Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-36                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

FÂTİH KÜLLİYESİ*

 

Külliye nedir?

Kısaca tanımlamak gerekirse, ortada câmi olmak üzere, çevresinde fonksiyonel bir anlayışla sıralanmış olan medrese, mektep, kütüphâne, dâruşşifâ, tâbhâne (misâfirhâne), imâret (aşhâne), han-kervansaray, hamam, çeşme-se­bil, arasta-çarşı, muvakkithâne, türbe ve benzeri yapılar topluluğuna külliye denilir[1]. Bununla birlikte, her külliyede burada sayılan unsurların hepsinin bir arada bulunması şart değildir. Ancak, bu unsurlardan câmi, bir külliyenin mutlakâ bulunması gereken en mühim birimidir; onun dışında diğer unsurların bir kaçının bulunması yeterlidir. 

Türklerin İslâm medeniyeti dâiresine girmelerinden îtibâren aslında birer ibâdet yeri olan câmilerin etrâfını bir takım kültü­rel, sosyal ve hayrî kuruluşlarla süslediklerini biliyoruz[2]. Bunlar, ihtivâ ettikleri birimleriyle bulundukları yerlerde mîmârî açıdan dikkat çekici bir uyum içinde tesis edilmeleri ve çevrenin şenlenmesine, süslenmesine ve güzelleşmesine katkıda bulunmaları sebebiyle, umûmiyetle imâret olarak isimlendirilirlerdi. Bu bakımdan külliye kelimesi, klâsik dönemlerin değil, modern araştırma ve incelemelerin literatüre sokmuş olduğu bir terimdir[3]. Bununla birlikte, külliye içerisinde imâret (aşhâne) adıyla tanınan başka bir birimin de yer aldığını biliyoruz. Nitekim imâret kelimesi, ilgili bütün kayıtlarda geniş çerçevede bizzat Fâtih Külliyesi, dar çerçevede de külliye birimlerinden birisi olan aşhâne için kullanılmıştır[4].

Külliye denilen mîmârî bütünlüğe pek çok Osmanlı şehrinde rastlamak mümkündür. Fonksiyonları ve yapılış gâyeleri bakımından medenî ve sosyal bir anlayışın ürünleri olan bu yapılar topluluğu[5], içinde bulundurdukları birimlerin çokluğu ve sunulan hizmetlerin çeşitliliği ile zaman zaman başlı başına bi­rer mahalle veya site görünümünde olabiliyorlardı. Bu tür bü­yük ölçekli külliyeler, zengin maddî kaynaklara ihtiyaç duydukları için, daha çok sultanlar, vezirler ve ileri gelen devlet adamları tarafından kuru­lup desteklenmişlerdi. Her birinin kendilerine özgü statüleri ve kadroları vardı; fakat aynı zamanda devletin de sıkı kontrolü altında bulunuyorlardı[6]. Devlet, bu kontrolü son derece gerekli görmüş olmalıdır. Zîrâ devletin ‘düşünen aklı’ olarak nitelenebilecek medreseler bu yapılar içerisinde yer almakta, eğitim-öğretim hizmetleri buralarda yürütülmekte, adliye hizmetlerini ve muhtelif devlet işlerini görecek olan bürokrasi kadro­su yine buralarda yetiştirilmekteydi. Külliyeler bu bakımdan siyâsî, idârî ve adlî maksatlara da hizmet ediyorlardı. Diğer taraftan, külliyelerin gelir kaynakları arasında bulunan çarşı-pazar, han, arasta ve benzeri yerler tipik birer ticâret merkezi durumunda oldukları için, ekonomik hayatla da doğrudan ilgiliydiler.

Geniş ve yaygın sosyal hizmetlere ve hareketlere sahne olan külliyelerin İslâm dünyâsında bir hayli eski olduğunu biliyoruz[7]. Anadolu’da külliye biçiminde şekillenmiş ilk örneklere ise, daha ziyâde XIII. yüzyıldan îtibâren rastlanır[8]. Ancak, Osmanlılara kadar Anadolu’da yukarıda belirtilen nitelikleri eksiksiz taşıyan geniş plânlı külliye örneklerine pek rastlanmaz[9]. Diğer bir deyişle, Osmanlı öncesi Anadolu’sundaki ilk külliye örnekleri daha ziyâde küçük çaplıdırlar[10].

Külliye tarzı, Osmanlılar zamanında büyük bir gelişme gösterdi; şehirlerin Türk ve Müslüman kimliklerinin şekillenmesinde mühim bir rol oynadı[11]. İstanbul’un fethinden önce Osmanlı şehirlerinde kurulan ilk külliyeler, ilk tecrübeler olarak, daha sonra İstanbul’da kurulan büyük külliyelerin ortaya çıkışlarına gerçekten ciddî katkılarda bulundular[12].

İstanbul’un alınışından sonra, şehirde ilk külliye, fetih sırasında keşfedilen sahâbeden Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin bulunduğu yerde, bugünkü Eyüp’te inşâ olunmuştu. Fâtih, 1459 (864)’da burada bir câmi ile türbe, medrese ve bir imâret (aşhâne) yaptırdı[13]. Bundan sonra yapılan ikinci külliye ise, o zamâna kadar Osmanlı şehirlerinde yapılanların en büyüğü, en teşkilatlısı ve en şümullüsü olan Fâtih Külliyesi’dir.

FÂTİH KÜLLİYESİNİN KURULUŞU VE BİRİMLERİ[14]

İstanbul’un şehir olarak yedi tepe üzerine kurulmuş olduğu mâlumdur. Fâtih külliyesi, işte bu geniş ve yayvan tabiatlı tepelerden birisi üzerine “âdetâ bir şehir tâcı gibi” yerleştirilmiştir. Önceki külliye örneklerine göre “dev bir adım” olarak ortaya çıkan Fâtih Külliyesi, 120.000 m2.lik bir alan üzerine kurulmuş­tur. Külliyenin kurulduğu yerde önceden Bizans’ın büyük kiliselerinden birisi, Havâriyyûn (=Hagioi Apostoloi) kilisesi bulunuyordu. Ancak, söz konusu kilise fetihten çok önce harâbe hâline gelmişti. Fâtih Külliyesi, temizlenen bu harâbelerin yerlerine kurulmuştur. Külliyenin yapımına Şubat 1463 (Cemâziye’l-âhir 867)’te başlanmış, in­şaat sekiz yıl sürmüş ve Aralık 1470 (Receb 875)’te tamamlanmıştır.

Fâtih Külliyesi’nin mîmârı olarak Sinân-ı Atîk, Eski Sinân, Azadlı Sinân adlı bir şahıstan bahsedilir. Bu isimlerin aynı kişiye işâret ettiği açıktır. Mîmârın 1464 (869) târihli kendi vakfiyesinden anlaşıldığına göre, babası Abdullah el-Atîk adlı bir Hristiyandı; kendisi ise Sinânüddin Yûsuf adıyla âzâd edilerek hürriyetine kavuşmuş bir köleydi. Onun, câmii Fâtih’in istediği şekilde yapma­dığı için hükümdar tarafından cezâlandırıldığına, hattâ ellerinin kesildiğine dâir bâzı rivâ­yetler vardır.

Mîmârın ortaya koyduğu eser, Osmanlıların o zamâna kadar yaptırdık­ları mîmârî eserlerin en güzeli olduğuna göre, rivâyet tarzında bile olsa, Fâ­tih’le arasında geçtiği belirtilen ve ‘ellerinin kesilmesi’ ile netîcelendiği ileri sürülen hâdise bizce pek inandırıcı gözükmemektedir. Kaldı ki, kendisi de ‘mescid sâhibi’ bir Müslümandır ve câmiin yapımında kasıtlı olarak yanlışlık yaptığı varsayımı mâkul gözükmemektedir. Kendisi, külliyeyi yaparken, yanında bulundurduğu Ayaz, Câfer, Abdal Sinân, Bennâ ve Luka gibi bir çok inşaat ustasından da faydalan­mıştır.

Gerek külliyenin vakfiyelerinde, gerekse konuya dâir çeşitli araştırmalarda, Fâtih Külliyesi’nin birimleri câmi, câmiin iki tara­fında sıralanmış sekiz yüksek medrese ve sekiz tetimme medresesi, mektep, kütüp­hâne, dâruşşifâ, tâbhâne (misâfirhâne) ahır (kervansaray) ve mu­vakkithâne olarak zikredilir. Bunlara zaman zaman bir de hamam ilâve edilir. Külliye içerisinde yer alan Fâtih Türbesi ise, tabiatiyle sonradan yapılmıştır.

Külliye alanında, Fâtih Türbesi’nin yanı başında sekiz köşeli, kö­feki taşından yapılmış, tek kubbeli bir türbe daha bulunur. Bu türbe, Fâtih’in eşi ve II. Bâyezid’in annesi Gül­bahar Hâtun’a âittir. Ancak, bu yapının, esas olarak külliye müştemilâtına dâhil edilmediği anlaşılıyor. Çünkü, külliyenin vakfiye­lerinde Gülbahar Hâtun Türbesi’ne her hangi bir tahsisat yapılmamıştır. 1489-90 yıllarına âit muhâsebe kayıtlarında bir türbedar ve 31 cüzhan ol­mak üzere, yekûn 32 kişinin bu türbede istihdam edildiği görülmektedir. 1545 târihli Fâtih Aşhânesi Tevzî’nâmesi’nden anlaşıldığına göre, aşhâne­den Gülbahar Hâtun Türbesi’nin elemanları da faydalanıyorlardı. Fakat muhâsebe kayıtları, bu elemanların maaşlarının külliye gelirlerinden karşılanmadığını gösteriyorlar. Alsında bu elemanların külliye aşhânesinden geçici bir süre için fayda­landıklarını söyleyebiliriz. Nitekim, XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonrasına âit vezâyif ve muhâsebe defterlerinde artık böyle bir durum gözükmemektedir. Bu arada, XVIII. yüzyıla (1731 ve 1785) âit iki vesîkanın, Gülbahar Hâtun Tür­besi için bağımsız bir vakıf kurulduğunu göstermesi de bu durumu desteklemektedir.

