Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-10                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

TÜRKİYE’DE İMAM-HATİPLER VE “İMAM-HATİPLİ” İMAJI*

DİNDAR İNSANDAN KORKUYOR MUYUZ?

Türkiye gibi kāhir ekseriyeti Müslüman olan bir ülkede, “Dindar insandan korkuyor muyuz?” şeklinde sorulan bir sorunun bugün zihinleri kurcalar hâle gelmesi, kanaatimizce ciddî bir tâlihsizliktir. Fakat, ne yazık ki, şu son zamanlarda bir histeri hâlini alan çekişmeler, tartışmalar ve spekülasyonlar, ister istemez karşımıza böyle bir soruyu çıkarmaktadır. Hakîkaten, Türkiye gibi bin küsûr yıldan beri Müslüman olan bir ülkede İslâm, Müslümanlık ve bu çerçevede dindarlık ve hattâ dînî eğitim verilen müesseseler bugün artık bir endîşe kaynağı olarak mı idrâk olunuyor? Eğer öyle ise, böyle bir düşünce, kanaat ve imâj nasıl oluşmuştur? Bu çerçevede kamuoyunda, sözlü/görüntülü ve yazılı basında adı üzerinde sık sık tartışmalara girişilen İmam-Hatipler meselesinin esâsı nedir? Niçin bu eğitim kuruluşlarından çıkan veya buralarda tahsîl gören insanlar üzerinde ardı arası kesilmez spekülasyonlara girişiliyor?

Doğrusunu söylemek gerekirse, biz, Türkiye’de İmam-Hatip liselerini tartışma konusu hâline getirenlerin, devletin gözetimi altında eğitim veren bu kuruluşlar hakkında ciddî, doğru ve yeterli bilgi sâhibi oldukları kanaatinde değiliz. Kezâ, milletin büyük bir ekseriyeti için bu mekteplerin niçin tercîh edilir hâle geldiğini de ciddî ve önyargılardan kurtulmuş olarak incelediğimiz düşüncesini taşımıyoruz. Gerçek bu olmasına rağmen, maalesef, bugün hepimizin zihninde çoğu zaman biribiriyle uyuşmayan bir İmam-Hatip ve İmam-Hatipli imajı oluşmuş durumdadır.

Binâenaleyh, burada öncelikle bu biribirinden oldukça farklı imajlar üzerinde durmak ve bilâhare ortaya çıkan tabloya dâir bâzı değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz.

İmaj kelimesinin çeşitli mânâları varsa da, bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, bir şeyin, mefhûmun veya nesnenin -hakîkati ne olursa olsun- zihinde oluşan biçimi, idrâk olunuş şeklidir. Bu yönüyle, imajın gerçeği yansıtması gerekmez. Söz konusu olan şeyin, zihinde teşekkül edenle benzer yönleri olabileceği gibi, hiç bir ortak noktası da bulunmayabilir. Burada, hakîkatin akılla anlaşılış şekli değil, ele alınan veya üzerinde durulan şeyin (=veya mefhûmun), bir takım hâricî âmillerle şuur-altında aldığı biçimi söz konusudur. Bu hâricî âmiller ne kadar güçlü, tesir sâhaları ne kadar geniş ve şümûllü ise, oluşan imaj da o ölçüde güçlü ve şümûllü olmaktadır.

Konumuzun çerçevesini bu şekilde çizdikten sonra, Türkiye’de rastlanan İmam-Hatipli imajını daha yakından ele alabiliriz. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, Türkiye’de bir tek değil, yukarıda işâret olunduğu gibi, çeşit çeşit İmam-Hatipli imajı mevcuttur. Kezâ, yine hemen belirtmek mecbûriyetindeyiz ki, bu imajların neredeyse tamâmı, sağlıklı bakış açılarının değil, Türkiye’nin yakın târihinde yaşanan ve Batılılaşma macerâmızla sıkı sıkıya ilişkisi bulunan yoğun ideolojik peşin hükümlerin ve tartışmalarının ürünüdür. Bu imajlar, aynı zamanda, çerçevesini söz konusu Batılılaşma mâcerâmızın çizdiği, dîne bakışla da yakından ilgilidir. Bu bakımdan, söz konusu imajların hakîkati yansıtma ihtimâlleri son derece sınırlıdır. Bu yüzden, bugün karşımıza birbirinden farklı İmam-Hatipli imajlarının çıkmasını tabiî görmek gerekir.

