Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-40                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

OSMANLI İLİM ZİHNİYETİNİN ZİRVESİ: FÂTİH MEDRESELERİ*

  

Osmanlı ilim ve eğitim müesseselerinin temelini medreselerin oluşturdukları bilinmeyen bir husus değildir. Ancak, bu medreseler arasında, İstanbul’un ünlü fâtihi Sultan II. Mehmed tarafından, fethi müteâkıp bu şehirde kurulan ve daha ziyâde Semâniye veya Sahn medreseleri olarak bilinen Fâtih medreseleri, ilmî faaliyetler bakımından olduğu kadar Osmanlı medrese sisteminin hiyerarşik teşkilatlanması açısından da bir dönüm noktasını temsil ederler. Nitekim, Fazlur Rahman’ın şu tesbiti, Fâtih medreselerinin teşekkülünden sonraki dönemi yansıtır:

Teşkilat açısından bakarsak, medrese sistemi Osmanlı İmparatorluğunda en yüksek noktasına ulaştı. Osmanlı İmparatorluğunda medreseler, sistemli bir biçimde Şeyhülislâmın yönetimi altında dikkate değer idârî bir beceri ve ustalıkla tesis edildi, yardım gördü ve korundu. Ulemâ, mertebeler hâlinde teşkilatlandı ve Osmanlı toplumunda hemen hemen bir kast hâline geldi”.

Medreselerle birlikte ulemânın da “mertebeler hâlinde” teşkilatlanması, varlığını Osmanlı devletinin sonuna kadar koruyacak olan bir vâkıadır. Bu vâkıanın, Osmanlı medreselerinin ilmî performansı ile ilim zihniyeti üzerinde mühim tesirleri olduğu muhakkaktır.

Bilindiği gibi, Osmanlı medreseleri en düşük seviyedeki medreselerden başlamak üzere, basamak basamak yükselen bir hiyerarşik teşkilâtlanma yapısı gösterirlerdi. XVI. yüzyılın ortalarında Süleymâniye medreselerinin kurulup faaliyete geçişlerine kadar, bu hiyerarşik yapının zirvesinde Fâtih medreseleri yer almıştı. Ulemânın mertebeler hâlinde teşkilatlanması işte bu hiyerarşik yapıya uygun bir gelişme tâkip etmişti. Bu yapı, bizce şu bakımdan ehemmiyet taşımaktadır: Böyle bir yapı içerisinde ulemâ, sürekli bir hareket hâlinde idi; dolayısıyla akademik hayâtının tamâmını tek bir medresede geçirmesi mümkün olmadı. Bu yüzden, gerek akademik ve gerekse ilmî bakımdan yükselebilmek için, söz konusu hiyerarşik yapı içerisinde sürekli ilerlemek, yâni en düşük seviyedeki medreselerden başlamak üzere, en yüksek medreselere doğru basamak basamak yükselmek gerekmekte idi. Böylece, ilim adamı her bulunduğu medresede hem talebe yetiştirmekte ve hem de ilmî birikimini artırıp geliştirmekte idi. Bu hareket, aynı zamanda mevcut medreseler arasında çok fazla bir fikir ayrılığının oluşmasını, farklı ilmî geleneklerin teşekkülünü ve farklı ilim zihniyetlerinin (ekollerinin) ortaya çıkmasını önleyecek; bütün medreseleri ve ilim adamlarını büyük ölçüde birbirlerinin benzeri hâline getirecekti.

Sahn (Fâtih) medreselerinin ilmî performansını derinden etkileyen ilmî zihniyeti anlamağa çalışırken, kanaatimizce söz konusu yapının sürekli göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Çünkü, oluşan veya temsil edilen ilim anlayışı, münhasıran Sahn medreselerinin ürünü olmaktan ziyâde, burada ders vermiş olan ilim adamlarının daha önce bulundukları medreselerin izlerini de taşımakta idi. Başka bir deyişle, Fâtih medreselerinin temsil ettikleri ilmî zihniyetle, meselâ Süleymâniye medreselerinin temsil ettikleri zihniyet arasında büyük bir fark oluşmayacaktı. Çünkü, meselâ Süleymâniye medresesi müderrislerinin, buraya ulaşmak için, basamak basamak yükselen medrese sistemi içerisinde Sahn’ı da geçmeleri gerekmekte idi. Aynı şekilde, Sahn’da ders veren âlimlerin de daha önce alt seviyedeki başka medreselerde belirli bir müddet ders vermiş olmaları lâzımdı.

