Yayınlarım...

Akademik Yazılarım-45                                                                 Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TAŞKÖPRÜLÜ-ZÂDE’YE GÖRE İLİMLERİN GÂYESİ*

Bu sempozyumda, daha önce hayat hikâyesi hakkında bilgi verilen Taşköprülü-zâde İsâmüddin Ahmed (901/1495-968/1561), hiç şüphesiz XVI. yüzyılın önde gelen ilim adamlarından birisidir. Onun bu tebliğe konu edilmesinin sebebi ise, bilhassa kaynak eser olarak sık sık başvurulan iki mühim eserin yazarı olmasıdır. Bunlardan birisi, Osmanlı devletinin kuruluş döneminden başlayarak kendi zamânına kadar yetişmiş olan Osmanlı ilim adamlarının hayat hikâyelerini ihtivâ eden tanınmış eseri eş-Şakā’ıku’n-Nu’mâniyye fî Ulemâ’i’d-Devleti’l-Osmâniyye[1], ikincisi ise, bir medrese âlimi olarak, kendisinin ve zamanının ilim anlayışını etraflı bir şekilde ortaya konduğu Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde’dir[2]. İçerisinde esas olarak klâsik İslâm dünyâsında üzerinde çalışılan ilimlerin de tertip ve tasnif edildiği Miftâhu’s-Sa’âde (saadetin anahtarı), bizzat yazarın oğlu Kemâlüddin Mehmed tarafından Mevzû’âtü’l-Ulûm (ilimlerin konuları) adıyla dönemin Türkçesine aktarılmıştır[3].

Biz bu tebliğimizde, söz konusu eser çerçevesinde, Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışını ve öğrenilmesi gereken ilimlerin esas gâyesinin ne olması lâzım geldiği ile ilgili düşüncelerini kısaca tedkik etmek istiyoruz.

Taşköprülü-zâde’nin ilimle ilgili düşüncelerini, birbirleriyle ilişkileri açısından bizâtihî ilim (ve ilimler), bu ilimlerle uğraşan kimseler (âlim veya âlimler) ve henüz ilim öğrenme safhasında bulunan talebe olmak üzere üç noktada toplamak mümkündür: Bu üç noktanın ayrı ayrı ele alınması, öyle sanıyoruz ki şu soruların cevaplarını da ortaya koyacaktır: İlim nedir, âlim kimdir? İdeal ilim veya ilimler nelerdir; ilimler niçin tahsil olunurlar; hangi ilimler daha fazla tercih edilmelidir; ideal âlim nasıl olmalıdır? İlim tahsil edecek olanlarda (talebe) ne gibi vasıflar bulunmalıdır? Âlim ile talebe, yâni ilim öğretenle öğrenen arasındaki ideal ilişkiler nasıl olmalıdır?..

Taşköprülü-zâde, Mevzû’âtü’l-Ulûm’da metod olarak ilimle ilgili teorik meseleler, târif ve tavsifler üzerinde fazla durmaz, daha ziyâde ilmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletlerini, hangi ilimlerin daha fazîletli, hangi ilimlerin bir takım sakıncaları olduğunu anlatır; gerçek ilim adamlarının nasıl olmaları gerektiğini ele alır. Ancak, onun ilmin, ilim öğrenmenin ve öğretmenin fazîletlerine dâir ortaya koyduğu düşünceler çoğu zaman sübjektif niteliklidir; bu görüşler olandan ziyâde, olması arzulananı biraz da îmânî bir muhtevâ içinde yansıtırlar. Gerek Miftâhu’s-Sa’âde (Mevzû’âtü’l-’Ulûm)’nin kaleme alınış sebebinin zikredildiği kısımda (s. 21-27), gerekse konunun teferruatlı bir şekilde ele alındığı müteâkıp bölümlerde verilen bilgilerden hareketle, kendisinin ilimden ne anladığını ortaya koymak mümkündür.

Taşköprülü-zâde’nin ilim anlayışında dînin ve dînî ilimlerin merkez teşkil ettiği görülür. Ancak, kendisinin –önde gelen bir Osmanlı âlimi olarak, önceliği dînî nitelikli ilimlere vermesine rağmen–, bir takım ilimleri ve ilim konularını peşin bir hükümle mahkûm etmediği dikkati çeker. Onun ‘ilimler ve fenler çoktur, bunların hepsini öğrenmek mümkün değildir, esâsen ömür de kısadır; bütün tahsil âletlerini elde etmek ise güçtür; bu güçlükten kurtulmanın yolu nedir?’ sorusuna verdiği cevap, bu konudaki yaklaşımını açıkça ortaya koyar:

Mâdem ki bütün ilimleri öğrenebilmemiz -en azından maddeten- mümkün değildir; o hâlde, bunların içlerinden bir kısmını seçmek ve onları öğrenmek durumundayız. Bunun için bütün ilimler konuları ve faydaları cihetinden gözden geçirilmeli, üzerlerinde düşünülmeli, bunların içerisinden hangileri daha faydalı ise, öncelikle onlar tahsil olunmalıdır. Eğer Allâh sayılan bütün ilimleri öğrenmeyi ve bu yolla her iki dünyânın saadetini kazanmayı nasip etmişse, ne güzel; böyle bir durumda Allâh’a hamdetmek gerekir. Gerçi öğrenilen ilimler arasında faydasız (gayr-i nâfi’) olanlar da bulunabilir; ama faydasız görülen ilimlerin bile mutlakā faydalı tarafları vardır, cehâletin karanlığını ortadan kaldırdıkları için bunlar da makbuldürler. Nitekim Eflâtun, “kötü olan hiç bir ilim yoktur; kötü olan cehâlet” demiştir[4].