Türkiye’de insanların zihinlerinde aksini bulan İmam-Hatipli imajını veya imajlarını, altı madde hâlinde toplayabiliriz. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, bu tasnîf tamâmiyle bize âittir; dolayı-sıyla kimseyi bağlaması söz konusu değildir:

1- An’anevî kültür ve din anlayışı içerisinde doğup büyüyen, yaşayan ve ekseriyetle yine bu çerçevede hayâtını tamam-layan, fikrî ve ideolojik tartışmalara katılmayan, ve yâhut bu tartışmaların muhtevâsını -biraz da eğitimi gereği- derinden anlayamayan sıradan halk tabakasının zihnindeki İmam-Hatipli imajı. Şu son yıllarda büyük yerleşim birimleri de gitgide artan bir şekilde devreye girmekle birlikte, bize göre, bu tabakanın ekseriyetini Türkiye’nin küçük yerleşim birimlerinde oturan insanlar oluşturmaktadır. İmam-Hatiplilerin mühim bir kısmının bu zümre içerisinden çıkmakta olması ve aynı kültürel değerlerin paylaşılması, iki taraf arasında bir yakınlık, ünsiyet, duygu berâberliği ve aynîlik meydâna getirmektedir. Bu sebeple, halk tabakasının bu kesimi ile İmam-Hatipliler arasındaki etkileşme veya iletişim, fazla bir problem teşkil etmemekte; halk, kendi içerisinden çıktığını kabûl ettiği İmam-Hatipliyi çoğu zaman kendisinin bir parçası olarak görmektedir.

2- Yukarıda sözünü ettiğimiz kesim içerisinden çıkan, dolayısıyla zihniyet dünyâsı ve değer kodları an’anevî kültür ve din anlayışı çerçevesinde şekillenen, fakat okuyup yazmak sûretiyle görüş ufkunu genişletmeyi başaran, böylece belirli bir kültürel ve entellektüel seviyeye ulaşan, muayyen bir kesimin zihniyet dünyâsındaki İmam-Hatipli imajı. Bu kesim, İmam-Hatiplilerle ilgili her hangi bir önyargı taşımamakta; fakat, onların yetişme şartlarını dikkate alarak, iletişimin ve ilmî seviyenin bir hayli yükselmekte olduğu günümüzde, İmam-Hatiplilerin, cemiyeti aydınlatmada ve ona önderlik etmede yetersiz kaldığını düşünmekte; kendilerinin ilmî seviyelerinin yükseltilmesini, dünyâdaki gelişmeleri yakından tâkip edecek, bunları doğru olarak yorumlayabilecek bir zihnî ve ilmî kapasiteye kavuşmalarını arzulamaktadır. Bize göre, bu düşünceyi reddetmek için hiç bir sebep yoktur.

3- Tekke-tarîkat ve cemaat mensuplarının zihinlerindeki İmam-Hatipli imajı. Bugün artık yavaş yavaş ortadan kalmakla birlikte, devlet tarafından kurulmuş olmalarından kaynaklanan bir antipatiyle bu çevrelerden İmam-Hatip okullarına ve mezunlarına yönelik imam-hatab (imam-odun, odun imam) tavsiflerini, sâdece bir örnek oluşturması açısından zikretmek mümkündür. Ancak, belirtildiği gibi, son yıllarda bu tahkirâmiz tavsifler artık fazla duyulmamakta; bu çevrelerin İmam-Hatiplilere bakışları yavaş yavaş değişmekte; eski keskin fikirler gitgide terk edilmektedir.

4- Şahsen sevimsiz bir tâbir olarak görmemize rağmen, burada üzerinde durduğumuz İmam-Hatipli imajlarını ortaya koyabilmek için, bugün etkili çevreler tarafından tekrarlana tekrarlana zihinlere âdetâ kazınan bir kelimeyi kullanmak durumundayız: Fundamentalist veya kökten dinci olarak tavsif edilen bizce küçük bir kesimin zihninde oluşmuş bulunan İmam-Hatipli imajı. Bu kesimin düşünce dünyâsındaki İmam-Hatipli imajı, hiç de müsbet değildir ve bu imaj gücünü esas olarak -doğrudan İmam-Hatiplilerle ilgisi bulunmayan- bir peşin hükümden almaktadır. Bu peşin hükme göre, İmam-Hatiplileri yetiştiren müesseseler devlet tarafından kurulmuşlardır; devlet, buralarda kendi düşüncesine hizmet edecek nitelikte eleman yetiştirmek için çabalamaktadır; dolayısıyla buralardan yetişenler, devletin güdümünde olan din adamlarıdır; dîni sınırlı ölçüde öğrenmektedirler; bu sebeple kendilerinin dîni millete kâmil mânâda öğretmeleri mümkün değildir.

