Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-39                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

MEVLEVİYET*

[Mevleviyyet]

Mevleviyet, Osmanlı döneminde ilmiye tarîki içerisinde kullanılan bir terim olup, esas îtibâriyle kadılık demektir. Ancak, daha ziyâde büyük kadılıklar için kullanılmıştır. Osmanlı devletinde, dereceleri îtibâriyle kadılıklar esas olarak iki gruba ayrılmışlardı. Bunlardan birincisine mevleviyet kadılıkları, ikincisine ise kazâ kadılıkları denilmekteydi[1]. Osmanlılara başkentlik etmiş olan Bursa, Edirne ve İstanbul gibi şehirlerle Balkanlarda, Anadolu’da ve Osmanlı idâresinde bulunan çeşitli Arap topraklarında yer alan, gerek stratejik ve gerekse nüfus ve kültür bakımından önde gelen büyük ve mühim şehirler devlet çarkının işlemesi ve halkın âsâyişi açısından fevkalâde ehemmiyet arz ettikleri için, buraların yönetimine bilhassa îtinâ edilmekte, bu şehirlerin adlî/kazâî mekanizmasının başına ilmî dirâyetleri ile temâyüz etmiş, idârî/kazâî ehliyeti bulunan seçkin ilim adamları (ulemâ) gönderilmekte idi[2]. İşte bu tür şehirlerin kadılıkları mevleviyet, buralara tâyin olunan kişiler ise mevleviyet rütbesini hâiz kadılar olarak kabûl edilmişlerdir. Bu nitelikleri hâiz müderris ve kadılar mevâlî (mollalar), şüyûh-ı müderrisîn (müderrislerin şeyhleri, önde gelenleri), kibâr-ı müderrisîn (müderrislerin büyükleri)... gibi mültefit sıfatlarla tavsif edilmişlerdir[3].

Terim olarak mevleviyetin, XV. asrın ortalarından îtibâren kullanıldığı anlaşılıyor. Fâtih Sultan Mehmed’in meşhûr Teşkilat Kanûnnâmesi’nde, “Ve Sahn mollaları makâm-ı mevleviyettedir. Anlar cümle sancak beğlerine tasaddur ederler. Ve dâhil müderrisi ve hâric müderrisi dahi makâm-ı mevleviyettedir.[4]” denilmektedir. Buna göre. “mevleviyet makâmında” bulunan Sahn müderrisleriyle birlikte dâhil ve hâriç medreseleri müderrisleri, potansiyel olarak büyük kadılıkların müstakbel kadıları durumunda idiler; dolayısıyla zamânı ve sıraları geldiğinde mevleviyet îtibâr olunan şehirlerin kadılıklarına tâyin ediliyorlardı. Bu durum, yâni Sahn, dâhil ve hâriç medreselerinin müderrislerinin mevleviyet makâmını ihrâz etmeleri, XVI. asrın ikinci yarısında Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymâniye medreselerinin eğitim ve öğretim faaliyetine başlamalarına kadar devâm etmiştir. Bu târihe kadar ilmiye teşkilâtı içerisinde en yüksek rütbeli müderrisler -yevmî altmış akçeli tek Ayasofya medresesi müderrisi hariç-, Sahn medreseleri müderrisleri olduğu için, en yüksek kadılıklara da yine büyük bir ekseriyetle aynı medreselerde ders vermiş olan müderrisler tâyin edilmişlerdi[5]. Ancak, bu zaman zarfında mevleviyet îtibâr olunan kadılıklar, derece ve rütbe bakımından kesin bir sıralamaya tâbi tutulmamışlardı.

Fakat, XVI. asrın ortalarından îtibâren, statü ve kadro bakımından Sahn medreselerinin üzerinde bulunan Süleymâniye medreselerinin faaliyete geçişlerinin ardından, Fâtih zamânında teşekkül eden yapı, yeni bir tasnife tâbi tutuldu[6]; ilmiye tarîkinde rütbeler, pâyeler ve medrese hiyerarşisi tekrar düzenlendi. Bundan sonra mevleviyetlerin statüleri daha da netleşecek, hangi kazâların mevleviyet sayılacağı, hangi medreselerin müderrislerinin bu tür kadılıklara tâyin edilecekleri muayyen kâidelere bağlanacaktır. Bu düzenlemeye rağmen, bugün bildiğimiz mevleviyet kategorileri, bir anda değil peyderpey ortaya çıkıp, zaman içinde şekillenmişlerdir.