Peki, bütün ilimleri öğrenmemiz mümkün olmazsa, o zaman hangi kriterlere göre hareket edeceğiz? Hepimiz neyin iyi, neyin kötü olduğunu işin başlangıcında anlayabilecek durumda olmayabiliriz; üstelik görüyoruz ki, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı kişiden kişiye değişmektedir; dolayısıyla, bu konuda bir bilene danışmak da her zaman tatmin edici olmayabilir. Öyleyse, “biz nice bilirüz ki kangı ilm efdal ale’l-ıtlâkdur?

Böyle bir soruya Taşköprülü-zâde’nin cevâbı şudur:

Öncelikle insanı ebedî saadete ulaştıracak ilimler öğrenilmelidir. Hazret-i Muhammed ile Cebrâil arasında sorulu-cevaplı cereyan eden bir görüşmeden çıkarılan bu netîceye göre, insanı ebedî sâadete ulaştıracak olan ilimler şunlardır: Hevâ ve vehimlere tâbi olmayan, diğer bir deyişle spekülatif ve demagojik tartışmalarla iştigal etmeyen, İslâm dîninin inançla ilgili kāidelerini ortaya koyan bir kelâm ilmi (usûl-i dîn); haram ve helâl olanı, yapılması ve yapılmaması gereken fiilleri ve amelleri anlatan fıkıh ilmi ve nihâyet îmânın semeresi ve İslâm’ın netîcesi durumundaki bir tasavvuf ilmi. Tabiî ki tefsir ve hadis ilmi de burada zikrolunan ilimlerin içerisinde yer almaktadır[5]. Aslında burada bir ilim tasnîfiyle karşı karşıya bulunuyor isek de, Taşköprülü-zâde tarafından zaman zaman yapılan bu tür tasnifler, kabaca tasniflerdir. Aslında o, ilimleri çok daha geniş bir tasnife ve değerlendirmeye tâbi tutar ki, Mevzû’atü’l-Ulûm bize bu tasnîfin bütün teferruâtını sunmaktadır. Ancak, bu tebliğde, zaman sıkıntısı dolayısıyla teferruâta girilmeyecek ve sâdece ilimlerin temel gâyesi üzerinde durulacaktır.

Burada zikrolunan ilimler, aslında bize yine Taşköprülü-zâde tarafından başka bir vesîleyle aktarılan bir ilim tasnîfini hatırlatır. O, Şakā’ık’ta,[6]takrîri ve tahrîri (anlatılması ve yazılması) mümkün olan; takrîre hâ’iz olup tahrîri câ’iz olmayan” ve “takrîr ve tahrîre mecâl olmayup tahrîr ü tasvîre (yazılmasına ve anlatılmasına) imkân olmayan” şeklinde üç grup ilimden söz eder. Birinci grubu oluşturan ilimler, bizden önceki meşhur yazarların eserlerinde kayıtlı bulunan ilimlerdir. İkinci grupta yer alan ilimler ise, tartışmalar esnâsında tarafların birbirlerine gâlip gelmeleri için kullanılırlar; dolayısıyla ekseriyetle vehimlerden ve mugâlatalardan ibârettirler; bu sebeple hasmı ilzâmın dışında bir işe yaramazlar. Üçüncü grupta yer alan ilimler ise, hiç bir kitapta kayıtlı değildirler; dolayısıyla gerçek mânâda yazılıp çizilmeleri mümkün değildir; bir takım remiz ve işâretlerle varlıkları anlaşılır; bunlar ancak irfan, zevk ve vicdan sâhibi kimseler tarafından bilinirler.

Bu tasnifte ikinci kategoriyi oluşturan ilimler faydasız, dolayısıyla gereksizdirler; hasmı susturmanın, ona gâlip gelebilmenin ötesinde hiç bir faydaları yoktur. Bu sebeple, sâdece cedelde işe yarayan bu ilimleri öğrenmek için fazla zaman harcanmamalıdır. Taşköprülü-zâde’nin, yukarıda kelâm ilminin çerçevesini çizerken kullandığı kelimeler, bu bakımdan dikkat çekicidir: Kelâm, insanı ebedî saadete ulaştıracak ilimlerdendir. “Şol şartile ki bâhis olan mütâba’at-ı ehvâ vü evhâm itmeyüp belki kavâ’id-i akā’id-i İslâm üzre bast-ı kelâm eyleye.” Burada üzerinde durulan, tavsiye olunan kelâmın Mu’tezilî değil Eş’ârî kelâmı olduğu –bu kelâmın zaman içerisinde isbât-ı tevhîd (Allâh’ın birliğini ispat) ile sınırlı hâle geldiği[7] hatırlanırsa– kolayca anlaşılabilir.

