Medeniyetleri birbirinden ayıran, farklı kılan şey, onların temelinde yatan, muharrik güç ve enerji kaynağı olan inanç ve ahlâk nizâmının ihtivâ ettiği değerlerin farklılık göstermesidir.

Burada sınırlı bir zaman içerisinde, dünyâ üzerinde vücut bulmuş büyük medeniyetlerin enerji kaynaklarını veya muharrik güçlerini tahlil edecek değiliz[4]. Bizi asıl ilgilendiren şey, kendi kültür ve medeniyetimizi, diğer kültür ve medeniyetlerden farklı kılan muharrik güç, enerji kaynağı veyâ inanç ve ahlâk nizâmıdır.

İnanç ve ahlâk nizâmı denince, akla ilk olarak din gelir. Çünkü, dinden bağımsız, tutarlı ve kalıcı bir inanç, o inancın vücut verdiği bir ahlâk nizâmı târih sahnesinde henüz görülmemiştir. İngiliz şâiri ve münekkidi T. S. Eliot, “Kültür aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş … şeklidir.[5]” derken, dinin kültür ve medeniyet teşkilinde oynadığı role işâret etmektedir.

Bugün burada tartışma veya değerlendirme konusu ettiğimiz kültür ve medeniyetimizin -en azından bin yıllık bir döneminin- muharrik gücü, enerji kaynağı İslâm’dı. Bizce, bunda hiç bir şüphe, hiç bir tereddüt yoktur. Meşhur ifâdeyle, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” uzanan geniş coğrafyada, bin yılı aşkın bir süre içerisinde ortaya koyduğumuz kültürel değerlerimiz, farklı yoğunluklarda bile olsa, şu veya bu şekilde, İslâmî bakış açımızın izlerini taşır. Târih boyunca kendine has bir Türk kültürünün ve medeniyetinin varlığını nasıl bir realite olarak kabûl ediyorsak, bunun vücut bulmasında inancımızın göz-ardı edilemez bir rolü bulunduğunu da kabûl etmek durumundayız. Anadolu’yu, Balkanları ve Türkistan’ı süsleyen dînî mîmârîmizi kendine has kılan; Süleymâniye’yi Süleymâniye, Selimiye’yi Selimiye, Sultan Ahmed’i Sultan Ahmed yapan sâdece taş, tuğla, çini, boya, vs. değildir; onlarda varlığını düşündüğümüz, onlara atfettiğimiz değerdir. Bu husus sâdece mîmârî sâha ile de sınırlı değildir. Din-dışı bir konu olarak görülebilecek olan ulaşım ve iletişim mekanizmalarımız bile, yakın târihlere kadar dînî bakış açımızın tesirinde şekillenmiştir. Meşhur vakıf sistemimizi, bu sistem bünyesinde vücut bulmuş hanları, kervansarayları, menzilleri ve bunların işleyiş şekillerini hatırlamak gerekir. Tekke edebiyâtımızı, halk edebiyâtımızı, dîvân edebiyatımızı; diğer bir deyişle şiirlerimizi, hikâyelerimizi, masallarımızı, efsânelerimizi, destanlarımızı, fıkralarımızı, nüktelerimizi, ata-sözlerimizi dînî kültürümüzden ayrı tutarak değerlendirmek ve anlamak mümkün müdür? Kezâ, yakın târihlere kadar iktisâdî hayâtımıza yön veren esnaf teşkilâtımızı, lonca birliklerini, din ve onun değerleri olmadan nasıl anlayabiliriz? Komşuluk ilişkilerimizi, yolculara, kimsesizlere, yoksullara ve hattâ hayvanlara bile yardım etme geleneklerimizi, birbirimizle dayanışma içerisinde bulunmamızı öğütleyen, selâm vermeyi bile bir ibâdet olarak gören inanç ve ahlâk nizâmımızı dikkate almadan nasıl değerlendireceğiz? Bin yıllık ilim ve kültür müesseselerimizde, mektep ve medreselerimizde vücut bulan ilim anlayışımızı bile inancımız şekillendirmiştir; hoca-talebe ilişkisinin bizim eğitim-öğretim kuruluşlarımızda kazandığı muhtevâ, “bana bir harf öğretenin bin yıl kölesi olurum” anlayışından beslenir; bugün kütüphânelerimizi dolduran eserler, bu eserlerin konu ve muhtevâ tedkikleri bu husûsu açıkça ortaya koyacak niteliktedir…

