Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-1                                                                      Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

 

CUMHÛRİYET AYDINI VE TAHAKKÜM ZİHNİYETİ*

Şu son senelerde hızlı bir değişimin yaşandığı günümüzde, Türkiye’de bir takım aydınların bu hızlı değişime ayak uydurmakta güçlük çektikleri, hattâ ısrarla karşı koymağa çalıştıkları görülüyor. Hakîkaten bir kaç yıldan beri dünyâ üzerinde siyâsî dengeler hızla değişmekte, kültürel münâsebetler çok daha şümûllenmekte, en katı ideolojiler yerlerini daha ılımlı fikirlere bırakmakta, iktisâdî ilişkiler millî ülke sınırlarını çoktan aşmış bulunmakta, son Körfez krizi dolayısıyla da görüldüğü gibi iktisâdî buhranlar bütün ülkeleri aynı anda etkilemekte, bilhassa aydınlar arasında görülen köklü inatlaşmalar, sosyal ve kültürel hayâtımızda hızla çözülmesi gereken pek çok problemin daha uzun yıllar yaşamasına sebep olacakmış gibi görünmektedir.

Az gelişmiş ülkelerin mâruz kaldıkları hızlı sosyal değişmelerin ortaya çıkardığı ve kültürel geri kalmışlığın beslediği bu olumsuz aydın tavrı, bir taraftan bizi lüzumsuz teferruat içinde boğulmağa iterken, diğer taraftan çok daha ciddî konuları ortaya koymaktan, tartışmaktan ve ortak bir çözüme ulaştırmaktan alıkoyuyor.

Gerçi şimdiye kadar yerleşmiş kanaatlerin, benimsenmiş fikirlerin ve birer îman rüknü gibi kabûl edilmiş peşin hükümlerin terk edilmesi her ne kadar oldukça zor ise de, Türkiye’de yaşanan sosyal problemleri ve bunların sebeplerini anlamak için, bir çıkış yolu bulmanın gerekliliğine inanıyoruz.

Bu hayâtî zorluğu aşmada asıl vazîfenin aydınlara düştüğü de bir gerçektir. Ancak, yukarıda işâret edilen aydın tavrı yüzünden, bu meselede karşımıza çeşitli güçlükler çıkmaktadır. Mühim olan husus, aydınlarımızın bu güçlüğü göğüslemeğe hazır olup olmadıkları meselesidir. Sosyal ve kültürel hayâtımız göz önüne alınınca, bu konuda pek iyimser olmanın imkânı bulunmadığı da ayrı bir gerçektir.

Öyleyse, aydınlarımız söz konusu vazîfeyi üstlenmekte niçin yeterince hazırlıklı değiller?

Bu soruya muhtelif cihetlerden cevaplar verilebilir. Ancak, sağlıklı bir netîceye ulaşabilmek için, bilhassa Cumhûriyet dönemi aydınının teşekkül safhasını incelemenin, en azından göz önünde bulundurmanın faydalı olacağı âşikârdır.

Cumhûriyet aydını, kendisini nasıl bir yükümlülük altında görüyor? Cemiyet ve devlet içindeki –veyâ karşısındaki– mevkiini nasıl değerlendiriyor? Bu çerçevede, Cumhûriyet aydınının sosyal kimliğini, yetiştiği ortamı ve yüklendiğini düşündüğü misyonu göz ardı etmemenin gereği, kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan, bütün bunların târihî menşei üzerinde durmanın zarûreti de ortadadır.

Cumhûriyet aydınının misyonunu belirleyebilmek için, çok daha gerilere, Tanzîmat öncesine kadar uzanmakta fayda vardır. Çünkü, günümüz aydınının bir çok alışkanlığının oldukça eskilere dayandığı ileri sürülebilir. Düşünce ve inanç bakımından aralarında bâriz farklar bulunsa bile, devlet ve cemiyet içindeki benimsenen misyon açısından Osmanlı ulemâsı ile günümüz aydını arasında çarpıcı benzerlikler bulunmaktadır.

Osmanlı ulemâsı, bir bütün olarak cemiyet içerisinde oldukça imtiyazlı bir mevki edinmişti. Vergiden ve askerlikten muaf tutulmuştu. Cemiyetin eğitilmesi, terbiye edilmesi, devlete karşı olan yükümlülüklerinin belirlenmesi ve yönlendirilmesi kendilerine bırakılmıştı. Adâlet mekanizmasının işletilmesi yine onların vazîfeleri arasında bulunuyordu. Bütün bu vazîfe ve yetkilerle fevkalâde üstün bir sosyal mevkie yükselmişti. Yine bütün bu vazîfe ve yetkilerle, kendisini devletin ayrılmaz rükünlerinden biri olarak görüyordu. Osmanlı ulemâsının varlığı, hakîkaten devlet ve yönetim çarkı içerisinde söz sâhibi olduğu ölçüde bir mânâ kazanıyordu. Ulemâ, tek başına bir hiç olduğunu hissediyor, bundan dolayı, vazîfeden ayrıldığı veyâ ayrılmak zorunda bırakıldığı an, kendisini gerçekten güçsüz görüyor ve bir an önce yeni bir vazîfe alabilmek için şiddetli bir arzû duyuyordu. Devletle aynîleşme hissi o derece kuvvetli idi ki, yetkilerinin elinden alınması veyâ kendisinin bir tarafa itilmesi, onu son derece üzüyordu. O dönemlerden kalma muhtelif biyografik nitelikli eserleri incelerken, haklarında bilgi verilen âlimlerden bahisle ‘azl acısını tatmadı’ veyâ ‘o da azle giriftâr oldu’ gibi ifâdelerin sık sık görülmesi, yüklenilen misyondan uzak kalmanın verdiği hüzün ve sıkıntıların birer yansıması olarak düşünülebilir.

Esâsen devlet, ulemâyı öyle bir eğitim sistemi içerisinde yetiştiriyordu ki, bunların, resmî eğitimlerini tamamladıktan sonra kendilerini devletten bağımsız bir fert olarak düşünebilmeleri ve amatör ilmî hedeflere yönelebilmeleri âdetâ imkânsız hâle geliyordu. Hepsi, temelde devlet düzeninin iyi işlemesi için gerekli birer sâdık eleman olarak yetiştirilmekteydi.

Bundan dolayı, Osmanlı ulemâsının büyük bir çoğunluğunun idârî vazîfelere geldiklerini ve çok azının sâdece ilim ve eğitim işleri ile meşgul olmakla yetindiklerini görmek, hiç de şaşırtıcı olmamaktadır.