Cumhûriyet’in ilk yıllarında devreye sokulan politikaların netîcesi olarak önce tamâmen tasfiye edilen din eğitimi veren müesseselerin, içtimâî tazyik ve ihtiyaçlar dolayısıyla 1950’lerde yine bizzat devlet tarafından yeniden açılması düşüncesinin arkasında, açıkça îtirâf edilmese de, devletin güdümünde bir din adamı grubu yetiştirme düşüncesinin yattığı iddiâsı bütünüyle reddedilemez. Fakat, bu düşüncenin beklendiği ölçüde tahakkuk etmediği, Cumhûriyet yönetimlerinin hiç bir zaman söz konusu müesseselerden yetişen insanlara gerçek mânâda güvenmeyişinden bellidir. Dolayısıyla, İmam-Hatiplilere yönelik sınırlı radikal tavırlar, bize göre fazla mânâlı değildir.

5- Cumhûriyet dönemindeki fikrî veya ideolojik tartışmalarda moda hâlini gelen ve zaman içerisinde iyice yerleşen tasnîfe göre, ortanın sağında yer alan, kendisini milliyetçi-muhâfazakâr olarak tavsif etmesine rağmen dîni, çerçevesini hâkim ideolojinin kabûllerinin belirlediği bir muhtevâ ile anlayan, kendisini ve inanç dünyâsını bu ideoloji ile sınırlayan bir kesimin zihnindeki İmam-Hatipli imajı. İmam-Hatipliler için gerçekten ciddî bir problem oluşturan bu imajın muhtevâsını, bu muhtevâyı besleyen târihî ve siyâsî âmilleri biraz sonra daha geniş bir şekilde ele alacağız. Burada kısaca işâret etmeliyiz ki, bu kesimin bakış açısından İmam-Hatipliler, cemiyet içerisinde bir takım fonksiyonlar icrâ etmekle birlikte, bu fonksiyonların sâhasını genişletmenin mânâsı yoktur. Binâenaleyh, İmam-Hatiplileri her zaman göz önünde bulundurmak, onların bütün faaliyetlerini sıkı bir kontrol altında tutmak gerekir.

6- Söz konusu yerleşmiş tasnîfe göre, fikrî ve ideolojik tartışmalarda kendisini sol (veya çoğu zaman Kemalist) olarak tavsif eden bir kesimin zihniyet dünyâsında teşekkül etmiş bulunan İmam-Hatipli imajı. Türkiye’de bugün yürütülen tartışmalar açıkça göstermektedir ki, bu zümre, İmam-Hatiplinin varlığını tamâmiyle gereksiz ve kendilerini büyük bir tehlike olarak görmektedir. Bizce, İmam-Hatiplilerle kendilerini târihî ve ideolojik bir mücâdelenin içinde gören ve bu sebeple amansız bir düşman kararlılığı ile onların üzerlerine yürümeğe çalışan bu zümreyi ve zihniyetini ciddî bir tahlîle tâbi tutmak lâzımdır.

Biz, burada kısaca sınıflandırdığımız, cemiyetin değişik kesimlerinin zihniyet dünyâlarında şekillenen İmam-Hatipli imajları içerisinden, sâdece son iki kategori üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü, diğer imaj kategorileri, cemiyet içerisinde geniş çaplı tartışmalara veya sıkıntılara yol açmamaktadır. Oysa, yukarıda sözünü ettiğimiz, gerek sağda yer alan ve kendisini milliyetçi-muhâfazakâr olarak tavsif etmesine rağmen dîni, çerçevesini devletin çizdiği bir muhtevâ ile anlayan, kendisini ve inanç dünyâsını hâkim rejimin ideolojisi ile sınırlayan bir kesimin zihninde ve gerekse sol çevrelerin zihniyet dünyâsında şekillenen İmam-Hatipli imajları bire bir aynı olmasa da, netîce îtibâriyle bir noktada birleşmektedir. O da, her iki çevrenin gözünde İmam-Hatipli câmiasının kat’iyyetle tekin bir câmia olmadığıdır.