Aynı tasnifte birinci grupta yer alan, yâni, takrîri ve tahrîri mümkün olan ilimler ise, geniş çerçevede yukarıda zikrolunan ilm-i fıkıh ve onun ayrılmaz parçaları durumundaki tefsir ve hadis ilimleridir. Esâsen bu ilimler kitaplarda yazılı bulundukları, bu bakımdan öğrenilmeleri daha kolay olduğu için, öncelikle tahsîli gereken ilim dallarıdır. Üçüncü grubu oluşturan ilimlerin ilm-i tasavvuftan başka bir şey olmadığını îzâha ise hâcet yoktur[8]. Böyle bir tasnif, bizi ilim eşittir bilgi (mâlumat) netîcesine götürmektedir ki, bu bilgi de esas îtibâriyle daha önce yazılmış eserlerde yer alan hazır bilgidir. Böyle bir yaklaşımın, zaman içerisinde koyu bir nakilcilikle netîcelenmesi ise ayrı bir keyfiyettir.

Taşköprülü-zâde’nin, ilimleri başka bir şekilde daha tasnif ettiğini görüyoruz. Bu tasnif de, temelde yukarıda gözden geçirilen tasniflerden pek farklı değildir. Bu tasnifte de yine insana fayda ve zarar esas alınmıştır. Bu tasnifte ilimler kısaca ya mahmûd (övgüye değer, dolayısıyla faydalı) veya mezmûm (kötü, dolayısıyla zararlı)durlar. Böyle bir tasnife zemin hazırlanırken, öncelikle ilim sayılan bilgilerin kaynakları dikkate alınmıştır. Taşköprülü-zâde’ye göre, ilimler temelde ya şer’î veya gayr-i şer’îdirler. Bunlar naklî ve aklî ilimler şeklinde de isimlendirilir. Şer’î ilimler “ancak enbiyâdan istinbât olunur”, naklen tevârüs edilirler. Şer’î olmayan ilimlerin idrâkinde esas iş akla düşmektedir. Böyle bir tasnif, Taşköprülü-zâde’yi doğrudan şer’î ilimleri faydalı (mahmûd), gayr-i şer’î ilimleri ise zararlı (mezmûm) netîcesine götürmez. Burada esas olan, bir ilmin insana gerçekten faydalı olup olmadığıdır. Meselâ, vücûdun sağlığı ile ilgili olan tıbb veya mîrâsın taksîmi ve insanlar arasında cereyan eden bir takım muâmelelerde kullanılan hesâb gibi ilimler, gayr-i şer’î olmalarına rağmen faydalı (mahmûd)dırlar. Tıpkı tıbb ve hesâb gibi çiftçilik (felâhat), kan alma (hacâmet) ve siyâset gibi konular da faydalı ilimlerdendir. Ancak, bu tür ilimler farz-ı kifâye kabîlindendirler; bunları bütün insanların öğrenmeleri gerekmez; içlerinden bir kısmının öğrenmesi ve ihtiyaç durumunda devreye girmesi yeterlidir. Bunlar dünyâ işleri ile ilgilidirler; dolayısıyla dünyevîdirler. Dünyevî bir ilme îtibar edip etmemede ölçü, bir taraftan o ilmin insana faydalı olup olmadığı, diğer taraftan da din karşısındaki durumudur: Eğer tıbb, hesâb ve benzeri ilimler gibi, insana bir faydası dokunuyorsa, o ilmi öğrenmek fazîlettir; fakat sihir, tılsım, gözbağcılık ve benzeri bilgi veya beceriler, insana hiç bir faydası olmayan, aksine kötülüğe veya insanların kandırılmasına yol açan şeyler oldukları için kötüdürler. Her iki durumda da olmayanlar, meselâ şiir, târih ve bunlar gibi olanlar ise mübâh ilimlerdir; din bakımından öğrenilip öğrenilmemelerinde bir sakınca yoktur[9].

Taşköprülü-zâde, mahmûd olan ilimleri de çeşitli gruplara ayırır: Bunlar ya kitâb, sünnet, icmâ’ ve kıyâs gibi fıkıh usûlü (metodoloji) ile ilgilidirler veya fürû’a dâirdirler. Fürû’a dâhil olanlar ise, fıkhî meselelerin çoğunda olduğu gibi ya dünyevîdirler veya bâzı fıkhî meseleler gibi, yâhut iyi ve kötü huyları ayırt etmeğe yarayan “ma’rifet-i ahvâl-i kalb” (kalbin çeşitli durumlarının bilgisi) gibi uhrevîdirler. Kezâ lügat, nahiv, ma’ânî, hatt gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesinde faydası dokunan âlet hükmündeki lisan ilimleri de fürû’a (fıkhın teferruâtına) dâhildirler ve bunlara mukaddemât (başlangıç ilimleri) denir; Kur’ân’ın okunmasıyla ilgili kırâ’at, harflerin çıkış yerlerini öğreten mehâric, mânâ îtibâriyle tefsir, Kur’ân’ın nâsıh ve mensûh âyetlerini bilme gibi hususlar da yine fürû’ içerisinde değerlendirilir ki, bunlara da mütemmimât (tamamlayıcı hükmünde ilimler) denilir. Aynı şey, hadis ve benzeri ilimler için de söz konusudur[10].