Yürütülen eğitim sistemi, ulemânın, devlete ve dolayısıyla siyâsî otoriteye karşı sürekli minnet hissi duymasını telkin ediyor, yegâne vazîfesinin devlet düzenini korumak ve kānunları uygulamak olduğunu hatırlatıyor ve böylece devlete karşı olan minnet borcunu ödemesini öğütlüyordu.

Ulemânın mânevî açıdan bir vazîfesi de, sultanın saltanatının bekāsı için duâ etmekti. Nitekim, merkezî otoriteye sunulan pek çok arz-ı hâl ve arîzada ‘devâm-ı devletin duâcıları, kulunuz, duâcınız, bendeniz, dâ’îniz...’ gibi ifâdelerin sık sık yer alması, bundan dolayı idi. Ulemâ, kendisine bir vazîfe veyâ makāmın tahsîsini değil, ihsân edilmesini, sadaka buyurulmasını temennî ve istirham etmeğe alışmıştı.

Devlet karşısındaki bu acz ifâdesi, aynı zamanda bir yönüyle, kendine has bir gücün de ifâdesi olmaktaydı. Mülkün gerçek sâhibi sultan olarak görülse bile, ulemâ, sultanın hükmünü ve kānunlarını ancak kendi eliyle uygulamağa koyabildiğini biliyor, dolayısıyla kendisinin sultana ne kadar ihtiyâcı varsa, sultanın da kendisine ihtiyâcı olduğunu düşünüyordu. Üstelik, an’ane de kendisine saygı ve hürmet duyulmasını telkin ediyor, sözünden ve hükmünden dışarı çıkılmamasını öğütlüyordu. Ulemâ, siyâsî otorite karşısında güçsüzlüğünü fark etmiş olsa bile, kendisine has bir gücü ve tesiri olduğunu çok iyi biliyordu.

 Osmanlı ulemâsı, bilhassa gerileme dönemlerinde, daha önceki yüzyıllarda kendisine tanınan imtiyazlarla ve idârî misyonla yetinmedi ve daha fazlasını istemeğe başladı; bunu elde etmeği de başardı. Siyâsî otoriteye varlığını, gücünü ve îtibârını îtirazsız kabûl ettirdi. Öyle ki, sadrâzamların azil ve tâyinlerinde, ulemânın başı olarak sık sık şeyhülislâmların fikirlerinin sorulmasına ihtiyaç duyulması ve tavsiyelerinin çoğunlukla göz önünde tutulması, onun şahsında ulemâ sınıfını tatmin etme endîşesinin ağır bastığını gösterir.

Böylece ulemâ sınıfı, yeniçerilerin kazan kaldırmalarında, pâdişahların tahttan indirilmeleri veyâ tahta çıkarılmalarında, hattâ öldürülmelerinde artık önde gelen baskı gruplarından birisi hâline dönüştü. Savaş îlânı veyâ barış akdi gibi konularda fikirlerinin sorulması, beyan edilen görüş bâzan faydalı olmasa bile, zaman zaman riâyet edilmesi, ulemânın gücünün vüs’atini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.

Yüzyıllar içerisindeki gelişmeler, Osmanlı ulemâsında devleti sâhiplenme veyâ devletin hâmîsi olma düşüncelerini de geliştirdi. Böylece, ulemâ arasında, eskisinden çok daha güçlü bir korumacılık düşüncesi yayıldı. Artık ulemâ, cemiyet karşısında devletin koruyucusu, düşmana karşı devletin koruyucusu, durum ve şartlara göre orduya karşı devletin koruyucusu, hattâ zaman zaman pâdişâha karşı devletin koruyucusu kimliğine kolayca bürünebiliyordu. Her ne kadar bu sınıfın menfaatleri mühim bir sâik olsa da, şer’-i şerîfi koruma iddiâları da bu anlayışın iyice benimsenmesinde, aslî maksadı kamufle edici bir unsur olarak râhatça kullanılabiliyordu.

Kendisini devletle bu derece özdeşleştiren Osmanlı ulemâsının, cemiyet karşısında kendisini üstün görmesinin, devletin yönetim felsefesinden kaynaklanan bir alt yapısı da vardı. Devlet, idâreci sınıf dışında kalanları re’âyâ (bir mânâda güdülecek sürü) olarak vasıflandırmakta ve bilhassa cemiyetin devlete karşı olan vazîfelerini, yönetici sınıfın ve merkezî idârenin arzûları çerçevesinde düzenlemekteydi.

Bu hususta yönetici sınıfın bir unsuru olarak ulemâya da büyük işler düşüyordu. Cemiyet içindeki anlaşmazlıkların çözümü, vergilerin tesbit ve toplanması, kazâî işlerin görülmesi, her durumda merkezî otoriteye itaat ve sadâkatin sağlanması, ulemânın veyâ ulemâdan gelen bürokratların hakemliğine ve sorumluluğuna bırakılmıştı. Dolayısıyla, bütün bu vazîfe ve yetkiler, kaçınılmaz olarak onları üstün bir pozisyona yükseltiyordu. Artık onlar cemiyeti eğitebilirler, istedikleri ve merkezî yönetimin istediği şekilde yönlendirebilirler, fikirlerini empoze edebilirler, kısaca halkı güdebilirlerdi. Bu vazîfe ve misyon karşılığında merkezî otoritenin istediği tek şey, sadâkatti. Sağlanan imtiyazlar karşılığında, istenilen sadâkati göstermek hiç de güç gelmiyordu.

Bu anlayış yüzyıllarca devam etti. XIX. yüzyılın ortalarına doğru, burada tafsîline gerek olmayan pek çok iç ve dış sebeplerle uygulamaya konulan Tanzîmat, yüzünü Batı’ya dönmüş olmakla birlikte, ulemânın veyâ münevverlerin cemiyet ve devlet karşısındaki veyâ içindeki tavrı ve zihniyeti pek değişmedi. Tanzîmat döneminde de aydınların tek gâyesi, devleti sâhiplenmek, dizginleri elden kaçırmamak, halk karşısındaki hâkim mevkii kaybetmemek ve halkın mürebbîsi olmak olmuştur.