***

Yukarıda yapılışı ve fizikî unsurları kısaca gözden geçirilen Fâtih Külliyesi’ni daha yakından tanımak için, külliye birimlerini tek tek yine kısaca tanıtmak yerinde olacaktır:

1. Câmi

Fâtih Külliyesi’nin -bulunduğu mevki, mîmârî üslup ve büyüklük bakı­mından- temel unsuru câmiidir. Ancak, bugünkü Fâtih câmii, Sultan II. Mehmed tarafından yaptırılan orijinal yapı değildir. Eski câmi, XVIII. yüzyı­lın ikinci yarısında vukû’ bulan bir deprem sırasında yıkılmıştır. Bu felâketin müşâhitlerinden Hüseyin Ayvansarâyî’nin bildirdiğine göre, 11 Mayıs 1765 (13 Zil­hicce 1179)’te Kurban bayramının üçüncü gününe tesâdüf eden Perşembe günü, güneşin doğuşundan bir saat sonra vukû’ bulan deprem sırasında câ­miin büyük kubbesi tamâmen harap olmuş, duvarlar ise ciddî bir şekilde ha­sar görmüştü. Bunun üzerine zamânın hükümdarı Sultan III. Mustafa, câmii kısa süre içerisinde tekrar inşâ ettirmiştir.

Eski câmi ile, Sultan III. Mustafa tarafından yeniden yaptırılan câmiin mîmârî bakımdan birebir aynı olmadığı biliniyor. Bir takım araştırmacılar, eski Fâtih câmii ile, söz konusu depremin ardından yaptırılan yeni câmiden biraz daha küçük olduğunu ileri sürerler. Bunlara göre, yeni câmi eskisine nisbetle biraz genişletilmiş, hattâ bunun için Fâtih türbesi bile eski yerinden biraz daha uzağa taşınmıştır. Başka bâzı araştırmacılar ise, bunun doğru olmadığı, mevcut câmiin, eskisinin duvarları üzerine yeniden inşâ edildiği; yapıya daha dayanıklı bir nitelik kazandırmak için sâdece taşıyıcı sütunların güçlendirilip yeniden yapıldıkları; dolayısıyla da hacim îtibâriyle bir büyümenin söz konusu edilemeyeceği düşüncesindedirler.

Konuyu ileri sürülen iddiâlar açısından değerlendiren E. Hakkı Ayverdi, Osmanlı­lardaki “târih ve mantık şuuru”nun böyle bir genişletmeye izin vermeyeceğini ileri sürer. Ona göre, Sultan III. Mustafa, yıkılan eski Fâtih câmiini kendi adına değil, ceddi nâmına yenilemiştir. Osmanlılar tarafından en fazla hürmet du­yulan Fâtih gibi bir ceddin hâtırasına saygısızlık ederek, onun yaptırdığı câmiin klâsik üslûbunu ve ölçülerini değiştirmesi mümkün değildir. Diğer ta­raftan, “Millî zihniyet ve seciyemiz de Fâtih gibi bir pâdişâhın kabrinde râha­tının” bozulmasını ve hattâ kemikleri dışındaki bakıyyesinin duvar altında bırakılmasını hoş göremezdi. Kaldı ki, buna teknik bir zarûret de bulunmu­yordu. Öyleyse, türbenin yerinin değiştirilmesi ve câmiin genişletilmesi söz konusu olamaz.

Ayverdi’nin bu mütâlaası biraz hissî gözükmektedir. An­cak, yazarın bütün delilleri bu mütâlaadan ibâret değildir. O, ilk câmiden ka­lan ve bugünkü yapıda muhâfaza edilen kalıntıları incelemiş, mevcut câmiin eb’âdını, kubbe çapını ölçmüş ve elde ettiği verileri daha sonra bulduğu eski câmiin ölçülerini ihtivâ eden tâ­rihî kaynaklarla karşılaştırarak aralarında hiç bir fark bulunmadığını ortaya koymuştur. Esâsen, yeni câmii en az üç yüz yıl oturmuş bir temel üzerinde bugünkü şekliyle tekrar inşâ etmek dururken, zahmete katlanıp binâyı ön ve yan taraflardan zayıf düşürecek bir plânın uygulanması mânâsız olmalıdır.

Netîce îtibâriyle, eski Fâtih câmii ile bugünkü câmi arasında gerek ha­cim ve gerekse mîmârî husûsiyetler bakımından fazla bir değişiklik olmadığı anlaşılmaktadır. Eski Fâtih câmii ile ilgili olarak kaynaklarımızda şeklî ve fi­zikî durum hakkında net bilgiler verilmemiştir. Hemen hepsindeki ortak ifâ­deler, câmiin, döneminin en güzel ve en mükemmel eseri olduğunu vurgu­lamaktadırlar. Tursun Bey’e göre, Fâtih câmii mîmârî husûsiyetleri bakımından Ayasofya’dan aşağı olmadığı gibi, aksine bâzı bakımlardan ondan daha üs­tündü. Külliyenin Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce neşredilen Türkçe vakfiyesinde, câmiin ilk şekli ile ilgili olarak verilen bilgiden, sâdece iki minâreli ve gösterişli bir yapı olduğunu öğrenebiliyoruz. Diğer yazarların çoğu da bu bilgilerden fazlasını vermemektedirler.

Fâtih câmii, 1765 depremindeki büyük yıkımdan önce de iki kez dep­reme mâruz kalmıştı. Daha yapılışından kısa bir süre sonra 1489 (894)  ve İstanbul’un yarısının yıkılmasına sebep olan 1509 (915) depremlerinde, câ­miin büyük kubbesi oldukça fazla hasar görmüştü. Ancak, bu depremlerde vukû’ bulan hasarlar, câmiin yeniden yapılmasını gerektirmeyecek ölçüde oldukları için tâmirlerle yetinilmiştir.

İkinci kez yapılan Fâtih câmii, bugüne kadar büyük çaplı bir değişime uğramamıştır.

2) Medreseler

Fâtih Külliyesi’nin temel ilim ve eğitim-öğretim müesseseleri medrese­lerdir. Osmanlı ilim ve eğitim-öğretim sistemi içerisinde, Fâtih Külliyesi bünyesinde yer alan medreselerin son derece mühim bir yeri vardır. Söz konusu medreseler, kanaatimizce mühim bir misyonun da temsilcileri idiler. Esâsen külliyenin tamâmının kuruluşunun temelinde, dînî ve hayrî endîşelerin yanında, bizce bir de  siyâsî endîşeler ve ihtiyaçlar da bulunuyordu: Aşiretten beyliğe, beylikten devlete ve devletten cihan-şümul bir imparatorluğa geçiş safhalarında iyi yetişmiş devlet adamlarına duyulan ihtiyaç artmış; İstanbul’un fethini müteâkıp merkezî yönetimi son derece belirgin bir merkeziyetçilik anlayışı benimsemiş; bu anlayışın nazariyesini oluşturmakta ve buna da­yandırılacak pratiği halka benimsetmekte faydalı olacak nitelikte elemanla­rın yetiştirilmesi kaçınılmaz hâle gelmiştir. Fâtih Külliyesi’nin bünyesinde faaliyete geçirilen yüksek medreseler, bizce işte biraz da bu ihtiyâcın ürünü olmuşlardır. Fâ­tih medreseleri, esasta, Semâniye (Sahn; Sahn-ı Semân) ve Tetimme (Mûsıla-i Sahn) olmak üzere ikiye ayrılırlar.

a. Semâniye (Sahn; Sahn-ı Semân) Medreseleri

Fâtih câmiinin iki tarafında dörderden sekiz adet olmak üzere tesis edi­len “yüksek ihtisas” medreselerine Semâniye (Sekizli) veya Sahn, yâhut her iki ismin terkip hâlinde kullanılmasından oluşan Sahn-ı Semân adları veril­miştir. Nişâncı-zâde Mehmed ve Hoca Sa’deddin Efendi, bu medreseler­den “medrese-i ‘âliye” (yüksek medrese) olarak söz ederler.

Sahn medreseleri, câmiin sağında ve solunda, diğer bir ifâdeyle, kuzey ve güney cihetlerinde geniş câmi bahçesine paralel olarak sıralanmışlardır. Her iki tarafta dörder medrese bulunmaktadır. Sağda, Marmara tarafında bulunanlara Akdeniz; solda Haliç tarafında bulunanlara ise Karadeniz medrese­leri adı da verilmektedir. Her medresede bir meydan (sahn) etrâfına dizilmiş on dokuz oda (talebe hücreleri) ve bu odalara nisbetle daha büyük ve daha yüksek bir ders­hâne bulunmaktadır. Odaların genişliği 4.20 m2.dir. Her odanın bir pence­resi, bir ocağı, kandil koyma yeri ve bir rafı vardır. Zemin tuğla döşenmiş olup her medrese dershânesinin arkasında yer alan geniş avlularda dörder helâ ve gusülhâne bulunmaktadır.

Belirli bir plân üzerine yapılan medreselerin câmie nazaran, tamâmen mütenâzır bir esâsa göre sıralandıkları dikkati çeker. Fâtih medreseleri, mîmârî bakımdan Osmanlılarda bir dönüm noktası olmuştur. Oktay Aslana­pa’ya göre, Fâtih dönemine gelinceye kadar Osmanlılarda Selçukluların bü­yük çaplı âbidevî eserleri yerine, pratik ihtiyâçları karşılayan, yâni öğretim şartlarına uygun değişik yapı plânları uygulanmıştır. Sahn medreselerinin yapılışıyla büyük ölçüde bir medrese mîmârîsi geliştirilmiş, bu mîmârî İstan­bul’da daha sonra yapılan selâtin medreselerine örnek olmuş, diğer taraftan dershâneler bağımsızlaştırılarak medreselerin değişmez bir unsuru hâline getirilmiştir.

Fâtih medreseleri, câmiden îtibâren kuzey ve güney cihetlerinde hafif bir meyille uzanan düzlüklerin üzerine oturtuldukları için, câmiin umûmî görüntüsünü bastırmamakta ve böylece mâbedin olanca haşmetiyle şehrin her yerinden kolayca görülmesine engel teşkil etmemektedirler. Bu bakım­dan çevresinde sıralandıkları câmiin sosyal ve kültürel fonksiyonlarını güç­lendirmelerinin dışında, onun dış mîmârî âhengini de tamamlarlar.

Fâtih medreseleri iki tek ve bir çift olmak üzere belirli bir üslûba göre yapılmışlardır. Her iki tarafın başında ve sonunda bulunan medreseler tek, ortadakiler ise birbirine bitişik olarak dizilmişlerdir. Buna göre, kıble cihe­tinden başlamak üzere birinci medreselere Başkurşunlu; ortadaki Başkur­şunlu tarafında bulunanlara Çifte Başkurşunlu, bunun bitişiğinde olanlara Çifte Ayakkurşunlu ve sondakilere ise Ayakkurşunlu adları verilmiştir.

Sahn medreselerinin her birinde bulunan on dokuz oda(hücre)dan ikisi mu’îd, ikisi diğer hizmetliler için ayrılmıştır. Geriye kalan on beş oda ise, talebeye tahsis edilmiştir.