Bu sûretle ortaya çıkan ve mevleviyet îtibâr olunan kadılıkları, hem ücretleri ve hem de îtibâr derecelenmesi bakamından ayrı ayrı ele almak mümkündür. Ücret bakımından mevleviyetler 300 ve 500 akçeli olmak üzere iki gruba ayrılıyorlardı. 300 akçeli kadılıklar en düşük rütbeli mevleviyetler idiler; bunlara bilâhare devriye mevleviyetleri denilecektir. Sahn medreselerinin müderrisleri ise, yevmî 500 akçe ile kazâya çıkıyorlardı. Bu tasnifi Fâtih’in meşhûr Teşkilât Kanûnnâmesi’nde de görebiliyoruz[7].

Mevleviyetlerin îtibâr bakımından derecelenmelerini ise, alttan üste doğru ve kadıların terfî sıralarına göre şu şekilde gösterebiliriz:

1- Devriye mevleviyetleri,

2- Mahreç mevleviyetleri,

3- Bilâd-ı hamse mevleviyetleri,

4- Harameyn mevleviyetleri.

Bu tasnifte yer alan devriye mevleviyetileri, en düşük dereceli mevleviyetler idi. Bunlara muhtelif dâhil ve hâriç medreselerinin müderrisleri tâyin olunuyor ve kendilerine yevmî 300 akçe ödeniyordu. Peyderpey devriye mevleviyeti statüsünde muâmeleye tâbi tutulmuş şehirler şunlardır: Adana, Ayıntâb, Bağdad, Beyrut, Bosna, Çankırı, Diyâr-ı Bekr, Erzurum, Filibe, Konya, Kütahya, Mar’aş, Rusçuk, Sivas, Sofya, Trablusgarb, Van. Zaman içerisinde bu şehirlerin bâzıları elden çıkacaktır. Bu şehirlerde bir süre vazîfe îfâ eden kadılar, ma’zûl duruma düştükten sonra, mahreç mevleviyeti pâyesi alırlar, tâyin edilecekleri bir mahreç kadrosunun boşalması hâlinde, mahreç mevâlîsi olarak atanabilirlerdi[8].

Devriye mevleviyetinin üzerinde yer alan kadılıklara ise mahreç mevleviyetleri denilmiştir. Mahreç, çıkış yeri, çıkılan yer demektir; yüksek rütbeli müderrislerin ilk olarak kadılığa çıktıkları yerler olmaları hasebiyle, bu isimle anılmışlardı. Mahreç mevleviyeti statüsünde bulunan şehirler başlangıçta şunlardı: Galata, Haleb, İzmir, Kudüs, Selânik, Tırhala Yenişehri. Daha sonra bu kadılıklara Eyüp, Girit, Sofya, Trabzon ve Üsküdar şehirleri ilâve edilmiştir. Mahreç mevleviyetlerine önceleri Sahn medreseleri müderrisleri tâyin olunurken[9], XVI. asrın ortalarından îtibâren Sahn ile birlikte Süleymâniye, Süleymâniye Dâru’l-hadîsi, Hâmise-i Süleymâniye ve Mûsıla-i Süleymâniye medreseleri müderrisleri tayin edilmeğe başlanmıştır[10].

Yukarıdaki tasnifte üçüncü sırada yer alan Bilâd-ı hamse [beş şehir] mevleviyeti statüsündeki kadılıkları, başlangıçta Mekke, Edirne ve Bursa olmak üzere üç şehirden [bilâd-ı selâse] ibâretti. Daha sonra, bunlara Mısır [Kahire] kadılığı eklendi ve sayı dörde [bilâd-ı erba‘a) çıkartıldı. Bilâhare XVIII. asırda (1135/1772) bu şehirlerden Medîne kadılığı Harameyn mevleviyetine dâhil edilince, bu kategorideki kadılıkların sayısı yine üçe indi ise de, aynı sırada Şam’ın derecesinin yükseltilip buraya dâhil edilmesiyle tekrar eski sayıya ulaşıldı. Aynı sırada Filibe’nin statüsünün yükseltilmesi ile, statü bakımından biribirine eşit bilâd-ı hamse [beş belde, beş şehir] mevleviyeti nihâî hâliyle teşekkül etmiş oldu. Bu şehirlerden birinin kadısı terfî edeceği zaman Harameyn kadılıklarına yükseliyordu[11].

