Yayınlarım...

Kırgızistan Mektubu-6                                                                   Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TÜRK DÜNYÂSI: DUYGULAR VE GERÇEKLER*

1990’lı yılların başı, Türk dünyâsı için bir dönüm noktası oldu. Zîrâ, bir takım öngörülere ve temennîlere rağmen, hiç yıkılmayacakmış gibi görünen Rus, diğer bir ifâdeyle Slav emperyalizminin XX. asırdaki en büyük vahşet eseri Sovyet İmparatorluğu, temelinin ve yapısının insan fıtratına aykırılığı ve tutarsızlığı dolayısıyla, dışarıdan hiç bir müdâhaleye gerek kalmadan, kendiliğinden, kartondan bir kule gibi çöküverdi. Bu çöküntünün ardından beş tâne Türk cumhûriyeti doğdu: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan. Bunlara, etnik açıdan farklılık arz eden Tacikistan’ı da eklemek gerekecektir. Yakın târihte, bu cumhuriyetlerin ortaya çıktığı coğrafyada bir takım istiklâl hareketleri ve huzursuzluklar görünmesine rağmen, son yıllarda bu tür hareketlerin vukû’ bulmasını sağlayacak zemin neredeyse kaybolmuştu. Bu coğrafyada yaşayan insanların büyük bir ekseriyeti, sanki kaderlerine râzı olarak, istiklâl mücâdelelerinden hemen hemen bütünüyle vazgeçmiş gibi görünüyorlardı. Bu tabloda, Rusların bölgede uyguladıkları kültür politikalarının büyük etkisi vardı. Çünkü Ruslar, esâsı asimilasyon fikrine dayanan kültür politikaları ile, bölgenin millî kültürüne büyük bir darbe vurmuşlardı. Esas olan Rus kültürü idi. Küçüğünden büyüğüne, Slav menşe’li olmayan bütün insanlara, Rus kültürünün taşıyıcısı durumundaki Rusça anadillerinden çok daha iyi öğretilmiş ve bu yolla bir bakıma Ruslaştırılmalarına çalışılmıştı. Bunda bir hayli mesâfe de alınmıştı. Bu cümleden olmak üzere, Rus târihinin ve edebiyâtının büyükleri, eserleriyle birlikte çok iyi öğretilmiş, sanki bu insanların öz değerleri ve şahsiyetleri gibi benimsetilmişti. Meselâ, Kazak televizyonu Habar’da 22 Nisan’da Lenin’in doğum yıldönümü dolayısıyla sokakta röportajlar yapılırken, yaşlı bir Kazak kadını:

“Lenin bizdin atamız,

Kölengesinde jataymız”

diyebiliyordu. Aynı şekilde, Kırgızlar arasında en okumuşları ve aklı başında olanları bile, Lenin’i kendilerine ‘erkindik’ (hürriyet) veren bir şahsiyet olarak zikredebiliyorlardı. Rus’un Puşkin’i, Gorki’si … hiç yadırganmıyordu. Sovyetlerin dağılmasının üzerinden on yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün Kırgız ve Kazak televizyonlarının büyük bir ekseriyetinin yayınlarını Rusça yapmaları; sık sık Rus televizyonlarına bağlanarak yayın aktarmaları en tabiî bir hareket olarak görülüyor ve hiç gocunulmuyor. 9 Mayıs, Rusların Hitler ordularını Rus topraklarından çıkarmalarının yıldönümü ve dolayısıyla “vatanın kurtuluş günü” olarak bu cumhûriyetlerden bâzılarında hâlâ resmî tâtil ve bayram olarak değerlendirilebiliyor. Hitler ordularının Kazakistan’a veyâ Kırgızistan’a ne zaman ve nasıl geldiğini sormak ve sorgulamak çok az insanın aklına geliyor. Hatırlatıldığında ise, sanki rüyâdan uyanır gibi yüzünüze tuhaf tuhaf bakıyor ve “ama o savaşta çok Kırgız ve Kazak evlâdı da öldü” diyor; “kim ve ne için öldü? “diye sorulduğunda, tabiatiyle, verilecek bütün cevaplar bitiyor veya mânâsını yitiriyor, yerini “doğru be!” diyen bir sükût alıyor… Oysa, bu topraklarda yaşayan Rus menşe’li sıradan insanların hiç birisi böyle bir duyguyu taşımıyor, Rusluğunu her hareketinde gösteriyor. Hattâ, bu kadar zaman zarfında yanyana yaşadıkları insanların dillerini birazcık olsun öğrenme ihtiyâcı duymamış, bir kelime olsun öğrenmemişlerdir. Bu tavır, tepeden bakmanın ve kendisini “efendi” yerine koymanın en bâriz delîlidir.

