Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-41                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

BİR XVI. YÜZYIL YAZARININ ZİHNİYET DÜNYÂSINDA MİLLETLERİN İMAJLARI*

 

İslâm dünyâsında insanların dış görünüşlerinden, bir takım tavır ve davranışlarından hareketle kendileri hakkında çeşitli değerlendirmeler-de bulunulduğu; bunlardan söz konusu kişi hakkında bâzı ahlâkî netîcelere ve hükümlere varıldığı bilinmeyen bir husus değildir. Bu konuyu ele alan eserlere umûmiyetle kıyâfet-nâme denilmiştir. Osmanlı sâhasında konuyla ilgili yazılan eserlerin en güzel örnekleri olarak Hamdullah Hamdî (ö. 914/1508)’nin Kıyâfet-nâme’si[1] ile Erzurumlu İbrâhim Hakkı (ö. 1186/1772)’nın Ma’rifet-nâme’sinin ilgili bölümü[2] gösterilebilir. A. Sırrı Levend’in belirttiği gibi[3], kıyâfet-nâmelerde insanın “boy, kulak, burun, karın, omuz, arka [sırt], el ve ayak” gibi çeşitli uzuvlarının dış görünüşleri, yâni uzunluk veyâ kısalıkları, kalınlık veyâ incelikleri, zayıflık veyâ şişmanlıkları ve benzeri husûsiyetleri göz önünde bulundurularak, ortaya çıkan netîceden ahlâkî değer ifâde eden bir takım hükümlere varılırdı. Meselâ, bir iki örnek vermek gerekirse, H. Hamdî’nin şu beyitlerini zikredebiliriz:

Kāmeti her kimin ki ola uzun

Olur ol sâf-kalb ü sâde-derûn

Kısa olursa kibr ü kîne olur

Mekrile hîleye hazîne olur

İ’tidâl ile ola çün kāmet

Ana hikmet nişânıdur hil’at[4]

Dîvân edebiyâtımızın vazgeçilmez benzetmeleri arasında, insanın dış görünüşüyle ilgili değer yargılarını bol bol buluruz. Meselâ, gözün kara olması zekâya; kırmızı olması yiğitliğe, korkusuzluğa; mâvi olması edepsizliğe; çakır olması bahâdırlığa; büyük olması olgunluğa; küçük olması hafiflik ve ihmalkârlığa; yumru olması kıskançlık ve hâinliğe delil olarak gösterilmiştir. Mâvi gözlü olanlar üzerinde bilhassa durulur ve yukarıda sayılan olumsuzlukların tamâmının bu tür kimselerde bulunduğu ileri sürülür[5].

Konuyla ilgili olarak sık sık Arapça ifâdelerle de karşılaşırız. İkinci halîfe Hz. Ömer ile dördüncü halîfe Hz. Ali’yi istisnâ tutarak, kişinin uzun veyâ kısa boylu oluşuna göre durumu hakkında hüküm bildiren ve atasözü hâline gelmiş olan bir ifâde de şöyledir: “Küllü tavîlün ahmâkun illâ Alî” (bütün uzun boylular ahmaktır; Ali hâriç) veyâ “Küllü kasîrün fitnetün illâ Ömer” (bütün kısa boylular fitne/fitnecidir, Ömer hâriç).

Aslında Arap dünyâsında öteden beri bu konuya ilgi duyulmuş ve bu çerçevede iki tür ilim dalı ortaya çıkmıştır: İlmü kıyâfeti’l-beşer (insanın kıyâfeti ilmi) ve ilmü’l-firâse (anlayış, kavrayış ilmi). Bu şekilde iki farklı ilim dalı olarak zikredilmelerine rağmen, XVI. asrın ünlü yazarlarından Taşköprülü-zâde Ahmed İsâmüddîn’in verdiği bilgilere göre[6], târif ve tasvir îtibâriyle her iki ilim dalının iç içe geçtiği, her ikisinde de insanların görünüşlerinden ve bâzı davranışlarından hareketle onlar hakkında bir yargıda bulunulduğu dikkati çeker.

Ancak, bu yazı çerçevesinde ele alacağımız konunun, yukarıda bâzı örnekleri sunulan kıyâfet ilminden ziyâde, firâset ilmi çerçevesinde değerlendirilmesi daha yerinde görünmektedir. Bu iki ilim dalında insanların dış görünüşleri, vücut organlarının biçimleri veyâ durumları; çeşitli kābiliyetleri ve ahlâkî nitelikleri kendileriyle ilgili yargıda bulunma husûsunda mühim bir rol oynarken, görüşlerini değerlendirmeğe çalışacağımız Kınalı-zâde Ali’nin verdiği bilgiler, meseleyi daha geniş bir çerçevede ele almakta, tek tek insanlardan ziyâde, yeryüzünde yaşayan milletlerin umûmî ahlâkî durumlarına, hâl ve hareketlerinin niteliğine dâir değerlendirmeler ihtivâ etmektedirler. Bu tür değerlendirmeler, o milletlerle topluca veyâ ferden kurulacak olan ilişkileri de yönlendirici nitelikte takdim edilir.

Bu bilgiler, XVI. yüzyılın önde gelen yazarlarından birisi olan Alâ’ü’d-dîn Ali b. Kâdî Emru’llâh b. Kınalı Abdü’l-kâdir el-Hamîdî el-İspartavî’nin Ahlâk-ı Alâ’î adlı eserinde yer alırlar. Kendisi kısaca Kınalı-zâde Ali Çelebi adıyla tanınan yazarımız 1510 (916) yılında Isparta’da doğmuş, 1572 (979)’de Edirne’de vefat etmiştir. Âilesinin ulemâ zümresine mensup olması ve üst seviyede devlet erkânı ile yakın ilişkiler içerisinde bulunması dolayısıyla, deyim yerinde ise, doğuştan şanslı bir şahsiyet olan Ali Çelebi, iyi bir eğitim görmüş; eğitimini tamamladıktan sonra en alt seviyedeki medreselerden başlamak üzere, basamak basamak yükselerek devrinin en önde gelen eğitim kuruluşlarından olan Semâniye (Fâtih) medreselerinde ders vermiş; daha sonra bir çok şehirde kadılık vazîfesinde bulunmuş; Osmanlı kadılıklarının en mühimleri sayılan ve daha önce devlete başkentlik etmiş olan Bursa, Edirne ve bilâhare İstanbul kadılıklarında bulunduktan sonra Anadolu kazaskerliğine kadar yükselmiş mühim bir şahsiyettir[7].

Kınalı-zâde, sâdece bulunduğu vazîfeler dolayısıyla değil, yazmış olduğu eserlerle de önde gelen Osmanlı ilim adamlarından birisidir. Kaleme aldığı eserlerin ihtivâ ettikleri konular dikkate alındığında, kendisinin üretken bir yazar olduğu görülür[8]. Eserlerine konu olan ilim dalları esas îtibâriyle kelâm (İslâm felsefesi), fıkıh (İslâm hukûku), usûl-i fıkıh (fıkıh metodolojisi), tefsîr (Kur’ân yorumu), vakıflar, ahlâk, inşâ (bir çeşit kompozisyon)dır. Ayrıca, şâir olarak Arapça, Farsça ve Türkçe müdevven (düzenli) bir dîvan oluşturacak kadar çok şiir yazmıştır.