Külliyenin diğer birimleri gibi, medreselerin de zaman zaman çeşitli tâmirler gördüklerini biliyoruz. Bunların içinde 13 Haziran 1509 (25 R. evvel 915) târihinde vukû’ bulan ve kırk beş gün sürerek İstanbul’da büyük hasâra yol açan şiddetli deprem sonunda uğradıkları tahribat dolayısıyla gördükleri tâmirat, ilk mühim tâmirattır. Bu depremde medrese binâlarının kubbeleri­nin çoğu yıkılmıştı. Diğer büyük çaplı tâmirat ise, XVIII. yüzyılın ikinci yarı­sında olmuştur. III. Mustafa zamânında 1765’te meydâna gelen ve yukarıda ifâde olunduğu gibi, câmiin yeniden yapılmasına sebep olan büyük depremde medreseler de hasar görmüş; bunların onarımı 22 Mart 1766 (22 Z. ka’de 1180)’da tamamlanmıştır.

Bu ikinci mühim tâmirattan sonra, Semâniye medreselerinde ufak tefek onarımlar dışında fazla bir değişiklik olmamıştır. Cumhûriyet döneminde uzun süre kaderlerine terk edilen bu yapılar, 1950’li yıllarda kısmen restore edilmişler; bunlardan bir kısmı çeşitli dernekler ve devlet kuruluşları tarafından öğrenci yurtları, dispanser veya çocuk yurdu olarak kullanılmışlardır.

b. Tetimme (=Mûsıla-i Sahn) Medreseleri

Sahn medreselerinin arka plânında, onlardan dar bir sokakla ayrılan, paralel bir vaziyette dizilmiş, tıpkı Sahn medreseleri gibi, dörderden sekiz medrese daha bulunuyordu. Bunlar, Sahn medreselerini tamamlar nitelikte olup derece îtibâriyle onlardan daha altta idiler. İsimleri olan te­timme kelimesi de bu medreselerin tamamlayıcı vasıflarını vurgulamaktadır.

Burada teferruâta girmek gereksiz ise de, kısaca belirtmek istersek, bu medreseler Sahn medre­selerinde okuyacak olan talebeyi hazırlamaktaydılar. Ünver, bu medreseleri lise gibi mütâlaa ederse de, bunlar birer mahreç (çıkış) medreseleriydi. Cevdet Paşa, bunları Sahn’ın i’dâdîleri olarak görmektedir. Emin Bey de, aynı şekilde, Tetimmeleri i’dâdî gibi değerlendirir. Esâsen o, aynı yerde Sahn medreselerini de dâru’l-fünûn (üniversite)lara benzetmektedir. Mu­hakkak ki, bu tür yorumlar zorlamadır. Ancak, bu yorumları bir dereceye kadar fonksiyon açısından yapılan yorumlar olarak görmek ve son dönemde açılan eğitim müesseselerine ve ayrıca bu müesseselerin kendi aralarında te­essüs etmiş bulunan hiyerarşiye klâsik Osmanlı döneminde birer muâdil arama arzûsuna bağlamak daha doğrudur. Yoksa, bu müesseselerin hepsinin ismi medresedir ve birbirinden müstakil kuruluşlardır. Tetimmelerin bir diğer adı olan Mûsıla-i Sahn ise ‘Sahn’a götüren, ulaştıran’ mânâsına gel­mektedir ki, yine söz konusu medreselerin bir dereceye kadar fonksiyonla­rını ifâde etmektedir. Sahn medreseleri, yüksek dereceli medreseler (medrese-i ‘âliye) olduklarına göre, bunları da ‘orta seviyede’ medreseler olarak görmek mümkündür. Bu medreselerin binâları da çeşitli zamanlarda vukû’ bulan depremlerden zarar görmüşler ve mühim tâmiratlar geçirmişlerdir.

Tetimme medreselerinin Akdeniz tarafında bulunanları bugün mevcut değildirler; 1928’de Fevzi Paşa Caddesi açılırken yıkılmışlar ve yerleri yola gitmiştir. Karadeniz tarafındakiler ise, nisbeten mevcut olmakla birlikte, eski durumlarını tamâmen kaybetmişler ve birleştirilmişlerdir. Birinci Dünyâ Harbi yılları başlarında Vakıflar idâresince yeniden yaptırılan bu yapılar, bir süre medrese olarak kullanılmışlardır. Bugün bir bölümünde Ali Kuşçu İl­kokulu bulunmaktadır.

3) Kütüphâne

Konuyla ilgili kaynaklar ve araştırmalar gözden geçirildiğinde, Fâtih Külliyesi içinde bir kütüphâne veya kütüphâneler problemi ortaya çıkarıldığı görülür. Bu problem, bir taraftan külliye vakfiyelerinde görülen farklı ifâ­delerden ve diğer taraftan bu ifâdeleri sistemsiz bir şekilde ele alarak ‘birden fazla kütüphâne bulunduğu’ netîcesine varan Süheyl Ünver’in görüşünün, daha sonra konu üzerinde çalışanlarca bir müteârife gibi tekrarlanmasından kaynaklanmıştır.

Ünver, câmi içerisinde, dört Sahn medresesinde, külliye içerisinde müs­takil ve XVIII. yüzyılın ortalarında I. Mahmud tarafından câmiin kıble duva­rına bitişik olarak yapılan kütüphâne olmak üzere, Fâtih Külliyesi’nin müte­addit kütüphâneleri bulunduğunu ileri sürer. Doğru olmayan bu düşünceye ilk defa İsmail Erünsal dikkati çekmiş ve yanlışlığın nereden kaynaklandığına işâret etmiştir.

Fâtih Külliyesi’ne âit en eski vakfiye, muhtemelen 1472-73 (877/78)’de tanzim edilmiştir. Bu vakfiye, bugün Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde bulu­nuyor. Aynı vakfiyenin Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde (nr. 2114) Arapça’dan çevrilmiş bir tercümesi de vardır. Vakfiyede, Fâtih’in dört med­reseye kitaplar vakfettiği ve bunların korunması için dört hâfız-ı kütüb atadığı belirtilmektedir. Ayrıca, eksik olması dolayısıyla vakfiye parçası ola­rak nitelenen bir vakfiye nüshasının arkasında, bu dört medreseye vak­fedilen kitapların bir listesi bulunmaktadır. Söz konusu liste, S. Ünver tara­fından yayımlanmıştır. İşte ‘dört medresede dört kütüphâne düşüncesi’ bu verilerden kaynaklanmaktadır.

Vakfiyelerde belirtilmemesine rağmen, muhtelif muhâsebe ve vezâ’if defterlerinde câmi elemanları arasında birer hâfız-ı kütüb ve kâtib-i kütüb adlarının zikredilmesi, câmi içinde de bir kütüphâne bulunduğunu gösteri­yor. Ayrıca, bâzı ulemânın câmi içinde bulunan ve dolaplardan oluşan bu kütüphâneye kitaplar vakfettiklerini biliyoruz.

Veriler kronolojik olarak değerlendirildiğinde, konuyla ilgili olarak karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: Başlangıçta Sahn medreselerinin dördünde bir miktar kitap bulunuyordu. Bu kitapların oluşturdukları yekûna kütüphâne demek tar­tışılabilirse de, tâyin edilen dört hâfız-ı kütüb, söz konusu kitaplardan so­rumlu tutulmuşlardı. Ancak, II. Bâyezid tahta geçince, külliye ile ilgili vakfi­yeleri yeniden düzenletmiş, vakfın gelir kay­naklarına ilâvelerde bulunmuş ve muhtemelen dört Semâniye medresesinde bulunan kitapları, diğer medreselerdeki talebenin daha kolay faydalanabil­meleri için bir araya toplatıp câmi içindeki dolaplara naklettirmiştir. Vakfiye­lerde câmi içindeki kütüphâneden söz edilmemesi, buranın sonradan tesis olunmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim câmi kütüphânesinde bulunan kitapla­rın bir çoğunun üzerinde hangi medreselerden getirildikleri kaydedilmiş­tir.

Bu değerlendirmelerden sonra, Semâniye medreselerindeki kütüphâne­lerle câmi içerisinde bulunan ve dolaplardan oluşan kütüphânenin, ayrı kü­tüphâneler olarak ele alınamayacağı görülmektedir.

Vakfiyelerde zaman zaman yer almasına rağmen, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar, külliye içerisinde müstakil bir kütüphâne binâsının bulun­madığını düşünüyoruz. Çünkü, 1490’lardan başlamak üzere çeşitli dö­nemlere âit elimizde bulunan muhtelif muhâsebe ve vezâif defterlerinde, külliye birimlerinin bütün elemanları, aldıkları günlük ücretler de dâhil teker teker kaydedildikleri hâlde, ne müstakil bir kütüphâneden, ne böyle bir kütüphânenin ihtiyaçların­dan, giderlerinden ve ne de burada çalışan elemanlardan söz edilmiştir.

Söz konusu kaynaklarda hâfız-ı kütüb ve kâtib-i kütüb olmak üzere iki eleman bulunmaktadır. Fakat, bunlar câmi elemanları arasında zikredil­mekte ve dolayısıyla kendilerinin câmi içerisindeki dolaplarda bulunan ki­taplarla meşgul oldukları anlaşılmaktadır. Başlangıçta dört Sahn medrese­sindeki kitapları korumak için tâyin edilen dört hâfız-ı kütübün, kitaplar câ­mie nakledilince, bir kâtib-i kütüb ve bir hâfız-ı kütüb olmak üzere ikiye indirildiği görülüyor.

Eserini XVI. yüzyılın ikinci yarısında (1575) yazan Hoca Sa’deddin Efendi, Fâtih Külliyesi hakkında bilgi verirken, sultanın aklî ve şer’î ilimlerle ilgili bir çok kitâbı ve zamânın mûteber eserlerini vakfettiğini, bunların câmi içindeki dolaplara konduğunu söyler. Bugün külliye içerisinde görülen müstakil kütüphâne ise, XVIII. yüzyılın ortalarında I. Mahmud tarafından yaptırılmıştır. Daha önce medreselerden toplanarak câmi içerisindeki dolaplara yerleştirilen kitaplar, işte bu müstakil kütüphâne binâsının yapılışından sonra buraya taşınmışlardır.

Cumhûriyet döneminde, Fâtih kütüphânesindeki kitaplar uzun süre yerlerinde kaldıktan sonra, bilâhare Süleymâniye Kütüphânesi’ne nakledil­mişlerdir. Kütüphâne binâsı bugün kapalı bulunmaktadır.