Böyle bir sistem içerisinde Sahn medreselerinin ‘münhasıran temsil ettikleri bir ilim anlayışından söz etmek mümkün  olabilir mi? İleri sürülen mülâhazalardan sonra, bu soruya kestirmeden ‘evet’ cevâbını vermek zor gözükmemektedir. Çünkü, medreselerin temsil ettikleri ilim anlayışları veya ilmî zihniyet, burada ders veren müderrislerle yakından ilgili olduğuna göre, sürekli değişmekte olan ilim adamlarının, temsil ettikleri anlayışı (veya ekolü), gittikleri öteki medreselere de götürmeleri tabiîdir. Öte yandan, bir medresede teşekkül eden ilmî zihniyetin niteliğini kavrayabilmek için, öteki medreseleri de tanımak gerekir. Bu da ancak Osmanlı ulemâsının ortaya koyduğu ilmî ürünlerin tedkiki ile anlaşılabilecek bir husustur. Ancak, kabul etmek gerekir ki, böylesine büyük çaplı bir problemi kısa bir yazı çerçevesinde incelemek mümkün değildir. Bu sebeple, uzun bir çalışma, araştırma, inceleme, karşılaştırma ve bütün bu safhalardan sonra umûmî bir terkip gerektiren bu muazzam konuyu bir kenara bırakmak zorundayız. Dolayısıyla, konuyu sâdece Fâtih medreseleri açısından ele alarak -kısaca da olsa- ilmî zihniyeti tanımağa çalışmaktan başka çıkar yol gözükmemektedir.

Müesseseler, içlerinde bulunan insanlarla ayakta dururlar; onların görüşleri veya bu görüşler çerçevesinde ortaya koydukları ürünler ile bir mânâ kazanırlar. Bu bakımdan, Fâtih medreselerinin temsil ettikleri ilmî zihniyeti, bizâtihî bu medreselerde ders veren ilim adamlarının şahsında veya ortaya koydukları ürünlerde aramak, işin tabiati gereğidir.

Sahn müderrisleri içerisinde, ilimleri tasnif eden, ilim anlayışlarını incelememize imkân sağlayacak veriler sunan ve ilimler hakkında derli toplu bilgiler ve hükümler veren şahsiyetlerin başında, hiç şüphesiz, Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddin Efendi gelmektedir. Taşköprülü-zâde’nin, meseleyi enine boyuna ele aldığı ve ilimlerin pek çoğu hakkında değer ifâde eden hükümler verdiği görülür. Onun bu konudaki görüşlerinin tamâmını bu yazı çerçevesinde ele almak mümkün olmadığına göre, teferruâtı bir tarafa bırakarak, meseleyi ana hatlarıyla ele almakta fayda vardır. Taşköprülü-zâde’nin, hayat hikâyesini verdiği ve Fâtih döneminde yaşamış bulunan Sahn müderrislerinden Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa (ö. 893 / 1488)’dan naklettiği, ilimlerin tasnifi ve değerlendirilmesi ile ilgili mâlumat bu açıdan mühimdir. Bu tasnif kısa olmakla birlikte, “değer hükümleri” ifâde etmeleri bakımından dikkat çekicidir. Muslihüddin Mustafa’ya göre, ilimler üç ana gruba ayrılmakta idi:

1- “Takrîri ve tahrîri mümkün olan”; yâni anlatılması ve yazılması imkân dâhilinde bulunan ilimler. Bu ilimler, “musannif” (tasnifçi, yazar)lerin meşhurları tarafından tasnif ve telif edilmiş ve ortaya koydukları eserlere “kilk-i tahkîk” (hakikatleri araştıran kalem) ile “tesbit ve imlâ” olunmuştur.

2- “Takrîre hâ’iz olup tahrîri câiz olmayan”; yâni dile getirilmesi mümkün olmakla birlikte, yazılıp çizilmesi doğru olmayan ilimler. Bu ilimler, “vehmiyyât (vehimler) ile mahlût (karışık) ve mugâletât (mugâlatalar, polemikler) ile memlû”(dolu)durlar. Sohbet veya münâzaralar sırasında rakibi susturmak için başvurulan spekülasyonlar, akıl yürütmeler, saptırmalar, kelime oyunları bu gruba girmektedir. “Bu makûle kîl u kâl mücerred nizâve cidâl içün” ortaya atılmaktadır. Dolayısıyla, bunların kimseye faydaları yoktur.

3- “Takrîr ve tabîre” imkân bulunmayan, “tahrîr ve tasvîri” mümkün olmayan, yâni anlatılması, yazılması ve tasvir edilmesi imkânsız olan ilimler. Bu ilimler, bir takım remiz ve işâretlerle anlaşılabilirler. “İlm-i ledünn” (ilâhî bilgi) adı da verilen bu ilimler, insanlar tarafından dile getirilemezler. Bu bilgileri irfan, zevk ve vicdan sâhipleri bilirler; birbirlerine bir takım “remiz ve işâretler”le anlatırlar.