Dördüncü grup olarak zikredilen Harameyn mevleviyetine dâhil kadılıklara gelince; bunlar statü bakımından en yüksek kadılıklardı. Bu grupta yer alan şehirler İstanbul, Mekke ve Medîne’dir[12]. Bu şehirlerden İstanbul’un Osmanlı devletinin başkenti; Mekke ve Medîne’nin ise, İslâm’ın doğup yayıldığı, Ka’be’nin ve Ravza-i Mutahhara’nın içlerinde bulunduğu şehirler olmaları hasebiyle, îtibâr ve ehemmiyet bakımından en yüksek statüde tutulmaları anlaşılır bir durumdur. Ancak, İstanbul kadılığı, bütün kadılıklar içerisinde en üst kadılık ve dolayısıyla en yüksek mevleviyet idi[13]. Zîrâ, İstanbul kadılığının bir üstü, ilmiye tarîkinin zirvesini temsil eden Şeyhülislâmlığa gidiş yolunun son merhaleleri olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliği idi. Diğer bir deyişle, Şeyhülislâm olabilmek için, normal şartlar altında, önce sırasıyla Bursa, Edirne ve İstanbul kadılıklarını geçmek, sonra Anadolu ve ardından Rumeli kazaskerliği vazîfelerinde bulunmak gerekiyordu. Tabiî bu sıranın sık sık bozulduğu hâller de oluyordu.

Müderrislerin mevleviyet statüsünde bulunan kadılıklara yükselmeleri ile ilgili prosedürün, normal şartlar altında yukarıdaki tasnife uygun olarak işlediğini biliyoruz. Mevleviyet îtibâr olunan şehirlere tâyin edilen kadıların hizmet süreleri hakkında bir takım rakamlar zikredilirse de, bunların hiç birisi kesin süreleri göstermezler; en çok zikredilen rakam ise bir yıldır[14]; fakat, bu sürenin pekâlâ uzatılıp kısaltılması mümkündür[15]. Ancak, her hâlükârda, müderrisler içerisinde husûsî muâmeleye tâbi tutulanlar; başta hükümdar olmak üzere, devletin üst mevki’lerini ellerinde tutanların iltimâs ve himâyelerine mazhar olanlar veya rüşvet de dâhil bir vesîleyle mûtad kadılık tarîkini yürümeden üst derecelere yükselenler azımsanama-yacak kadar çoktur.[16] Osmanlı ulemâsının hal tercümelerini veren çeşitli eserlerde bu gibi durumlara sık sık rastlanır[17].

Burada son olarak şu husûsun altının çizilmesinde fayda vardır: XVI. asrın sonlarından başlamak üzere, burada tafsiline gerek olmayan çeşitli sebepler yüzünden, medreselerde olduğu gibi, bilhassa mevleviyet statüsündeki kadılıklarda da yeni yeni uygulamalar ortaya çıkmış; zaman zaman bir kaç küçük kazânın birleştirilmesi sûretiyle mevleviyetler ihdâs olunduğu görülmüştür. Bu tür uygulamalardan biri ve en dikkati çekeni ise pâyeli tâyinlerdir[18]. Bu yeni uygulamayla birlikte, gerek müderrisler ve gerekse kadılıklar için, biri mansıb, diğeri ise pâye olmak üzere iki statü ortaya çıkmıştır. Böylece, bir makâmın fiilen işgâl edilmesine mansıb; aynı makâmın fiilen işgâl edilmeden, sâdece unvânının alınıp kullanılmasına ise pâye denilmiştir[19]. Yukarıda mevleviyet statüsünde kadılık olarak zikredilen şehirlerin hemen ekseriyetinin aynı zamanda pâyelerinin de bulunduğunu belirtmeliyiz.