Bütün bunlar, Rus kültür emperyalizminin sınırlarını göstermesi bakımından hayli ilgi çekici olsa gerektir. Biraz da iktisâdî çâresizliğin zorlamasının tesiriyle, bugünlerde Kırgızistan’da tekrar Rusya’ya yamanmanın ciddî ciddî tartışılması ve Kırgız meclisinde Rusça’nın ikinci devlet dili olarak kabûlü için çalışılması da, yine aynı psikolojik faktörlerle açıklanabilir.

Bugün Türk cumhûriyetleri arasında yukarıda kısaca çizilen olumsuz tablodan kurtulmanın yollarını arayanlar ve bunun için bir takım ciddî tedbirler alanlar da vardır. Bu tedbirlerin başında hiç şüphesiz alfabe değişikliği gelmektedir. Bu sağlandığı takdirde, Rus kültür emperyalizminin en mühim kanallarından birisi kapatılmış ve yeni nesiller böyle bir kültürel istîlânın boy hedefi olmaktan kurtarılmış olacaktır. Bizdeki alfabe değişikliğinin eski kültürümüzle bugünkü nesiller arasına koyduğu mesâfeyi hatırlamak, bu hususta iyi bir fikir verecektir. Bu konuda Azerbaycan başı çekmiş ve Türk-latin alfabesini kabûl etmek sûretiyle bir çığır açmıştır. Bir süre önce Türkmenler de aynı şeyi yaptılar. Özbekler ise, belki de Türkiye ile aralarına koydukları gereksiz ve mânâsız mesâfe dolayısıyla İngiliz alfabesini benimsemiş durumdalar; oysa bu alfabe onların ses ihtiyâcını karşılamaktan çok uzaktır. Kazaklarla Kırgızlarda şimdilik böyle bir temâyül görünmüyor. Gerçi Kazakistan’ın bâzı yerlerinde sokakta, pazarda Kazakçayı öne çıkaran ve Rusça konuşan Kazakları horlayan bir anlayış yavaş yavaş kendini göstermeye başlamış bulunuyor. Bu anlayışın meselâ Semipalatinsk gibi Kazakistan’ın kuzeyinde ve Ruslaştırmanın daha etkili olduğu şehirlerde bile kendisini göstermesi son derece mânidardır. Kazakistan’da yaşayan Rus nüfûsun kemiyet bakımından ağırlığı göz önüne alındığında, böyle bir tavrın ortaya konabilmesi gelecek açısından ümit vaat ediyor. Kırgızistan’da ise, böyle bir tavrın ve anlayışın uzak ufuklarda bile emâresi gözükmüyor. Elbette, bu ülkelerin içinde bulundukları iktisâdî sıkıntılar, gelecek için son derece lüzûmlu tavırların alınmasında olumsuz bir rol oynuyor. Yukarıda da işâret olunduğu gibi, meselâ Kırgızistan’da Rusça’nın ikinci devlet dili olmasını sağlama girişimleri bile görülüyor ve üstelik bu girişimler burada fazla etkili olmayan Ruslardan değil, bizzat Kırgızlardan geliyor. Bu girişimler, güçlerini, bütünüyle eski dönemin, kendileri için bugünkü dönemden daha rahat bir yaşama ortamı sağladığı peşin kabûlünden alıyor. Dolayısıyla, Rus kültürünün ve etkisinin mühim vâsıtalarının başında gelen alfabe ve dil değişikliğini gündeme getiren hemen hemen hiç gözükmüyor.