Taşköprülü-zâde’nin belirttiğine göre, Muslihüddin Mustafa, bu ilimlerden ikinci grupta yer alanları “faydasız” olarak görmekte idi. Bu çerçeveye sokulan bilgiler, daha ziyâde kelâmî-felsefî konulardan ibârettir. Ulemânın meşgul olması gereken ilimler ise, birinci kategoriyi oluşturmaktadırlar. Bunlar, bir faydaya yönelik, yâni insanlara hemen faydası dokunan ilimlerdir. Diğer yandan, söz konusu ilimler, “ulemâ-i kadîm” tarafından araştırılmış, ortaya çıkarılmış ve kitaplara geçirilmiş oldukları için, öğrenilmeleri de kolaydır.

Taşköprülü-zâde, bizzat kendisi, bir vesîleyle Şakâik adlı ünlü biyografik nitelikli eserinde ilimleri iki ana gruba ayırır. Ona göre, birinci grubu oluşturan ilimlere “zâhirî (görünür) ilmler” denilmektedir. Bu ilimler, gizli ve açık her şeyi bilen Allah tarafından, kendileriyle meşgul olanlara (erbâb-ı ilm-i zâhir’e) “şerh ü keşf ü tavzîh” olunmakta, diğer bir ifâde ile açıklanmaktadır. Sarf ve nahivciler (dilbilgisi âlimleri), maânî ve beyâncılar (dilin estetik ve ifâde yönüyle meşgul olanlar), usûl ve fürû’cular (ilimlerin metodolojileri ve uygulama şekilleriyle uğraşanlar), mantık ve kelâmcılar, tefsir ve hadisçiler, zâhirî ilimlerle uğraşan kimselerdir. Çalışma sâhalarına göre, her birinin ilim âleminde belirli bir yeri bulunmakla birlikte, bunların içlerinden bilhassa hadisçiler “eimme-i dîn” (dinin önderleri, imamları) ve “zümre-i müctehidîn” (içtihatta bulunmağa ilmî kudretleri olanlar) olarak, Kur’ân’dan hükümler çıkarmak sûretiyle, İslâm cemiyetine çok daha faydalı olmaktadırlar.

Dikkat edilirse Taşköprülü-zâde’nin bu grupta mütâlaa ettiği ilimlerle, Muslihüddin Mustafa’dan naklettiği “takrîri ve tahrîri mümkün olan”, yâni anlatılması ve yazılması imkân dâhilinde bulunan ilimler arasında tam bir uyuşma söz konusudur.

Taşköprülü-zâde, ikinci grupta toplanan ilimleri ise “ilm-i bâtın (iç, gizli)” adıyla anar. Bu ilimlerle uğraşanlara “erbâb-ı ilm-i bâtın” denir. Bu bilgilere sâhip olanlar, ilimleri kitaplardan öğrenmezler. Allah onlara “esmâ” (isimler) ve “sıfat”ı öğretmiş, ilâhî sırları “yakîn” etmiştir. Bunlar, gönül ehli insanlardır. Tasavvufun bu kategoride mütâlaa edildiği görülür.

Muslihüddin Mustafa’dan nakledilen “takrîr ve tabîre” imkân bulunmayan ilimlerin, Taşköprülü-zâde’nin “bâtın”, yâni  tasavvuf ilimlerinden başka bir şey olmadığı ortadadır. Ancak, Taşköprülü-zâde’ye göre, hangi gruptan olursa olsunlar, ilim adamları “fırka-i nâciye”dendir; sâhip oldukları bilgiler sâyesinde hakikati bularak, kurtuluşa ermiş kişilerdir. Bunların amel defterlerinde “Rableri tarafından hidâyete erdirilmiş ve felâha ulaştırılmış” oldukları yazılıdır. Dolayısıyla, ilim adamlarının dereceleri, hükümdarların derecelerinden kat kat üstündür.

Burada kısaca ele alınan bu tür tasvir ve tasnifler, “ulemâ” denince Osmanlı âliminin (ve cemiyetinin) nasıl bir insanı tasavvur ve tahayyül ettiğini gösterdikleri gibi, onların ilmî zihniyetlerini ve temsil ettikleri ilim anlayışlarını ortaya koymaları bakımından da son derece mühimdirler.

Burada bahis konusu edilen tasnif ve tavsiflerin dışında, Taşköprülü-zâde, konuyu Miftâhus-Saâde (Türkçesi, Mevzû’atü’l-Ulûm) adlı eserinde çok daha geniş bir çerçevede ele almaktadır. Konuyu etraflıca ele almak, yer ve zaman bakımından mümkün gözükmemekle birlikte, kısaca ifâde etmek gerekirse, Miftâhus-Saâde’de ele alınan ilim tasnifleri de, esas îtibâriyle, yukarıda ele alınan çerçevenin dışına taşmamaktadır...