Hakîkaten, kuruldukları günlerden beri, İmam-Hatiplere ve bu müesseselerden yetişenlere sürekli şüphe ile bakılmış; bu şüpheci tavırların niteliği farklı tonlarda olmakla birlikte, söz konusu çevreler tarafından kendileri her zaman potansiyel tehlike unsuru olarak görülmüşlerdir. İmam-Hatipleri ve mezunlarını bir tehlike unsuru olarak görenlerin zihniyet dünyâlarını şekillendiren düşüncenin kaynağını, biz Türk milletinin yakın târihinde aramak istiyoruz. Bunun için, dönemin umûmî manzarasını, konumuzla ilgisi nokta-i nazarından kabaca tasvir etmekte fayda vardır:

Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, XVII. asrın başlarından îtibâren hemen her sâhada hissedilir bir durgunluk içerisine girmişti. Bu durgunluk, zaman içerisinde gerilemeye yüz tuttu; söz konusu gerileme, XVIII. asrın ikinci yarısından sonra hızlı bir çöküş hâlini aldı. Devleti idâre edenler, böyle bir gidişi durdurabilmek için çâreler aramak ve çeşitli tedbirler almak mecbûriyetinde kaldılar.

İşte bu arayışların netîcesi olarak, XIX. yüzyılın ortalarına doğru hızlı bir idârî, siyâsî, hukûkî, içtimâî ve kültürel değişim yaşanmağa başlandı. Bu köklü değişimden en fazla etkilenenler, Müslümanlar ve bilhassa devletin millet-i hâki-mesi olarak görülen Türkler oldular. Bu dönemde Batı ile kurulan sıkı temaslar ve Tanzîmat yöneticilerinin ıslâhât adı altında peyderpey uygulamaya koydukları çeşitli düzenlemeler, kısa bir zaman zarfında başta devlet yöneticileri ve bunlarla kaderlerini bir noktada birleştirmiş bulunan okur-yazar takımının belirli bir kısmı olmak üzere, millet-i hâkimenin zihniyet dünyâsını alt-üst etti. Öncelikle değerler sistemi sarsıldı; asırlardan beri siyâsî, idârî, hukûkî ve hattâ dînî/ahlâkî hayâtın rotasını çizen ve düşünce alt-yapısını şekillendiren mihenk taşlarının doğruluğuna dâir belirli kesimlerde bir süredir zihinleri işgal eden şüpheler daha da artmağa başladı.

Bu şüpheler, aynı dönemde Batı’dan gelen ve cemiyete iyi ve kötüyü öğretme, ahlâkî standartları belirleme iddiâsında olan ve yol gösterici olarak sâdece kendisini takdîm eden kaba bir pozitivizmin etkisiyle, oklarını mukaddes değerlere çevirdi. Yeni telâkkîler, XVII. yüzyılın başlarından beri devam eden geri kalmışlığın ve yine aynı dönemde Batı karşısında alınan mağlûbiyetlerin müsebbibini İslâm olarak îlan etmeğe başladılar. Ünlü şâirimiz Ziyâ Paşa’nın bu dönemde:

"İslâmlık imiş devlete pâ-bend-i terakkî

Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıkdı"

şeklindeki serzenişinin sebebi işte budur. Binâenaleyh, bugün bir takım çevreler tarafından İslâmın yüksek sesle telaffuz edilişi, bâzı mahfillerce ânında karanlık çağları özlem, geriye gidiş, irticâ’ın ayak sesleri,vs. gibi değerlendiriliyorsa, Ziyâ Paşa’nın yaşadığı dönemin üzerinden yüz küsûr yıl geçmiş olmasına rağmen, bu konuda -deyim yerinde ise- bir arpa boyu yol alınmamış demektir.