Bir ilim niçin ve nasıl mahmûd (övülmüş, övgüye değer, iyi) veya mezmûm (kötülenmiş, zararlı) olabilir?..

Taşköprülü-zâde’nin böyle bir soruya verdiği cevap, kendi ilim mantığı içinde son derece basit ve anlaşılırdır: Hiç bir ilim kendiliğinden mezmûm (kötü-zararlı) değildir. Onu mezmûm veya mahmûd (övgüye değer) kılan bir takım durumlar söz konusudur. Burada da esas endîşe, fayda ve zarardır. Meselâ, bir kişi bir ilmi öğrenmeğe kalkışır, fakat onu “idrâke kādir” olamaz, o ilmin asıl gâyesini bilemez ise, böyle bir ilim o insan için zararlı (mezmûm) olur. Taşköprülü-zâde’ye göre, felsefî ilimlerle uğraşanların çoğu bu durumdadır. Zîrâ, bunların çoğu “hakkı hilâfından temyîze kādir” değildirler; o ilmin iyi yönü varken, kötü tarafını kullanırlar. Meselâ ilm-i nücûm böyledir. Hâlbuki bu ilim güneşin ve ayın nasıl hareket ettiğini hesaplamağa yaraması cihetinden, mezmûmluk bir tarafa, aksine övgüye değerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte)dir.[11]” ve “Ay için de bir takım menziller (yörüngeler) tayin ettik[12].” buyurulmuştur; bunlar ise, ancak bu konuda bilgi sâhibi olmakla bilinebilir. Fakat, ilm-i nücûmu, astronomik çalışmalarda; yolculukta yol, denizde rota tâyîni gibi çeşitli işler için kullanmak gerekirken, ondan geleceğe dâir bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmak doğru değildir; böyle bir hareket o ilmi mezmûm hâle getirir. Zîrâ İslâm Peygamberi, ashâbını kazâ, kader ve nücûm bilgisiyle hayır ve şerr beyânından menetmiştir. Hz. Ömer ise, ilm-i nücûmdan ancak denizde ve karada seyâhat hâlinde iken yol tâyini için lâzım ve mu’teber olan mikdârı öğrenmeyi, fazlasından sakınmayı tavsiye etmiştir. Zîrâ, bu tür faydasız ilimleri öğrenmeğe çalışmak, ömrü boşa geçirmektir[13].

Bu durum sâdece şer’î olmayan ilimler için geçerli değildir. Aynı şey, yâni bir bilginin mahmûd veya mezmûm olması, bâzı şer’î ilimler için de söz konusudur. Bu nasıl olur? Taşköprülü-zâde, bütün şer’î ilimleri mahmûd gördüğü hâlde, bunların kullanılma durumlarını dikkate alarak, bâzı şer’î ilimlerin de mezmûm olabileceklerini ileri sürer.

Meselâ ona göre, fıkıhta böyle bir durum söz konusudur: Bu terimin şümûlüne ilk dönemlerde sâdece uhrevî meseleler girerdi; oysa, zaman içerisinde bu durum değişti ve fıkıh denince dünyevî meseleleri ele alan bir ilim dalı anlaşılmağa başlandı. Başlangıçta aslolan, “tarîk-ı âhiret ilmi” idi; nefislerin âfetlerini ve amellerin fesâda sürükleyici yönlerini bilmek, dünyâya değer vermemekti; fıkıh, âhiret nîmetlerinin şerefi, kalbin Allâh korkusu ile dolması gibi konulara tahsis edilmişti. Daha sonra bu durum değişti; âhiret düşüncesi zayıflamağa ve bunun yerini dünyevî meseleler almağa başladı; böylece başlangıçta mahmûd olan bir ilim, neredeyse mezmûm hâle geldi[14].

Aynı şey bizzat ilim için de vârittir: İlim kelimesi, başlangıçta Allâh’ı, onun kullarıyla ilgili işâretlerini, eserlerini (âyât) ve fiillerini bilme konusuna tahsis edilmişti. Zaman içerisinde bu durum değişti; kelime, fıkhî ve fıkıh dışı meseleleri münâzara ve münâkaşa etme konusuna tahsis olundu; bu hususta mâhir olanlara gerçek âlimler gözüyle bakılmağa başlandı. İlim öğrenmenin asıl gâyesinden uzaklaşıldığı için, böyle bir ilim anlayışı da mezmûmlaştı[15].