İslâm dünyâsında ilimlerin tasnifinin Taşköprülü-zâde’den önce de bir çok ilim adamı tarafından yapıldığı görülür. Bunların başında ünlü âlim Fârâbî (ö. 339 / 950) gelmektedir. Ölümünden otuz yıl sonra doğmasına rağmen, eserlerinin son derece tesiri altında kalması dolayısıyla, bir bakıma Fârâbî’nin talebesi sayılabilecek olan İbn Sînâ (ö. 429 / 1037), Hârezmî (ö. 387 / 997) ve hattâ ünlü târihçi ve sosyolog İbn Haldûn (ö. 809 / 1406) gibi isimleri, aynı konuya zihin yoran insanlar olarak anmadan geçmemek gerekir. Yukarıda görüşleri kısaca ele alınan Taşköprülü-zâde’nin, kendisinden evvel yapılmış olan bütün ilim tasniflerini göz önünde bulundurarak -anahatlarını muhâfaza etmek kaydıyla- teferruatlı bir ilim tasnifinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bakımdan, kendisinin eskiden yapılmış tasniflerin iyi bir düzenlemesini yaptığı da söylenebilir.

Bu durumu normal karşılamak gerekir. Çünkü, Osmanlıların yönetim ve müessese anlayışları kadar, ilmî ve kültürel potansiyel ile zihniyet dünyâsı bakımından da, mühim ölçüde kendilerinden önceki klâsik İslâm kültür ve medeniyetinin birikimlerini devraldıklarını biliyoruz. Ayrı bir konu olmakla birlikte, bu durum, Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okunan eserlerin yazarları ve dönemleri bakımından çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Buraya kadar gözden geçirilen ilim tasnifleri ne olursa olsun, bütün ilimler esasta aklî ve naklî (dine dayalı ) olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmekteydi. Bu durum, ulemânın faaliyet sâhasını belirlemekte ve yönlendirmekte mühim bir rol oynamış olmalıdır. Bu sâhanın sınırlarının çizilmesinde, “ilimlerin gâyesi” oldukça belirleyici bir âmil olarak gözükmektedir. İslâm dünyâsında daha ilk dönemlerden îtibâren, ilimlerin bir grubu “vahiy” (din), ikinci grubu ise “insan zekâsının ve tecrübesinin” ürünü olarak düşünülmüş ve vahye dayanan ilimler nesilden nesile aktarıldıkları için, umûmiyetle naklî; ötekiler ise aklî olarak adlandırılmıştır. Fâtih medreselerine tâyinleri öngörülen müderrislerin, “akliyyât ve nakliyyât” ilimlerini iyi bilen insanlar olarak tavsif edilmeleri, bu anlayışın tezâhüründen başka bir şey olmasa gerektir.

İster aklî, ister naklî olsun, ilimlerin gâyesi, esas îtibâriyle, “marifetullâh” (Allah’ı tanıma) ve bu vesîleyle ebedî saadete nâil olmak idi. Dolayısıyla, bir kişinin gerçek mânâda âlim olabilmesi için, tasnife konu olan bütün ilimlere vâkıf olması gerekmekteydi. Ancak, bilhassa şer’î muhtevâlı ilimleri öğrenmekte daha titiz ve istekli olmak gerekiyordu. Bunda da, tabiatiyle güçlü bir nakil bilgisine ihtiyaç vardı. Çünkü, kanaate göre akıl tek başına hakikate ulaştıramazdı; Kur’ân, bütün ilimleri ihtivâ etmekle birlikte, kendi başına insan aklı bunu anlamakta yetersiz kalıyordu. Bu sebeple, dinden kaynaklanan, nakil yönü kuvvetli ve târihî arka-plânı bulunan şer’î ilimler, kendileriyle meşgul olanları şereflendirir ve ebedî saadete ulaştırırlardı. Esâsen, mâhiyetleri ne olursa olsun, bütün ilimler -zâhir ve bâtın (veya şer’î ve aklî) ayırımı yapılmaksızın- Allah tarafından insanlara öğretilmekte (“şerh ü keşf ü tavzîh olunmakta”) idi. Öyleyse, esas îtibâriyle hem bu dünyâda, hem de âhirette insanlara faydası dokunacak olan ilimleri tahsil etmek gerekirdi. Zâten ilimlerin esas gâyesi de buydu. Taşköprülü-zâde’den yarım asırdan fazla bir süre önce yaşamış olan Sahn müderrisi Muslihüddin Mustafa’nın görüşleri ile, ilimlerin gâyesi bakımından Taşköprülü-zâde’nin görüşleri arasında pek fazla bir fark gözükmemesinin sebebi, işte bu ortak ilim anlayışı idi.

Bu “fayda” vurgusu o kadar kuvvetli idi ki, ilimleri, bilhassa öğrenilmesi tavsiye olunan ilimleri ulûm-ı nâfia (faydalı ilimler) olarak öngören düşüncenin temelini teşkil ediyordu. Bu durum, Sahn medreselerinin kuruluşundan önce de böyleydi; bu medreselerin kuruluşundan sonra, XV. yüzyılın sonlarında da, XVI. yüzyılda da, hattâ XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da hemen hemen aynen böyleydi. Bu sebeple olmalıdır ki, muhtelif biyografik nitelikli eserlerde, ulemânın vasıfları arasında “ulûm-ı nâfiada mâhir olmak” en mühim meziyet olarak gösterilir.