Hangi gerekçelerle ve hangi haklı sâiklerle yola çıkılırsa çıkılsın, girişilen yeni uygulamalar için ne tür argümanlar ileri sürülürse sürülsün, öyle görülüyor ki, XIX. yüzyılda gerek devlet mekanizmasını ilgilendiren, gerekse bir bütün olarak cemiyeti hedef alan ve adına ıslâhât denilen düzenlemelerin; bu düzenlemeler çerçevesinde ikāme olunan bir takım müessese ve teşkilâtların arkasında işte böyle bir şüphe ve kendi târihî ve tabîî değerleri karşısında duyulan güvensizlik hissi yatmakta idi. Bu, hem idârecilerin ekseriyetinin ve hem de muhtelif sebep ve sâiklerle onlarla birlikte hareket eden okur-yazar (=veya aydın) takımının belirli bir kısmının, burada vurgulamağa çalıştığımız târihî doğrularından artık ümitlerini kestiklerini gösterir. Nitekim, uygulamaya konulan tedbirler ve umûmî olarak ihdas olunan yeni müesseseler ıslâhâtlar cümlesinden sayılmakla birlikte, yapılan işin ıslâhla ilgisi tartışılabilir; çünkü, çoğu zaman Osmanlının an’anevî siste-minin ve müesseselerinin ya yüzüne basit bir cilâ çekiliyor veya bunlar kendi hâllerine -diğer bir deyişle ölüme- terk edilerek hemen yanı başlarına onların fonksiyonlarını üstlenen yenileri kuruluyordu. Bu dönemde girişilen bütün ıslâh çalışmalarının, bir bakıma, târihî arka-plânı önceleri görmezden gelme, bilâhare redd ve daha sonra da ondan kaçış istikāmetine yönelmesi, gücünü biraz da bu duygulardan almış olmalıdır. Bu duyguyu yaşayanlara göre, geçmiş ve onun doğruları, XVII. asrın sonlarından îtibâren Batı karşısında gittikçe artan bir şekilde yaşanan mağlûbiyetleri engelleyememişti! Öyleyse, hâlâ onlardan medet ummanın bir mânâsı yoktu; onları ıslâh veya -en kolayını seçerek- terk etmek gerekirdi... Ki, devleti kurtarmak ve yaşatmak mümkün olabilsin.

Farklı bakış açılarından farklı mânâlar verilse bile, bizim burada sözünü ettiğimiz kaçışın adına bugün daha ziyâde Batılılaşma denmektedir. Mefhum olarak Batılılaşma, XIX. yüzyılda, Osmanlının iki yüz yıldan beri kötü giden tâlihini değiştirecek yegâne sihirli anahtar olarak görüldü. Batılılaşmak sûretiyle târihî mağlûbiyetlerimizin önünü alabilecek, devletimizi ayakta tutabilecek, çağa ayak uyduracak ve Avrupalılar tarafından hatırı sayılır bir devlet olarak görülecektik! Ancak, ciddî mânâda bunların hiç birisi olmadı. 1920’lere gelinceye kadar Batılılaşma yönünde atılan bütün adımlar -zikre değer bâzı mühim başarılar da elde edilmiş olmakla birlikte-, daha ziyâde şekilde kaldı. Bir takım Batı müesseselerinin benzerlerini ihdâs etmenin ötesinde rasyonel mânâda fazla bir şey yapılamadı. Ancak, yaşanan sıkıntılara tam olarak çözüm üretilememesine rağmen, bir yekpârelik arz eden eski sistem de bu dönemde büyük yara almıştı; bir süre sonra ortada ne eski değerlerimiz, ne o değerlere dayalı olarak yaşayan devletimiz kaldı; ne yeni değerler üretebildik ve ne de benzemeğe çalıştığımız dünyânın doğrularını elde edebildik.

Fakat her hâlükârda kendimizi Batılılaşmağa mecbur hissediyorduk! Dolayısıyla, İmparatorluk’tan Cumhûriyet’e geçerken, Osmanlının bütün dayanaklarını ve doğrularını terk ve inkâr etmek sûretiyle, onunla hiç bir ilişkimizin kalmadığını îlân etmemize rağmen, onun son yüzyılında değişmez hedef hâline getirilen Batılılaşma politikasını aynen ve hattâ daha da büyük bir arzû ile tevârüs ettik; daha radikal teşebbüslerle, eski kimliğimizden bütünüyle sıyrılmağa çalıştık; Batı dünyâsının hatırı sayılır bir üyesi olmak arzûsuyla, kendi târihimize ve kültürümüze karşı, deyim yerindeyse, mukaddes bir savaş başlattık!..