Bu örnekleri ilâ-nihâye çoğaltmak mümkündür. Fakat, denilebilir ki, “söylenenler doğrudur, ancak bütün bunlar geçmişte kalmıştır; dünkü kültür ve medeniyetimizin muharrik unsuru, bugün artık ihtiyaçlarımıza cevap vermemektedir; mevcut kültür ve medeniyetimiz, ciddî fonksiyonlar îfâ etmekten ziyâde, folklorik bir mâhiyete bürünmüş, statik bir nitelik kazanmıştır. Asıl mühim olan, bundan sonra ne yapacağız?”

***

Böyle bir değerlendirme, ilk bakışta çok doğru veriler ihtivâ etmektedir. Ancak, dünü olduğu gibi ihyâ etmenin mümkün olmadığını biliyoruz; böyle bir şeyin faydasına da kâni değiliz. Zîrâ, kültür ve medeniyetimiz geçmişteki hâlleriyle arzulanan fonksiyonları yerine getirebilselerdi, bugün sancılı bir kültür ve medeniyet dâvâmız olmayacaktı. Zâten, tebliğimizin başlığını oluşturan ‘yeni medeniyetimizin muharrik unsuru ne olacak?’ suâli de bu noktada ehemmiyet kazanmaktadır.

Böyle bir suâle niçin gerek duyulmuştur? Bizim cevâbımız şudur: Bugün, burada konusu Türk kültürü ve medeniyeti olan böyle bir kongrenin tertîbi, Türk dünyâsının ciddî bir kültür ve medeniyet problemi bulunduğuna kâfî delildir. Batı Türklüğünün, iki yüz yılı aşan ve yenileşme, modernleşme, çağdaşlaşma, Batılılaşma gibi kelimelerle ifâde olunan arayışı, problemin ciddiyetini açıkça ortaya koyar[6]. Kezâ, Türkiye dışındaki Türk dünyâsının durumu daha az vahim değildir. Öyleyse ortada inkârı imkânsız bir realite vardır: Türk dünyâsı, bugün kültür ve medeniyetinin gücü konusundaki inancını yitirmiştir. Meselâ günümüz Türkiyesi, kendisini Batı medeniyetinin bir parçası olarak görmek istemekte, fakat bu istek hem Batı tarafından pek de mâkul görülmemekte, hem de içte oluşan tereddütler ve tepkiler bir türlü giderilememektedir. Bunun sebebi bizce açıktır: Bin küsûr yıllık târihi, Batı Türklüğünü İslâm medeniyetinin bir parçası olarak şekillendirmiştir. Kezâ, Doğu Türklüğü de yakın geçmişe kadar aynı medeniyetin aktif bir üyesi olarak varlığını sürdürmüştür. Binâenaleyh, değiştirdim demekle ne kültür, ne de medeniyet değiştirilebilmiş, bilakis ortaya âşikâr bir yozlaşma çıkmıştır.

“Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı çalışmasıyla son yıllarda bir hayli gürültü koparan ve geleceği medeniyetler çatışmasına mahkûm gören Samuel P. Huntington, söz konusu yazısının bir yerinde şöyle diyor:

Eski Sovyetler Birliği’ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabildiler; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru, “Sen hangi taraftasın?” biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve taraf değiştirebilirlerdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda ise bu soru, “Sen nesin?” şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez. () Bir insan yarı Fransız veya yarı Arap ve aynı anda iki ülkenin vatandaşı bile olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.[7]