Mahmûd, yâni övülmüş veyâ makbul ilimlerin tamâmı için böyle bir mantık yürütülür. Taşköprülü-zâde’nin bu değerlendirmesi, kendisinin hakîkî mânâda ilim kelimesinden ne anladığını veya insanların bu kelimeden ne anlamaları lâzım geldiğine dâir düşüncesini açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir anlayışın yazarın düşünce dünyâsındaki meşrûiyetinin temelinde, dünyâda insanın asıl gâyesinin ebedî saadeti tahsil olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu da, bu dünyâ ile âhiret arasında sürekli bir köprü kurmayı gerektirir; dolayısıyla dünyâda öğrenilen her bilginin (ilmin), işlenen her amelin uhrevî netîcesinin de düşünülmesi kaçınılmaz olur.

Şu hâlde, yukarıda kısaca gözden geçirilen kötülüklere düşmek istemeyen insan, nasıl hareket edecek, kendisine neyi rehber edinecektir? Taşköprülü-zâde’nin bu konudaki bir cümlelik tavsiyesi şöyledir: ‘Sana vâcib olan, nefsine nazar etmek, selefe uymak, onların yollarından gitmek ve gurur ipini boynuna halka yapmamaktır'.[16]

Yazarın, bir mü’minin hangi ilimleri, hangi önceliklere göre ve nasıl bir yol tâkip ederek öğrenmesi gerektiğine dâir şu düşünceleri bu bakımdan dikkat çekicidir:

 ‘Sana gerekli olan, nefsini zâhirî ve bâtınî kötülüklerden temizlemeye çalışmaktır. Ancak bunu başardıktan sonra farz-ı kifâye kabîlinden olan ilimlere yönelmelisin. Öyleyse, ilim öğrenmeye öncelikle Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân) ile başla; sonra Peygamberin Sünnet’ini; daha sonra tefsir ve diğer Kur’ân ilimlerini (Kur’ân’ın nâsıh, mensûh, muhkem ve müteşâbih âyetlerini öğreten ilimleri) öğren; sonra fıkıh, usûl-i fıkıh ilimlerini ve bunlara benzeyen ilimleri öğren. Ancak, bütün ömrünü bunlardan birisini öğrenmek için harcama; zîrâ ilimler çok, ömür ise kısadır. Eğer vaktin kalırsa, zikrolunan ilimlerden sonra ilm-i lügate çalış; bu çerçevede Arapça’yı iyi öğren, onun sarf ve nahiv ve benzeri inceliklerini tahsil et; zîrâ bu ilimler Kur’ân’ın ve Sünnet’in daha iyi anlaşılmasına yardımcı olur, tefsir ve fıkıhta hatâya düşmekten korurlar. Hadislerden Sahîheyn’de (Buhârî’nin ve Müslim’in Sahîh adlı eserlerinde) bulunanları, yâhut Kütüb-i Sitte’de yer alan hadisler içinden ihtiyâcın olanları öğren.

Okunacak kitaplara gelince: Fıkıh ilmi konusunda Hidâye veyâ Vikāye yâhut Manzûme-i Nesefî adlı kitapları hıfzetmen yeterlidir. Ancak kelâm ilminden Kitâb ve Sünnet’te geçen akā’idi öğrenecek kadar tahsil etmek kâfîdir. Fakat hılâf ilimlerine hiç ihtiyâcın yoktur; zîrâ bu ilmin gâyesi, halktan ikbal, rağbet ve hürmet görmek, halk arasında büyüklük taslamaktır; bu ise çok kötü bir huydur,

İlimlerden mantık, kelâm ilminin içindedir. Ama içerisinde şerîate aykırı bâzı konuların bulunduğu felsefî ilimlerin bu nitelikte olanları dinden çıkmaya yol açtıkları için tehlikelidir; fakat felsefî ilimler içerisinde yer alan bâzı tabiî ilimler –ki bunlar daha ziyâde riyâzî ilimler olarak bilinir- üzerinde çalışmanın bir sakıncası yoktur. Ancak, riyâzî ilimler üzerinde çalışanların –ilm-i nücûmda olduğu gibi– bunlardan bir takım hükümler çıkarmağa kalkışmamaları gerekir.’

Şu hâlde yazarımıza göre, bize vâcib olan ilimler âhiretimizle ilgili ilimlerdir. Bunlar da muâmele ve mükâşefe ilimleri olarak ikiye ayrılır; birincisi, ikincisine giden yolu açar. Muâmele ilimleri, gerçekte kalb ahvâlini bilmekten ibârettir. Sabır, şükür, havf, recâ, zühd, rızâ, kanâ’at, takvâ, ihsân, sehâ, hüsn-i zann, hulk, mu’âşeret, sıdk, ihlâs ve mezmûm olan fakirlikten korkmamak kalb ahvâlindendir. Bunların zıddı olan hususlardan kaçınmak gerekir. Fakat mükâşefe ilimleri Allâh’ın zâtını, sıfâtını, ef’âl ve hikmetini; nübüvvetin ve nebîliğin mânâsını; vahiy, melekler, şeytanlar gibi konuları; cennet ve cehennemi; kabir azâbını, sırât, mîzân, hesâb gibi konuları; Allâh’ın vechini görmenin mânâsını ve benzeri meseleleri bilmek… gibi konuları öğretir[17].