Kısa bir süre içerisinde bu savaştan, din eğitimi veren müesseselerimizin tamâmı etkilendi ve bir süre sonra bunların hepsi kapatıldı. Çünkü, açıktan îtiraf edilmese bile, din de dünün değerleri arasında idi. Cumhûriyet’in ilk yıllarında, Türkiye’nin çağdaşlaşması öngörülürken din eğitimi gereksiz bulundu! Yeni rejime göre, yüzünü Batı’ya dönen Türkiye Cumhûriyeti’nin yaşayabilmesi için, târihten intikâl eden bütün müessese ve değerler sistemi bertaraf edilmeli ve yeni kurulan devlette tek tip insan yaşamalı; bu insanın rehberi sâdece ve sâdece -pozitivist mânâda- ilim olmalı; farklı düşüncelere imkân verilmemeli, fırsat tanınmamalıydı. Cumhûriyet’in 1930’lu yıllarında “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” tefâhürü, işte böyle bir düşünceden beslenmekte idi. Bu yoğun devrimcilik hengâmesinde, din ve mukaddes değerler adına yükseltilen bütün sesler, şeriat taraftarlığı töhmeti ile şiddetle susturuldu. 1937’de Anayasa’ya sokulan laiklik prensibi ise, bütün bu politikaların meşrûiyet kaynağı hâline getirildi. Böylece, 1950’lere gelinceye kadar, kelimenin tam mânâsıyla bir kültür ihtilâli yaşandı. Bu dönemdeki durumun vahâmetini anlayabilmek için, Cihad Baban’ın 1948’de dilinden dökülen şu cümleleri okumak yeterlidir: “Biz laiklik prensibinden zerre kadar ayrılacak değiliz. Ama din, sâdece Allah’la kul arasında bir bağ değil, aynı zamanda sosyal bir gerçeklik, bir cemaat işidir. Köylerde çoğu zaman, ölüleri gömmek için bir hoca bulunmamaktadır. Eğer biz din adamı yetiştirmezsek, bâtıl mutaassıp inançlar yayılır. Şimdiden ‘semâvî mektuplar’ın elden ele dolaştığı duyulmaktadır. Dînî taassubun olduğu kadar, mutaassıp dinsizliğin de hoşgörülü toplumumuzda yeri yoktur.”[1]

Bu cümleler, bu dönemde milletin, dînî ihtiyaçlarını karşılama husûsunda ne kadar zor durumda kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Ancak, aynı cümleler, dönemin hâkim zihniyetinin başka bir yönünü de ele verir. O da, din adamının faaliyet alanı ile ilgilidir. Din adamı, cemiyetin ihtiyaç duyduğu, ölü yıkamak, namaz kıldırmak ve benzeri sıradan sayılabilecek işlerin dışında, sosyal hayatta söz sâhibi olmamalıdır. Esâsen, 1950’den başlamak üzere, günümüze kadar geçen süre zarfında, bu düşüncenin gerek ortanın sağında ve gerekse solunda yer alan siyâsîler tarafından, her fırsatta açık bir şekilde ifâde edildiği bilinmeyen bir şey değildir. Kezâ, ülke yönetimine günümüze kadar şu veya bu şekilde bu iki cenahtan kimseler hâkim oldukları için, bunların görüşleri bir bakıma devlet görüşü ve ideolojisi hâline gelmişti. Hâlbuki İslâm sosyal bir dindi; dolayısıyla müntesiplerinden hayatlarının her safhasında kendisine bağlılık istiyordu. Hâkim siyâsî çevreler ise, laiklik prensibinin bir gereği olarak dînin sâhasından ve üzerinden müdâhaleci ellerini çekecekleri yerde; onun her hâlükârda devletin kontrolü, hattâ baskısı altında tutulmasını arzûlamakta idiler. Binâenaleyh, devletin kontrolü altında bulunmalarına, eğitim ve öğretim faaliyetlerini Milli Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan müfredât programları çerçevesinde yürütmelerine rağmen, din eğitimi veren müesseselerin ve buralardan yetişen insanların, yıllardır devlet için potansiyel bir tehdit unsuru olarak görülmesi, uygulanan politikaların doğruluğundan bizzat bunların uygulayıcılarının emîn olmadıkları mânâsına gelir; öyleyse ortada şizofrenik bir din korkusu bulunuyor demektir.