Türkistan’daki Türk cumhûriyetlerinin İslâmî dönem târihlerine, sosyal ve kültürel yapılarına bakınca, Rusya karşısında takınılan bugünkü farklı tavırları anlamak nisbeten kolaylaşır. Azerbaycan ve Özbekistan’ın kültürel açıdan daha gelişmiş, ilmî bakımdan ileri ve yerleşik bir hayat geçmişinden geldikleri dikkati çeker. Türkmenler ise, Rus istilâsına en son mâruz kalmışlar, bu istilâ karşısında en fazla direnmişlerdir; üstelik bu direniş son derece kanlı ve pahalıya mal olmuştur. Biraz da bu sebeple olmalı ki, Azerîlere ve Özbeklere nisbetle daha az yerleşik oldukları halde, Rusya’nın kültürel ve siyâsî baskıları, onların Türkmen gururlarını kırmaya yetmemiştir. Bu durum, onların Rusya’dan çok Türkiye ile iyi ilişkiler içinde bulunmayı tercih etmelerinde de kendisini gösteriyor. Türkmen devlet başkanının Demirel’le görüşmesinde “biz bir millet, iki ayrı devletiz” demesi bu bakımdan mânidardır. Kazaklar ise, XVIII. asrın ilk yarısından îtibâren Rus nüfûzu ve baskısı ile karşı karşıya kalmışlar; bugün bile güçlü ve etkili olan aşîret veya boy yapısının birlikte hareket etmeyi zorlaştıran menfî etkisi yüzünden, Çarlık Rusya’sına yönelik sert, kanlı ve fakat parçalı direniş, müsbet bir netîce elde edilmesini engellemiştir. Üstelik güçlü ve yerleşik bir kültürel direniş de gösterilememiş, dolayısıyla Rus kültürü ve dili burada fevkalâde etkili olmuştur. Bu târihî geçmiş, bugün ülke ve millet geleceği için müsbet yönde atılan adımların ürkek ve çekingen olmasına yol açmaktadır. Bütün bunlara rağmen, Kazakların kendilerine has -Türkiye Türkçesindeki mânâsıyla- “kazak”lıları, onların bütünüyle eriyip yok olmalarını önlemiştir. Doğru dürüst Kazakçayı bilmeyenler bile Kazak olduklarının farkındadırlar. Bunu sağlayan ise, sâdece sözlü kültür ve gelenektir. Bugün dikkati çekecek kadar açık sergilenen öze dönüş gayretlerinin altında, biraz da bu hâlet-i rûhiyeyi görmek yerinde olacaktır… Kırgızlar ise, şimdilik bu açılardan en tepkisiz, en teslîmiyetçi ve en isteksiz zümreyi oluşturmaktadırlar. Aşîret yapısı burada da son derece güçlüdür. Meselâ, Oş’lu bir Kırgızla Bişkek ve çevresinde yaşayan bir Kırgız, psikolojik açıdan birbirine o kadar da yakın değildir. Bu da, millî bütünleşmenin önündeki en güçlü engellerden birini teşkil etmektedir. Samîmî ağızlardan zaman zaman “biz at üstünden daha yeni indik” veya “iniyoruz” sözlerini duymak, bu bakımdan mânidardır. Üstelik, Rus sempatisi de burada son derece güçlüdür.  Gerçekten, burada insan, Rus kültürü karşısında son derece ezilmiş bir hâlet-i rûhiyeyi her adım başı görebiliyor. Kızıl Sovyet (Rus) imparatorluğu dağılalı on yıl olmasına rağmen, ilkokullarda bile hâlâ Rusça’nın –hem de ciddî bin şekilde- öğretilmesi, annelerin kucaklarındaki çocuklarla Kırgızca yerine Rusça konuşmayı tercih etmeleri, çarşıda-pazarda neredeyse Rusça’dan başka bir dilin ya hiç konuşulmaması veya çok az konuşulması, Rusça bilmenin sosyal sınıf atlama ve prestij meselesi gibi görülmesi, bu kültürel ezilmişliğin açık alâmetleri olarak dikkati çekiyor. Bütün bunların yanında, Kırgızistan’ın Türk cumhûriyetleri arasında iktisâdî bakımdan en gerisi olması mühim bir olumsuz rol oynuyor. Burada insanlar, Sovyet Soyuzu (Birliği) zamânında işlerinin, aşlarının olduğunu söylemekte; işsiz ve aşsız kaldıkları yeni dönemi kâbus gibi görmekte ve imkânı olsa Rusya’nın kucağına atılmaya can atmaktadırlar. Sovyetler zamânında merkezî hazîneden buraya 450-500 milyon dolar civârında gönderilen para, 3,5-4 milyon civârındaki nüfûs için bir hayat garantisi gibi görülmüş olduğu için, bugün de aynı beklenti dikkati çekmektedir. Burada insanlara, bugünkü durumun, özlenen dünkü sistemin eseri olduğunu anlatmak, deveye hendek atlatmaktan çok daha zordur. Rusya’ya yönelik olumsuz bir bakışı tesbit etmek ise, neredeyse imkânsızdır…