Kınalı-zâde’nin ismini meşhur eden en tanınmış eseri ise, ahlâk üzerine yazılmış olan Ahlâk-ı Alâ’î’dir[9]. Eser, esas olara üç kitap hâlinde kaleme alınmıştır. Birinci kitap, teorik mânâda ahlâk ilmine ve ferdî ahlâka tahsis edilirken, ikinci kitapta âile ahlâkı, çocuk eğitimi ve görgü (âdâb u mu’âşeret) kāideleri işlenir. İkinci kitâbın altı, yedi ve sekizinci kısımlarında (bâb) ise devlet (medîne) ve cemiyetle ilgili konulara yer verilir. Üçüncü kitap aynı konunun devâmı niteliğindedir. Eser, sonunda yer alan bilgiye göre, 25 Safer 973 yılı Cuma (mîlâdî 22 Eylül 1565 Pazartesi) günü tamamlanmıştır. Dönemin Sûriye Beylerbeyi Semiz Ali Paşa adına kaleme alınması dolayısıyla, esere Ahlâk-ı Alâ’î isminin verildiğini biliyoruz. Yazarımızın oğlu Hasan Çelebi, eser hakkında bilgi verirken -biraz da ‘oğulluk’ gayretiyle olmalı-, Ahlâk-ı Alâ’î’nin yazılmasıyla birlikte, Ahlâk-ı Nâsırî[10], Ahlâk-ı Muhsinî[11] ve Ahlâk-ı Celâlî[12] gibi daha önce ahlâk ve siyâset üzerine Osmanlı sâhası dışında kaleme alınan eserlerin “mensûh” (geçersiz, hükümsüz) duruma düştüklerini ileri sürer[13]. Oysa aslında bu üç eser, Kınalı-zâde Ali’nin eserinin temel kaynaklarıdır[14].

Mehmet Ali Aynî ise, Kınalı-zâde’yi “Türk ahlâkçılarının birincisi olarak” tanıtır”[15].

Bu çalışma, esas olarak Ahlâk-ı Alâ’î’nin ikinci kitâbının 58-65. sayfaları arasında yer alan ve “Der-Beyân-ı Ahlâk-ı Ecnâs ve Emzice-i Tavâyif-i Nâs” (Kavimlerin Ahlâkının ve İnsan Zümrelerinin Mizaçlarının Beyânı Hakkında) başlığını taşıyan bölümde verilen bilgilere ve değerlendirmelere dayanmaktadır. Aşağıda konu incelenirken görüleceği üzere, Kınalı-zâde, yeryüzünde yaşayan veyâ daha doğru bir ifâdeyle Osmanlıların şu veyâ bu şekilde ilişki içinde bulundukları milletlere dâir düşüncelerini, eserinin ikinci kitâbının altıncı bâbına kadar olan kısmın ana konusunu oluşturan “ilm-i tedbîrü’l-menzil” (ev idâresi ilmi) bahsinin tamamlayıcı bilgileri olarak verir.

Kınalı-zâde, ev idâresi meselesini ele alırken, bir evin (hâne veyâ menzil) esas olarak hangi unsurlardan oluştuğunu [binâ (ev), baba, anne, çocuklar, hizmetçiler] belirledikten sonra, hâne reisi olarak babayı öne çıkarır ve kendisinin bu evi (hâneyi) nasıl idâre etmesi gerektiğine dâir bilgiler verir; hâne halkının ayrı ayrı vazîfelerini sıralar ve hizmetçi kullanmak durumunda kalan bir hâne reisinin, evinde istihdam etmek üzere seçeceği kimselerde ne tür nitelikler araması gerektiğini anlatır; bu çerçevede seçilecek kişilerin milliyetlerine dâir değerlendirmelerde bulunur. Esâsen, milletlerin ahlâkî durumları ve sâhip oldukları nitelikler meselesi de bu vesîleyle söz konusu edilir. Hâne reisi, bu nitelikleri göz önünde bulundurarak öyle bir hizmetçi seçmelidir ki, kendisinden beklenen verim hâsıl olabilsin. Bu kişi, her hâlükârda güvenilir olmalıdır; verilecek vazîfeleri eksiksiz yerine getirme, sadâkat, bilgi, mahâret ve benzeri vasıflarla donanmış bulunmalı; ahlâkî açıdan yüksek nitelikler taşımalıdır.

Ancak, burada hemen şunu belirtelim ki, Kınalı-zâde’nin verdiği bilgiler, esas îtibâriyle kendi tecrübe ve gözlemlerinin netîceleri değil, daha önce konuyla ilgili eser kaleme alan kimselerin verdikleri bilgilerin kısaca sunulmasından ibârettir; doğrudan şahsına âit görüş ve düşünceler oldukça sınırlıdır. Bununla birlikte, yazarımızın bu tür alıntılarda bulunması, kendisinin de aynı düşüncede olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, milletler hakkındaki değerlendirmeler dolayısıyla fikirlerine başvurduğu yazarların görüşlerine katılmamış olsaydı, pek büyük bir ihtimalle bunları bizimle paylaşma ihtiyâcı duymaz veyâ bu fikirlerin doğru olmadığına dâir kendi düşüncelerini zikretmekten kaçınmazdı. Oysa, böyle bir durum söz konusu değildir. Kınalı-zâde, bu görüşleri kendisinin de benimsediğini hissettiren bir üslupla sunar. Esâsen bizzat kendisinin verdiği bilgilere göre[16], Kınalı-zâde bu konuda yukarıda adı geçen Hoca Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’sinde yer alan “milletlerin ilk bakışta dikkati çeken nitelikleri, baskın durumda bulunan ahlâkî husûsiyetleri ve tabiatları” ile ilgili bilgileri aktarmış; bunlara çeşitli kitaplardan ve yazarlardan derlediği bilgileri eklemiş ve daha sonra da kendi düşüncelerini ortaya koymuştur.

Dikkatle gözden geçirildiğinde, konu aslında bir imaj meselesi olarak da görülebilir. Belirtildiği gibi, yazarımız burada ele alınan milletlerin tamâmı ile çok yakın bir ilişki içerisinde bulunmuş değildir. Bununla birlikte, dönem Osmanlı devletinin, –deyim yerinde ise– altın çağıdır; çok milletli sosyal yapısı içerisinde Osmanlı idârî kademelerinde olduğu kadar günlük hayatta da pek çok milletten temsilci bulmak mümkündür. Öte yandan İstanbul gibi bir başkentte, bir çoğu devşirme yoluyla Osmanlı hizmetine girmiş pek çok Balkanlı görmek tabiîdir. Aynı şekilde, Karadeniz’in kuzeyinden, Kafkaslardan veya kara Afrika’nın değişik yerlerinden getirilip şu veyâ bu şekilde Osmanlı hizmetine sunulmuş köleler de mevcuttur. Arap ve Acem dünyâsı ise Osmanlı okumuşunun yakından tanıdığı yerlerdir. Kezâ, Osmanlılar Avrupalılarla da yakın ilişki içerisindedirler. Bütün bu sebeplerle, haklarında bilgi verilen veyâ ahlâkî hükümlerde bulunulan milletlerin çoğu, Osmanlıların meçhûlü değildir. Bununla birlikte, milletlerle ilgili çizilen imajların bütünüyle gerçeği yansıttıkları söylenemez. Bu tür mütâlaaların, büyük ölçüde sübjektif değerlendirmeler oldukları muhakkaktır. Bütün bu mülâhazalara rağmen, bir Osmanlı âliminin zihniyet dünyâsına zamânının milletlerinin nasıl bir imajla yansıdıkları konusu, yâni Osmanlıların kendilerinin dışındaki milletleri nasıl gördükleri meselesi, yine de ilgili çekici olmalıdır. Bu durum aynı zamanda Osmanlıların ötekilerini değerlendiriş biçimi olarak da görülebilir.

***

Şimdi, yazarımızın tâkip ettiği sıraya uygun olarak XVI. asırda önde gelen bir Osmanlı yazarının kaleminden milletlerin nasıl değerlendirildiğini görebiliriz:

Kınalı-zâde’ye göre, insan zümrelerinin veyâ kısaca milletlerin nasıl gruplaştıklarını, kaç çeşit olduklarını; her milletin ahlâkî açıdan iyi veyâ kötü yönlerini; bunlardan hangilerinin baskın durumda bulunduğunu bilmek, hizmetinde çeşitli insanları istihdam edecek olan kimseler için son derece lüzumludur. İnsanlar, bulundukları coğrafyalara, kültür çevrelerine, ahlâk anlayışlarına, kısaca yetiştikleri çevrelere göre farklı nitelikler taşırlar. Bu da anlaşılır bir durumdur. Çünkü, çocuklar kendilerine örnek oluşturan insanların tavırlarını, hâl ve hareketlerini benimseyerek yetişirler; böylece önlerindeki örneklerin ahlâkî nitelikleri ile donanır, yetişkin bir insan hâline geldikten sonra da, tıpkı onlar gibi davranmaya çalışırlar. Şu hâlde, ahlâkî meziyetler îtibâriyle yüksek bir çevrede doğan insanların ahlâkî meziyetleri de yüksek olur. Kezâ, ilim ve aklın ön plânda tutulduğu bir ortamda doğanlar, daha sonra aynı nitelikleri taşırlar; meslek ve sanat erbâbının bol bulunduğu bir muhitte doğanlar da, ekseriyetle aynı kābiliyetleri edinirler. Öyleyse, insanlar aynı zamanda çevrelerinin de ürünleridirler[17].