Tanzîmat dönemi aydını, târihî mîrâsın ve sosyal, siyâsî, kültürel, iktisâdî ve hukûkî şartların hazırladığı yeni ortam içerisinde, kendisini tam mânâsıyla mürebbî veyâ öğretmen mevkiinde buldu. Batı kültür ve medeniyeti karşısında Tanzîmat aydınının yaptığı, Batı’da gördüklerini halka göstermekle sınırlı kaldı. Batılı mânâda bir aydın olamadı; araştırma, inceleme ve bizzat öğrenmeğe yeterince eğilmedi. Bu dönemde yazılan romanların sahîfelerinin çoğunun konuyla ilgisiz mâlumat yığınlarına ayrılmasının sebebi, aydınlarımızın kendilerini cemiyet karşısında terbiyeci olarak görmelerinden kaynaklanıyordu.

Aydınların, cemiyetin okur-yazar grubunu oluşturmaları, daha eğitimli ve daha kültürlü olmaları hasebiyle, eğitim ve öğretim işleriyle uğraşmaları, adlî ve hukûkî mevzuâtın tanzim ve tatbik edilmesi ile meşgul olmaları, elbette ki, yanlış değildi. Mühim olan, bu konuda benimsenen tavırdır. Tanzîmat aydını da, tıpkı eskiden olduğu gibi, bir taraftan müeyyide vaz’ etmeğe, diğer taraftan bunları uygulamağa ve sâhiplenmeğe çalışıyordu. Bu bakımdan, Tanzîmat yönetimlerinin sosyal, siyâsî, iktisâdî, kültürel ve hattâ hukûkî sâhalarda yaptıkları reformların temelinde, halkın değişim ve yenilik arzûları değil, yöneticilerin ve aydınların arzûları yatıyordu.

Hazin bir tecellîdir ki, târihimizin her hangi bir döneminde uygulamaya konulan her hangi bir yenilik, içtimâî zarûretlerin zorlaması ve halkın baskısıyla değil, askerî, idârî ve siyâsî gerekçelerle, halka rağmen yapılmıştır. Bu durum, cemiyetin sosyolojik durumuyla da yakından ilgiliydi. Bilindiği gibi Osmanlı cemiyeti, büyük ekseriyeti ile köylü bir cemiyetti; sosyal bünyesi son derece basitti; uğraş alanları son derece kısıtlı, mevcut imkânlar son derece sınırlı idi. Dolayısıyla, âmiyâne tâbirle ‘böyle gelmiş, böyle gider’ mantığı içinde hareket ediyor; mevcut durumundan pek fazla rahatsızlık duymuyor; mevcutla yetinmeğe çalışıyor; daha doğrusu bilgisi nisbetinde talepler ileri sürebiliyordu. Bu durum, böyle bir cemiyetin, bir bütün olarak cemiyet ve devlet hayâtında büyük değişikliklere yol açabilecek teşebbüslere girişmesini, kendisine sunulanın ötesinde, deyim yerinde ise ‘daha, daha’ demesini engelliyordu.

Bu sebeple de, gerek sosyal hayatta, gerekse devlet hayâtında ihtiyaç duyulan veyâ arzûlanan yenilikler ve reformlar geniş halk kitleleri tarafından değil, hep başkaları tarafından, bilhassa üst yönetim ve ordu mensupları aracılığıyla tasarlandı, hazırlandı, uygulamaya sokuldu ve herkesin bunları benimsemesi istendi. Dolayısıyla, Tanzîmat döneminde de bu konuda pek farklı bir yol tâkip edilmedi. Esâsen, cemiyetin, çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak husûsunda bizzat talepte bulunmasına ve bir baskı grubu oluşturmasına imkân verecek şekilde organize olmasına hiç bir zaman fırsat verilmemişti. Cemiyetin ihtiyaçları ve bunların karşılanması; sosyal tabakalaşmanın teşekkülü tabiî bir seyir hâlinde kendiliğinden oluşmamış, yönetici kadro ve aydınlar, halk için neyi faydalı ve uygun görmüşlerse, halkın bununla yetinmesi gerekmişti.

Halkın aktif olarak yönetime katılması veyâ isteklerini doğrudan dile getirmesi, müesses nizâmı tahrip edeceği endîşesiyle büyük bir titizlikle önlenmiş, yöneticilerin ve aydınların ifâdeleriyle ihdâs-ı fitnenin veyâ zuhûr-ı fitnenin önüne geçilmeğe çalışılmıştı.

Yüzyılımızın başından Cumhûriyet’in kuruluşuna kadar siyâsî hayâtımıza olduğu gibi, entellektüel hayâtımıza da büyük ölçüde İttihat ve Terakkî Cemiyeti (bilâhare Fırkası) ile bu cemiyetin etrâfında kümelenen aydınlar hâkim olmuştur. Kısa zamanda aydınların ve siyâsetçilerin büyük bir çoğunluğunu bir araya getiren bu hareket, ordu ile yakın bir ilişki içerisine girdi. Çok atak bir yaklaşım içerisinde ülke problemlerine çözüm aramağa başladı. Ancak, ordu ile iç içe olmak, yaklaşımlara despotik bir mâhiyet kazandırmıştır. İttihatçılar da, eski geleneğin biraz daha farklı bir devâmı olarak, devleti ve milleti sâhiplenmeğe kalkıştılar. Kendi düşünce sınırları içerisinde bir dünyâ kurdular. Halka yönelme iddiâlarına rağmen, kısa sürede halka tahakküme yöneldiler. 1908’de İttihat ve Terakkî eliyle gerçekleştirilen siyâsî ve idârî darbe, devleti tehlikeden kurtarma ve inisiyâtifi ele alma düşüncesinden kaynaklanmıştı.

Daha önceki yüzyıllardaki ulemâ sınıfından düşünce olarak oldukça ayrılan yeni aydın yapılanması, eski ulemânın cemiyet ve devlet içindeki hâkim pozisyonunu çabucak benimsedi; halka, kendi düşüncesi istikāmetinde yol göstericilik yapma vazîfesini kendiliğinden üstlendi. Tanzîmat ve Meşrûtiyet dönemlerinde şekillenmeğe başlayan yeni aydın zümresi, Millî Müdâfaa savaşı günlerinde halkla iç içe, kol kola girmiş ve ancak bu şekilde zafere ulaşmış olmasına rağmen, savaşın hemen akabinde yeni bir boyut kazandı.