 

Bibliyografya:

Abdülkadir Özcan, “Fâtih’in Teşkilât Kanûnnâmesi ve Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İst. Üni. Edb. Fak. Der., 33 [Mart 1980-81], s. 1-57; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, !. Kitap, İstanbul 1990; A. Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet, 1, İstanbul 1309; Ali Emîrî Efendi, “Meşîhat-i İslâmiyye Târihçesi”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 304-320; Ârif Beğ, “Devlet-i Osmâniyyenin Te’essüs ve Takarruru Devrinde İlim ve Ulemâ”, Dâru’l-fünûn Edb. Fak. Mec., I, İstanbul 1332, s. 137-144; Cahid Baltacı, XV. Ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976; Ebül’Ulâ Mardin, “Kadı”, İA, VI (1977), s. 42-46; Emin Beğ, “Tarihçe-i Tarîk-i Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 642-651; Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (Basılmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993), s. 354-360 [Çalışma baskıda]; Halil İnalcık, “Mahkeme” (Osmanlılarda), İA, VII (1978), s. 149-151; İlber Ortaylı, Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı, Ankara 1994; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB, İstanbul 1993, C. 2, s. 519-521; Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986, s. 166-167, 223; Şaka’ik-i Nu’maniye ve Zeyilleri [beş kitap bir arada], neşr. A. Özcan, İstanbul 1989; Şemseddin Sâmî, “Mevleviyyet”, Kamûsu’l-A’lâm, c. ..., Ankara 199 ...; Şaka’ik-i Nu’maniye ve Zeyilleri [beş kitap bir arada], neşr. A. Özcan, İstanbul 1989. Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946; Şinasi Altundağ, “Osmanlılarda Kadıların Selâhiyet ve Vazifeleri Hakkında”, VI. Türk Tarih Kongresi (Bildiriler), Ankara 1967, s. 342-354.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlandı: TDV İslam Ansiklopedisi, …………,

[1] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 95; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, 1. Kitap, İstanbul 1990, s. 230.

[2] Mevleviyet rütbesini hâiz bu şahıslar da esas îtibâriyle kadı oldukları için, salâhiyet ve sorumluluk bakımından, umûmî kadı ve kazâ başlığı altında incelenebilir (bkz. Kadı).

[3] Cahid Baltacı, XV. Ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 36, dipnot 88; Abdülkadir Özcan, “Fâtih’in Teşkilât Kanûnnâmesi ve Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, İst. Üni. Edb. Fak. Der., 33 [Mart 1980-81], s. 49-50; Akgündüz, a.g.e., s. 230, 331; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB, İstanbul 1993, C. 2, s. 519.

[4] Özcan, a.g.m., s.39; Akgündüz, a.g.e., s. 324.

[5] Geniş bilgi için bkz. Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi (Basılmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993), s. 354-360 [Çalışma baskıda].

[6] Bu tasnif için bkz. Cevdet Paşa, Târîh-i Cevdet, 1, İstanbul 1309, s. 111; Emin Beğ, “Tarihçe-i Tarîk-i Tedrîs”, İlmiye Sâlnâmesi, İstanbul 1334, s. 647; Süheyl Ünver, Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul 1946, s. 127-128; Unan, a.g.e., s. 184-185.

[7] Özcan, a.g.e., s. 39; Akgündüz, a.g.e., s. 230, 324; kezâ, Pakalın, a.g.e., 519-520.

[8] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 102; İlber Ortaylı, Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı, Ankara 1994, s. 16-17.

[9] Unan, a.g.e., s. 354-360.

[10] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 101.

[11] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 100; Ortaylı, a.g.e., s. 16.

[12] Aynı yerler.

[13] Akgündüz, a.g.e., s. 230.

[14] Uzunçarşılı, a.g.e., s. 101.

[15] Ortaylı, a.g.e., s. 17.

[16] Kadıların tayin ve terfîleri ile ilgili olarak bkz. Uzunçarşılı, a.g.e., s. 87-103; Ortaylı, a.g.e., s. 12-16.

[17] Bu tür eserler için bkz. Şaka’ik-i Nu’maniye ve Zeyilleri [beş kitap bir arada], neşr. A. Özcan, İstanbul 1989.

[18] Bu konuyu ele alan bir yazımız, yakında Belleten’de yayımlanacaktır.

[19] Akgündüz, a.g.e., s. 230; Midhat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, İstanbul 1986, s. 166-167.