Görüldüğü üzere, Taşköprülü-zâde için ilim bizâtihî ilim olduğu için değil, insanın dünyâsına ve âhiretine olan faydasına göre değerlendirilebilecek bir çalışma konusudur. Fakat, dünyâ ve âhiret ihtiyaçları değerlendirilirken, her hâlükârda öncelik uhrevî olana verilir. Esâsen insan, bu dünyâya sınırlı bir süreyle gelmiş ve ebedî kalacağı bir mekâna önünde sonunda gidecektir. Öyleyse, öncelikler de buna göre belirlenmelidir. Nasıl ki bir günün bir yıla tercih edilmesi akıl kârı değilse, fânî olanın bâkî olana tercih edilmesi de doğru değildir. Fakat bu demek değildir ki, insan dünyâda dünyâsı ile ilgili olanları bütünüyle göz-ardı edebilir; bilâkis, dünyâ ebedî olan âhiret için bir hazırlık (imtihân) yeridir; hazırlığını iyi yapmayanın, gideceği yerde iyi karşılanmayacağı bilinmelidir. Dolayısıyla, dünyâda çalışmak yerilemez; yerilmesi gereken şey, ona gereğinden fazla bağlanmak, değer vermek, onun kölesi olmaktır. Oysa insan, dünyânın, diğer bir deyişle maddenin kölesi değil, efendisi olmalı; onu kendi iyiliği için kullanmağa çalışmalıdır. Hakîkat bu olduğuna göre, ilim için de aynı durum söz konusudur. Bu yaklaşım, mü’mini, dünyâsı ile âhireti arasında köprü durumunda bulunan, diğer bir deyişle, kendisine hem dünyâsından hem de âhiretinden haber veren bir kaynakla sürekli irtibât hâlinde olmağa yöneltecektir. Bu durum ilim için de geçerlidir. İnsanı ebedî saadete götürecek olan bu kaynak nedir? Taşköprülü-zâde, bu soruya şu beyitle cevap verir:

“Ulûmun cümlesin Kur’ân muhît olmışdur lâkin,

Ukûl-i halk anun fehminde oldı kāsır u hayrân.[18]

Kısaca, bütün ilimler Kur’ân’da vardır; ancak insanlar bunu anlamakta yetersizdirler. Nitekim öğrenilmesi tavsiye olunan ilimler için verilen mihengin her hâlükârda Kur’ân olması da bu anlayışı doğrular. Aslında bu anlayışı, bir medeniyetin dünyâya bakışı ve onu idrâk edişi olarak değerlendirmek de mümkündür. Dolayısıyla, İslâm medeniyetinin istikbal ufukları ile Batı medeniyetinin istikbal ufukları arasındaki en dikkat çekici farklılık, belki de burada aranmalıdır. Kezâ, İslâm medeniyetinin tefekkür dünyâsı, kendisini bu dünyâda iğreti görür ve yüzünü sürekli kâinâtın mâverâsına çevirirken, Batı medeniyetinin -bilhassa Aydınlanma Çağı ile kendisine îtibarlı bir yer edinen- rasyonalist ve gitgide pozitivist bir mâhiyet kazanan düşünce âleminin daha ziyâde gördüğüne îtibar etmesi, deyim yerinde ise, çevresini maddenin sınırlarıyla çevrili görmesi ve ne yapacaksa bu sınırlar içerisinde yapacağını düşünerek bütün gayretini buraya teksif etmesi, pek muhtemeldir ki, bu farklı dünyâ idrâklerinden kaynaklanmaktadır. Bu da, her iki medeniyetin -ilim sâhasında olsun, tefekkür sâhasında olsun- târih boyunca çoğu zaman farklı kulvarlarda koştuklarını gösterir. Dolayısıyla, Taşköprülü-zâde’nin yukarıda gözden geçirilen mütâlaalarını böyle bir mânâ bütünlüğü ve zihniyet dünyâsı içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu anlayış, bizâtihî ilim ve ilmin hedefi için geçerli olduğu gibi, aşağıda görüleceği üzere, bu ilimlerle uğraşanlarda -ulemâ ve talebe- bulunması öngörülen vasıflar için de vârittir.