Aydınlarımız, tıpkı eskiden olduğu gibi, halkla bir süre önce birleşen yollarını tekrar ve bu defa günümüze kadar sürecek şekilde ayırdılar. Eski pozisyonlarına, halkı eğitici, sâhiplenici ve yol gösterici konumlarına geri döndüler. Yeni yapı içerisinde şekillenen aydın tabakasının menşeini batıcı, aristokrat, askerî ve bürokratik temâyüller belirliyordu. Devletin yegâne sâhibi ve yöneticisi olma içgüdüsü, bunların ayrılmaz vasıfları olarak ortaya çıkar. Dayandığı sosyal taban îtibâriyle bu zümre, halka tepeden bakmağa, onun düşüncelerine ehemmiyet vermemeğe, kendi düşüncesine göre halkı yeniden organize etmeğe ve her şeye rağmen halka kuşku ile bakmağa yönelen bir fikrî yaklaşım benimsedi.

Bu anlayış içerisinde Osmanlının tasfiyesinden sonra kurulan genç Cumhûriyet, kendisine tamâmiyle farklı bir istikāmet seçti.: Eskiyle bütün bağları koparmak ve her hususta Batı’ya yönelmek...

Uzun bir devrin inkârı üzerine kurulan ve hattâ târihsiz ve köksüz kalma endîşesiyle, inkâr edilen devri bir kenâra iterek, İslâm öncesi Orta Asya Türk târihi ile doğrudan temas kurma ihtiyâcı hisseden ve daha da garibi, Anadolu’da Etiler veyâ Yakın-doğuda Sümerler gibi sun’î cedler üretmek lüzûmu duyan Cumhûriyet politikaları, bu yaklaşımın gereği olarak, inkâr edilen dönemin günümüz insanının ruh ve düşünce dünyâsını şekillendirdiğini hiç hesâba katmadan, bu dönemden bize intikal eden ne varsa karalamak yolunu seçmiştir! Yeni yönetim, geçmişle hiç bir târihî bağı olmayan, yüzünü tamâmiyle Batı’ya dönmüş, farklı, yepyeni bir ‘toplum’ yaratmak gibi bir düşünceye kapıldı. Cemiyetin o zamâna kadar benimsediği düşünce sistemi, oluşturduğu müesseseler, edindiği âdet ve alışkanlıklar, inanç sistemi bütünüyle değiştirilmeliydi! Bu başarılmadığı müddetçe, Cumhûriyet yönetimi kendisini emniyette hissetmeyecekti.

Yeni yönetim, bu vazîfeyi, kendisiyle yakın temasta bulunan batıcı-aristokrat-bürokrat-asker menşe’li aydın zümresine verdi. Avrupa pozitivist düşüncesini ifrat derecesinde benimsemiş bulunan bu aydın zümresinin yeni misyonu, Avrupalı bir ‘toplum’ yaratmaktı! Bu ise, o târihten îtibâren, halk tarafından tamâmiyle benimsensin veyâ benimsenmesin, halka rağmen, fakat halk adına yapılmağa çalışılacaktı. Esâsen, yapı olarak reâyâlığı yüzyıllardır iyice benimsemiş bulunan cemiyeti, istenilen kalıba dökmek, bu aydınlar ve yönetim için hiç de zor görünmüyordu.

Fakat, yapılmak istenenler o derece radikaldi ki, sürekli emredilmeğe alışmış bir cemiyeti bile çileden çıkarabilecek nitelikteydi. Cemiyetten şahsiyetini terk etmesi, kimliğini şekillendiren millî ve mânevî değerlerini bir tarafa bırakması, bambaşka birisi olması isteniyordu. Kendilerini sömürge halklarının üzerlerine âmir tâyin edilmiş umûmî vâliler gibi gören ve her istediklerinin îtirazsız yapılmasını arzûlayan idâreci ve aydın işbirliği, halktan dînini bile terk etmesini isteyecek kadar ileri gitmeseydi, yaratılmak istenen yeni ‘toplum’ çok daha kolay ortaya çıkabilecekti. Hâlbuki, akşam müslüman olarak yatan insanlardan, sabah başka bir şey olması istenmekteydi. Kendisini bildi bileli İslâm inanç sisteminin insana ve eşyâya bakışı ve bunları işleyişi çerçevesinde şekillenen İslâm kültür ve medeniyeti içerisinde doğmuş, büyümüş, duymuş, düşünmüş olan bir cemiyetten, Hıristiyanlığın etkisi altında şekillenen bir kültür ve medeniyeti benimsemesi, çevresine ve dünyâya Batı gözlüğüyle bakması emrediliyor ve sanki bin yılı aşkın bir süreden beri barbar imiş gibi, bu sûretle medenîleşeceği söyleniyordu. Hâlbuki halk, harbe iştirâk ederken, daha sonra uygulanacak olan politikaları tasvip edecek ve boyun eğecek duruma düşürüleceğini bilmiyordu. Sanıldığının aksine, onları harekete geçiren yegâne sâik, milliyetçilik duygusu değildi. Halk, dînî ve millî sâiklerin bir bütün olarak tesiri altında idi. Onu, mühim ölçüde dînine ve mukaddes saydığı değerlere el uzatılacağı, benliğinin ve nâmusunun rencîde edileceği endîşeleri harekete geçirmişti. Esâsen, Millî Mücâdeleyi yöneten ve yönlendirenler, halkın bu rûhî yapısını çok iyi tanıdıkları için, bunları ustaca kullanmasını bilmişlerdi. Oysa, savaş sonrasında bu halktan, uğruna savaştığı değerleri terk etmesi ve boğaz boğaza çarpıştığı Avrupalıya benzemesi talep ediliyordu. Cemiyetin, bu konuda üzerinde tesis edilen baskılara karşı koyacak organize bir gücü olmadığı için, bâzı çok küçük kıpırdanmalara rağmen, çoğunluk hâlinde boyun eğmek zorunda kaldığı görülür. İşte halk arasında yönetim ve aydınlara karşı duyulan antipatinin temelinde bu yaklaşımlar yatmaktadır.

Yeni bir ‘toplum yaratma’da Tanzîmat döneminden îtibâren benimsenen ve halkın umûmî temâyül ve isteklerinden kaynaklanmayan, tepeden inmeci ve empoze edici bir tarzda sosyal ve kültürel hayâta müdâhale eden ceberrut baskılar, Cumhûriyet döneminde tam bir despotik mâhiyet de kazanmıştır.

1950’lere kadar bu hususta cemiyetin mâruz kaldığı baskı ve sıkı kontroller, sosyal ve kültürel hayâtımızda cidden tâmiri imkânsız derin yaralar açmıştır. Kültürümüzün temel dayanaklarından olan dînimiz ve dilimiz, dünkü kültürümüzle aramızdaki bağı koparmağa yönelik şuurlu bir politika ile âdetâ tahrip edildi. Batı’daki laiklik anlayışıyla hiç bir şekilde benzeşmeyen bir laiklik anlayışı, berâberinde din düşmanlığını getirdi.