4) Dâruşşifâ

Fâtih Külliyesi’nin câmii ve medreselerinden sonra, önde gelen birimle­rinden biri de, bir sağlık müessesesi olan dâruşşifâsıdır. Fâtih dâruşşifâsı, fe­tihten sonra İstanbul’da inşâ edilmiş ilk sıhhî müessese olmasının yanı sıra, XVI. asrın ortalarında Süleymâniye Külliyesi bünyesinde açılan Tıp medrese­sinin tesisine kadar -hiç değilse pratik olarak sağladığı eğitim-öğretim im­kânıyla- başkentin tabip ihtiyâcını karşılayan sağlık kuruluşlarının da başında gelmektedir.

Dâruşşifâ binâsından bugün hiç bir eser kalmamıştır. Ancak, külliyenin umûmî yerleşim plânından hareketle yerini tam olarak tesbit edebiliyoruz. Hepsi de hastahâne mânâsına gelen ve kaynaklarımızın ekseriyetle dâru’ş-şifâ, bîmâr-hâne ve tımâr-hâne gibi isimlerle zikrettikleri binâ, Fâtih câmiinin kıble cihetinde bulunan hazîrenin Karadeniz yönüne düşen geniş bir sâha üzerine inşâ edilmişti. Aynı hazîrenin Akdeniz cihetinde ise, tâb-hâne, imâ­ret (aşevi) ve külliye ahuru (kervansaray) bulunuyordu. Dâruşşifânın inşâ edildiği söz konusu geniş sâha, bugün tamâmen meskûn mahal hâline gelmiştir.

Osmanlı kroniklerinde dâruşşifâ binâsının umûmî görünüşüyle ilgili olarak, diğer birimler hakkında da olduğu gibi, dikkate alınabilecek hemen hemen hiç bir açık bilgi bulunmamaktadır.

Tursun Bey, câmiin bir tarafına, her tabakadan hastalar için bir dâruşşifâ yaptırıldığını; buraya mütehassıs doktorlar ve işlerinin ehli hizmet eleman­ları tâyin edildiğini; e her hastalığa uygun ilâçlar sağlandığını belirtmekle yetinir. Külliyenin vakfiyesindeki bilgi de bundan fazla değildir. Hoca Sa’deddin Efendi ise, Fâtih’in, ihtiyaç duyanların tedâvîsi için inşâ ettirdiği dâruşşifânın vasıflarını anlatmağa kalemin gücü yetmez, me­âlinde mültefit bir ifâde kullanır.

XVII. yüzyılda Evliyâ Çelebi, dâruşşifâyı “70 hücreli ve 80 kubbeli” olarak tanımladıktan sonra, burada “200 hademe” çalıştığını söyler ki, bu raka­mın mübâlağalı olduğu açıktır. Çünkü, dâruşşifânın hiç bir zaman 200 civâ­rında elemanı olmamıştır. Neşredilmiş bulunan Türkçe vakfiyede, buraya 14 kişinin tâyin edildiği görülmektedir. Topkapı Sarayı Arşivi’ndeki kısa vak­fiyeye göre ise, dâruşşifâda 15 kişi çalışıyordu. Ancak, zaman içerisinde söz konusu sayının ihtiyâca göre yükseldiği anlaşılıyor. XVI. yüzyılın sonlarına (993-1012) âit bir vezâ’if defterine göre, burada çalışanların sayısı 42-43’e çıkmıştır. 1660-61 (1071-72) yıllarında aynı sayı 34 olarak görülmektedir.

Külliyenin tamâmının olduğu gibi, dâruşşifânın mîmârı da Sinân-ı Atik’­tir. Hakkında böylesine müphem bilgilere sâhip olduğumuz müessesenin fizikî durumunu, oda sayı­sını, kendi içindeki bölümlerini (ünitelerini) açıkça tasvir etmek güç gözükmektedir. Ancak, muhtelif kaynaklarda dâruşşifânın hamamının, mescidinin, yemekhânesinin bulunduğu belirtilir. Ayrıca, dâruşşifâ elemanları arasında eczâcıların ve yapılan ilâçların muhâfazası ile vaz­îfeli hizmetlilerin varlığından, eczâne olarak nitelenebilecek bir ilâç yapım yerinin ve yapılan ilâçların saklanacağı bir mahzenin de bulunması tabiî gö­rülebilir. Fakat, buraların dâruşşifâ içerisinde birer odadan ibâret olması pekâlâ mümkündür ve ihtiyâca cevap verebilir. Dâruşşifânın imâret mutfağı ile ilgisi bulunmayan müstakil bir mutfağının olduğu, çalışanlar arasındaki aşçı, ekmekçi ve servis elemanları, vb. muhtelif insanların varlığından anlaşılmaktadır.

Dâruşşifâ binâsı, zaman içerisinde çeşitli tahribâta uğramış ve irili ufaklı bir takım tâmirler görmüştür. Bunlardan en mühimmi, 1509 (915)’da bütün İstanbul’u baştan başa harap eden büyük deprem sonunda gördüğü ona­rımdır. Bu deprem sırasında câmiin büyük kubbesiyle birlikte, imâret ve Se­mâniye medreseleri gibi, dâruşşifânın kubbesi de yıkılmıştı. 1765’te mey­dâna gelen ve Fâtih câmiinin ikinci kez yapılmasına sebep olan depremde ise, dâruşşifânın zarar görüp görmediğini bilemiyoruz. Hüseyin Ayvansarâyî, bu felâketin tanıklarından birisi olduğu halde, câmiin ve zarar gören diğer külliye birimlerinin inşâ ve tâmir târihlerini günü gününe ve hattâ saat ve dakîka olarak bildirmesine rağmen, dâruşşifâ konusunda sükût etmekte­dir. Bu sükûttan, dâruşşifâ binâsının kayda değer bir hasar görmediği netî­cesini çıkarmak mümkündür. Muhtelif muhâsebe defterlerinde dikkati çe­ken bâzı onarımlar ise, çok küçük çaplı olup, zaman zaman kapı, pen­cere, cam, vs. tâmirleri ile kubbe kurşunlarının yenilenmesinden ibârettir.

Dâruşşifânın II. Mahmud döneminde meydâna gelen büyük bir dep­remde de oldukça fazla hasar gördüğü anlaşılmaktadır. Semavi Eyice, “uzun zaman metruk ve harap bir halde duran Fâtih dâruşşifasının 1824 (1239)’te mütevellîsi Osman Ağa tarafından yazılan bir arz-ı hâl ile hana çev­rilmesi veya yıktırılarak arsa ve malzemelerinin satılması yolundaki müraca­atı üzerine bir rapor hazırlayan Hassa mimarı Mehmed’in, burasının yıkıl­masının maddî bakımdan daha kazançlı olacağını bildirmesi üzerine dâruş­şifâ fedâ edilmiştir.” der. Ancak, elde bulunan son verilere göre, 1825’te dâruşşifâ hâlâ faal olmalıdır. 25 Ramazan 1240 târihli bir vesîkada, külliye­nin mütevellîsi Pir Osman arzı ile, dâruşşifânın boşalmış bulunan mâni’ü’n-nukûşluk (çevre temizliğinden sorumlu bir vazîfe) vazîfesine yevmî iki akçe ile Hüseyin b. Eyyûb adlı birisinin tâyin edildiği görülmektedir. Eğer Eyi­ce’­nin dediği gibi, binâ 1824 (1239)’te “fedâ edilmiş” ise, yıkılan ve uzun süre­dir “metruk” bulunan bir dâruşşifâya 1825 yılında eleman alınmasının mânâsı yoktur. Di­ğer taraftan, yine uzun zamandan beri kullanılmaz durumda bulunan binâ­nın çevre temizliğinin sağlanması o kadar ehemmiyetli olmamalıdır. Bununla bir­likte, her hâlükârda, zikredilen rapor, müessesenin son zamanlarını yaşa­makta olduğuna işâret edebilir. Raporun, binânın yıkılmasının maddî açı­dan daha kazançlı olacağını belirtmesine rağmen, yıkım işinin gerçekleş­mediği anlaşılmaktadır. Gitgide ihmâle uğrayan dâruşşifânın, belirtilen tâ­rihlerde hizmet dışı kaldığı, zamanla yıkılan binânın yerinin çeşitli yollar­la oraya yerleşenlerin tasarruflarına geçtiği ve buraya tedrîcen ahşap barakalar ve binâlar yapıldığı bilinmektedir. Ünver, 1908’de dâruşşifânın bir kaç oda­sının hâlâ durduğunu söylemektedir. Fakat, zamanla onlar da ortadan kaldırılmıştır.

Fâtih Külliyesi dâruşşifâsında hastaların ihtiyaçlarını karşılamak üzere hamam ve mescid de bulunuyordu. Bu Mescid, 1908 (1324)’de vukû’ bulan Çırçır yangınında yıkılmış ve daha sonra oradan geçi­rilen yol dolayısıyla, temellerine kadar kazılarak enkâzı kaldırılmıştır.

5) Mektep

Mektep, Fâtih Külliyesi’nin ilköğretime tahsis edilmiş olan birimidir. Külliye vakfi­yesinde, burası için “dâru’t-ta’lîm” (öğretme yeri, evi), “mu’allim-hâne” (öğretmen evi) ve “mekteb” olmak üzere üç ayrı isim kul­lanılmıştır.

Nişâncı-zâde Mehmed, burasını “mekteb-i ta’lîm-i Kur’ân” (=Kur’ân’ın öğretildiği mektep) olarak nitelerken, Hoca Sa’deddin Efendi, “mekteb-hâne”, Ayvansarâyî ise “mekteb-i kebîr” (büyük mektep) isimleri ile ta­nımlarlar. 1746 (1159)’da “mu’allim-hâne” adıyla bilinen mektep, kısaca ilkokul olarak nitelendirilebilir. Ancak, bu tür mektepler zaman içerisinde sıbyan mektebi veya mahalle mektebi gibi adlarla da anılmışlardır.

Külliyenin yayımlanmış bulunan Türkçe vakfiyesinde, mektebin “câmi’-i şerîfin garba mâ’il olan kapısı” karşısında bulunduğu belirtilmekte­dir. Fetih­ten sonra İstanbul’da inşâ edilmiş ilk sıbyan mektebi olan bu yapı, Evliyâ Çelebi tarafından câmiin kıble kapısı dibinde gösterilir. Vakfiyede­ki bilgi ve diğer veriler dikkate alındığında, Çelebi’nin belirttiği bu mekânın doğru olmadığı görülür. Câmiin kıble kapısından maksat, bugün orijinal yapıdan numûne olarak kalan ve Taç Kapısı yâhut Çorba Kapısı ismiyle anılan kapı ciheti ise -ki öyle olduğu anlaşılıyor-, burada böyle bir binâ bu­lunmuyordu. Nitekim, söz konusu yapının yerinin “tam şadırvan avlusu arka kapısı hizasında, karşıda külliye duvarı ile bir hizada” bulunduğu bilinmek­tedir. Osman Nuri Ergin, binânın yeri olarak 1938’de Fâtih câmiinin batı tarafında bulunan “sıra kahvelerin” arkasını göstermektedir.