***

Taşköprülü-zâde’nin ilimle uğraşmanın fazîleti üzerinde de bilhassa durduğu dikkati çeker; her fırsatta Kur’ân’dan ve hadislerden örnekler vererek, ‘bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacaklarını’ etraflı bir şekilde anlatır. Ona göre ilim, bizâtihî şereflidir; dolayısıyla kendisiyle uğraşanları da şerefli kılar. Hz. Ali’den bu konuda nakledilen şu sözler son derece dikkat çekicidir:

İlim maldan yedi cihetten üstündür: 1- İlim, peygamberlerin mîrâsıdır, mal ise Fir’avların mîrâsıdır; 2- ilim, başkalarına vermekle, dağıtmakla azalmaz, mal ise azalır; 3- malın bir muhâfıza ihtiyâcı vardır, ilim muhâfıza ihtiyaç duymaz, bilâkis sâhibini kötülüklerden korur; 4- mal sâhibi öldüğü vakit malı dünyâda kalır, âlim öldüğünde ilmi kendisiyle kabre gider; 5- mal mü’mine de, kâfire de nasîb olur, ilim ise ancak mü’mine nasîb olur; 6- bütün insanlar dinleriyle ilgili işlerinde âlime muhtaç olurlar, fakat bu konuda kimse mal sâhibine muhtaç olmaz; 7- ilim, Sırât köprüsünü geçerken sâhibini destekler, güçlendirir ve huzûruna vesîle olur, mal ise sâhibini bu köprüyü râhatça geçmekten alıkor’[19].

İlmin mânevî niteliğine ve şerefine dikkat çeken Taşköprülü-zâde, ilim öğretmenin fazîletine dâir de teferruatlı değerlendirmelerde bulunur; âyetlerden, hadislerden, ileri gelen sahâbelerin ve büyük İslâm âlimlerinin konuyla ilgili sözlerinden destekleyici örnekler verir[20]. Bilâhare, ilim öğrenenlerin (talebenin) ve öğretenlerin (hocaların) taşımaları gereken nitelikleri sıralar. Onun bu konudaki görüşlerini kısaca şu şekilde hulâsa edebiliriz:

Talebe, ilme sülûk etmeden önce kalbini bütün kötülüklerden temizle­meli; güzel ahlâk ile tezyin etmeli; ihlâslı olmalı; hâlis bir niyetle ilme sarıl­malıdır. Bilâhare kendisine her yönden iyi bir hoca seçmelidir. Çünkü, ilmî ve ahlâkî yönden fazîletli bir hocaya tâbi olmak, talebeyi de aynı vasıflarla tezyin edecektir. Hocayı seçtikten sonra, kesinlikle onun irşat ve uyarılarının dışında hareket etmemeli; derslerini öğrenmek husûsunda tembellik etme­meli; ömrünün sonuna kadar ilim öğrenmenin sona ermeyeceğini bilmeli; hocanın nasîhatlerini dinlemeli; ilim tahsilinde mütevâzı olmalı, kendisini hocasının ellerine teslim etmelidir. Çünkü, o hocasının karşısında yağmura muhtaç toprak durumundadır. Toprak nasıl her hâlükârda yağan yağmuru kabûl ederse, talebe de hocadan gelen bilgileri aynı şekilde almalıdır. Öm­rünü, kendisine bir harf bile olsa öğretmiş olan hocasına veya hocalarına hizmete adamalıdır. Hocasının hatâlarını ve noksanlarını araştırmağa kalkış­mamalı; anlattıklarında yanılsa bile bunu iyiye yormalı; her hâlükârda ho­casına saygıda kusur etmemelidir. Bütün ilim dallarıyla -velev ki az da olsa- ilgi­lenmeli, onların ana-hatlarıyla da olsa konularını bilmeli, her ilmin gâyesini öğrenmeli; ilimleri küçümsememelidir. Derslere çalışırken arkadaşlarının yardımlarından faydalanmalı, dersleri onlarla müzâkere ederek öğrenmeli, araştırma ve tartışma yoluyla konuları daha iyi öğreneceğini bilmelidir. Ay­rıca, derslerini ertelememeli, onları günü gününe hazırlamalı, bu günün işini yarına bırakmamalı; arkadaşlarını iyi ve ihlâslı olanlar arasından seç­meli; sınıfta kimsenin sözünü kesmemeli, kimseyi küçük görmemelidir[21].