Türkiye’de 1950’lere kadar katı bir şekilde sürdürülen ve mânevî değerlerimizi sosyal hayattan bertaraf etmeği hedefleyen din ve din eğitimi politikalarını inceleyen bir yazar, Gotthard Jäschke, bu hususta millet adına hakîkaten elem verici girişimlerde bulunulduğunu açıkça ortaya koyar. Kezâ 1950’lere kadar devletin, din eğitimini tamâmen yasakladığı; din eğitimi veren bütün müesseseleri kapattığı; dînî neşriyâtın men’ edildiği; dînin ve ibâdetlerin asıllarını bozmağa yönelik plân ve programların yürürlüğe konmağa çalışıldığı, bugün iyice bilinen gerçeklerdendir.

Diğer taraftan, Cumhûriyet yönetimi, halkın umûmî arzûsuna hiç bir şekilde değer vermek niyetinde de değildi. O, bütün gücünü ordudan ve batıcı-asker-aristokrat-bürokrat aydın tipinden alıyordu. Bu dönemde söz konusu aydın zümresi, tamâmiyle cemiyet-üstü bir statü kazanmış, ülkenin bütün imkânları hizmetine verilmiş, cemiyetin geleceği, gelecekte alacağı şeklin ne olacağı, nasıl bir maarif anlayışı içinde yetiştirileceği, nelere inanıp nelere inanmaması gerektiği, neyi düşünüp neyi düşünmeyeceği, siyâsî otorite tarafından bir vazîfe olarak üstlenilmiş, bunu tahakkuk ettirme yetkisi de söz konusu aydın zümresinin inhisârına bırakılmıştı. Kısaca, savaş esnâsında dayanılan cemiyet irâdesi tamâmiyle bertaraf edilmişti.

İşte Cumhûriyet aydını, yukarıda çizilmeğe çalışılan bu sosyal, siyâsî ve kültürel ortam içerisinde yetişti, yetiştirildi. Devletin yasakladığı her şeye düşman hâline getirildi. Böylece halkla aydınlar arasında derin uçurumlar oluşması kaçınılmaz hâle geldi. Artık aydınlar, halkın değer verdiği şeylere îtibar etmemeği, inançlarına dudak bükmeği, millî ve mânevî hasletlerine cephe almağı veyâ bütün bunları milletin ilerlemesinin birer ayak bağı olarak görmeği ilericilik ve îman rüknü olarak telakkî etmeğe başladılar. Halkı, inançlarını, kıymet hükümlerini, örf ve âdetlerini, alışkanlıklarını, düşünce dünyâlarını incelemeğe ve anlamağa aslâ yanaşmadılar. Tâbir câizse, bunu bir zül olarak gördüler! Bu yüzden halkın, kendilerine karşı böylesine katı bir tutum içine giren bu aydınları sevmemesini, onlara şüpheyle bakmasını ve ‘gene ne hınzırlıklar düşünüyor acabâ’ dedirtecek bir tavır takınmasını mâzur görmemek için, hiç bir sebep yoktur. Kezâ, aynı şekilde halkla Cumhûriyet aydını arasında derin uçurumlar oluşmasına şaşmamak gerekir. Batıcı-aristokrat-asker-bürokrat aydın tipinin destek ve gayretiyle uygulamaya konulan inkılâplar, cemiyetin tabiî isteklerinden kaynaklanan içtimâî zarûretlerle ortaya çıkmış olmayıp, tamâmiyle Batılı mânâda ‘yeni bir toplum yaratmak’ arzûsundan ve siyâsî endîşelerle vücut bulmağa başlamıştı. Aradan yetmiş yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bunların hâlâ tartışılıyor olmasının yegâne sebebi, işte burada yatmaktadır.

1950 yılı, kendisini devletin yegâne sâhibi ve koruyucusu olarak gören batıcı-aristokrat-asker-bürokrat aydın tipinin yüklendiğini düşündüğü bu misyonu, mühim ölçüde devlet desteğinden mahrum bırakan bir harekete şâhit oldu. kendisini devlet, millet ve rejim adına tam yetkili sayan bir aydın tipi, bu târihte hiç sarsılmayacak sandığı saltanatının yıkılmağa başladığını gördü. Ve bu durumu, o günden bugüne kadar bir türlü hazmedemedi. Dolayısıyla, oluşan yeni ortama karşı hemen muhâlefete geçti.

1950’li yıllar, siyâset dünyâmızda hakîkaten inkılâp sayılabilecek bir siyâsî harekete sahne olmuştu. Bu inkılâbı başlatan ve mühim mesâfeler kat’ eden hareketin adı Demokrat Parti’dir. Bir dönemin siyâsî ihtirasları ve tahakküm arzûları netîcesinde ne kadar hakārete uğramış olursa olsun, yapılan bâzı siyâsî taktik hatâları ne kadar büyütülürse büyütülsün, Demokrat Parti, gerçekten o zamâna kadar görülmeyen büyük ve şümûllü bir değişimin başlatıcısı ve yürütücüsü olmuştur. Bu değişim, batıcı-asker-aristokrat ve bürokrat aydın tipinin ve bunlarla iç içe olan siyâsî otoritenin, milletin kaderi üzerindeki mutlak hâkimiyetine ağır bir darbe indirmişti.

Böylece, o zamâna kadar kendi düşüncelerini empoze eden, halk üzerinde kesin bir hâkimiyet ve tahakküm kurmuş olan; halkın re’yine, düşüncesine, inanç ve kültürüne îtibar etmeyen aydın zümresinin ve siyâsî otoritenin, yerini, halkın içinden gelen ve onun bir parçası olan insanlara bırakmak zorunda kaldığını görüyoruz. Fakat, yeni hareket, bu zümreyi tamâmiyle tasfiye etmeği başaramadı. Söz konusu zümre, öylesine köşe başlarını tutmuş bulunuyordu ki, kolay kolay bertaraf edilmesi mümkün değildi. Esâsen bu zümre, yeni durumu içine sindirecek siyâsî ve entellektüel olgunluktan da mahrum bulunuyordu. Dolayısıyla, yeni bir gruplaşma ve inatlaşma içine girmekte beis görmedi. Çevresinde kümeleneceği ve kendisi ile aynı kader birliğini paylaştığı siyâsî bir kuruluş da hazır bulunuyordu: CHP.