Türkiye, XXI. asrın eşiğinde târih sahnesine çıkan bu cumhûriyetlerle ilişkilerini, yukarıda anahatlarıyla çizilmeye çalışılan psikolojik ve kültürel ortamı dikkate alarak geliştirmeye çalışmalıdır. Belirli bir etkisi ve faydası olmakla birlikte, bu cumhûriyetlerin Rus nüfûzundan kurtulması arzûlanıyorsa, sâdece “kardeşlik” ‘söylem’inin yeterli olmayacağı ve şimdiye kadar olmadığı bilinmelidir. Daha önce tarafımızdan yazılıp gönderilen ve Türk Yurdu’nun bundan önceki sayılarından birinde yayımlanan “Kırgızistan Mektubu-2” başlıklı yazımızda da vurgulamaya çalıştığımız gibi, burada ilişkilerde mesâfe almanın yolu, bizce, ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesinden geçiyor. Duygulara hitap eden “kardeşlik, aynı soydan gelme, dindaşlık”, vs. gibi ‘söylem’ler, bu tür anlayış ve zihniyetin yeterince güçlü olmadığı, materyalist ve menfaatçi zihniyetin oldukça kuvvetli bulunduğu bu coğrafyada sınırlı etkiye sâhiptir. Çünkü, çıkar tâkibi düşüncesi son derece güçlüdür. Çıkarlar ise, eski sistemde aranmaktadır. Eski sistem ve eski zihniyet bütün katılığı ile kendisini hissettirmektedir. Mantalite değişikliğini, bugün iş başında bulunan eski sistemin yetiştirmelerinin sağlayacağını düşünmek saf-dillik olur. Bize öyle geliyor ki, bu coğrafyada mantalite değişikliğini sağlamanın yolu bile maddî menfaatlerden geçmektedir. Esâsen, ısrarla ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesini vurgulamamızın sebebi de budur.