Sahn medreselerinde ders veren ilim adamlarında görülen bu faydacılık düşüncesi, münhasıran kendi buluşları da değildi. Çünkü, daha önceki yüzyıllarda da benzer düşünceyi dile getiren büyük âlimler bulunmakta ve bu durum bir gelenek hâlinde bütün İslâm dünyâsında geçerliliğini korumakta idi. Nitekim, ilimleri ‘şer’î’ ve ‘şer’î olmayan’ şeklinde iki gruba ayıran ve önceliği tartışmasız birinci kategoride yer alan ilimlere veren ünlü âlim Gazzâlî (ö. 505 / 1111), el-Munkız adlı eserinde filozofların uğraştıkları ilimler olarak mütâlaa ettiği riyâzî, mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (aklî) mevzûlar üzerinde dururken hesap, hendese ve hey’etten oluşan riyâzî ilimlerin öğrenilmesinin, bizâtihî kendilerinden kaynaklanan bir mahzuru bulunmadığını, aksine birer âlet olarak görülüp “ihtiyâcı karşılayacak kadar” öğrenilmesinin faydalı bile olacağını belirtir. Ancak, ona göre, bu ilimlerin iki mahzuru bulunmaktaydı. İlki, söz konusu ilimlerin inceliklerini öğrenen bir kimsenin, keşfedeceği olağanüstülük ve uyum karşısında, filozofların uğraştıkları her ilmin ve söyledikleri her sözün doğru olduğu kanaatine vararak hakikatten ayrılması ve dalâlete düşmesi ihtimâli idi. Bu sebeple, söz konusu “ilimlerle pek fazla meşgul olanları menetmek lâzım”dı. Çünkü, bunların din ile alâkası yoksa da, felsefeye âit ilimlerin başlangıcı olduklarından, kötülükleri ona da geçer. Bu ilimlerle pek fazla meşgul olup da dinden çıkmayan ve takvâdan uzaklaşamayan kimseler azdır”.

Aynı ilimlerle uğraşmanın ikinci mahzuru ise, yukarıdaki tehlike sebebiyle, “samimî, fakat dine felsefî ilimleri inkârla yardım edeceğini zanneden kimsenin” içine düşeceği durumdur. Böyle birisi, meselâ “filozofların ay ve güneş tutulmasına dâir sözlerini, inkâra varıncaya kadar cehâletlerini ve söylediklerinin şeriatin aksi olduğunu iddiâ” eder. “Bu iddiâlar, mezkûr husûsları katî delillerle bilenin kulağına çalınsa, kendi bürhânından şüphe etmez; fakat o, İslâmın cehâlete ve katî delileri inkâra dayandığına inanır. Ve böylece, felsefeye karşı sevgisi, İslâma karşı buğzu artar”.

İlimlerin tasnifi ve değerlendirilmesi üzerinde fikir yürütenlerden Sahn müderrisi Hoca-zâde Muslihüddin Mustafa’nın, yukarıda zikredilen “takrîre hâiz olup tahrîri câiz olmayan” ilimler olarak gördüğü felsefî münâkaşalar ve felsefiyâttan sayılan ilim dalları hakkındaki hükümleriyle, Gazzâlî’nin yukarıdaki değerlendirmeleri arasında dikkate değer bir yakınlık görülür. Hoca-zâde bunların “faydasız” şeyler olduklarını söylerken, Gazzâlî mantıkî, tabiî, ilâhî, siyâsî ve ahlâkî (felsefiyâttan) ilimlerin öğrenilmesinin gâyesini “fayda” ile sınırlar. Ancak, ona göre, bunlar “fayda” temin etmeyecek bir şekilde öğrenilip kullanıldığı takdirde, öğrenilmemesi daha iyidir. Öngörülen veya beklenen fayda ise, Taşköprülü-zâde’nin de belirttiği gibi, Allah’ı tanıma (marifetullâh), doğru yoldan ayrılmama, îmânı muhâfaza ve takviyedir. Bu yüzden, söz konusu ilimlerin hikmetini anlayacak kapasitesi bulunmayanların, filozoflar tarafından yazılan kitapları okumalarını men’etmek gerekir. Gerçi bu kitaplarda doğru ve iyi bilgiler de yer almaktadır. İyi para ile kalp paranın aynı kese içinde bulunması, iyi parayı kalp para yapmazsa da, hangisinin iyi, hangisinin kalp olduğunu bilmek için işin ehli olmak lâzımdır. Filozofların yazdıkları kitaplardan faydalanmak da böyledir.