Bir parti olarak ortaya çıktığı günden beri, ülkenin ve milletin tek hâkimi olduğunu düşünen, hattâ günümüze kadar demokrasinin kendisinin eseri olduğunu ileri süren CHP, yukarıda kimliği çizilen aydın tipi ile aynı temele dayanıyordu. 1950’de uğradığı büyük mağlûbiyeti o da bir türlü hazmedemedi. Bu yüzden, muhâlefete düştüğü andan îtibâren, tamâmiyle yıkıcı bir muhâlefet politikası benimsedi. O târihten kapatıldığı âna kadar, bütün aşırı ve tahripkâr grupları bünyesinde barındırmaktan geri durmadı.

1950’lerde başlayan ve henüz çok tecrübesiz olan demokrasi hayâtımız ve bunun kurucuları, CHP’nin ve çevresine toplanan söz konusu aydın zümresinin etkili ve tahripkâr muhâlefeti netîcesinde, onuncu yılın sonuna doğru üst üste taktik hatâları yapmağa başlayınca, bunlar için yeni bir ümit ışığı doğdu ve bilinen 27 Mayıs darbesi vukû’ buldu. Bu darbenin ardından Demokrat Partililere ve onların önde gelen şahsiyetlerine karşı bu kadar sert davranılmasının ve hiç de lâyık olmadıkları hakāret, zulüm ve îdamlara varan muâmelelere mâruz bırakılmalarının temelinde, yukarıda üzerinde durulan aydın tipinin ve onlarla bütünleşmiş siyâsetçilerin haşin öfkeleri yatar! Bu hareketle ve DP’ye revâ görülen muâmele ile halktan, on yıldan beri iktidardan uzaklaştırılmış olmanın intikāmı alınmış oluyordu!

Ancak, bütün bunlara rağmen, söz konusu aydın zümresi, 1960’lardan sonra da, eski mutlak hâkimiyetini bir türlü kuramadı. Zîrâ, sayıları çok fazla olmasa bile, onlardan oldukça farklı yeni bir aydın nesli yetişmeğe başlamış, yeni siyâsî zümreler teşekkül etmişti. Eski hâkimiyeti eline geçiremeyişin, CHP’nin artık bir türlü iktidar olamamasıyla da yakından ilgisi vardı. Bu aydın zümresinin, siyâsî iktidârın desteği olmadan eski pozisyonunu kazanması mümkün değildi. Çünkü, taban olarak halka dayanmıyor, hattâ, tâbir câizse, ayağı çarıklı köylüden nefret ediyordu. Nefret ettiği büyük topluluk ise, eski tecrübeleriyle ve yaşadığı baskılardan bir nebze olsun kurtulmuş bulunmanın verdiği şuurla, CHP’ye siyâsî iktidârı vermeme basîreti içinde idi. Bu aydın zümresinin bir daha eski mevkiine gelememesi, onu, rakip olarak gördüğü aydınlara ve iktidarlara karşı sürekli muhâlefet etme yoluna itti. Halka rağmen yürütülen bu muhâlefetin, hiç bir başarı şansı olmadığı bir türlü kabûl edilmedi. Aynı anlayışa sâhip bugün mevcut siyâsî partilerin bir türlü iktidâra gelememelerinin bir sebebi de, bir türlü samîmî olarak halka yaklaşma isteği duymamaları, halkı sâdece bir vâsıta olarak değerlendirmekten kurtulamamalarıdır!

Sürekli muhâlefette kalmanın verdiği ruh hâleti içerisinde, söz konusu aydın zümresinin, 1960 sonrasında hızla ideolojik bir zemîne sürüklendiği görülür. Bu konuda en fazla yakınlık duyulan ideolojinin sosyalizm adı altında komünizm olduğu bilinmektedir. Ancak, zamâna ve zemîne göre Atatürkçülük zırhının da sık sık giyildiği ve böylece Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını koruma maskesi altında eski hâkim pozisyona tekrar yükselme politikası tâkip edildiği görülür.

Bu dönemde, fakirlik ve geri kalmışlığın istismârına dayanan sosyalizm (yâhut komünizm, ki Türkiye’de sosyalizm kelimesinden daha çok komünizm anlaşılıyordu) ve onun çevresinde yürütülen ideolojik propagandalar, propagandası yapılan ideoloji lehine rejim değişikliğine yönelmiş; karakteri gereği zümre veyâ sınıf hâkimiyetine dayanan komünizm, bizde asıl gâyesi kendi tahakkümünü kurmak olan aydın tipinin lehine kullanabileceği bir düşünce akımı hâline sokulmuştu.

Gerçekten, asırların ihmâli ile Türkiye, pek çok sâhada geri kalmıştı. Dolayısıyla, istismar edilecek problem istenmeyecek kadar çoktu. Aydınlarımız, bunları istedikleri gibi kullanmakta hiç de zorlanmadılar. Bu propaganda mücâdelesinin fikrî temelini de yine millî ve mânevî değerlere muhâlefet etmek oluşturuyordu. Bu sebeple, eski statik aydın anlayışı, fazla bir değişime uğramadan, bâzan sosyalizm kisvesi altında, bâzan Atatürkçülük zırhı içinde devam ettirildi.

Cumhûriyet aydını, kendi sosyal mevkiini muhâfaza edebilmek için her türlü yola baş vurdu. Ancak ‘tabuları yıkıyorum’ derken, yıktıklarından çok daha çetin ve zâlim tabular oluşturdu; sun’î ilâhlar îcat etti. Cumhûriyet aydınının, kendi düşüncesini despotik bir din hâline dönüştürdüğünde hiç şüphe yoktur. Halkçılık iddiâlarının arkasında, halka rağmen oluşturulan bu tabular ve bu din, ilâhî kānunlardan çok daha müsâmahasız ve katı bir şekilde halka sunulmağa çalışıldı. Bu hususta kendisi gibi düşünmeyenleri ‘gerici, yobaz, çağdışı, kafatasçı’ gibi çirkin ithamlar ve zanlar altında bırakmak ve sürekli karalamak, bu zümrenin değişmez karakteri olmuştur. Hürriyetçi, düşünce hürriyetine saygılı, demokrat, insan hakları taraftarı veyâ sosyal demokrat hüviyetleri ile ortaya çıkmalarına rağmen, millete yaklaşımlarıyla, mütehakkim tavırlarıyla, halkın irâdesini hiçe saymalarıyla, hiç de iddiâ ettikleri gibi olmadıklarını açıkça ortaya koydular. Onlar için, bütün dünyâ kendi eksenleri etrâfında dönmeli, herkes kendi ağızlarına bakmalı, kendi fikirleri yürürlükte bulunmalı, kısaca kendi hâkimiyetleri kurulmalı idi. Öyle ki, hak ancak onlara tanındığı nisbette hak olabiliyordu! Tam bir egoizm örneği sergilenmekteydi.