Milletler içerisinde önce Araplar ele alınır; sonra sırası ile Acemler (İranlılar), tâ’ife-i Rûm, tâife-i Etrâk (Türkler) ve Kürtler tanıtılır. Çok geniş olmamakla birlikte, bunların ardından tanıtılan milletler ise şunlardır: Bosnalılar, Macarlar, Arnavudlar, Ruslar, Frenkler, Gürcüler, Çerkezler, Mekril (ing. Mingrelia’lı[18]) ve Abazalardır. Ayrıca, Hindliler, zenciler ve Habeşlilerle ilgili olarak da kısa bilgilerin verildiği görülür. Şimdi sırası ile bu milletlerin nasıl tanıtıldıklarını görelim:

Araplar

Kınalı-zâde, Arabın, akıl sâhiplerinin çoğunluğu tarafından insanoğlunun en fazîletlisi olarak görüldüğünü belirtir. Ona göre, bu görüşte olanlara Şu’ûbiyye denir; zîrâ bunlar Arabı Arap olmayandan daha fazîletli, daha üstün tutarlar... Yazarımızın daha sonraki değerlendirmeleri, kendisinin bu düşünceye bütünüyle katılmadığını göstermektedir. Esâsen, bu görüşte olanların Şu’ûbiyye (bir çeşit ırkçılık) olarak nitelendirilmesinin sebebi de bu olsa gerektir. Diğer taraftan, böyle bir kanaat İslâm’ın insanla ilgili umûmî bakış açısına da uymamaktadır. Nitekim İslâm Peygamberi, “takvâ” dışında “Arab’ın Arap olmayana bir üstünlüğü bulunmadığını” belirtmiştir. Dolayısıyla, yazarımızın İslâm’ın bu değerlendirmesini göz-ardı etmesi mümkün olmazdı. Ancak, marjinal de olsa bâzı örneklerine günümüzde bile rastlanan “fazîlet veyâ üstünlük konusunda Arapları önde gören” düşüncelerin gerisinde, İslâm Peygamberinin Araplar arasından çıkmış olması keyfiyetinin yattığını kolayca görebiliriz. Zâten bu keyfiyet dolayısıyladır ki, Osmanlılar, yüzyıllar boyunca, Arapları “kavm-i necîb” (asîl kavim) olarak tavsif etmişlerdir…

Bununla birlikte, Araplarda diğer milletlerde görülmeyen bâzı üstün meziyetlerin bulunduğu da rahatça söylenebilir. Yazarımıza göre, Araplar nutukta, güzel ve açık seçik konuşmada ve şiir konusunda diğer milletlerden üstündürler. Belâgatin İslâm ilimleri arasında mühim bir yeri bulunduğunu unutmamak gerekir. Nitekim, Arapların ömürlerinde doğdukları yerlerden başka bir yeri görmeyen, doğru dürüst bir eğitim almayan kadınları bile şiir ve kasîde söylemekte mâhirdirler; her vezinde kolayca şiir söyleyebilirler. Kezâ, Araplar iyilik (kerem), başkalarına ihsanda bulunma, misâfire ziyâfet çekme, verdikleri sözde durma (ahd ve emâna riâyet), yiğitlik (şecaat) ve ata binmede (fürûsiyyet) benzersizdirler. Ancak, “cefâ-yı tab” (tabiat îtibâriyle cefâya meyilli) ve “kuvvet-i şehvet” (şehvete düşkünlük, şehvet gücü) ile de dikkati çekerler. Şirâ’u’r-Rakîk adlı kitapta, onlarla ilgili olarak şöyle denilmiştir: “Arab cinsinün kıymetleri efdal ve akvem ve nefsleri ahsen ve ahlâkı ekrem ve tab’ları edakk ve vefâları ekser ve hulkları ather ve lisânları efsah ve çehreleri asbahdur.[19]” Buna göre, Arapların çok fazîletli ve güçlü; rûhî ve nefsî bakımdan pek güzel; ahlâken pek iyi; tabiat îtibâriyle pek ince kimseler oldukları; çok fasih bir dille konuştukları ve açık, beyaz tenli oldukları dikkati çekmektedir. Bâzı ilim adamları şöyle demişlerdir: “kerem ü cûdı Arab’dan, hikmet ü râyı Rûm u Fârs’dan ve şecâ’at ü sabrı Türk ü Frenk’den, şikākı Gürc ve Ermen(i)den taleb idün.[20]” Burada Arapların iyilik sâhibi ve cömert, Rumların ve Farsların hikmet ve isâbetli görüş sâhibi, Türklerin ve Frenklerin sabırlı ve kahraman/yiğit; Gürcülerin ve Ermenilerin ise bozguncu, şakî, kendileriyle uyuşulması güç zümreler oldukları vurgulanmıştır. Arapların başka bâzı nitelikleri de vardır: Zulme ve başkasından yönelecek sıkıntıya tahammül edemezler; bu yüzden çöllerde aç ve susuz kalarak yaşamayı tercih ederler. Bu sebeple, Irak ve Şam beldelerine gelerek sultanların hizmetlerine girmeyi, onların önlerinde eğilmeyi istemezler. Arabın pek çok husûsiyeti vardır; ancak esir alınıp köle edinilmeleri câiz değildir; onlardan kul ve câriye olmaz.

Burada Araplarla ilgili olarak sıralanan vasıfların klâsik dönem İslâm târihinin verileri oldukları dikkati çeker. Nitekim, Kınalı-zâde’nin konuyla ilgili olarak görüşlerini aktardığı yazarların hemen tamâmı, ya Emevî veyâ Abbâsî dönemlerinde ya da Arapların henüz etkilerini bütünüyle yitirmedikleri bu dönemlerden hemen sonraki zaman diliminde yaşamış şahsiyetlerdir. Bu dönemlerde Arapların İslâm dünyâsında belirleyici bir rol oynadıkları mâlumdur. Öte yandan, yukarıda işâret olunduğu gibi, İslâm Peygamberi’nin Araplar arasından çıkmış olması, bütün İslâm dünyâsında Araplara yönelik bir hüsn-i zan oluşturmuş; Osmanlı Türkleri de dâhil, pek çok Müslüman millet, yukarıda belirtildiği gibi, belki de sırf bu sebeple kendilerini kavm-i necîb olarak tanıyıp tavsif etmişlerdir. Esâsen Kınalı-zâde’nin Araplardan ‘kul ve câriye edinmek câiz değildir’ demesi de böyle bir bakış açısının netîcesi olsa gerektir. Unutmamak gerekir ki, câ’iz kelimesi, daha ziyâde emir ve nehiyler dolayısıyla karşımıza çıkan, dînî vurgusu güçlü olan bir terimdir.