Kaynaklarımızda nasıl bir yapı olduğu hakkında pek bilgi verilmeyen mektebi, Ayvansarâyî’nin “mekteb-i kebîr” (=büyük mektep) olarak zikret­mesi, burasının küçük bir binâ olmadığını gösteriyor. Binânın 1658-59 (1068-69)’da küçük bir tâmir gördüğünü biliyoruz. Fakat, bundan başka her hangi bir onarım veya yenileme görüp görmediği belli değildir. Mektep binâsı 1918 (1334)’de meydâna gelen Fâtih semti yangınında yanmıştır. 1938’de bu yangından geriye kalan dört duvar hâlâ duruyordu. İstanbul’un ilk mektebi olması dolayısıyla muhâfazasının lüzûmuna işâret eden O. Ergin, burasının İl Özel İdâresi’nce satıldığını belirtir.

Süheyl Ünver’in 1946’da, “Hâlen duvarlarından parçalar kalan bir boş­luk vardır. Önü bir kahvehane bahçesidir ve diğer duvarları da birer evin hudududur. Uzaktan ancak üst pencere delikleri görülür.” diye anlattığı yapıdan bugün geriye hiç bir şey kalmamış ve yeri tamâmen meskûn mahal hâline gelmiştir.

6) Muvakkithâne

Fâtih Külliyesi’ni oluşturan birimlerden birisi de, bugün artık mevcut ol­mayan muvakkithânedir. Başlangıçta namaz vakitlerinin tâyini için kurulmuş bulunan bu birim, zamanla saatlerin ayarlanması ile de meşgul olmuştur.

Muvakkithânenin külliye içerisindeki yerini tam olarak tâyin edemiyo­ruz. Külliye elemanları arasında bir muvakkit bulunmasına rağmen, vakfiye­lerde hizmet mahalli ayrıca belirtilmemiştir. Vezâ’if ve muhâsebe defterle­rinde ise, muvakkitin câmi eleman­ları arasında zikredildiğini görüyoruz.

Acabâ başlangıçta müstakil bir muvakkithâne binâsı bulunmuyor muydu? Kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, bâzı rivâyetler muvak­kithâne olarak kullanılan müstakil bir mekânın bulunduğunu göstermekte­dir. Ebû Behrâm-ı Dımışkî Atlas-ı Minor tercümesinde, meşhur Ali Kuşçu’­nun, Fâtih Külliyesi müştemilâtından olan mektebin yakınında, vakitleri tâyin için güneşin yüksekliğini gösteren bir irtifâ tahta­sı (=musanna’ basîte) yaptı­ğını haber veriyor. Söz konusu mektebin câmiin batı cihetinde olduğunu biliyoruz. Demek ki muvakkithâne de buradaydı.

Muvakkithâne için Ali Kuşçu tarafından yapılmış bulunan basit güneş saati, bugün hâlâ câmiin sağ minâresinin kâidesinde durmaktadır.

İstanbul’un muhtelif câmilerinde bir çok muvakkithâne bulunmak­taydı. Fâtih Külliyesi muvakkithânesinin bunlar içerisinde seçkin bir yeri vardı. İstanbul’da tesis edilmiş ilk muvakkithâne olduğu şüpheli ise de, en azından ikinci muvakkithâne olduğu kesindir. Neşredilmiş bulunan Türkçe vakfiyede belirtil­diği üzere, câmie tahvil edilen büyük Ayasofya câmiine bir muvakkit tâyin edildiğine göre, ilk muvakkithâne burada açılmış olmalıdır. Ancak, Fâtih câmii muvakkithânesi faaliyete geçirildikten sonra, yüzyıllarca İstanbul’un en önde gelen muvakkithânesi burası olmuştur.

Külliye birimleri arasında mekân ve hacim olarak çok küçük bir yer işgal ettiği anlaşılan muvakkithâne, bu yüzden dikkati çekmemiş ve hakkında pek fazla bilgi verilmemiş olmalıdır. Ancak, muvakkithânenin ahşap bir yapı ol­duğu anlaşılıyor. Nitekim bu yüzden çok çabuk eskimiş ve sık sık onarımlar görmüştür. 1749 (1163)’da Sadrâzam Hacı Mehmed Paşa tarafından yeni­den yaptırıldığını görüyoruz. Aynı yüzyılın sonlarına doğru, yâni III. Selim zamânında (1214/1790) bir kez daha yapıldığı bilinen binânın inşâsı için çeşitli târihler düşürülmüştür. Daha önceki târihlerde de bu tür yenileme­ler vukû’ bulmuş ol­malıdır. Bütün yenilemelerin ilk muvakkithâne binâsının yerinde yapılması tabiîdir.

Muvakkithâne, 1917’de Fâtih’te meydâna gelen bir yangında yanmış, içerisindeki saatlerle levhalar Fâtih câmii içine nakledilmiş ve binâ bir daha yeniden yapılma­mıştır.

7) İmâret

Külliyenin temel birimlerinden birisi de imâret idi. Aslında külliyenin imâret olarak bilinen temel birimi aşhâne kısmı ise de, aşhâneyle birlikte tâbhâne, ahır (kervansaray veya Deveciler Hanı) ve bunların müştemilâtın­dan oluşan bir bölümüne de kısaca imâret adı verilmiştir. Türkçe vakfi­yede, Fâtih’in, câmiin güney cephesinde “iki âlî imâret” yaptırdığı; bun­lardan birisine dâruşşifâ, ikincisine ise yine imâret dendiği belirtilmektedir.

Külliye içerisinde imâreti oluşturan birimlerin bulundukları mevkiler, bugün çok iyi bilinmektedir. Külliyenin vaziyet plânı gözden geçirildi­ğinde, câmiin kıble yönünde Fâtih türbesi önünde bulunan hazîrenin Ha­liç tarafındaki sâhada dâruşşifâ binâsının, onun tam karşısında, yâni Mar­mara tarafındaki sâhada ise imâret birimlerinin bulunduğu görülür. Diğer bir deyişle, imâret birimleri Semâniye medre­selerinden Akdeniz cihetinde bulunan Başkurşunlu medreseyle onun câmi ile arasında yer alan meydânın güneyindeki ada üzerindedir.

Külliyenin bu bölü­münü oluşturan birimler arasında asıl büyük kütleyi tâbhâne teşkil ediyordu. Diğer birimler­den aşhâne (imâret), Akdeniz Başkurşunlu medresenin kıble yönünde he­men karşısında yer almakta, kervansaray (veya daha sonra Deve­ciler Hanı) da denilen ahır ise, tâbhânenin gerisine, aşhânenin güneyine düşmekteydi.

Tâbhâne, hem misâfirhâne ve hem de nekâhethâne olarak kullanılmış­tır. Tâb kelimesi Farsça olup ‘güç ve kudret’ mânâsına gelir. Yine Farsça bir kelime olan hâne ile birleşik hâlde bulunan tâbhâne ise, ‘güç ve kudret evi’ demektir. Bir taraftan uzun yolculuktan gelmiş olan yorgun misâfirler burada dinlenerek kuvvetlerini toplarlarken, diğer taraftan dâruşşifâda te­dâvî gördükten sonra iyileşen, fakat pek zayıf düşen hastalar tâbhânede bir süre kalmakta, nekâhet dönemlerini atlattıktan sonra taburcu edilmekteydi­ler.

Tâbhâne bugün nisbeten ayaktadır. 14 odasının olduğu görülmekte­dir. Odalar arasında bir mahzen bulunmakta, girişin iki köşesinde ikişer kubbeli mutfak ve idâreci odaları yer almaktadır. Bunların içerisi ile bağlan­tısı yoktur. 12 m. çapında büyük bir kubbeli eyvânı olan binânın damına merdivenle çıkılır. Ayrıca, ikişer kub­beli eyvânlarla 20 kubbeli revâkı vardır. Kuruluşundan sonra zaman içerisinde, diğer külliye birimlerinde olduğu gibi, çeşitli tâmirler geçiren binâ, XIX. yüzyılın başlarına gelindiğinde fonk­siyonlarını bir hayli yitirmiş durumdaydı. Bu sebeple, aynı yüzyılın ilk çeyre­ğinde medrese hâline getirilmiştir. Târihi kesin olarak bilinmemekle birlik­te, öyle görülüyor ki, vakıfların Evkâf Nezâreti’ne bağlanmasından sonra burası med­rese olarak kullanılmağa başlanmıştı. 1831 (1247) târihli vezâ’if (=cihât) def­terinde, tâbhâne kısmı medrese adıyla kaydedilmiştir. 1869 (1286)’da bu­rada 133 talebe okumaktaydı.

Medreselerin kapatılmasından sonra (16 Mart 1924) kendi hâline terk edilen tâb­hâne, uzun süre boş kalmıştır. Ancak binâ, Bakanlar Kurulu’nun 13. 11. 1989 gün ve 89/14771 sayılı karârıyla, Fâtih’in Eski Eserlerini İhyâ ve Koruma Derneği’nce Kur’an Kursu ve öğrenci yurdu olarak kullanılmak üzere, 5 yıl süreyle İstanbul Vâliliği’ne tahsis edilmişti.

Külliyenin vaziyet plânında daha küçük olarak görülen aşhâne kısmını, Evliyâ Çelebi, “70 kubbeli” mutfağı bulunan bir yer şeklinde tasvir eder. Ancak, bu rakamda bir abartma payı olduğu muhakkaktır. Binâsı, uzun târih içerisinde çeşitli sarsıntılar geçirmiş ve çoğunlukla dikkatsizce tâmir edilmiş­tir. 1509 (915) depreminde bâzı kubbelerin yıkıldığını ve onarıldığını bili­yoruz. 1765 (1179) depreminde câmiin yeniden yapılacak kadar hasar görmüş olmasına rağmen, imâretin etkilenip etkilenmediğini bilmiyoruz. Hâdisenin müşâhidi Ayvansarâyî, bu hususta sükut eder. Mutfağı ve geniş bir yemekhânesi bulunan imâret binâsından bugün tonozlu iki harap mekân kalmıştır.

Misâfir ve yolcuların hayvanlarının barındırıldığı kervansaray (ahır)ın bir bölümünün üzerine 1900’lerde Fâtih Askerî Rüşdiyesi yapılmıştır. Bu binâ, bugün ‘ilkokul’ olarak kullanılmaktadır. Diğer bir bölümünün üze­rine ise 1990’larda modern bir işhanı yapılmıştır.