İslâmın tabiati gereği, onu öğrenenlerin, yâni İmam-Hatiplilerin ve diğer din eğitimi veren müesseselerden yetişenlerin, onun düsturlarını çevrelerine aktarmağa çalışmaları kadar tabiî bir şey olamaz. Böyle bir arzû, insan fıtratının tabiî bir netîcesidir. Bu ise, her hâlükârda sosyal ve kültürel hayâta müdâhale etme ve ideolojiler istikāmetinde yön verme taraftarları için dindarlığın yaygınlaşması mânâsına gelmek-tedir. Oysa, bu çevrelerin düşüncelerine göre, halkın dînini öğrenip yaşamağa başlaması, ardından onu çocuklarına öğretmeğe kalkışması; diğer bir deyişle, dindarlığın cemiyetin umûmî karakteri hâline gelmesi, rejim için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Şimdiye kadar devleti idâre edenlerin tamâmında görülen bu korkuyu, Türkiye Diyânet Vakfı tarafından hazırlanan ve yönetim kademelerine sunulan bir “Türk Eğitim Sistemi” raporu dahi tesbit etmektedir. Bu rapora göre, korku şuradan kaynaklanıyor: “Dindarlık yaygınlaşırsa, halk devletin de dînî kurallara göre işlemesini isteyecek, böyle olunca Cumhûriyet’in üniter-millî yapısı ile çağdaşlıkla ifâde edilen Batı’ya dönük kimliği ortadan kalkacaktır.[2]

Bugüne kadar devleti idâre edenlerin, İmam-Hatiplileri ve umûmî olarak dindar-muhâfazakâr kimseleri netâmeli insanlar olarak görmeleri, işte böyle bir korku veya düşünceden ileri gelse gerektir. İmam-Hatipliler veya bir bütün olarak dindar insanlar, ne yaparlarsa yapsınlar, devlete ne kadar sâdık olduklarını isbât sadedinde hangi teminâtı verirlerse versinler, başarı açısından kendilerini nasıl isbât ederlerse etsinler, şu son günlerde cereyân eden mânâsız tartışmalar sürdürüldüğü takdîrde, öyle görülüyor ki, kimseyi inandıramayacaklar, iknâ edemeyecekler ve üzerlerinde gezinen şüpheli bakışları kaldıramayacaklardır! Böyle bir durum ise, cemiyeti teşkil eden sosyal tabakaları artan bir şekilde gerginleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Oysa, bugün etrâfını bir ateş çemberinin kuşatmış olduğu konusunda herkesin hem-fikir bulunduğu Türkiye’nin, sosyal gerginliklere değil sağduyuya, suhûlete ve karşılıklı anlayışa ihtiyâcı vardır. Sürüp giden tartışmalarda kendilerini taraf olarak görenlerin, burada sözü edilen anlayışı bir tâviz veya geri adım atma şeklinde mütâlaa etmeleri gereksizdir. Binâenaleyh, dînine samîmiyetle bağlı, onun hakîkaten ne olduğunu bilerek inanan insanların, bu ülkeye bir gün bile bile kötülük edeceklerini düşünmek doğru değildir. Kezâ, dindar insanın meselâ yüzyıllarca geriye gitmek bir tarafa, bir kaç sene bile olsa geriye dönmeğe râzı olacağını düşünmek; onun medeniyetin imkânlarını ve faydalarını görmediğini ileri sürmek ve yine meselâ, uzaya giden birisinin paçasına yapışarak aşağı çekeceğini sanmak, sâdece ve sâdece bühtan olur. Öyleyse, dindar insandan korkmamalıyız! Şu hâlde, dînî eğitim veren müesseselere yönelik şüpheli bakışların bertaraf edilmesi; bu müesseselerin bir takım hiziplerin veya bâzı siyâsî partilerin yan kuruluşları gibi görülmemesi, bilakis onlara sâhip çıkılması; onların şikâyet edilen hiziplerin kucaklarına itilmemesi; aksine bu müesseselerde verilen din eğitiminin modern çağın teknik imkânları ve hürriyetçi mantalitesi ile desteklenip güçlendirilmesi; diğer bir deyişle, buralarda hakîkî mânâda ilmin hâkim kılınması gerekir. Temelini böyle bir anlayışın oluşturacağı eğitim sisteminin ürünü olarak yetişen insanların, şu veya bu hizbin eteklerine tutunmak yerine ilmin, aklın, sağduyunun sesine kulak vererek hareketlerine yön vereceklerini görmek, kehânet sayılmamalıdır. Bu şekilde sağduyuyu hâkim kılmak yerine, baskıcı sistemlerden veya kānunlardan medet ummak ve bugüne kadar hâkim kılınmağa çalışılan anlayışı, XXI. asrın eşiğinde insanlara zor kullanarak benimsetmeğe çalışmak, en tabiî insan haklarına olduğu kadar, bütün dünyânın hâkim kılmak için çaba sarf ettiği demokrasiye de aykırıdır. İnsanları, inançları ile bir takım sun’î ilkeler arasında tercîhe zorlamanın, huzûrsuzluktan başka, kimseye faydası olmayacaktır. Kezâ, Türk milletini meydâna getiren insanların bir kısmının netâmeli, bir kısmının bilhassa tercîh edilir sayılması, kutuplaşmaların daha da katılaşıp keskinleşmesinden başka bir işe yaramaz..