Acemler / İranlılar

Kınalı-zâde, ikinci sırada Acemleri, İranlıları zikreder. Ona göre, bunlar Fırat ırmağı ile Ceyhun (Âb-ı Amû) arasında yer alan topraklar üzerinde yaşarlar. En meşhur vilâyetleri Âzerbaycan, Irak-ı Acem, Fâris, Kirman ve Horasan’dır. Acem halkının rengi kızıla çalar (humret-âmiz) beyazdır. Bedenleri dolgun (etli), şişmanlığa meyilli; sûretleri temiz (sâfî), akılları latîf, himmetleri şerîf; kendileri ilimlerde, mârifetlerde, sanatlarda ve letâyifte insan türünün en önde gelenleridirler. Bilhassa Horasanlıların hüner ve kemâl konusunda gökyüzü (âsmân) kadar yüksek oldukları atasözü hâline gelmiştir; ilimlerin ve mârifetlerin tamâmında bütün âleme üstün durumdadırlar. Nitekim Şemseddîn-i Cezerî’nin şöyle bir sözü vardır: “ilm ü hadîsün mekân u zamân cihetinden kemâl-i ulüvv vü irtikāsı vardur. Mekân cihetinden Horâsân’dur, zamân cihetinden hicretün iki yüzi hudûdında nihâyet bulmışdur.” Başka bir ifâdeyle, ilmin ve hadisin mekân ve zaman bakımından zirvede bulunduğu yer, mekân bakımından Horasan, zaman bakımından ise hicretin ilk iki yüz yılı civârıdır. Kezâ, Şirâ’u’r-Rakîk adlı kitapta şöyle denilmiştir: “Fâris ehlinün sûretleri cemîl, marazları kalîl, hulkları kerîm, gazabları adîmdür. Zîrâ keyfiyyetleri mu’tedildür. Lâkin ehl-i sükûn u râhatdurlar. Ve riyâset ü akl ve ilm ü fazl ehlleridür. Lâkin hîle vü hud’a ve buhl u imsâkden hâlî degüllerdür, husûsan ehl-i Merv.[21]” Yâni, İranlıların sûretleri güzel, hastalıkları az, huyları güzel, öfkeleri yok (denecek kadar az)tur. Çünkü, keyfiyetleri ılımlıdır; lâkın sükûn ve rahat ehlidirler. Riyâset (başkanlık, yöneticilik), akıl, ilim ve fazîlet sâhibi kimselerdir. Ancak hîle ve hud’adan, cimrilik ve pintilikten arınmış değillerdir; bilhassa Mervliler.

İranlılara yönelik bu imajın veyâ kendilerine atfedilen vasıfların teşekkül dönemi, kanaatimizce Safevî öncesi dönemdir. XV. asrın sonlarında başlayan ve XVI. asrın başlarından îtibâren hızlanarak devam eden İran’daki siyâsî ve mezhebî yapılanma, Osmanlı Türkiyesi’nde İran’a yönelik düşünceleri bu dönemde olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim, İran coğrafyası ve halkı, Osmanlı zihniyet dünyâsında bu dönemden îtibâren ehl-i dâlle, rafaza, Râfızî, kızıl-baş gibi olumsuz tasvir ve tavsiflere mâruz kalacak; İranlılar sapık kimseler olarak görüleceklerdir. Osmanlı-Safevî ilişkilerinin bu yüzyıldaki mâhiyetini siyâsî rekābet ve mezhebî sürtüşmelerin şekillendirdiği; iki devlet arasında vukû’ bulan sürekli savaşlar yüzünden, yukarıda çizilen ve daha ziyâde olumlu gözüken imajın gitgide bozulduğu; Safevî öncesi İran’ının ise uzun süre Selçuklu, Harzemşahlar, Akkoyunlu, Karakoyunlu gibi daha ziyâde Türkler tarafından kurulup idâre edilmiş devletlerin yönetimleri altında kaldığı ve bu devletlerin tamâmen sünnî oldukları bilinmeyen bir husus değildir.

Ancak, Kınalı-zâde’nin eseri XVI. asrın ikinci yarısında yazılmıştır. Bu dönemde İran’da Safevî hâkimiyeti ve İslâm anlayışı iyice yerleşmiş bulunmaktadır. Buna rağmen, yazarımızın ehl-i Acem’le ilgili değerlendirmeleri arasında, en azından yazımızda ele alınan konu noktasında, olumsuz ifâdeler ve suçlamalar pek gözükmemektedir. Oysa, teferruatına girmeğe gerek bulunmamakla birlikte, bu dönem Osmanlı münevverlerinin ileri gelenlerinin eserlerinde, yukarıda belirtildiği gibi sırf siyâsî veyâ ideolojik sebeplerle, Safevî dünyâsı hiç de olumlu bir imajla yer almaz. Kınalı-zâde’de dikkati çeken bu durumu, yazarımız tarafından kullanılan kaynakların Safevî öncesi döneme âit olmalarına bağlayabiliriz. Bu noktada o kendi dönemine ve çevresine âit günlük bilgilere fazla îtibar etmemiş gözükmektedir. Ne var ki, mezhebî ve îtikâdî değerlendirmeler söz konusu olduğunda, Kınalı-zâde’nin de tavrı değişmekte, dönemin resmî münevverlerinin ifâdelerine o da katılmakta, cümlelerinin içinde rafaza, Râfızî ve ehl-i dâlle (sapkınlar) terimleri kolayca yer alıvermektedir.

Tâife-i Rûm

Yazarımızın bu isim altında etnik olarak kimleri nitelediği pek açık olmamakla birlikte, bunların Rumlar (Grekler) oldukları anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Rum kelimesi, erken İslâm dönemlerinden başlamak üzere, bu yüzyıllarda diyâr-ı Rûm, iklîm-i Rûm gibi isimlendirmelerde görüldüğü üzere, Anadolu’yu nitelemek için de kullanılmaktadır. Bununla birlikte, burada ele alınan milletin bütün Anadolu sâkinleri olmadıkları anlaşılmaktadır. XVI. yüzyılda Anadolu’da hâkim millet olarak Türkler de dâhil, pek çok Müslüman insan yaşamaktadır. Aşağıda görüleceği üzere, taşıdıkları yumuşak huyluluk ve sadâkat vasıflarıyla tâ’ife-i Rûm, gulâm (köle-hizmetçi) edinilmeğe uygun kimseler olarak tavsif edilir. Müslümanların yine Müslümanlar tarafından köle ve hizmetçi olarak kullanılmaları söz konusu olamayacağına göre, burada sözü edilen zümrenin Rumlar olması gerekir. Kezâ, Aristo ve Eflâtun gibi antik dönem Yunan filozoflarının İslâm dünyâsında nasıl etkili oldukları da bilinmeyen bir husus değildir. Dolayısıyla aşağıda tâ’ife-i Rûm’a atfedilen ilim, doğru ve isâbetli görüş ve benzeri vasıfları da dikkate alarak, burada sözü edilenlerin etnik bakımdan Grekler olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz...

Kınalı-zâde’ye göre bunlar vefâ, emânet, çalışma, yeterlilik, iktidar ve liyâkat ile mevsumdurlar. Ancak cimrilik, haset, kötüleme-çekiştirme ve alçaklıkla da tavsif edilmişlerdir. Ehl-i Rûm’un eşkâli beyaz ve kumral, itaat ve muvâfakatları övgüye değer; akıl ve kıyâsetleri makbûl, câriyeleri hazînedarlığa uygun, cimrilik ve pintilikleri kendilerini edinmeye muvâfık ve mülâyimdir. Seyf Ali b. Ebî Tâlib, ehl-i Rûm hakkında şöyle demiştir: “Ehl-i Rûm edeb, zarâfet, ilim, nîmet, lütuf sâhibi kimselerdir; akıl, doğru ve isâbetli görüş sâhibidirler; binicilikte iyi, cesâret sâhibi; ilim, hikmet ve sanat erbâbı kimselerdir. Ancak, cimri ve nefis îtibâriyle düşüktürler; bununla birlikte yumuşak huylu ve sâdıktırlar; bu sebeple gulâm (köle-hizmetçi) edinmeye uygundurlar.[22]

Tâife-i Etrâk (Türkler)

Kınalı-zâde’nin Etrâk başlığı altında zikrettiği zümreyle ilgili verdiği bilgilerin karışık olduğu görülüyor. Diğer bir deyişle, Türklerle Moğollar karıştırılmışa benzemektedir. Verilen bilgiler gözden geçirildiğinde bu durum daha açık bir şekilde ortaya çıkar.