Bu hizmet birimlerinin dışında, imârete mülhak olarak bir de mescid bulunuyor­du. Mescid-i Tâbhâne adıyla da anılan bu mâbed, 1765 depre­minde harap olmuş, bilâhare eski şekli tâdil edilerek ahşap çatılı olmak üzere yeniden yaptırılmıştı. Oldukça harap bir vaziyette bulunmak­tadır.

8) Fâtih Türbesi

Fâtih, bir doğu seferi için geçmiş olduğu Üsküdar yakınlarındaki Sultan Çayırı denilen mahaldeki karargâhında 3 Mayıs 1481 (4 R. evvel 886)’de, 51 yaşında öldük­ten sonra, naaşı İstanbul’a nakledilmiş ve muazzam bir ce­nâze töreninde Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın kıldırdığı namâzın ardından, câmiin kıble cihetinde mihrâbın tam önündeki bugünkü türbenin bulunduğu yere defnedilmiştir.

Fâtih’in ölümünden sonra buraya defnedilmesini vasiyet edip etmedi­ğini bilmiyo­ruz. Ancak, külliyenin kurucusu olduğuna göre, bu yere defne­dilmesi hem tabiî ve hem de geleneklere uygundu. Bugünkü Fâtih Türbesi’nin ilk hâli, oğlu Sultan II. Bâyezid tarafın­dan yaptırılmış olduğu için, tabiî olarak, kül­liye vakfiyelerinde türbe ve burada bulu­nan hizmetlilerle ilgili bilgi bulun­mamaktadır. Ancak türbenin yapılmasından sonra, tâyin edilen elemanlarla birlikte külliye kadrosuna alındığı ve bütün masrafların külli­ye gelirlerinden karşılandığı bilinmektedir. İlk yapılan türbenin nasıl bir yapı olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Çünkü, bugünkü türbe binâsı orijinal yapı değildir. Ayvansarâyî, ilk yapı hakkında bilgi verirken, “mihrâb önüne defn olundukdan sonra üzerine bir kubbeli türbe binâ olun­duğunu” ve sandukasına, ulemâ zümresinden olanların üzerine örtülen örtü ve sarık konulduğunu bildirir. Tabiî bu bilgi oldukça muahhar bir bilgidir. Türbe, geniş bir bahçe orta­sında bulunuyordu. Evliyâ Çelebi, burasını anlatırken kullandığı “... bir bâğ-ı İrem içre Ebu’l-feth Gâzî’nün ve ehlinün türbe-i pür-envârları vardur.” cümlesi ile, söz konusu bahçeyi “İrem bağı gibi bir bahçe” olarak niteler ve türbenin ise yüksek kubbeli bir yapı olduğunu haber ve­rir.

İlk türbede türbedâr, cüzhân, hâfız, ferrâş, buhûrî, vs. gibi yüz civârında vazîfeli bulunduğunu görüyoruz. Bunlar nerede kalıyorlardı? Eski türbe, binâ olarak bugün mevcut bulunmamakla birlikte, bugünkü yapı eskisinin temelleri üzerine inşâ edildiğine göre, fazla geniş bir mekân olmadığı kolayca anla­şılabilir. Bu kadar geniş eleman kadrosunun bu küçük mekâna sığması mümkün değildir. Acabâ, elemanların kalabilecekleri ve türbeye biti­şik başka bir binâ veya odalar mı vardı? Eldeki bilgilerle bugün için kesin bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir. Şâyet böyle ek mekânlar bulun­muyor idiyse, türbe elemanların­dan olan cüzhân, hâfız, salavâthân gibi ‘okuyucu’ların, vazîfelerini câmide îfâ ettik­leri söylenebilir.

Hüseyin Ayvansarâyî’nin bildirdiğine göre, ilk türbe 11 Mayıs 1765’te, Kurban bayramının üçüncü günü, güneşin doğuşundan bir saat sonra mey­dâna gelen büyük depremde harap olmuştu. Türbenin yeniden yapılmasına 6 Aralık 1766 (4 Re­ceb 1180)’da başlanmış ve yapı aynı yılın 28 Mart’ında tamâmlanmıştır.

Barok stilindeki bugünkü Fâtih türbesi on köşeli bir yapı olup, duvar­ların kalınlığı her köşede güçlendirilmiştir. 1784 (1199)’te türbe kapısının sövesi I. Abdülhamid tarafından değiştirtilmiş ve üzerine “Hüve’l-Hallâku’l-Bâkî” (=Bâkî olan her şeyin yaratıcısı Allâh’tır) yazısından sonra, “Küllü nef­sin zâ’ikatu’l-mevt” (Her nefis ölümü tadıcıdır) âyeti ilâve edilmiştir. Ayrıca:

Cenâb-ı Hazret-i Abdü’l-hamîd Han kıldurup tahrîr

Bu pür-nûr merkade bu âyeti vaz’etdi ibret-gîr

beyti de eklenmiştir.

I. Abdülhamid dönemine âit târihsiz bir vesîkadan öğrendiğimize göre, bu sırada sâdece kapı sövesi değiştirilmemiş, türbe yeniden tef­riş edilmiştir. Vesîkada, türbenin eksiklerinin bir kaç güne kadar bitirileceği, bu se­beple gerekli malzemenin vakfı tarafından karşılanması istenmekte; ancak sanduka­nın “teberrüken” Ka’be’nin örtüsüyle örtülmesi husûsunda ferman talep edilmektedir. Bunun üzerine çıkarılan buyrulduda, sandukaya örtüle­cek Ka’be örtüsünün Enderûn Hazînesi’nden verileceği belirtilmiştir.

Türbede Fâtih’in mermer bir lahdi bulunmaktadır. Eskiden kabir etrâ­fında oymalı gümüşten yapılmış zarif bir şebeke ile, yine gümüşten yapılmış dört büyük kollu bir şamdan bulunuyormuş. Fakat bugün bunlar yoktur. Türbe içerisinde câmi tarafındaki duvarda mermer üzerine hakkedilmiş, ünlü şâir Abdülhak Hâmid’in fevkalâde hisli ve güzel “Merkad-i Fâtih’i Ziyâret” (1294/1877-78) başlıklı bir şiiri bulunmaktadır. Giriş kapısı önüne küçük, câmekânlı bir bölme ilâve edilmiştir; bu­rada aynı zamanda türbenin bekçisi kalıyor.

***

Fâtih Külliyesi, yukarıda kısaca hulâsa olunan birimleriyle yüzyıllar boyunca halka hizmet vermiştir. Külliyenin bânîsi Fâtih Sultan Mehmed’in, bu birimlerin hem ayakta kalabilmesi ve hem de kendilerinden beklenen hizmetleri kesintisiz sunabilmesi için husûsî bir yönetim kadrosu ve zengin bir akârât tahsis ettiğini biliyoruz. Külliye vakfiyesinde, bu elemanlarla birlikte söz konusu gelir kaynaklarının geniş bir dökümü sunulmuştur. Kısaca hulâsa edecek olursak, şunları söyleyebiliriz:

Külliyenin, yayımlanmış olan Türkçe vakfiyesi gözden geçirildiğinde, esas olarak, iki farklı kategoriye ayrılabilecek gelir kaynaklarının bulundu­ğunu görülür. Bunlar:

a) Zirâî nitelikli kaynaklar,

b) ‘Binâ’ nitelikli kaynaklardır.

Bir üçüncü gelir kaynağı olarak, aslında tarımla yakından ilgisi bulun­mamasına rağmen, tarım bölgelerinden veya şehirlerden sağlanan ve örfî vergi­ler kategorisine sokulan bir kısım cizye gelirleri daha vardır. Bu tür gelirler zirâî nitelikli gelirler gibi bir üretim netîcesi hâsıl olan kazançlar üzerinden alınmayıp, doğrudan ödeyen kişinin içtimâî ve dînî durumuyla ilgiliydi; yâni zimmî statüsündeki vergi verebilecek durumda bulunan Osmanlı tebeası gayr-i Müslimlerden alınmakta idi.

Zirâî nitelikli gelir kaynaklarından olmak üzere, Fâtih Sultan Mehmed’in, Trakya’nın çeşitli yerlerine dağılmış çok sayıda kazâ ve köyün gelirlerini külliyesine vakıf olarak tahsis ettiğini görürüz. Vakıf literatüründe söz konusu gelir kay­naklarına irsâd ve tahsîs kabîlinden vakıflar veya gayr-i sahîh vakıflar denmektedir. Hukûkî bakımdan bu uygulama, gelirinin devlet haz­înesine gitmesi gereken bir mülkün, şer’î (hukûkî) bakımdan devlet hazîne­since desteklenmesi gereken bir cihete pâdişah (devlet) tarafından tahsis edilmesi demekti. Vakıf kurucusu olarak Fâtih’in, külliyesine tahsis ettiği tarım alanları ge­niş bir sâhaya yayılmıştır. Bu yerlerle ilgili en teferruatlı bilgiler, yayımlanmış olan Türkçe vakfiyede, 1577 (985) târihli vakıf Tahrîr Defteri ile yanlışlık­la ‘807/1404’ olarak târihlenmiş bir hudûd-nâme defterinde yer almaktadır. Söz konusu vakfiyede çiftlikler, arz ve harklar da köylerle birlikte sayıla­rak yekûn “otuz aded akâr” vakfedildiği belirtilmektedir. Ancak bu kaynaklar sâbit kalmamış ve bilâhare yapılan tahsislerle genişletilmiştir. Bu durum za­man zaman tekerrür et­miş ve köy sayısı, vakfiyede verilen sayının iki katını aşmıştır. Nitekim, vakfiyede 30’un altında köy adı verilmesine rağmen, bu sayı 1489-90 (894-95)’larda 50’nin üzerine çıkmış bulunuyordu. 1540 (947)’da ise, köy sayısı 67 olmuştu. 1577 (985) târihli Tahrîr Defterinde külliyenin gelir kaynakları arasında 73 köy bulunduğu görülmektedir. Bu sa­yılara kazâ merkezleri, çiftlikler ve bâzı cemâ’atler dâhil değildir.

Tarım alanlarıyla ilgili en teferruatlı bilgilerin bulunduğu kaynaklardan birisi olan söz konusu Tahrîr Defteri üzerinde bir nebze durmak gerekmek­tedir Defterde, kayıtlı gelir kaynaklarının tamâmının münhasıran külliye ta­rafından tasarruf olunduğu belir­tilir. Bu durum şu bakımdan mühimdir: Vakfiyelerde çoğu zaman külliye birimleriy­le birlikte Ayasofya, Molla Zeyrek ve Vefâ câmileriyle Kalenderhâne ve Eski İmâret gibi hayır eserlerinin de zikredildiğini ve bu eserlerin hepsinin, yine vakfiyelerde yer alan gelir kay­naklarından faydalanacaklarının ifâde edildiğini görürüz. Oysa, külliye mekânının dışında kalıp da vakfiyelerde zikredilen öteki hayır eserleri, ol­dukça erken târihlerde külliyeden ayrılarak müstakil idârelere kavuşmuşlar ve ayrı gelir kaynaklarına sâhip olmuşlardı. Esâsen daha 1489-90 gibi erken bir târihe âit muhâsebe kayıtları arasında sâdece külliye birimlerinin ve bun­lar için yapılan mas­rafların bulunması, söz konusu ayırımı göstermektedir.