Gerek Gazzâlî’nin, gerek yukarıda temas olunduğu üzere Sahn müderrisleri Muslihüddin Mustafa ve Taşköprülü-zâde’nin öncelik verdikleri ilimlerle, diğer ilimlere bakışlarını, XVI. asrın ortalarında meşhur şeyhülislâm ve Sahn müderrisi Ebussuud Efendi ile sert tartışmalara girişen Birgivî Mehmed Efendi (ö. 981 / 1573)’de de görmek mümkündür. Bu benzerlik şu bakımdan ilgi çekicidir: Birgivî, Osmanlı ulemâsının ekseriyetinin mensup oldukları Râzî mektebi (ekolü) dışında kalarak, daha radikal bir tavır takınmış ve Hanbelî mezhebinin bâzı görüşlerini savunmuş olmasına rağmen, ilim anlayışı, tasnifi ve bunları değerlendirmesi bakımından Râzî mektebine mensup ulemâdan hiç de farklı düşünmemiştir. Bu da, ayrı ekollere mensup ilim adamları arasında bile -muhtemelen ortak bir kültür atmosferi içerisinde yetişmiş olmaktan kaynaklanan- bâzı ortak “payda”ların bulunduğunu ortaya koymaktadır... Tıpkı Muslihüddin Mustafa gibi, Birgivî de ilimleri üç gruba ayırmaktadır:

1- Memur olduğumuz ilimler: Bu kategoride ele alınan ilimlerin, Muslihüddin Mustafa’nın “takrîri ve tahrîri mümkin olan” ilimleriyle aynı mâhiyette oldukları, yâni şer’î bir mâhiyet taşıdıkları görülür.

2- Men’edilmiş olduğumuz ilimler: Bu başlık altında ele alınan ilimler de, Mustafa Efendi’nin “takrîre hâiz olup tahrîri câiz olmayan” şeklinde tavsif ettiği -daha ziyâde kelâmî ve felsefî- ilimlere benzemektedir.

3- Müstehâb ilimler: Birgivî’nin bu başlık altında ele aldığı ilimlerle Muslihüddin Mustafa’nın üçüncü kategoride zikrettiği ilimler arasında bir hayli fark vardır. Birgivî’nin müstehâb (öğrenilip öğrenilmemesinde kayıtlayıcı bir engel olmayan) saydığı ilimler umûmiyetle dünyâ işlerini konu almakta ve şer’î kaynaktan beslenmemektedir. Bunlar hesap, hey’et, hendese, tıp, vs. gibi ilimlerdir. Birgivî, bu ilimlerin hayâtın temel gâyesi olmamaları gerektiğini, ancak hayâtı daha kolay yaşanır hâle getirebilmek için, belirli ölçüde öğrenilmesinin faydalı olacağını vurgular.

 Bu kategoride Hoca-zâde’den ayrılan Birgivî’nin, üçüncü grupta tasavvufu ele almaması; onun tasavvufa mesâfeli bakışı, hattâ kendi zamânının mutasavvıflarını açıkça tenkit edişi ile ilgili olmalıdır.

Yukarıda Taşköprülü-zâde’nin, bir kişinin gerçek âlim olabilmesi için, tasnif ettiği bütün ilimlere vâkıf olmasını şart koştuğunu belirtmiştik. İnsan ömrünün buna vefâ edip etmeyeceği keyfiyeti bir yana bırakılacak olursa, ileri sürülen düşüncenin âlim-i küll (her şeyi bilen âlim) deyimiyle uyumlu olduğu görülür. “Her şeyi bilme” düşüncesi, ulemânın ekseriyetinin zihniyetini yansıtırken, aynı zamanda Sahn medreselerinin temsil ettiği ilim anlayışını da ortaya koymaktadır. Bu anlayışın ilim kelimesi ile bilgi arasında dikkate değer bir ilişki kurduğu muhakkaktır.

Gerçekten, Osmanlı kaynaklarında ilim kelimesi, ekseriyetle malûmât (bilgi) kontektsi içerisinde kullanılmaktadır. Diğer bir deyişle, çok ve teferruatlı bilgi ilimdir; âlim ise, zamanın revaçta bulunan bütün ilimlerini çok iyi bilen kimsedir. Bu noktada, en büyük âlim, en fazla “şeyi” bilen insandır. Nitekim, pek çok Sahn müderrisinin hocası olan İstanbul’un ilk kadısı -Sinan Paşa’nın babası- Hızır Bey (ö. 863 / 1559), Fâtih zamanında İlim Dağarcığı lakabıyla anılıyordu. Kendisinin, zamanına kadar teşekkül eden bütün ilimleri bildiği, hattâ kulakların bile işitmediği şeylerden haberdar olduğu belirtilir.