Buna göre, Türkler şecaat, iyilik, güzellik, olgunluk, cesâret (cür’et) ve şekil güzelliği ile meşhurdurlar. Ancak acımasızlık, kalb kasâveti ve hak tanımazlıkla da tanınmışlardır. Şirâ’u’r-Rakîk adlı kitapta şöyle denir: “Türk ehl-i Fâris’e istikâmet-i emzicede müsâvî kuvvet-i ecsâm ve sabr u şiddet itmekde gâliblerdür. Bedenleri hasen ve beyâz ve nermliği câmi’ ve çehreleri yumrulığa mâyil ve çeşmleri teng ü melîh ve kāmetleri miyânedür. Hûbları hûblıkda âyet, ziştleri ziştlikde gâyetdür. Hulklarında gadr u bî-vefâlık ve kasâvet ve kıllet-i rahmet zâhirdür. At eti yimekden ciğerleri galîz olmışdur. Hikmet ü riyâzetden âcizler ve letâ’if ü sanâyi’de kāsırlardur. Ammâ ceng ü harbde sâbırlardur. Hâtunlarında zarâfet ve letâfet-i ahlâk olmaz. Ammâ her biri kenzü’l-evlâd ve ma’den-i nesldür. Türk tâyifesinün kadri ya’ni tancırası hemân mi’desidür; ne ta’âmları olsa anda tabh eylerler[23].

Olumsuz hükümler ihtivâ eden bu satırları şu şekilde hulâsa edebiliriz: Türkler, mizaç bakımından Fârisîlerle/İranlılarla aynı durumdadırlar; ancak cisim olarak daha güçlü, onlardan daha sabırlı ve şiddet göstermede daha ileridirler. Türklerin bedenleri güzel ve beyaz, yumuşak; çehreleri yumruluğa meyilli; gözleri dar ve güzel; boyları ise ortadır. Onların güzelleri çok güzel, çirkinleri çok çirkindirler. Huy îtibâriyle gaddar, vefâsız, sert ve acımasızdırlar. At eti yemekten ciğerleri katılaşmıştır. Hikmet ve riyâzetten âcizdirler (kısaca ilme yatkın değildirler); letâfet ve sanatlar konusunda eksiklerdir. Fakat savaşta çok sabırlıdırlar. Kadınlarında zarâfet ve ahlâkî letâfet bulunmaz. Ancak her biri evlat (çocuk) hazînesi ve nesil mâdenidir; yâni çok doğururlar. Türk tâifesinin tenceresi mîdesidir; ne yiyecekleri olsa onda pişirirler; diğer bir deyişle, sâdece mîdelerini düşünürler.

Bu noktada Kınalı-zâde, kendi düşüncesini belirtir. Ona göre, Türkler ve bilhassa Moğollar yuvarlak çehreli, yassı burunlu ve dar (kısık) gözlüdürler; Peygamber onların husûsiyetleriyle ilgili olarak, ‘kendilerinin âhir zamanda ortaya çıkacaklarını ve Müslümanlara gâlip gelerek onları katledeceklerini’ haber vermiştir. Onların ataları, Hz. İbrâhim’in hâtunlarından veyâ câriyelerinden Kantûrâ’dan doğmuştur; Türkler onun neslindendir. Peygamber’in söz konusu hadîsine göre, ‘Türklerin yüzleri değirmi, gözleri küçük, burunları yassı, yüzleri sanki gön çekilmiş kalkana benzer.’

Yazarımız, bu tasviri verirken kimleri tasvir ettiği konusunda pek de bilgili gözükmemektedir. Çünkü, bu satırların ardından hemen başka bir rivâyeti aktarır. Ona göre, bazı savaş ehli kimseler, bu şekilde tasvir edilenlerin Moğol tâifesi olduğunu ileri sürerler. Bunlar önce büyük azgınları (tâgıyye-i uzmâları) Cengiz Han ile 917 yılında Muhammed Harzemşah üzerine yürümüşler, Mâverâünnehir ve Horasan vilâyetlerini katl-i âma tâbi tutup her tarafı öylesine tahrip etmişlerdir ki cennet gibi mâmur olan bu iki vilâyetten ortada eser bırakmamışlardır. Nitekim, İbnü’l-Esîr’in bildirdiğine göre, ‘Nuh tûfânından sonra yeryüzünde Cengiz vak’asına benzer katl-i âm ve tahrip hâdisesi vukû’ bulmamıştır’. Cengiz’den sonra, oğlu Hulâgû Bağdad şehrini ele geçirmiş, Abbâsî halîfesi Mu’tasım’ı, çocuklarını ve devlet erkânını katlettirmiş; bir rivâyete göre yedi, başka bir rivâyete göre ise kırk gün şehirde katl-i âm yaptırmış; mescidleri tahrip ettirmiş; kitapları ve mushafları yaktırmıştır. Katledilenlerin sayısı “on beş kerre yüz binden ziyâde idi.” Onlarla ilgili olarak söylenen küçük gözlülük (suğr-çeşm), cimriliklerine işâret etmek için de kullanılmıştır[24].

Türklerle Moğolların bu şekilde karıştırılmaları, dönemin târih bilgisi dikkate alındığında normal görülebilir. Nitekim, Türkiye’de çok yakın zamanlara kadar, Cengiz Han’ın aslen Türk olarak kabûl edildiği, okullarda ‘Türk büyükleri’nden olmak üzere kendisinin tasvir/resimlerinin duvarları süslediği bilinmeyen bir konu değildir. Ancak, yukarıda zikredilen vasıflar arasında yer alan savaşçılık, kahramanlık, cesâret ve benzeri vasıfların bizzat Türkler için de geçerli olduğunu belirtmek lâzımdır. Türkiye’den bakıldığında olumlu bulunmayan ‘at eti yeme’ ise, bütün Türkler için söz konusu edilemeyeceği gibi, Batı Türklüğü için bu durum pek de vârit değildir.

Kürtler

Kürtler ve vasıfları söz konusu olduğunda, Kınalı-zâde’nin verdiği bilgiler hemen hemen tamâmiyle olumsuz bir tablo çizer. Onun değerlendirmelerine göre, Kürtler (ekrâd) öyle bir tâifedirler ki şecaat ve binicilikle meşhurdurlar; ancak çoğunluğu hırsızlık (lesûsiyyet) ve yol kesmekten (kat’-ı tarîk) geri durmazlar. Sûku’r-Rakîk adlı eserin yazarına göre, “Ekrâdda huşûnet ve kuvvet ü şecâ’at ve şiddet-i fakr u huşûnet ayşa sabr ve kıllet-i vefâ ve habs u gadr mukarrerdür. Ve Ekrâdun gulâmı a’mâl-i şâkka ve imtihândan gayrîye sâlih olmaz.” Yâni, ‘Kürtlerde haşinlik, kuvvet, şecaat, kırıp dökme ve huşûnet şiddeti, yeme ve içme konusunda sabır, vefâ azlığı, kirlilik/pislik, sözünde durmama gibi nitelikler mutlaka vardır. Kürtlerden edinilecek hizmetçi (gulâm) meşakkatli ve mihnetli işlerden başkasında işe yaramaz’. Kezâ, Kasîde-i Firâse adlı eserde, “bütün şerlerin Kürtlerde” bir arada bulunduğu ileri sürülür[25]. Kendilerinin güvenilmez oldukları vurgulanır. ‘Kabalığı’ öne çıkaran böyle bir olumsuz imaj, belirli bir dönem için değil, hemen her devirde geçerli olmuştur.

Arap, Acem, ehl-i Rûm, Türk ve Kürtlerle ilgili bu değerlendirmelerden sonra, Kınalı-zâde şahsî fikri olarak şöyle bir netîceye varır: Bunların ekseriyeti bu zamanda köle (hizmetçi) veyâ câriye olarak kullanılamaz. Bu zamanda “bende ve hıdmetkâr” olacak nitelikleri hâiz “tâifeler” ancak Bosnalılar, Macarlar, Arnavudlar, Ruslar, Frenkler, Gürcü ve Çerkezlerdir. Mekril ve Abazalar da bunlara yakındır.