Kanaatimizce problem buradadır. Bizler, dışımızdaki medeniyetlerin ortaya koydukları imkânlardan elbette faydalanabiliriz. Târih boyunca bunu başardık. Fakat, aynı zamanda hem İslâm medeniyetine, hem Batı medeniyetine mensup olmayı başaramadık. İki yüz yılı aşkın geçmişi bulunan çabamızın arzulanan netîceyi verememesi bunu göstermektedir. Biz, hem kendimiz, hem başkası olmak; hem öz kültürümüzü ve medeniyetimizi korumak, hem başka bir kültürü ve medeniyeti benimsemek istiyoruz. Kendisine olan inancımız ve güvenimiz sarsıldığı için, uzun bir süredir seçme, alma ve özümseme kâbiliyetini yitirip içine kapanan öz kültür ve medeniyetimiz buna tepki göstermekte, ortaya çatışma ve huzursuzluk çıkmaktadır. Zîrâ, kendi kültür ve medeniyetimizle, almaya çalıştığımız kültür, girmeye çalıştığımız medeniyet, birbirinden farklı kaynaklardan beslenmektedir. Böyle bir durum, ortaya tipik bir iki kişilikli insan tipi çıkarıyor; bu tipi dünyâda hiç kimse normal şahsiyet olarak göremez. İktisâdî anlayışları, ideolojileri, rejimleri değiştirebilirsiniz; üyesi bulunduğunuz bir kulübü terk eder, başka bir kulübe girebilirsiniz, fakat, genlerinize işlemiş olan ve kökleri târihin derinliklerinde bulunan kültürünüzü, inançlarınızı aynı kolaylıkla değiştiremezsiniz; çünkü bu irâdeniz dışındadır. Şahsiyetinizi yok sayarak, başka birisi olmaya çalışmanız, sizi başka birisi yapmaz, sâdece tuhaflaştırır...

Öyleyse ne yapacağız? Geçmişe bütünüyle sırt çevirip yepyeni bir kültür ve medeniyet mi kuracağız; mevcut kültür ve medeniyet dâirelerinden birisine girme çabalarımıza devam mı edeceğiz; yoksa sarsılmış bulunan kültür ve medeniyetimizi yeniden canlandırmanın, problem çözücü duruma getirmenin yollarını mı arayacağız?..

Başka bir medeniyet ve kültür dâiresine girmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını, yakın târihteki tecrübelerimizin göstermiş olması gerekir. Yepyeni bir kültür ve medeniyet teşkîli arzumuzu ise, şahsî irâdemiz değil, içinden geçip geldiğimiz târihimiz ve kültürümüz kayıtlandırmaktadır. Bizce, elimizde son şık kalıyor. Yâni, sarsılmış da olsa, mevcut kültür ve medeniyetimizi canlandırmanın, üretici ve problem çözücü duruma getirmenin yollarını bulmamız gerekmektedir. Bu kültür ve medeniyet, müntesipleri kendisine inandıkları, gücünden emin oldukları devirlerde, kapılarını başka kültür ve medeniyetlere alabildiğine açık tuttu; kültürel alış-verişten korkmadı; başka kültür ve medeniyetlerin ürünü olan ve fakat işine yarayan unsurları seçip aldı, özümseyerek kendi bünyesine uygun hâle getirmeyi başardı. Fârâbî’ler, İbn Sînâ’lar, Razî’ler, Mevlânâ’lar ve binlercesi böyle bir kültürel ortamda yetişti. Aynı şey, niçin tekrar başarılamasın? Bunu başaracak potansiyele ve kudrete sâhibiz. Üstelik, denenmemiş, başarılmamış, örneği bulunmayan bir şeyi denemeye ve başarmaya da kalkışmıyoruz. Mühim olan, azim, irâde, kararlılık komplekse kapılmadan daha tecrübeli olanlarımızın tecrübesinden, bilgisinden faydalanabilmektir.