Sahn müderrislerinin pek çoğunun hayat hikâyelerini veren Taşköprülü-zâde, Atâyî ve Şeyhî Mehmed Efendi gibi biyografi yazarlarının verilerinde, aynı durumu yoğun bir şekilde tesbit etmek mümkün olmakla birlikte, meselenin teferruâtını bir tarafa bırakıyoruz...

Kısaca hulâsa etmek gerekirse, Sahn müderrisleri, yukarıda çizilen tabloya uygun olarak, ilmiye mensuplarına ve cemiyete örnek oluşturacak vasıflarla anılırlar. Bu durum, onların yüksek seviyede İslâm ilimleri âlimi olarak görüldüklerini ortaya koyar. Onların vasıflarının sıralanışı, bu bakımdan fevkalâde dikkat çekicidir. Hakikaten, pek çok örnekte âlimlerin vasıflarının dindarlık, olgunluk (kemâl) ve fazilet üzerine kurulu olduğu görülür: Onlar halim-selim, mütevâzı, ârif, ilmiye amel eden, kâmil, fâzıl, nesebi temiz, îtibâr sâhibi, mütetebbi’(araştırıcı), müteverri’(dindar, vera’ sâhibi), müteşerri’(dindar, şer’î ahkâma bağlı), sâlih, güzel ahlâk (ahlâk-ı müstahsine) sâhibi, sohbetinden herkesin hoşlandığı, muhakkık ve müdekkık (tahkik edici, hakikatleri araştırıcı), ilimler denizine âşinâ (âşinâ-yı deryâ-yı ulûm), Allah’ın emirlerine itaat eden (mutî-i emr-i ilâhî), iffetli (afîf) insanlardı.

Sahn müderrislerinin ilim anlayışlarının ve birikimlerinin arka-plânının, ilk dönem Osmanlı medreselerinin müderrisleri kanalıyla Râzî mektebine ulaştığı bilinmektedir. Daha kuruluştan başlamak üzere, Osmanlı ulemâsı yabancı ülkelere giderek tahsil görmüşler ve bulundukları ülkelerin ilmî birikimlerini ve ilim anlayışlarını kendi memleketlerine taşımışlardı. Osmanlı âlimlerinin ilim tahsil etmek üzere gittikleri ülkeler, esas olarak iki ana grupta toplanabilir: Bilhassa dînî ve hukûkî ilimlerle, bunlara temel teşkil eden tefsir, hadis, târih, edebiyat ve kavâide dâir olan ilimler Suriye ve Mısır gibi Arap nüfûsun yoğun olduğu ülkelerde; riyâziye, hey’et, hendese, hesap, kelâm ve felsefe gibi ilimler ise, ekseriyetle Türklerin hâkim oldukları İran, Mâverâünnehir ve Horasan gibi doğu bölgelerinde tahsil edilmekteydi. Bu iki kaynaktan edinilen bilgiler ve buralarda hâkim olan ilim anlayışları, daha sonra teşekkül edecek olan Osmanlı ilim anlayışı üzerinde belirleyici bir rol oynayacaktır.

Bu bölgelerde Osmanlı ulemâsını derinden etkileyen iki âlim yaşamıştır. Bunlardan birincisi meşhur İslâm âlimi İmâm Gazzâlî (ö. 505 / 1111), ikincisi ise Fahrüddîn-i Râzî (ö. 606 / 1209)’dir. Selçukluların ünlü Nizâmiye medreselerinin en tanımış müderrisi olan Gazzâlî, bir taraftan felsefecilere yönelik sert tenkitleriyle temâyüz ederken, öte taraftan Sünnî İslâm düşüncesiyle tasavvuf arasındaki sürtüşmeleri bertaraf eden mükemmel bir ilmî ve fikrî performans göstermişti. Râzî ise, ilmî dirâyeti ile şeyhü’l-ulemâ (âlimlerin pîri) unvânını almağa hak kazanmış; tefsir, hadis, kelâm, felsefe, tıp, riyâziye, edebiyat ve öteki aklî ve naklî ilimlerle ilgili pek çok eser vermişti. Kendisinin icâzet silsilesi bir kaç vâsıta ile Gazzâlî’ye ulaşmaktaydı. Seyyid Hüseyin Nasr, “Râzî, bir çok yönden ikinci bir Gazzâlîdir”, demektedir ki, bu hüküm, ilim anlayışlarının yanı sıra, söz konusu icâzet silsilesinin de netîcesi olmalıdır.

Râzî’nin ilim anlayışı, İslâm âlimleri arasında kısa süre içerisinde pek çok taraftar bulmuştur. Bu anlayışın en belirgin husûsiyeti pratik hedefler gözetmesi, aklî ve felsefî bir karakter taşımasıydı; Sünnî İslâm kelâmı ile Yunan felsefesini bir ölçüde bağdaştırmasını bilmişti. Râzî, ününün mühim bir kısmını borçlu olduğu Tefsîr-i Kebîr’ini yazarken, zamanın bütün ilimlerinden faydalanmış ve reye (şahsî görüşlerine) büyük yer vermişti. Metodu, başta ünlü Sahn müderrisi ve büyük Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi olmak üzere, Osmanlı âlimleri tarafından kabul edilerek kullanılmıştır.