Bugüne kadar Türkiye’den bu coğrafyaya yöneltilmiş bulunan iktisâdî faaliyetler, belirli alanlarla sınırlı kalmıştır. Türkiye’de üretilip buraya getirilerek satılan mallarla, bu faaliyetleri yararlı kılmanın, ilişkileri güçlendirmenin imkânı yoktur. Çünkü, buraya gelip lokanta, mağaza, fırın, vs. açmak, üretime katkısı olmayan girişimlerdir. Burada, her şeyden önce, iş alanları açmak, üretim imkânları yaratmak gerekmektedir. Buradaki imkânları kullanmak sûretiyle, insanlara çalışacakları, ekmek parası kazanacakları alanları göstermede öncülük etmek lâzımdır. Bunun için, tabiatiyle büyük sermâye gerekmektedir. Türkiye’nin devlet imkânlarının buraya aktarılmasının mümkün olmadığını bilmiyor değiliz. Ancak, devletin sivil sermâyeyi harekete geçirmesi herhalde mümkündür. Bunun için, güvenli bir ortamın sağlanması ise, kaçınılmazdır. Oysa, gerek sosyal ortamın, gerekse hukûk ve güvenlik ortamının, bu coğrafyada sermâyenin korkusuzca gelmesini sağlayacak seviyede olmadığı, gözardı edilemeyecek bir hakîkattir. Siyâsî ilişkilerin ne yapıp yapıp güçlendirilmesi sûretiyle, bu güvensizlik ortamının bertaraf edilmesi elzemdir. Çünkü, bu coğrafyanın hukûkî yapısının insanlara emniyet telkin etmekten çok uzak olduğu bir vâkıadır. Mevcut hukuk sisteminin gereği gibi tatbik edilemediği de ayrı bir vâkıadır. Kânunların, kağıt üzerinden hayâta intikâlini sağlamak, hâlihazırda, neredeyse imkânsız gibidir. Buralarda siyâsî, sosyal, kültürel, ticârî, inzibâtî köşe başlarını ellerinde tutanların, dış ilişkilerde takındıkları şüpheci tavırdan kurtulmaları veya kurtarılmaları mutlakâ gereklidir. Bize öyle geliyor ki, bu çevrelerde, dışarıdan gelenlerin kendilerini kandırmak, ülke imkânlarını ve kaynaklarını ellerinden almak için geldikleri gibi bir his hâkimdir. Tabiatiyle, böyle bir his, güçlü bir şüpheyi de berâberinde getirmektedir. Yabancılar ve yabancı sermâye, sanki vahşî kapitalizmin temsilcileri gibi görülmektedir. Diğer taraftan, öz kaynakları harekete geçirmek sûretiyle, bir kalkınma hamlesi başlatma becerisi ve düşüncesi de son derece cılız gözükmektedir. Her şeyden önce, bu hususta kesif bir bilgi eksikliği mevcuttur. Hür teşebbüs fikri ise, ya hiç yoktur veya henüz tamâmiyle başlangıç safhasındadır. Bunun için, insanların sermâye sâhibi olması ise, ayrı bir keyfiyettir. Bu devletlerin finans kaynakları sıfırlanmış bulunduğu için, hür teşebbüsün finansal açıdan teşvik edilmesi de mümkün olmamaktadır. Devlet öncülüğünde bir kalkınma hamlesinin başlatılması da, yine aynı sebeplerle, şimdilik imkânsız