Bu tip aydının sık sık problemler îcat etmekte ne kadar mâhir olduğu çok şaşırtıcıdır. Sık sık gündeme getirilen ve ‘temcit pilavı’ gibi ısıtılıp ısıtılıp ortaya sürülen şu irticâ meselesinde, bu karakter açıkça görülür. Bu zümre için, kendi düşüncesi ile uyuşmayan her düşünce irticâî, kendisi gibi düşünmeyen herkes kolayca mürtecî oluvermiştir! Bu mesele etrâfında koparılan gürültülerin, büyük ölçüde menfaat ve statü kaygısından kaynaklandığını görmek için, keskin bir zekâya ihtiyaç yoktur. Asıl maksadın, sosyal statülerini tamâmen sarsacağını düşündükleri İslâm’ı gündem dışına itmek ve mümkünse sosyal hayattan bütünüyle tecrit etmek olduğu kolayca görülebilmektedir. Esâsen İslâm hakkında koyu bir cehâletin esîri olan ve İslâm denince, kendi hayal-hânelerinde ürettikleri heyûlâyı hatırlayan bu aydın zümresinin, bugünkünden farklı bir tavır sergilemesini beklemek aşırı saf-dillik olur. Böyle bir korku içerisinde, şimdiye kadar hor gördükleri, tepeden baktıkları, millî ve mânevî değerlerine bağlı millet çocuklarının artık eski çekingenliklerinden ve pısırıklıklarından sıyrılarak söz ve mevki sâhibi olabilecek bir kararlılık içine girmeleri; kısaca sosyal ve siyâsî mevkilerini tehdit edebilecek bir duruma gelmeleri, bunları fevkalâde rahatsız etmektedir. Esâsen bugünkü hırçınlığın sebebi de budur. Nitekim, son yıllarda İmam-Hatip Liselerinin sayılarının artması ve buralardan mezun olanların imamlıkla yetinmeyerek, daha yüksek mevkilere gelmek istemeleri karşısında gösterilen tepkilerin sebebi de, yine bu korku ruh hâleti içinde aranmalıdır. Kendilerinden tamâmiyle farklı yepyeni bir neslin yetişmesi ve hızla çoğalması, bunlar için büyük bir endîşe kaynağı olmaktadır.

Kezâ, geçtiğimiz aylarda merhum Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının naaşlarının İmralı’dan alınarak İstanbul’da inşâ edilen bir Anıt-Mezar’a nakledildiği ve hiç bir hukûkî müeyyideye dayanmadan çirkince gasp edilen îtibarlarının iâdesi yoluna gidildiği günlerde, bir gazete köşe yazarının –adı lâzım değil–, ‘öyleyse Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da îtibarları iâde edilsin!’ tarzında fikirler ileri sürmesi de, bu çerçevede değerlendirilmelidir. Halkın karârından ve sevgisinden ürken ve ‘bize rağmen bunlar nasıl yapılabilir’ psikozu içine giren belirli çevrelerin ortak düşüncelerini yansıtması bakımından, bu tavır üzerinde ibretle düşünmek gerekir.

Bu zümrenin demokrasi sevdâlarına da güvenilemez. Hiç bir hukûkî sebep ve engel mevcut değilken, halkın oylarıyla seçilmiş birisinin –müdâfaasını yapmak gibi bir gayretkeşlik içinde olmadığımızı bilhassa belirtelim–, sırf daha farklı düşünüyor ve sırf biraz daha muhâfazakâr manzara sergiliyor düşüncesiyle Cumhurbaşkanlığı makāmına lâyık görülmemesi ve demokrasi adına aleyhinde hiç de hoş olmayan sözler sarf edilmesi, halka ne kadar değer verildiğinin ve demokrasiye –Türkiye’deki çeşitli aksaklıklarına rağmen– ne kadar samîmiyetle inanıldığının göstergesi olması bakımından ilgi çekicidir. Şahısları beğenip beğenmemek, şahısların bizzat kendilerini ilgilendirmekle birlikte, şahsî tercihleri demokrasi adınaymış gibi göstermek anlaşılmaz bir tutumdur.

Kezâ, askerî darbelerin sıcak günlerinde, o zamâna kadar savunulan düşüncelerle taban tabana zıt bir tavır takınılarak, darbelerin açıktan açığa ve bâzan şaklabanca alkışlanması; durumun kendi kontrollerine girmediği görüldükten ve darbelerin berâberlerinde getirdikleri tehlikeler uzaklaştıktan sonra, darbelere ve darbecilere en sert tenkitlerin yöneltilmesi ve hattâ hesap sorulmağa kalkışılması, iki-yüzlülüğün en çarpıcı delîli olması bakımından enteresandır.

Her gün başka bir kılıkta ortaya çıkmakta mâhir olanlar için, hiç bir şey güç gelmez. Şahsiyet eksikliği, bunları bir gün solcu, bir gün Batıcı, bir gün Atatürkçü ve hattâ durum ve şartlar öyle gerektiriyorsa, bir başka gün sağcı olma gibi çıkmazlara sokmaktadır! Bir gün darbe dâvetiyeleri çıkarmak, başka bir gün hürriyet havârîsi kesilmek, bu yüzden çok normaldir. Fikir fukarâlığı ve kör taassup, bunların –aydın sayılmalarına rağmen–, içinde bulunduğumuz sosyal ve kültürel çıkmazları anlamalarını da güçleştirmektedir. Ve bu yüzden hazır reçetelere ve şablonlara takılıp kalmak, değişmez bir kader olmaktadır.

Kısacası, Cumhûriyet aydını, Cumhûriyet politikalarının ve zihin törpüleyici, istikrardan ve hedeften mahrum maarif sisteminin ürettiği nev’i şahsına münhasır mütehakkim bir zümredir. Fikrî, felsefî ve ilmî bir temele dayanmayan, devlete ve rejime verilmek istenen siyâsî yöne, siyâsetçilerin şahsî tercihlerine göre şekil değiştiren ve bir türlü istikrar kazanamayan eğitim politikaları, kendisi gibi şahsiyetini bulamamış aydınların yetişmelerine zemin hazırlamıştır. Millî bir dayanaktan mahrum eğitim anlayışı, gözünü Batı’dan bir türlü ayıramadığı için, atılan her adımda ‘acabâ Batı ne der, ne düşünür’ psikozu içine girmiş, Batı gözünde îtibârının sarsılabileceği endîşesini bir türlü üzerinden atamamıştır.