Burada isimleri zikredilenlerin ilk bakışta dikkati çeken nitelikleri ise şöyle sıralanır:

Bosnalılar halk arasında hilim, vakar, dirâyet, akl-ı selîm, vefâ ve emânetle tavsif edilirler; Bosnalıların gulâm ve câriyesi güzellik, şekil ve hizmetiyle tanınmıştır[26].

Macarlar akıllı, zekî, bütün sanatlara kābiliyetli kimseler olarak bilinirler. Ancak pis/murdar (habs), fesat ve yağmacılıkta ileri seviyededirler; öldürmeğe, yaralamağa ve hizmeti bırakıp kaçmağa meyillidirler. Bunları istihdam edenlerin ihtiyatlı olmaları gerekir. Şekil îtibâriyle ekseriyeti güzel olup beyaz tenlidirler[27].

Arnavudlar ise şekil güzelliği, akıl selâmeti, sanatlara kābiliyet, incelik ve anlaşılması güç olan şeyleri iyi anlamak (idrâk-i dakâyık) ile muttasıflardır. Ancak kibir, inat, isyan ve fesat çıkarmaktan hâlî değillerdir. Kendileri, asıl cinslerinin (nesillerinin) Arap olduğunu zannederler[28]Arnavud söz konusu olduğunda ‘inatçı’lığın belki de birinci vasıf olarak öne çıktığı ve Arnavud inâdı sözünün yaygın bir deyim hâline geldiği mâlumdur.

Kınalı-zâde’nin burada zikrettiği zümrelerin ekseriyetle Osmanlı toprağı olan Balkanlarda oturdukları görülmektedir. Bunlar aynı zamanda Osmanlı tebe’ası olan kimselerdir. Dolayısıyla, bunların klâsik mânâda köle olarak kullanılmadıkları, ücretli hizmetçiler olarak  istihdamlarının söz konusu edildiği dikkati çeker.

Yazarımızın ele aldığı milletler yukarıda kısaca zikredilenlerden ibâret değildir. Onun değerlendirmelerine konu olan ve bir kısmı, tıpkı Balkanlardakiler gibi, Osmanlı tebe’ası olan Gürcü, Çerkez ve Abazaları da zikretmek gerekir. Ayrıca, Ruslar, Efrenç başlığı altında Avrupalılar, uzak diyarlardan Hindliler ve Habeşliler de dâhil, zenci(zengî)ler hizmet ehli olmak açısından incelemeğe tâbi tutulurlar. Şimdi sırasıyla bu son grupta yer alan tâ’ifeleri gözden geçirelim:

Ruslar

Kınalı-zâde’ye göre Ruslar, şekil güzelliği ile tanınırlar; ekseriyetle beyaz tenli / renklidirler; sanata kābiliyetli, letâfet sâhibi kimselerdir; efendilerine hizmet ve itaat etmekle tanınmışlardır; bu sebeple köle ve hizmetçi olarak kullanılmağa uygundurlar. Ancak az ibâdet ederler; salâhları azdır, sebepsiz yere sâhiplerini çok çabuk terk edip kaçarlar; çabuk dinden dönerler (irtidâd); çok eskilerden beri çobanlıkla meşhur olmuşlardır. “ Bir Tatar niçe Rûsı esîr ider dirler idi” (Bir Tatar pek çok Rus’u tek başına esir edebilir).  Ancak, şimdi durum tersine dönmüş; Tatar vilâyetlerinin çoğunu “Rûs-ı la’în” ele geçirmiştir. Hacı Tarhan ve Deşt-i Bereket Han vilâyetlerinin tamâmını alıp yağma etmişlerdir[29].

Bu son satırlar, Kınalı-zâde’nin aktüel hâdiseleri yakından tâkip ettiğini göstermektedir. Bilindiği gibi, Altın Orda devletinin yıkılması ve yerine bir çok hanlığın kurulmasıyla birlikte, Ruslar Tatar baskısından kurtulmuşlar ve deyim yerinde ise karşı saldırıya geçmişlerdi. Korkunç İvan’la hızlanan bu süreç, XVI. yüzyılın ortalarında hızla genişlemeye yöneldi. 1552’de Kazan’ın, 1556’da ise Astrahan’ın ele geçirilmesiyle Ruslar Hazar’a dolayısıyla Sibirya ve Orta Asya Türk topraklarının kapılarına dayandılar. Kınalı-zâde, eserini 1565 civârında yazmış olduğuna göre, işâret olunan işgaller çok yakından bilinen hâdiselerdir. Nitekim 1570’lere doğru Osmanlılar, akîm kalacak olan meşhur Don-Volga Kanalı projesini gerçekleştirmek için harekete geçeceklerdir ki, bu projenin bir gâyesi de, Rusların doğuya ilerlemelerinin önünü kesmek, Kafkaslara inmelerine mâni olmaktı… Son satırlarda yer alan ve “Rûs-ı la’în” (lânetli Rus) terkîbinde kendisini gösteren olumsuz nitelemelere rağmen, Ruslar, kul ve câriye edinilmekte ve hizmetçi olarak kullanılmakta uygun kimseler olarak gösterilirler.

Efrenç

Osmanlıların efrenç veyâ Frenk kelimesini, neredeyse bütün Avrupalıları tavsif etmek üzere kullandıkları bilinir. Bu sebeple, Kınalı-zâde’nin, efrenç başlığı altında zikrettiği zümreleri teker teker saymadığı görülmektedir. Şu hâlde, bu hususta umûmî bir değerlendirme söz konusu demektir.

Kınalı-zâde’ye göre, efrenç tâ’ifesi letâfet ve şekil güzelliği ile tanınırlar; hizmet etmenin inceliklerini bilirler; cüz’î (küçük) sanatlardaki kemâlleri tamdır. Lâkin iyi Müslüman olmazlar. Nice yıl İslâm’da izzet ve rif’at bulup ibâdet ve tâ’at edenler bile, fırsat buldukları zaman hemen eski dinlerine dönerler[30]. Bu bakımdan, hizmetçi olarak kullanılmaları uygun görülürken, kendilerine tam mânâsıyla îtimat etmekten sakındırılır.

Gürcüler

Gürcülere gelince, bunlar da akıl, kifâyet, çalışma ve dirâyetten hâlî değillerdir. Köle ve câriyeleri itaat ve bağlılık üzere olurlar. Lâkin insanın tiksinti duyacağı her çeşit pisliği taşırlar; aşağılık durumlardan uzak kalamazlar[31]. Onları istihdam edecek olanlar, kendilerinin bu niteliklerini göz önünde bulundurmalıdırlar.

Çerkezler

Kınalı-zâde’nin burada sözünü ettiği Çerkezlerin münhasıran Mısır Memlûkluları oldukları anlaşılıyor. Nitekim verilen bilgiler ve değerlendirmeler, tamâmiyle bu çerçeve içerisinde ele alınmış ve Memlûklüler üzerine oturtulmuştur.

Buna göre, Çerkezlerin çoğunluğu şekil îtibâriyle güzel, bedenen sıhhatlidirler; vakar, haşmet, dindarlık ve emânetle vasıflanmışlardır. Ne var ki, saf (sâde-dil)dırlar; ebleh (bön)dirler; tedbirli davranmayı bilmezler; kibirli ve gururludurlar.