gözükmektedir. Çünkü, böyle bir tecrübe birikimi mevcut değildir. Karar alma ve riske girme cesâreti sanki yok gibidir. Uzun yıllar boyu, bu coğrafyada bütün kararlar merkezden, Moskova’dan alınmış ve uygulamaya konulmuş olduğu için, her şey el yordamıyla bulunmaya çalışılmaktadır. Diğer bir deyişle, karar mekanizmalarını ellerinde bulunduranlar, eski sistemin mantalitesinin dışında bir mantalite tanımamakta, öğrenmeye de pek hevesli gözükmemektedirler. Bu ülkeler, kendi başlarına kalalı neredeyse on yıl geçmiş olmasına ve dış dünyâ ile çeşitli ilişkilere girmiş bulunmalarına rağmen, hâlâ dış dünyâyı yeterince tanımamaktadırlar. Rusya, yüzyıllar boyu kendilerini iliklerine kadar sömürdüğü hâlde, bu durumun şuurunda olan insan sayısı çok azdır. Bu yüzden de, tek güvenilir partner olarak, yine aynı yer görülmekte; Rusların gölgesinden kurtulmaya çalışmak, dünyâda yapayalnız kalmak gibi düşünülmekte veya, Rusların bir gün yine gelebilecekleri düşüncesi, onları kızdırmama eğilimlerini besleyip güçlendirmektedir. Bütün bu sebeplerle, eski sistemin dünyâya bakış açısını terk etmek, buralara gelen ve gelecek olan insanlar ve dış kaynaklar için güvenli bir ortam oluşturmak, bu hususta milletlerarası hukuk normlarına uygun koruyucu tedbirler almak, meselâ Batı standartlarına uygun bir kânun hâkimiyeti tesis etmek için, gerekli irâde ve girişimler gözükmemektedir. Bu coğrafyada, diplomatik ilişkiler bile milletler ve devletler-arası hukûkî normlara göre değil, birebir ve yüz yüze ilişkilere göre şekillenmekte; yabancılar, tebeası bulundukları devletlerin siyâsî, iktisâdî ve askerî güçlerinin derecesine göre saygı görmekte, yeterince güçlü olmayan, baskı kurmada veya etkilemede başarısız olan devletlerin mensupları, deyim yerinde ise, adam yerine bile konmamaktadır. Meselâ, ABD’den veya Rusya’dan yöneltilecek bir sert bakış, derhal karşılığını bulduğu hâlde, kendileri ile yürüttüğü ilişkileri, sâdece menfaat değil, din ve kardeşlik duyguları ile yürüten Türkiye gibi ülkelerin bir takım olumsuz hâdiseler karşısındaki girişimleri dikkate bile alınmamakta; meselâ, Türk dışişleri mensuplarının bâzı haksız ve kânunsuz vak’alar üzerine verdikleri sayısız notalar hiç bir tesir yaratmamakta, hattâ devlet kayıtlarına bile geçmeden çöp sepetini boylamaktadır. Türk dışişleri, bu tür olayları, anlaşıldığı kadarıyla, sîneye çekse veya olmamış saysa, görmezden gelse bile, Türkiye’nin ağırlığı ve etkisi konusunda burada yaşayan Türk vatandaşları arasındaki tereddütler ve hattâ dedi-kodular hiç de az değildir.