Şu son günlerde bütün problemleri halledecek bir can simidi gibi ortaya atılan sekiz yıllık temel eğitim meselesine gelince[3]: Meselenin vaz’ ediliş şeklinin son derece yanlış olduğunu düşünüyoruz. Cemiyetin mühim bir kesiminin zihninde, böyle bir girişim, yukarıda üzerinde durduğumuz İmam-Hatipleri kapatmanın bir ön adımı gibi görülmektedir. Sekiz yıllık eğitimin, hakîkaten laçkalaşmış olan Türk eğitim sistemini kurtaracağı düşünülüyorsa, bu konuda bütün argümanların açık bir şekilde ortaya konulması, zihinlerde oluşan şüphelerin giderilmesi ve milletin kāhir ekseriyetinin desteğinin sağlanması gerekir. İnsanımızın bu okullara niçin îtibar ettiğini düşünmek ve anlamağa çalışmak lâzımdır; bu okullara çocuklarını gönderenlerin, çocuklarını mutlakā imam ve hatip olarak yetiştirmek istediklerini mi sanıyoruz? Hayır... İnsanımız, öncelikle çocuklarına dinlerini öğretmek ve bilâhare sosyal hayâtın içine salmak istiyorlar. Bugün İmam-Hatipler dışındaki orta dereceli okullarda din eğitimi verildiğini kimse iddiâ edemeyeceği gibi, mecbûrî tutulan din derslerinin gerçekten dinle alâkası olduğu da cidden ileri sürülemez. Şu hâlde, bir ihtiyâcın eseri olarak doğan, alt-yapılarının ehemmiyetli bir kısmı bizzat halk tarafından finanse edilen, yaptırılan ve ayakta tutulan İmam-Hatiplere yönelik, gücünü mantıktan ziyâde peşin hükümden ve hislerden alan girişimlerin arkasında bambaşka niyetlerin bulunduğu düşünülecek olursa, böyle bir düşünceyi vehme yormağa kimsenin hakkı olmayacaktır. Ortaya çıkan sıkıntıların hakîkî sebeplerini araştırmak ve ona göre tedbirler almak yerine, palyatif çârelerle günü kurtarmağa çalışmak, sıkıntıların daha da büyüyerek geleceğe aktarılmasından başka bir mânâ ifâde etmemektedir. Binâenaleyh, yarın daha vahim çıkmazlara düşmeyeceğimizi kimse temin edemez. Bugüne kadar sâdece buyurmakla yetinen ve insanını anlamağa yanaşmayan despotik zihniyetin artık terk edilmesi lâzımdır. “Yaptım, buyurdum, oldu!” mantığını demokrasi ve insan hakları ile bağdaştırmanın imkânı yoktur. Bu arada bir husûsun daha altının çizilmesinde fayda vardır: Bir milletin çocuklarından bir kısmının, “daha önce şu okulda okudu” diye yüksek okullara giden yolunu kesmek; onları sınırlı hizmetleri görmeğe âdetâ mahkûm etmek nimet, külfet ve fırsat eşitliğine olduğu kadar, adâlete de aykırıdır.

 Dolayısıyla, “Türkiye’nin demokratikleşmesinin kritik alanı, bugün fiilî olarak din eğitimidir” ve öyle görülüyor ki, daha uzun bir süre de böyle olmağa devam edecektir.

__________

* Bu yazı, 1996 yılında Yozgat’ta düzenlenen İmam-Hatipler ve İmam-Hatipliler Paneli’nde tebliğ olarak sunulmuştur.

[1] Gotthard Jäschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık (çev. Hayrullah Örs), Bilgi Yayınevi, Ankara 1972, s. 76-77.

[2] Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif (Türkiye Diyânet Vakfı tarafından bir heyete hazırlattırılmıştır), Ankara 1996.

[3] Bu yazı hazırlandığında, ilk öğretim henüz 8 yıla çıkarılmamıştı.