Külliyeye gelir kaynağı olarak tahsis edilen yerler, ‘çeltik’ de dâhil, her türlü zirâî üretimin yapıldığı yerlerdi. Çoğunlukla buğ­day, arpa, yulaf, çavdar, mercimek, darı ve pirinç gibi tahıl ürünleriyle kavun, karpuz, sebze, meyve ve bakliyat gibi daha çok bahçe ürünleri vergiye konu edilmişti. Hemen her köyde görülen resm-i ağnâm denilen vergi, aynı yer­lerde bir hayli koyun beslendiğini göstermektedir. Buna paralel olarak, otlak ve yaylaklar da vergi konusu olmaktaydı. Köylerin mühim bir bölümünde gayr-i müslimler oturuyordu. Bunla­rın besledikleri hınzır (domuz)lardan resm-i hınzır adıyla bir vergi alındığını görüyoruz. Kezâ, yine gayr-i müslim bölgelerinde yapılan içkiler de vergiye (resm-i fuçı) tâbi idiler. Diğer taraftan, evlilik vergisi (resm-i ‘arûs), tapu resmi, bâd-i hevâ, beytü’l-mâl ve ihzâriye gibi, üretime dayanmayan ve faali­yetlere, yâhut bir takım işlere taalluk eden vergiler de külliye için tahsil olu­nu­yordu. Kısaca ifâde etmek gerekirse, timar sistemi içerisinde raiyyet rü­sûmu olarak bilinen ve timar sâhiplerine ödenmesi gereken bütün vergi ka­lemleri, bu bölgede Fâtih Külliyesi için tahsil olunuyordu. Hattâ, söz ko­nusu Tahrîr Defterindeki çeşitli pusulalar ve şerhlerden anlaşıldığına göre, bölgedeki koruluklar ve ormanlar da vakıf malları arasında bulunmakta, bunlardan vakıf köylüsü olmayanların faydalanmalarına izin verilmemekte idi.

Vakfiyelerde çok sayıda dükkân, han, ev, hücre (oda), anbar, mahzen, menzil, değirmen ve benzeri yerlerin gelir kaynağı olarak vakfedildikleri gö­rülmekte ise de, bunların pek azı Fâtih Külliyesi için tasarruf olunmuştur. Yukarıda vakfiyelerde külliye birimleriyle birlikte Aya­sofya, Molla Zeyrek ve Vefâ câmileriyle, Kalenderhâne ve Eski İmâret’in de zik­redildiğini; ancak bunların daha sonra ayrılarak müstakil idârelere ka­vuşturulduğunu belirtmiştik. İşte bu ayırım sırasında, vakfiyelerde görülen ‘binâ’ türü gelir kaynaklarının büyük bir kısmı ayrılmış ve bu yapılar için tasarruf olunmağa başlanmıştır.

Yayımlanmış bulunan Türkçe vakfiyede, Fâtih Sultan Mehmed’in, fetihten hemen sonra halkın ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir çok hamam yaptırdığı ve bunları hayrâtına gelir sağlamak mak­sadıyla vakfettiği belirtilir. Bu hamamlardan 11’i bizzat İs­tanbul içinde, 3’ü ise Gala­ta’da bulunuyordu. Hamamların hemen hepsinin bulundukları yerler bugün bilinmekte­dir. Bu hamamlar yüzyıllarca İstanbul insanına hizmet verdi. Sonraki yüzyıllarda, yukarıda kısaca zikrolunan gelir kaynaklarına zaman zaman küçük ilâvelerin yapıldığını da belirtmek gerekir.

Fâtih, külliyesinin yönetimi, denetimi ve burada zikredilen gelir kaynaklarının işletilmesi konusunda husûsî elemanlar tâyin etmişti. Külliyeyi yönetmek üzere bir nâzır, bir mütevellî, kâtib ve yönetim işlerinde kendilerine yardımcı olacak bâzı elemanlar bulunmaktaydı. Ayrıca, gelirleri tahsil etmek üzere istihdam edilmiş mûtemet, kâtip, câbî gibi elemanlar tâyin edilmişti. Külliyeye âit muhâsebe defterlerinde, söz konusu gelirlerin nerelere harcandığına dâir teferruatlı bilgiler bulunmaktadır. Bunlar kısaca

a) Personel giderleri,

b) Beslenme giderleri,

c) Bakım ve onarım giderleri,

d) Yardım nitelikli giderler. Bunlar da üç gruba ayrılabilir:

1) Mülhak câmi, mescid ve medreselere yapılan yardımlar,

2) Fertlere yönelik yardımlar,

3) Hazineye aktarılan meblağlardır.

Bütün bu gelir ve giderler sıkı kontrole tâbi tutulmuş; tutulan muhâsebe kayıtları külliye yönetiminin tasdîkinden sonra merkezî yönetime sunulmuş ve buranın onayından geçtikten sonra nihâî hâllerini almışlardır.

***

Burada son olarak, Fâtih Külliyesi’nin yüzyıllar boyunca cemiyete sunduğu hizmetlerle ilgili olarak da birkaç söz söylemek yerinde olacaktır:

Fâtih Külliyesi, öncelikli olarak, bir eğitim ve öğretim kampüsü niteliği taşımaktadır. Bu nitelik, külliye için tahsis olunan gelir kaynaklarının bilhassa müessese içine dönük olarak sarf edilişinde açıkça görülmektedir. Fakat bu yapısı, onun cemiyetle sürekli ilişki içinde olmasını engellemeyecektir. Bilhassa Müslüman halkın tamâmının hiç bir sınırlama olmaksızın girerek ibâdetini ettiği câmi, söz konusu ilişkinin sürekli ve canlı tutulmasını temin eden birimlerin başında yer alarak, cemiyetin, külliyenin öteki birimleriyle de irtibat hâlinde olmasını kolaylaştırmıştır. Aynı şekilde, külliye dâruşşifâsı da nisbeten câmie benzer bir fonksiyon icrâ etmiş; zengin-fakir, müslim ve gayr-i müslim ayırımı yapmaksızın, ihtiyâcı olan bütün insanlara kapılarını açmış ve hizmet sunmağa çalışmıştır.

Oysa, fonksiyonları bakımından külliyenin öteki birimlerinin; yâni medreselerin, kütüphânenin, mektebin ve hattâ imâretin durumları biraz farklıdır. Meselâ, yüksek seviyede eğitim veren ve aynı zamanda devlete daha kalifiye ve daha kaliteli eleman yetiştiren Sahn medreseleri, külliyenin kuruluşundan XVIII. yüzyılın son çeyreğine kadar, kapılarını her başvurana açmamış; talebe kontenjanı vakfiyede öngörüldüğü şekilde her medrese için 15 kişi ile sınırlı tutulmuş ve en azından prensip olarak istîdatlı ve kâbiliyetli talebenin seçimine îtinâ gösterilmiştir. Aynı dönem içerisinde, yâni külliyenin kuruluşundan XVIII. yüzyılın son çeyreğine kadar, Sahn medreselerinin “idâdîleri” durumunda bulunan ve teorik olarak Semâniye’ye talebe yetiştirmesi tasavvur olunan Tetimme (=Mûsıla-i Sahn) medreselerinin talebe sayısı, Sahnlarda olduğu gibi tam olarak tesbit edilemiyorsa da, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru (1206 / 1791-92) yapılan İstanbul medreseleriyle ilgili bir nüfus sayımının ortaya koyduğu üzere, fazla kalabalık gözükmemekte, hattâ bu târihte yekûn (241) Sahn talebesinden çok daha az (184) talebenin bizzat Tetimme medreselerinin talebe oda (hücre)larında barındığı anlaşılmaktadır. Bu durum, gerek Sahn ve gerekse Tetimme medreselerine, asırlarca sınırlı sayıda talebe kabûl edildiğini; başlangıçta tesbit olunan çerçevenin mümkün olduğu kadar korunmasına çalışıldığını göstermektedir. Bunun, hem yürütülmekte olan eğitim-öğretim faaliyetlerinin kalitesini yüksek tutmak ve hem de bu gâyeyle vâkıf tarafından tahsis olunan gelirlerin kifâyet etmesini temin gibi bir maksadı olmalıdır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere, bilhassa aynı yüzyılın sonlarına doğru, burada vurgulanan hususlarda daha önceleri gösterilen titizliğin artık ihmal edilmeğe başlanmış olması (nitekim önceleri Sahn talebesinin yekûn sayısı 120 iken, yukarıda zikredilen nüfus sayımında 241 olarak gözükmektedir), Osmanlı devletinin müesseselerinin tamâmında bir süredir görülen umûmî çözülmenin, külliyeye ve külliye medreselerine de sirâyeti olarak mütâlaa edilebilir.

Mekteb ise, münhasıran kimsesiz çocuklar için tesis edilmiş; ancak bu durumda yeterli çocuk bulunamaması hâlinde, yine münhasıran fakir Müslüman çocuklarına öncelik tanınmıştır. Mektepte çocuklara daha ziyâde okuma-yazma öğretmek, Kur’ân okutmak ve ilmi-hâl bilgileri verilmek şeklinde sınırlı bir eğitim sürdürülmüştür. Bu hâliyle, bugünün ilkokulları durumundadır.

Câmi içindeki ve bilâhare câmie bitişik olarak yaptırılan müstakil kütüphânede bulunan kitaplardan faydalanma önceliğinin Sahn ulemâsı ile külliye talebesine tanınmış olması da ilgi çekicidir. Gerçi külliye dışından başvuranlar da cevapsız bırakılmamakta ise de, bunların ikinci plânda tutulduğu görülmektedir. Bu durum da, kütüphânenin daha ziyâde bir kampüs kütüphânesi niteliği taşıdığını ortaya koymaktadır.

İmârete elince; buranın da evvel emirde külliye personeline hizmet verecek tarzda düzenlendiği görülmektedir. Külliye dışından kimselere; yâni kimsesizlere, misâfirlere, bâzı tekkelere ve husûsî tahsise mazhar olan küçük gruplara hizmet sunulması, vakfın gelir kaynaklarının ve elde edilen gelirlerin umûmî durumuna göre düzenlenmiş; mâlî durum uygun ise, yapılmakta olan yardımların ve sunulan hizmetlerin çerçevesi genişletilmiş; gayr-i müsâit ise daraltılmıştır. Esâsen yapılan harcamaların dağılımı da bunu göstermektedir.