Kınalı-zâde, Çerkezlerde olumsuz vasıflar olarak gördüğü nitelikleri daha iyi açıklamak için bir takım târihî hâdiseleri zikreder. Ona göre, Mısır tahtı 780’lerde Berkûk Çerkesî’nin eline geçmiş ve 912 yılına kadar Mısır ve Şam’ın yönetimi Çerkezlerin elinde kalmış, Mısır’da saltanat kuldan kula intikal etmişti. Son derece gururlu ve kibirli olmaları dolayısıyla, kendi devletlerini Osmanlı devleti ile denk ve aynı kuvvette görüyor ve Osmanlılara kafa tutuyorlardı. Sultân (II.) Bâyezid’le Sultan Kayıtbay arasında anlaşmazlık ortaya çıkınca, halim-selim bir insan olan Bâyezid, gurûru bir tarafa bırakmış ve aradaki anlaşmazlığı gidermek için elçiler göndermişti. Fakat, Çerkezler gururları yüzünden olumlu bir tavır sergilemediler. Sonunda Osman oğullarının iftihârı, Îrân ve Tûrân ülkelerinin fâtihi ‘sâhib-i zamân’ Yavuz Sultan Selîm, bunların sergiledikleri bu küstahlığa ve cesâret gösterisine tahammül edemedi; kötülüklerini def’ etmek için Arap beldelerine, Şam ve Haleb üzerine sefere çıktı. O sırada Çerkezlerin başında Kansu Gavri bulunuyordu; kendisi akıllı, re’y ve tedbir sâhibi birisi idi. Başına gelecekleri gördüğü için, şahsen Osmanlılarla savaşmak yerine, onlara (Yavuz’a) itaat etmenin daha doğru olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, kendisinin dışındaki Çerkez ileri gelenleri, akıllarının eksik olması, cehâletlerinin gâlip gelmesi, kibir ve gururlarının ifrat derecesinde bulunması yüzünden “merhûm Gavrî”ye çıkıştılar; “Sen Osmânludan korkarsın, Mısır’da otur, biz serhadlere varalum, anun hakkından gelelüm” demeye başladılar. Sonunda merhûm Gavri de, ister istemez Haleb’e doğru yola çıktı; Mercidâbık’ta 912 yılı Receb’inin birinci günü Osmanlılarla savaşa tutuştu; Çerkezler hezîmete uğradılar; Sultan Gavri ve ileri gelen emirlerden şecaat sâhibi Şam nâyibi Mîbay da dâhil, pek çok Çerkez savaş meydanında öldü. Mısırlılar, bu hâdise sonunda itaat edeceklerine, başlarına Tumanbay’ı geçirerek karşı koymağa devam ettiler; Yavuz Sultan Selim’in, ‘bana tâbi olur, hutbe ve sikkelerde adımı zikrederseniz, üzerinize gelip sizi yerlerinizden etmeyeceğim, eski ahmaklığınızı da affedeceğim’ demesine rağmen, savunmaya geçtiler. Sonunda Yavuz Sultan Selim, ‘günah benden gitti, vaktinize hazır olun’ diyerek üzerlerine yürüdü; 913 yılında Gazze ve Mısır’da bir çok muhârebe oldu. Fakat, serçe ile şâhin bir midir?.. Sonunda hepsi, devletleriyle birlikte helâk olup gitti[32].

Mekrîl ve Abaza

Kınalı-zâde, bu iki grup üzerinde hiç durmaz; sâdece bunların “Çerkese karîb” olduklarını, yâni Çerkezlere benzediklerini belirtmekle yetinir[33].

Hindliler

Kınalı-zâde’ye göre, “Hind bir vilâyetdür, cenûb u maşrık nâhiyesinde ve halkı ekser esmer olur”; ancak güzelleri de vardır. Sûku’r-Rakîk adlı kitapta, Hindlilerle ilgili şöyle denir: “ehl-i Hindün kaddleri mevzûn ve renkleri esmer ve tayyib-i nükhet ve hüsn-i nu’ûmet-i beden ve akl u sedâddan ve hikmet ü sanâ’at ve vefâ vü ahd ü meveddetden behre-mendlerdür. Ammâ katlden mübâlât itmeyüp cerâyim-i azâyime ikdâm iderler. Sâlihleri eyü sâlih, tâlihleri gâyet tâlih olur. Emrâz-ı nezleviyye anlara çok ârız olur.” Yâni, Hindlilerin boyları mevzûn, renkleri esmerdir; temiz/güzel kokarlar; yumuşak bedenlidirler; akıl ve doğruluktan; hikmet, sanat, vefâ, sözünde durma ve sevgiden hisse sâhibidirler. Ancak, adam öldürmekten çekinmez, büyük suç işlemekten kaçınmazlar. Sâlihleri iyi sâlih, yaramaz olanları da gâyet yaramaz olur; nezle hastalığına çok tutulurlar.

Kınalı-zâde, kendi zamânında Hind’den hizmetçiler, harem ağaları kullanıldığını; ancak bunların huylarının kötü, çok fesatçı olmaları sebebiyle kullanılmalarının yerinde olmadığını ilâve eder[34].

Zencîler

Kınalı-zâde’nin haklarında bildiği verdiği bir zümre de zencîlerdir. Ona göre, zencîler eksik akıllı, eksik edepli; oyun ve eğlenceyi çok seven kimselerdir. Onlardan akl-ı selîm ve güzel ahlâk beklemek beyhûdedir. Oyuna ve eğlenceye düşkün olmalarının sebebi, kıt akıllı olmaları yüzündendir. Bâzı sıcak belde/ülkelerde ağır hizmetlerde kullanılmaktan başka bir hünere sâhip değillerdir[35].

Habeşliler

Kınalı-zâde’nin son olarak zikrettiği zümre ise tâ’ife-i Habeş’tir. Yazarımız, haklarında fazla bir bilgi vermediği Habeşlilerin zencîlerden daha iyi olduklarını, huylarının mülâyim; bedenen zayıf ve hakîr, ömürlerinin ise kısa olduğunu belirtmekle yetinir[36].

***

Kınalı-zâde Ali’nin isim isim zikrettiği milletler yukarıda kısaca gözden geçirilenlerden ibârettir. Tabiî ki dünyâda burada zikredilenlerin dışında insanlar da yaşamaktadırlar. Bunlarla ilgile tavsiyelerde bulunurken, yazarımız, başka zümrelerden kimselerle karşılaşıldığı zaman, yukarıda isimleri geçen milletlerle ilgili olarak anlatılanların dikkate alınmasını, onların hâl ve hareketlerinin buna göre incelenmesini ve uygun bulunanların hizmetçi ve köle olarak kullanılabileceklerini belirtir.

Ancak, bir husûsun altının çizilmesi gerekir: Kınalı-zâde, sonuna kadar katı fikirli ve peşin hükümlü değildir. Yazarımız, hangi milletten olursa olsun, insanları peşînen mahkûm etmemek gerektiğini; denî bir zümreye mensup olan bir insanın pekâlâ makbûl birisi olabileceğini; dolayısıyla mensup olduğu zümrenin denî (kötü) niteliklerle tanınmış olmasının, kendisi bizâtihî iyi olan kimseyi de mutlakā kötü yapmayacağını vurgular; aksinin de vârit olabileceğini; yâni, iyi nitelikleriyle tanınmış bir zümrenin içinden de pekâlâ kötü insanların çıkabileceğini ifâde eder[37].