Hoca ise, talebe karşısında son derece vakur olmalı, aşırı giyim düşkünü olmamalı, öğrenci üzerinde etkili olabilmek için ilmiyle amel etmeli; güzel ahlâk ve tevâzu sâhibi olmalıdır. Öğrettiklerini Allâh rızâsı için öğretmeli; şöhret, gösteriş, dünyalık ve saygı kazanmayı hedeflememeli; öğrettiklerine karşılık beklememelidir. Talebeye faydalı olan bilgilerle işe başlamalı; onları çok iyi tanımalı; böylece seçeceği branşta ve vereceği bilgilerde onlara daha fazla yardımcı ve faydalı olabilmeli; verdiği dersleri hemen zorlaştır­mamalı, tedrîcî bir metod tâkip etmelidir. Öte yandan, talebeye nasıl ders ça­lışılacağını öğretmeli; onlara iyi davranmalı, eşitliği elden bırak­mamalı; onları ilme teşvik etmeli, aksine gözlerini korkutmamalı; ders­leri sıkıcı ve bıkkınlık verici bir tarzda anlatmamalı; öfkelenme­meli; zaman zaman talebenin bilgisini yoklamalı; dersi yavaş işlemeli; ders öncesi iyi hazırlanmalı; talebenin sorduğu her soruya mutlakâ cevap verme­meli, ancak emin olduğu durumlarda soruları cevaplandırmalı; talebenin hatâsı karşısında onları incitecek kadar azarlamamalıdır; çünkü onlar kendi hu­zûruna zâten eksik olarak gelmişler ve eksiklerini tamâmlamak istemektedir­ler; dolayısıyla bir soruya cevap veremedikleri durumlarda onları arkadaşla­rının yanında küçük düşürmemelidir. Sınıf içerisinde disiplini sağlamak için bilhassa dikkat etmeli; uygunsuz hareket edenleri bir takım îmâ ve işâret­lerle, arkadaşlarına hissettirmeden uyarmalı; kötü huylardan kurtulmaları için her fırsatta nasîhat etmeli; verdiği derslerin anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol etmek için zaman zaman imtihan etmeli; ilme, kitaplara ve eğitime karşı saygı göstermenin fazîletini ve sebeplerini anlatmalı; kısaca onları iyi bir âlim, iyi bir Müslüman ve iyi bir insan olarak yetiştirmek için her türlü ilgiyi ve desteği esirgememelidir[22]. Diğer bir deyişle, hoca ile talebe arasındaki ilişki, tıpkı bir şeyh-mürit ilişkisi gibi samîmî olmalı ve her fırsatta Allah rızâsını gözeten bir zemîne oturtulmalıdır.

Dikkat edilirse, bu öğütlerin mühim bir kısmının günümüzde de geçerli olan pedagojik bir nitelik taşıdıkları açıkça görülmektedir.

Kısaca toparlamak gerekirse, Taşköprülü-zâde için hakîki âlim, burada ana-hatlarıyla çerçevesi çizilen ve övgüye değer bulunan ilimleri iyi bilen ve bildikleriyle bizzat amel eden kimsedir. Kullanılmayan, faydalanılmayan, bilene bir faydası dokunmayan ilimlerle uğraşmak, sâhibine külfetten başka bir şey getirmez. Zâten, sık sık işâret olunduğu üzere, İslâm’ın Peygamberi de, “ilmiyle amel etmeyen âlimler, kitap yüklü merkeplere benzer” buyurmuştur.

_________

* Bu yazı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Taşköprü Belediyesi’nin hazırladıkları Taşköprülü-zâdeler Sempozyumu (13-14 Mayıs 2006, Kastamonu-Taşköprü)’na tebliği olarak sunulmuştur

[1] Nşr. A. Subhi Furat, (İ. Ü. Edebiyat Fakültesi yay.) İstanbul 1985.

[2] Eser üç cilt halinde 1328’de Haydarâbâd’da basılmıştır.

[3] İki cilt hâlinde 1313 yılında İstanbul’da basılmıştır. Bu çalışmada, söz konusu tercüme kullanılmıştır. Mevzû’ât, tarafımızdan uzun bir yazı çerçevesinde çok daha geniş olarak değerlendirilmiştir. Bkz. Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264.

[4] Mevzû’ât, I, s. 23-24.

[5] A.g.e., I, s. 25.

[6] Bkz. Mecdî Mehmed Efendi (trc.), Hadâ’ıku’ş-Şakā’ık (Şakâ’ık-i Nu’mâniye ve Zeyilleri, 1; nşr. A. Özcan), İstanbul 1989.  s. 153-154.

[7] Nitekim, İmam Gazzâlî, kelâmla ilgili olarak şöyle der: “Onun maksadı, sünnet ehlinin akîdesini muhâfaza ve bunu bid’at ehlinin tehlikesinden korumaktır.” (el-Munkızu mine’d-Dallâl [=Dalâletten Hidâyete, trc.. A. Subhi Furat], İstanbul 1978, s. 45); benzer bir tasnif için ayrıca bkz. Birgivî Mehmed Efendi, Tekmile-i Terceme-i Tarîkat-i Muhammediyye (Vidâdî trc.) İstanbul 1256, s. 43; H. İnalcık, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, London 1973, s. 176; bu çerçevede ilk dönemlerde kelâmcılarla hadîsçiler arasında cereyân eden münâkaşalar için bkz. Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV yay., 3. baskı, Ankara 1988.

[8] Bu tasnifin daha geniş değerlendirmesi için bkz. F. Unan, Kuruluşundan Günümüze Fâtih Külliyesi, TTK, Ankara 2003, s. 321-323.

[9] Mevzû’ât, II,s. 257.

[10] A.g.e., II, s. 257-258.

[11] Rahmân, 5.

[12] Yâsin, 39.

[13] Mevzû’ât, II, s. 258.

[14] A.g.e., II, 259.

[15] Aynı yer.

[16] Aynı yer.

[17] A.g.e., II, s. 261-264.

[18] Mevzû’ât, I, s. 25.

[19] Geniş bilgi, Mevzû’ât,I, s.24-29.

[20] Geniş bilgi, Mevzû’ât, I, s. 30-37.

[21] Geniş bilgi, I, s. 37-66.

[22] Geniş bilgi, Mevzû’ât, I, s. 67-100.