Külliyenin, bir bütün olarak, sunduğu hizmetleri ana hatlarıyla tasnif ettiğimizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

a) Akademik seviyede eğitim ve öğretim hizmetleri,

b) Dinî ve sosyal nitelikli eğitim hizmetleri,

c) Tıp eğitimi ve sağlık hizmetleri,

d) Sosyal hizmetler,

e) Merkezî yönetim (devlet) ile cemiyet arasındaki irtibâtın sağlanmasına yönelik katkılar.

Akademik seviyede eğitim ve öğretim hizmetleri derken, burada münhasıran külliye medreselerinde yürütülen eğitim-öğretim faaliyetleri; bu faaliyetlerin neticesi olarak, İslâm cemiyetine üst seviyede din adamı ve devlete kaliteli eleman yetiştirilmesi; bu elemanların Osmanlı yönetim kademelerinde oynadıkları rol; kezâ aynı faaliyetler sırasında ortaya konulan ilmî ürünler ve bu ürünlerin kemiyet ve keyfiyet bakımından durumu kasdedilmektedir. Sahn medreselerinde ders veren ulemânın bürokratik yönü son derece güçlü idi; medreselerin başlangıçtan îtibâren tâkip ettiği yol veya medreseleri bitirenlerin istihdam alanlarının sınırlı oluşu, ulemâyı ümerâ ile sıkı bir ilişki içine sokmuş, bu da ister istemez onların siyâsî mücâdelelere karışmalarına yol açmıştır. Ortaya çıkan bu bürokratik yapı, Sahn müderrislerinin büyük bir çoğunluğunun kısa süre içerisinde medreselerden ayrılarak kadı, müftü, vs. gibi fiilen yöneticilik mânâsına gelen devlet kademelerine yönelmelerini teşvik etmiştir. Bu arzûnun XVI. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren arttığını ve XVII. yüzyılın başlarından îtibâren de hızlandığını görüyoruz. Bu gelişmeye paralel olarak ortaya konulan ilmî ürünlerin kemiyet ve keyfiyet bakımından gerilemesi de tesâdüfî bir netice olmasa gerektir. Zîrâ, medrese dışında vazîfe üstlenenler, ilmî çalışmalarına medrese dönemlerinde olduğu kadar zaman bulamamış gibi gözükmektedir. Diğer taraftan, eğitimde dikkati çeken güçlü bir nakil ve tekrar geleneği, ilmî verimi köstekleyici bir rol oynamış olmalıdır.

Külliye vâsıtasıyla sunulan dînî ve sosyal nitelikli eğitim hizmetleri ise, esas olarak câmi bünyesinde cereyân etmiştir. İslâm cemiyetinin bir çok ferdinin günün beş vaktinde burada toplanıyor olması, bir taraftan fertler arasındaki kaynaşmayı ve sosyalleşmeyi temin ederken, diğer taraftan câmiin imâmı, vâizi, hatîbi ve hattâ müezzinleri ile öteki dînî nitelikli vazife îfâ edenlerin toplanan cemaatle temasları, onların dînî bilgilerini arttırmalarını, en azından ilm-i hâl bilgilerini zenginleştirip pekiştirmelerini sağlamıştır. Kezâ, bu şekilde teessüs eden mistik ve psikolojik ortam, cemiyetin hâfızasını ve mâşerî vicdânı şekillendirmek bakımından elverişli olmuştur. Diğer bir deyişle câmi, cemiyetin “yaygın eğitim” gördüğü bir merkez olarak fonksiyon icrâ etmiştir.

Dâruşşifâ kanalıyla sunulan tıp eğitimi ve sağlık hizmetlerine gelince; kuruluştan XIX. yüzyılın ortalarına kadar, İstanbul’un tıp ve sağlık hizmetleri, şehirde bulunan öteki dâruşşifâlarla birlikte, Fâtih Külliyesi dâruşşifâsı vâsıtasıyla sunulmuştur. Bilhassa, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde kaldığı görülen pratik tıp eğitimi ile, hem yeni hekimlerin yetişmesine katkıda bulunulmuş ve hem de teorik bilgilerle mücehhez mübtedî tabiplerin staj gördükleri bir uygulama alanı oluşturulmuştur.

Külliye personelinin beslenmeleri dışında, imâret kanalıyla fakirlere, yolculara, kimsesizlere ve öteki ihtiyaç duyanlara sunulan hizmetler de sosyal yönü ağır basan faaliyetler olarak ele alınabilir. Böylece, sığınacak bir yer arayan insanların ortada kalmaları önlenmiş, karınlarını doyuracak ve barınacak bir yer bulmalarına yardımcı olunmuş ve sosyal dengenin sarsılmasına mâni olunmağa çalışılmıştır.

Külliyenin, yönetim ile cemiyet arasındaki irtibâtın sağlanmasına yönelik katkılarına gelince; bütün birimleriyle Fâtih Külliyesi’nin bu hususta bir iletişim ve haberleşme kanalı olarak vazife gördüğü ileri sürülebilir. Basın ve yayın vâsıtalarının bulunmadığı bir ortamda, devlet yöneticilerinin çeşitli istek ve tamimlerinin halka duyurulması elbette mühimdi. Bilhassa aracı olarak cemiyetin daha fazla îtimat ettiği din adamlarının kullanılması etkili olacaktı. Nitekim, bugün bile, iletişim vâsıtalarının yaygınlığına ve hızına rağmen, câmi kürsü ve minberlerinin bir çok devlet duyurusuna kanal vazîfesi gördüğü dikkate alınırsa, söz konusu vâsıtaların hemen hemen hiç bulunmadığı dönemlerde, aynı konularda câmiin oynadığı rol daha iyi takdir edilecektir. Üstelik, külliye bünyesinde bu irtibat sâdece câmi ile de sınırlı kalmamış; binlerce Sahn müderrisi kadı, müftü, nakîbü’l-eşrâf, kazasker, şeyhülislâm, vb. olarak aktif vazîfeler îfâ ederken, sürekli cemiyetle irtibât hâlinde bulunmuş, devletin tamim, hüküm, fermân ve benzeri istekleri önce bunlara ulaşmış, bilâhare onlar tarafından cemiyete yansıtılmıştır.

Dolayısıyla Fâtih Külliyesi, Osmanlı devletinin uzun târihi boyunca hem bir ilim, eğitim ve kültür merkezi olarak ve hem de bir bütün olarak cemiyete sunduğu sosyal ve hayrî nitelikli hizmetleriyle mühim bir rol oynamıştır.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanacaktır: Bilim Tarihi,.....................

[1] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Ö. Lütfi Barkan, “İmâret Sisteminin Kuruluş ve İşleyişi”, İÜİFM, XXII/1-2 (1963), s. 239; Feridun Akozan, “Türk Külliyeleri”, VD/VIII (1969),, s. 303; H. Ziya Ülken, “Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, VD/IX (1971), s. 30; Tülay Reyhanlı, “Osmanlı Mimarisinde İmâret: Külliye Üzerine Notlar”, TKA, XV/1-2, Ankara 1976, s. 121-122; Bahaeddin Yediyıldız, “Sosyal Teşkilatlar Bütünlüğü Olarak Osmanlı Vakıf Külliyeleri”, TK/219 (Mart-Nisan 1981) s. 264; Semavi Eyice, “Mimar Sinan'ın Külliyeleri”, VI. Vakıf Haftası (Bildiriler), İstanbul 1989, s. 169.

[2] Eyice, a.g.m., 169.

[3] O. Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, İstanbul 1939,  s. 5-8.

[4] Msl. Bkz. Fâtih Mehmed II. Vakfiyeleri,VGM. Yayını, nr. 1, Ankara 1938,  s. 55-57.

[5] Akozan, a.g.m., s. 303.

[6] Murat Reyhanlı, “XIII. Yüzyılda Anadolu Türk Mimarisinde “Külliye””, Belleten, XXXI/123 (1967), s. 122.

[7] Doğan Kuban, “Anadolu Türk-Şehri, Târihî Gelişmesi, Sosyal ve Fizikî Özellikleri Üzerinde Bazı Gelişmeler”, VD/VII (1968), s. 71.

[8] Katoğlu, a.g.m., s. 335.

[9] Kuban, a.g.m., s. 71.

[10] Murat Ögel, “Osmanlı Devrinde Türk Külliyeleri”, TK, sayı 11 (Eylül 1963), s. 37; Katoğlu, a.g.m., s. 335-344.

[11] Barkan, “İmâret Sisteminin Kuruluş ve İşleyişi”, s. 239; Halil İnalcık, “Fâtih Sultan Mehmed Tarafından İstanbul'un Yeniden İnşası”, [“The Re-building of Istanbul by Sultan Mehmed the Conqueror”, Cultura Turcica, vol. IV, 1967, No. 1-2] (trc. F. Unan), OÜEFD, 3 (Samsun, Aralık 1988), s. 221.

[12] Bu husûsta teferruatlı bilgi için bkz. Barkan, a.g.m., s. 239-296; Ögel, a.g.m., s. 37-41; Katoğlu, a.g.m., s. 335-344; Akozan, a.g.m., s. 1969: 303-308; Ülken, a.g.m., s. 13-37; Reyhanlı, a.g.m., s. 121-129; O. Aslanapa, Osmanlı Devri Mimarisi, İstanbul 1986, s. 12-47. Aptullah Kuran, “Onbeşinci ve Onaltıncı Yüzyıllarda İnşa Edilen Osmanlı Külliyelerinin Mimarî Esasları Konusunda Bazı Görüşler”, İ. Ü. I. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (15-20 Ekim), İstanbul 1973, s. 795-814.

[13] E. Hakkı Ayverdi, Fâtih Devri Mimarî Eserleri, İstanbul 1953, s. 9; İnalcık, “Fâtih Sultan Mehmed Tarafından İstanbul'un Yeniden İnşası”, s. 220.

[14] Burada Fâtih Külliyesi, birimleri ve bu birimler vâsıtasıyla sunulan hizmetlerle ilgili olarak verilen bilgiler, tarafımızdan hazırlanıp yayımlanan Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (TTK, Ankara 2003) adlı çalışmamızdan hulâsa edilmiştir. Söz konusu çalışmada külliye ile ilgili bilgiler, problemler çerçevesinde referanslarıyla birlikte geniş bir şekilde tedkik ve tahlil edilmiştir. Dolayısıyla burada verilen bilgilerin dip-notlandırılmasına ihtiyaç duyulmamıştır. İhtiyaç duyulduğunda söz konusu çalışmamıza başvurulabilir.