Bugünün dünyâsında milletler güçlerini iki temel üzerine dayandırmaya çalışıyorlar: Biri güçlü bir ekonomiye sâhip olmak; diğeri asgarî müşterekleri bulunan millet ve devletlere yaklaşmak; başka bir ifâdeyle, kendileri ile ortak paydaları bulunan bir milletler kulübü oluşturup onlarla birlikte hareket etmek. Ortaya çıkan tablo, dünyâdan tecrit olmayı ve içine kapanmayı gerektirmez; bir atasözümüzde ifâde edilen “bir elin nesi, iki elin sesi var” ilkesi gereğince, milletler ve menfaatler mücâdelesinden ibâret olan dünyâda çok daha uzun bir süre ayakta kalmanın yollarını açar.

Bugün biz, geniş mânâda Türk dünyâsının üyeleri olarak ortak bir geçmişe, -küçük farklar bir tarafa bırakılırsa- ortak bir dile, ortak bir inanca, ortak bir kültüre ve bu kültürü besleyen müşterek bir medeniyete mensûbuz. Yâni, kendi kulübümüz vardır; fakat bu kulübü, dünyâda hatırı sayılır siyâsî, askerî, ekonomik ve kültürel bir güç hâline getirebilmiş değiliz. Bu gücü oluşturacak potansiyelimiz vardır. Bunun yolu, öncelikle, hedef belirlemekten ve alınacak mesâfeyi tespitten, dünyâya nasıl bakmamız gerektiğini tâyinden; bilâhare bu bakış açımızın zemînini oluşturan inanç ve ahlâk nizâmına uygun ürünler, yâni kültür ortaya koymaktan geçmektedir. Bizim inanç ve ahlâk nizâmımızı bin yıldır kadar İslâm oluşturdu. Türk dünyâsı olarak bizlerin; Türkiye Türkü’nün, Âzerî, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Uygur, Tatar, Başkırt Türkü’nün kültür ve zihniyet dünyâsında bu inanç ve ahlâk nizâmının ne derece ehemmiyetli bir yer işgâl ettiği görmezden gelinemez. Yakın târihin kaçınılmaz netîcesi olan bugünkü kültürel tablo, bizleri yıldırmamalı, farklı arayışlara yöneltmemelidir. Bizce ortak değerlerimiz, üzerleri küllenmiş bir hazîne olarak, araştırılmayı, ortaya çıkarılmayı, incelenmeyi ve faydalanmayı beklemektedir. Bunu yaparken, çevremizde başka milletlerin, başka kültür ve medeniyetlerin de yaşadıklarını görmek, içe kapanmamak ve reel-politiği göz-ardı etmeden yolumuzda îtidalle yürümek durumundayız.

_________

* Bu yazı, Üçüncü Binyılın Eşiğinde Türk Uygarlığı (Dünü-Bugünü-Yarını) Kongresi (2-3 Ekim 2000 Bişkek / Kırgızistan)’ne tebliğ olarak sunulmuştur (Yayınlanmış şekli için bkz. Üçüncü Bin Yılın Eşiğinde Türk Uygarlığı, Bişkek 2003, s. 59-64).

[1] Bu tür kültür ve medeniyet anlayışlarının toplu bir değerlendirmesi için bkz. Yılmaz Özakpınar, Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi, Kubbealtı Neşriyâtı, 1. baskı, İstanbul 1997, s. 25-42.

[2] Bu görüşlerle ilgili teferruât için bkz. a.g.e., s. 43-74.

[3] Batı ve İslâm medeniyetinin bu açıdan değerlendirilmesi için bkz. aynı eser, s. 129-167.

[4] Aynı eser, s. 75-128.

[5] Nakl. Mehmet Kaplan, “Din ve Kültür”, Kültür ve Dil, Dergah Yayınları, 6. baskı, İstanbul 1989, s. 17.

[6] Bu hususta biraz daha geniş bilgi için bkz. T. Zafer Tunaya,Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Harekettleri, İstanbul 1960; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul 1978; Ercümert Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Millî Meseleler, Türkiye Diyanet Vakfı yay., Ankara 1994.

[7] S. P. Huntington, Medeniyetler Çatışması (derl. Murat Yılmaz), Vadi Yayınları, birinci basım, Ankara, Eylül 1995, s. 18-19.