Bütün bu ve benzeri hâdiseler ve örnekler, buralarda henüz modern devlet anlayışının yerleşmediğini, deyim yerindeyse, modern hukuk ve kânundan ziyâde, orman kânunu kâidelerinin daha tercih edilir olduğunu göstermektedir. “Yaptım ve oldu” mantığı terk edilmediği, dünyâ devletleri arasında hatırı sayılır bir ağırlık kazanmak için gerekli olan ‘ağırbaşlı devlet’ imajının gerçek mânâsıyla gösterilemediği sürece, yabancıların saygısını celp etmek, kabîle ve aşîret muâmelesi görmeyi engellemek mümkün olmayacaktır. Diğer bir deyişle, başkalarından saygı görmek için, insanların öncelikle kendilerine saygıları olması gerekir. Buralarda, kabîle asabiyetinin ötesinde bir saygıyı müşâhede etmek, neredeyse imkânsızdır.

Bu durumu şimdilik anlayışla karşılamak belki mümkün olabilir. Çünkü, bu coğrafya, gücünü özünden alan, sistemli, teşkilâtlı ve müesseseleri oturmuş bir devlet anlayışını, sâdece bugün değil, târihinde de görmemiştir. Meselâ, Osmanlı-Türk devleti benzeri, güçlü siyâsî kuruluşları, târihten az çok haberdar birisi olarak, geçmişte biz görmüş değiliz. Timur İmparatorlu gibi sınırları îtibâriyle en büyük siyâsî kuruluşlar bile kısa ömürlü olmuş, güçlü kabîle ve aşîret bağlarını gevşeterek sosyal tabakaları bir ideal etrâfında toplamaya muvaffak olamamış; târih sahnesine çıkan devletlerin ömürleri, güçlü hükümdarların saltanat süreleriyle sınırlı kalmış, bu vâkıa da kalıcı bir devlet geleneğinin teşekkülünü güçleştirmiştir. Ancak, böyle bir durumun ilânihâye sürüp gitmesi mümkün olmadığı gibi, gelecek için doğru ve arzû edilir bir keyfiyet de değildir. Öyleyse, bu coğrafyada yapılması gereken işlerin başında, güçlü ve ağırlıklı bir devlet geleneğinin yerleştirilmesi ve dünyâ devletleri arasında “devlet” olarak görülmenin mutlakâ sağlanması elzemdir. Bu husus, iktisâdî durumun düzeltilmesinden daha elzem görülmektedir. Çünkü, emniyetin ve hukûkun olmadığı veya yeterince güçlü bulunmadığı bir mekânda, kimse kalıcı faaliyette bulunmak istemez. Önünü, yarını görmeyen, gelecekten emin olmayan, meselâ yapacağı yatırımın istikbâlini tehlikede gören insanların, kendilerinin gözü kapalı belirsizlik ortamına atmaları düşünülemez. Belki de bu sebeptendir ki, bu coğrafyada yabancı müteşebbisleri parmakla saymak mümkündür. Böyle bir ortamı ciddî işadamları değil, ancak mâcerâ-perestler tercih edebilir. Zâten şimdiye kadar biraz böyle olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Türkiye örneğini verecek olursak, buralara gelerek işyerleri açmaya kalkışanların hemen büyük bir ekseriyeti, bir kaç sene faaliyette bulunduktan sonra bırakıp gitmişlerdir. Bunlar, aynı zamanda, Türkiye’de ciddî mânâda iş-güç sâhibi kimseler değil, buradaki kargaşa ortamından faydalanabilir miyim düşüncesiyle gelen, bir an önce zengin olmayı hayâl eden, bu sebeple de kalıcı işyerleri açmaktan ziyâde, pazarlamacılık usûlüyle çalışan, dışarıdan getirdikleri malları satıp, deyim yerinde ise, bilâhare ‘sıvışmayı’  düşünen kişiler olmuşlardır. Tabiatiyle umduklarını bulamamışlar, sukût-ı hayâle uğramışlardır. Zîrâ, iktisâdî açıdan güçsüz, insanlarının alım gücü düşük bir coğrafya ile karşı karşıya bulunulmaktadır. Lokanta, kahve, küçük çaplı marketler ve benzeri yerler açmak sûretiyle, ne buralara bir katkıda bulunulabilir, ne de zengin olunabilir. Bu sebeple, şimdiye kadar burada büyük sermâye tarafından hayâta geçirilmiş iş alanları yok gibidir.

Büyük sermâyenin, kâr marjı yüksek ortamları tercih etmesi anlaşılır bir durumdur. Bu coğrafyada böyle bir marj nasıl sağlanabilir? Bilemiyoruz… Ancak, eğer Türkiye, bu coğrafyaya sâhip çıkmak, târihten kaynaklanan güçlü bağları devreye sokmak, bu yolla etkili olmak, uzun vaadeli sağlamayı düşündüğü menfaatlere ulaşmak istiyorsa, buralarda ciddî mânâda ‘devlet’lerin teşekkülüne yardımcı olmanın yollarını aramalıdır. Bunun için, bu coğrafyada karar mekanizmasını ellerinde bulunduranları, gerçek mânâsıyla dünyâya açılmaya iknâ etmeye çalışmalı; açık rejimlerin teşekkülünü teşvik etmeli; bu devletlerin geleceklerinin Rusya’yı bir ağabey olarak görmeye devamda değil, dünyâ ile entegre olmada yattığı gösterilmeli; böyle olduğu takdirde, arkasından sosyal huzûrun, refâhın, zenginliğin ve gerçek mânâda bir bağımsızlığın geleceği anlatılmalıdır. Fakat, her hâlükârda, mevcut imkânlarını akıllıca kullanmak sûretiyle, Türkiye, bu coğrafyaya iktisâdî gücüyle yaklaşmanın yollarını aramalıdır. Yukarıda da bir vesîleyle ifâde olunduğu gibi, ileride nasıl bir gelişme ve değişme yaşanacaktır, şimdiden kestirmek güç olsa bile, buralarda “madde” her şeydir ve bu yolla çok şeyi başarmak mümkündür...

________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XXI/169 (Eylül 2001), s.30-33.