Batı’ya şuursuzca yaklaşma çabaları, millî hedefleri ve çıkarları tesbit etmede içinden çıkılmaz güçlükler doğurmuştur. Tahkîki burada konumuz olmamakla birlikte, mevcut siyâsî çevrelerin Avrupa Birliği’ne kabûl edilebilmemiz için çok şeyi fedâya hazır olduklarını gösterir bir anektod, bu açıdan dikkate değer: Bir üniversite öğretim üyesi profesörün naklettiğine göre, kendilerine, siyâsî çevrelerden AB’ne girmeğe hazırlandığımız şu günlerde, konuşmalarında millî ve mânevî değerlerimize fazla yer vermemeleri, bunun ‘toplumumuzu’ Avrupa Birliği ülkeleri nezdinde muhâfazakâr ve milliyetçi bir karakterde göstereceği, dolayısıyla kabûl edilmemizi zorlaştıracağı telkin edilmiş ve böyle bir durumu arzû etmedikleri belirtilmiştir.

İşte bu tutum ve anlayış, eğitim sistemimizin millî bir zemîne oturtulmasını engelleyen bir yaklaşım tarzı olarak, karşımıza pek çok problem çıkarmaktadır. Avrupa gözünde îtibar kazanmak, sâdece yapılacak fedâkârlıklara bağlandığı takdirde, mevcut politikalarımızın kendi kontrolümüz altına girmesi bir türlü mümkün olmayacaktır!

Kezâ, bu anlayış, eğitim politikalarımızı kendimize göre ayarlamak irâdesini de elimizden almaktadır. Oportünist, ezberci, düşünmekten kaçınan, zamâna ve zemîne göre şekil değiştirmeği benimsemiş bulunan eğitim sistemimiz, kendi karakterine uygun, şahsiyetini bulamamış aydınların yetişmelerini kolaylaştıran mühim bir âmildir. Milletin ilerlemesini, ‘muâsır medeniyet seviyesine ulaşmayı’ sâdece iktisâdî refahta gören ve bu yüzden sosyal ilimlere yeterli ilgiyi göstermeyen eğitim politikamız, nesillerin rûhî açlıklarını gidermekte, zihnî performanslarını geliştirmekte, araştırıcı ilmî zihniyetin kök salmasında sürekli köstekleyici bir rol oynamış; nesilleri düşünmekten, anlamaktan, araştırmaktan, düşünce üretmekten ve en mühimi bağımsız şahsiyetler hâline gelmekten ve taassuba düşmemekten alıkoymuştur.

İlimle siyâsetin böylesine birbirine karıştırılması, ilmî faaliyetleri siyâsetin güdümüne sokmuş ve bugün birer araştırma merkezleri olmaları gereken üniversitelerimiz, siyâsî propaganda ve ideolojilerin râhatça kol gezdiği yerler hâline gelmiştir. Kısacası, ilim ideolojinin emrine girmiştir!

Bu anlayış çerçevesinde yetişmiş bulunan aydın zümresinin eski alışkanlıklarını terk etmesi, eski dogmalarından kurtulması, çağın ve ülkenin gerçeklerini görmesi mümkün değildir. Hâlbuki, aydının birinci vazîfesi, dogmaları pekiştirmek, peşin hükümleri yaygınlaştırmak, siyâsî ön-kabûlleri doğrulayıcı nitelikte veriler temin etmek değildir. Sosyal, kültürel, hukûkî, iktisâdî ve hattâ siyâsî hayâta iştirak etmek, aydınlar için bir vecîbe olmakla birlikte, bunun ideolojilerden arınmış olması daha isâbetlidir.

Aydın, ilmin ışığında şekillenen fikirleriyle cemiyete ve siyâsî hayâta yön vermelidir, ideolojilerle değil! Yüksek eğitim görmeyenlerin, yâni halk tabakasının taassubu bir dereceye kadar anlaşılabilir; fakat bu taassubun aydınlarda görülmesi ve hattâ yaygın bir kanaat hâlini alması, hiç de sağlıklı bir yapılanma değildir. Aydın, dünyâsını dar bir çerçeve içinde kurmamalı, perspektifi bütün dünyâyı kuşatıcı bir zihnî yapıya kavuşmalıdır. Tartışmağa ve doğruları kabûle en yatkın zümre, aydın zümresi olmalıdır. Polemik, ilim adamlarının değil, ideologların işidir.

Ne yazık ki, bütün bunları Cumhûriyet aydınından beklemek mümkün gözükmemektedir. Önce sistemlerin, müesseselerin, ideolojilerin değişmesi değil, kafaların değişmesi gerekir. Çağa ayak uydurabilmek, sosyal realiteyi kavramak ve cemiyeti tanımak için, aydınlarımızın tereddütsüz üzerlerine aldıkları ve ısrarla propagandasını yaptıkları tahakküm zihniyetini terk etmeleri şarttır. ‘Müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakîkat doğar’ denilmiştir. Fikirlerin çarpışmasından hakîkat ışığı ortaya çıkacaksa, fikir münâkaşaları netîcesinde ortaya çıkan doğruların kabûl edilmesi gerekir. Yürütülen tartışmalar sonunda, taraflar yine eski düşüncelerini aynen muhâfazaya devam edeceklerse, boş yere gürültü koparılmış demektir. Bu fâsid dâirenin artık parçalanması ve aklın yoluna girilmesi zamanı çoktan geçmiştir.

Cumhûriyet aydını unutmamalıdır ki, dünyâ onun etrâfında dönmüyor; 1950’ler öncesinde takılıp kalmanın hiç bir mânâsı yoktur. Mihver ve merkez kendisi değil, ilim ve sosyal realitedir. Israrla yürütülen inatlaşmaların ve uzlaşmaz tavırların götüreceği bir düzlük mevcut değildir. Dolayısıyla, zamânı tersine çevirmek, hem gereksiz, hem mânâsız, hem mantıksız, hem de imkânsızdır!

________

* Bu yazı daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, X/39 (Kasım 1990), s. 21-28.