Osmanlı âlimlerinin, pratik netîceleri hemen görülebilen, kolayca faydaya (kullanmaya) tahvil edilebilen şerî (uygulamalı) ilimler üzerinde yoğunlaşmalarının bir sebebi, devletin bu tür çalışmalara ihtiyaç duyması ise, ikinci bir sebebi de Râzî ekolünün burada zikredilen tavrı olmalıdır.

Sahn müderrislerinin, doğrudan Râzî mektebine mensup ilim adamları veya bu silsileden gelen âlimler tarafından yetiştirildiklerini gösteren pek çok veri mevcuttur. Meselâ, ilk Osmanlı medresesi olan İznik Orhâniyesi’nin ilk müderrisi, Arabî tasavvufunun Osmanlı topraklarındaki ilk temsilcisi durumundaki Dâvûd-ı Kayserî (ö. 751 / 1350-1351), aynı zamanda Râzî mektebine mensuptu. Kezâ, aynı medresenin müderrislerinden Alâüddin Esved (ö. 800 / 1397), tahsilini İran’da tamâmlamış ve Osmanlı topraklarına gelmiş bir Râzî müntesibiydi. Meşhur Molla Fenârî (ö. 834 / 1430-31) aynı ekole mensuptu. Dönemin diğer bir ünlü âlimi Molla Yegan (ö. 841 / 1437) ise Fenârî’den okumuştu. Yegan’ın talebesi ve ilk İstanbul kadısı olan Hızır Bey (ö. 863 / 1459), hemen hepsi Sahn müderrisi olan pek çok âlim yetiştirmişti. Bilâhare Molla Lütfî (ö. 900 / 1494-95), İbn Kemâl (ö. 940 / 1534) ve Ebussuûd Efendi (ö. 982 / 1574) gibi Osmanlı ilim hayâtının köşe taşları durumundaki âlimler, bu kanalla Râzî mektebine mensup olmuşlar ve bu mektebin imparatorluk içindeki temsilcileri hâline gelmişlerdi. Bunlar, aynı zamanda Sahn müderrisliğinde bulunduktan sonra, devletin yüksek makamlarına gelen etkili kişilerdi... Sahn medreselerinde kısa bir süre de olsa ders veren pek çok müderris, yukarıda adları zikredilen ulemâdan ders almıştı. Hattâ daha da ileri giderek diyebiliriz ki, gerek Şakâık müellifi Taşköprülü-zade’nin, gerek onu tâkip eden Nev’î-zâde Atâyî’nin ve gerekse bunların izinden giden Şeyhî Mehmed Efendi’nin hâl tercümelerini verdikleri ilim adamlarının tamâmı, ya burada adları zikredilen ünlü âlimlerden veya onların talebelerinden ders görmüşler, onların himmetiyle ilmiye mesleğine girmişler ve Sahn’ları da geçerek mühim mevkilere ulaşmışlardı... Hattâ Sa’düddin Taftazânî (ö. 793 / 1390) ve Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816 / 1413-14) gibi, eserleri pek çok Sahn müderrisinin ders ve başvuru kitabı olan, asırlarca medreselerde okutulan ve kendilerinden sitâyişle bahsedilen âlimler de Râzî mektebine mensuptular.

Buraya kadar tedkik edilen verilerin sonunda, kısaca şu netîceye ulaşmak mümkün olsa gerektir: Sahn medreselerinin ve burada ders veren müderrislerin temsil ettikleri ilim anlayışı, en azından nazarî plânda, küllîcidir. İlim adamları bütün ilimleri bilmektedirler; diğer bir deyişle âlim-i külldürler. Ancak, an’ane ve nakil yönü son derece güçlü klâsik İslâm kültürünü ve ilim anlayışını temsil ederler. Umûmî olarak, felsefî ve aklî yönü güçlü, yâni, re’ye büyük yer veren Râzî mektebinin ilim anlayışını benimsemişlerdir. Dolayısıyla, ilim adamları zamanın gereklerini ve zarûrî hâlleri göz ardı etmezler ve İslâm’ın hükümleriyle fiilî durumu bağdaştırmak husûsunda -dinin rûhunu incitmemek şartıyla- son derece esnek bir tavır sergilerler. Bu anlayış, onları pratiğe yöneltmiş, uygulama kâbiliyeti yüksek, faydaya (kullanıma) müsâit dînî kaynaklı ilimleri biraz daha öne çıkarmışlar ve bu çerçevede tefsir ve fıkıh ilimleri üzerinde yoğun olarak çalışmışlardı.

________

* Bu yazı daha önce şurada yayımlandı: Yimpaş ...………………………….