Kısaca toparlamak gerekirse, bir XVI. yüzyıl yazarı olan Kınalı-zâde’nin gözüyle isimleri zikredilen milletlerden Araplar ifâde, yâni güzel, açık seçik söz söyleme; başkalarına iyilik etme, misâfir ağırlama ve benzeri husûsiyetler ile tanınmışlardır. Kendilerini kul veyâ câriye edinmek doğru değildir; bu noktada İslâm peygamberinin onların arasından çıkmış olması, yazarımızı böyle bir netîceye götürmüş olmalıdır. Acemler, bir takım menfî vasıflara sâhip gösterilmesine rağmen, umûmiyetle olumlu bir imajla karşımıza çıkarılırlar; onların kul veyâ câriye edinilmeleri de doğru bulunmaz. Aynı şey Türkler için de geçerlidir. Kendileri çok cesurdurlar; savaşçıdırlar, zorluklara sabrederler. Fakat, aynı zamanda gaddar ve katı kalplidirler; kul veyâ câriye edinilmeleri, aynı şekilde, tavsiye olunmaz. Bu noktada şunu da tekrar hatırlatmakta fayda vardır: Türkler, –yukarıda dikkat çekildiği üzere– yazarımız tarafından Moğollarla karıştırılmış, her ikisi aynı zümre gibi görülüp değerlendirilmiştir. Kürtler söz konusu edildiğinde, yazarımızın çizdiği imajın hemen hemen bütünüyle menfî olduğu gözden kaçmamaktadır. Kendileri, her durumda olumsuz sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Ancak, ilk üç zümre gibi, bunların da köle ve câriye, yâhut hizmetçi olarak kullanılmaları pek tavsiye olunmaz; onların ağır işlere dayanıklı oldukları belirtilmekle yetinilir... Bir takım olumsuz nitelemelere rağmen, Ruslar köle, câriye veyâ hizmetçi olarak kullanılmaya uygun kimseler olarak gösterilir. Aynı durum, efrenç başlığı altında ele alınan Avrupalılar için de geçerlidir. Hindler, Zencîler, Habeşliler –ahlâkî açıdan bâzı kusurları zikredilmesine rağmen– hizmetçi olarak kullanılmaya elverişli zümrelerdir. İçlerinden en iyi hizmetçilerin çıktığı milletler ise Bosnalılar, Macarlar, Arnavudlar, Ruslar, Frenkler, Gürcüler, Çerkezler, Mekril ve Abazalardır. Bunların her birinin olumlu vasıfları yanında, olumsuz vasıfları da zikredilir; buna rağmen, yine de, kendilerinin ‘emre mutî ve itaatkâr’ kimseler olarak görüldüklerini belirtmek lâzımdır. Kul, câriye ve hizmetçi olarak hiçbir şekilde kullanılamayacak milletler ise, Araplar, Türkler ve Acemlerdir. Bu üç zümrenin, kul, câriye veyâ hizmetçi olarak kullanılamayacak olmaları, kendilerinin ahlâkî niteliklerinin düşüklüğü ile ilgili değildir. Bilâkis, bu üç zümrenin, diğer bütün zümreler için de geçerli olan bâzı ahlâkî kusurları zikredilmekle birlikte, umûmî olarak bakıldığında, yine de kendilerine, diğerleri için öngörülmeyen olumlu bir rol ve statü biçilmiştir. Bunların köle, câriye veyâ hizmetçiliğe lâyık görülmedikleri değil, aksine şerefli bir durum olarak değerlendirilmeyen köleliğin, câriyeliğin veyâ hizmetçiliğin kendilerine lâyık görülmediği dikkati çekmektedir. Kul, câriye veyâ hizmetçi olarak kullanılmaları tavsiye olunmayan Kürtler ise, ince ve zekâ isteyen işlerde değil, sâdece kaba, ağır ve kuvvet isteyen işlerde kullanılabilecek kimseler olarak gösterilmişlerdir.

Kınalı-zâde’nin gözden geçirilen düşünceleri, XVI. yüzyılın Osmanlı aydınının zihniyet dünyâsında, zamânın bilinen milletlerinin nasıl bir kimlikle ve nasıl bir imajla yer bulduklarını ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. Bizce ortaya çıkan tablo, zamâna, zemîne ve mevcut dünyâya hâkim olan, yâhut bütün bunlara yön veren, etkileyen bir devletin veyâ bir milletin mensûbunun çevreye nasıl baktığını; kendi dışındakilere veya günümüzün moda deyimiyle ötekilere nasıl bir rol, statü ve kimlik biçtiğini açıkça göstermektedir. Bu aynı zamanda demektir ki, Kınalı-zâde ve mensûbu bulunduğu devletin entelektüel çevreleri, kendilerini mevcut dünyâda üstün ve hâkim bir konumda görmektedirler.

__________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlandı: Türk Modernleştirme Tarihi Araştırmaları Sempozyumu (14 Mayıs 2005; Prof. Dr. Ercüment Kuran'a Saygı), Ankara 2006, s.292-312.

[1] Kıyâfet-nâme, İstanbul Üni. Ktb. Yazma Eserler,1883 numarada kayıtlı mecmûa içerisinde (81b-86a) bulunmaktadır.

[2] Ma’rifet-nâme, hem İstanbul’da (1284), hem de Mısır/Bulak’ta (1251, 1257) ayrı ayrı basılmıştır. Ayrıca, eserin bugün yeni Türk harfleriyle yapılmış, çoğunluğu popüler nitelikli çeşitli baskıları da bulunmaktadır.

[3] A. Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, I (Giriş), 2. baskı, TTK, 1984, s. 161.

[4] Levend, a.g.e., aynı yer. Bu beyitleri kısaca şu şekilde sâdeleştirebiliriz: “Kimin boyu uzun olursa, onun kalbi saf, derûnu (içi) sâde olur. Kimin boyu kısa olursa, o kibirli ve kindar olur; içi kötülükle, hîle ile doludur. Boyu mûtedil (orta halli) olan ise hikmet sâhibi olur.”

[5] A. Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, 3. baskı, İstanbul 1980, s. 232. İnsanın boyu, rengi, hâl ve hareketleri, kulağı, gözü, burnu, sesi ve sözü, karnı, göğsü ve benzeri uzuvlarına dâir ahlâkî yargılar belirten daha fazla örnekler için adı geçen esere bkz. s. 230-235.

[6] Taşköprülü-zâde, Mevzû’âtü’l-Ulûm, İstanbul 1313, I, s. 358-360 ve 379-380).

[7] Kınalı-zâde’nin hayat hikâyesi, tarafımızdan hazırlanan ve yeni yayımlanmış bulunan İdeal Cemiyet, İdeal Devlet, İdeal Hükümdar: Kınalı-zâde Ali’nin Medîne-i Fâzılası (Ankara 2004, s. XVI-XXII) adlı eserimizde geniş olarak verilmiştir.

[8] Bu eserlerin bir listesi, ihtivâ ettikleri konular da kısaca belirtilmek sûretiyle tarafımızdan kaleme alınan yukarıdaki eserde verilmiştir (bkz. s. XXII-XXIII).

[9] Ahlâk-ı Alâ’î, Bulak (Kâhire), 1248). Üç kitap hâlinde hazırlanan eser, bu baskıda tek cilt hâlinde bir araya getirilmiş olmakla birlikte, her kitâba, 1 rakamından başlanarak ayrı ayrı sayfa numaraları verilmiştir.

[10] Eser, İlhanlı veziri ve filozofu Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî (597-672/1200-1273) tarafından kaleme alınmış bir ahlâk kitâbıdır.

[11] Eser, Molla Hüseyin Vâ’iz (830/1456?-910/1505) tarafından kaleme alınmıştır.

[12] Eser, Celâlüddîn-i Devvânî (ö. 908/ 1502) tarafından yazılmıştır.

[13] Tezkere, s. 668.

[14] Bu eserler ve Kınalı-zâde’nin eseri ile ilişkileri konusunda yukarıda adı geçen çalışmamızda yeterince bilgi bulunmaktadır.

[15] A. g.e., s. 80-81.

[16] Ahlâk-ı Alâ’î, II, s. 58.

[17] AA, aynı yer.

[18] Migrelia, Gürcistan’ın batısında bir bölge. Osmanlılara bağlı bir prenslikti; 1803’te Rusların eline geçti. Dil ve kültür bakımından Gürcülerle sıkı ilişkileri vardır.

[19] AA, I, s. 59: “Arapların kıymetleri çok üstün ve çok doğru, nefisleri pek güzel, ahlâkı çok iyi, tabiatları pek ince, vefâları daha çok, huyları çok temiz, dilleri pek fasîh, çehreleri çok güzel ve parlaktır.’

[20] Aynı yer. ‘İyiliği ve cömertliği Arap’tan, hikmeti ve doğru görüşü Rum’dan ve İranlıdan, kahramanlığı ve sabrı Türk’ten ve Frenk’ten; bozgunculuğu ve ihtilâfı Gürcü ve Ermeni’den talep edin.”

[21] AA., II, s. 59-60.

[22] AA, II, s. 60.

[23] AA, II, s. 60-61.

[24] AA, II, s. 61.

[25] AA, II, s. 62.

[26] Aynı yer.

[27] Aynı yer.

[28] AA, II, s. 62-63.

[29] AA, II, s. 63

[30] Aynı yer.

[31] Aynı yer.

[32] AA, II, s. 63-65.

[33] AA, II, s. 65.

[34] Aynı yer.

[35] Aynı yer.

[36] Aynı yer.

[37] Aynı yer.