Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-11                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

YİNE DİL MESELESİ - YİNE TÜRKÇE*

Türkçe ve Türkçe’nin istikbâli meselesi, mevcût hükûmet tarafından hazırlanan ve gerçekleştirilmeğe çalışılan bir kânun teklîfi dolayısıyla son günlerde yeniden kamuoyunu meşgûl etmeğe başladı. Mesele, uzun bir târihî seyrin netîcesi olarak her zaman ateşli tartışmalara yol açmıştır. Fakat, bu tartışmaların sağlıklı zemînlerde yürütüldüğünü ve sağlıklı netîcelere ulaşıldığını söylemek, ne yazık ki, mümkün değildir.

Bu gün de durum aynıdır; dolayısıyla, hazırlanan söz konusu kânun teklîfinin lehinde ve aleyhinde bir takım görüşler ileri sürülmesini tabiî karşılamak gerekir. Fakat, maalesef Türkiye’de niçin dille ilgili böyle bir kânunun çıkarılmasına ihtiyaç duyulduğu konusu bir türlü ciddî mânâda ele alınmamakta; aksine, aleyhte görüş izhar edenler tarafından “hürriyetlerin kısıtlanması, yasakçı zihniyet, iktisâdî zarûretler...” gibi çeşitli mülâhazalar sıralanmakta ve dilin kânunlarla koruma altına alınmasının son derece yanlış olduğu ileri sürülmektedir. Bu durum, Türkiye’de bâzı çevrelerin bir takım sudan bahânelerin arkasına sığınarak bugüne kadar süren kargaşanın aynen devâm etmesini arzûladıkları intibâını uyandırmaktadır.

Yazımızın hemen başında belirtelim ki, Türkiye’de Türkçe’nin istikbâlini düşünmeğe; dilin kendi tabiî imkânları çerçevesinde gelişmesini, her konuda bütün mefhûmları ve fikirleri ifâde edebilecek vasıflara sâhip, medenî ve ileri bir kültür ve ilim dili hâline gelmesini sağlamağa yönelik her gayreti samîmiyetle desteklediğimiz gibi, mevcût hükûmet tarafından hazırlanan ve şimdiye kadar çoktan gerçekleştirilmiş olması gereken kânun teklîfini de samimiyetle, harâretle destekliyor ve bir an önce çıkarılmasını bekliyoruz. Yine hemen belirtelim ki, böyle bir desteğin “hürriyetlerin kısıtlanması”nı veya “yasakçı zihniyet”leri savunmak ile hiç bir alâkası yoktur; böyle düşünenlerin sâdece abesle iştigâl ettiklerini; bir takım ütopyaların peşinde koşarken hakîkatleri görmezden geldiklerini söylemek gerekir. Kânun aleyhinde görüş ızhar edenlerin, meseleye bir takım saçma hayâller ve sözde hürriyetler çerçevesinde yaklaşmak yerine, öncelikle çevrelerine bakmaları ve bu konuda “nereden gelinip nereye gidildiğini” görmeleri lâzımdır. Zîrâ, Türkiye’de dil meselesi, yukarıda belirtildiği gibi, “hürriyetlerin kısıtlanması, yasakçı zihniyet, iktisâdî zarûretler...” gibi bize göre gerçekçi olmayan bir noktaya ve sınırlı bir çerçeveye ircâ edilebilecek kadar basit değil, bilakis son derece karmaşıktır.

Türkiye’de dilin içinde bulunduğu mevcûd durumla ilgili olarak daha önce yayımlanmış bulunan bir yazımıza şu satırlarla başlamıştık:

“Türkiye’de dil meselesi, yaklaşık yüz elli yıldan beri kanayan bir yara durumundadır. 1860’larda başlayan bu mâcerâ, aradan bu kadar uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, hâlâ mâkul ve mantıkî bir netîceye ulaşamamıştır; yakın bir gelecekte de böyle bir netîceye ulaşacağının emâresi gözükmemektedir. Bugün, Türkiye’de muhtelif kesimlerin, dille ilgili olarak farklı tercîhlerinin olması ve bunların neredeyse hemen hemen tamâmının üzerinde anlaştıkları “asgar-ı müşterek”lerin, maalesef bulunmaması, meseleyi içinden çıkılmaz hâle getirmiştir. Buna bir de dil cehâletinin yol açtığı umursamazlık ve vurdumduymazlık eklenirse, meselenin vahâmeti daha iyi anlaşılır. Biz de dâhil olmak üzere, bugün eli kalem tutan hemen herkesin, iki satır yazı yazmak istediğinde başvurduğu, çoğu zaman okurun veya başka yazarların kullanmak istemedikleri, kendine has bir kelime dağarcığı mevcuttur. Bu “kendine has”lık, eğer üslûb ve inşâ konusunda olsaydı, bunu bir mesele olarak ele almaktan ziyâde, dilde ifâde zenginliğine ve renkliliğine hamleder; tenkide değil, teşvîk edilmesi gerektiğini söylerdik.

Oysa durum tamâmen farklıdır. Kanaatimizce, bunun başka türlü olması da mümkün değildi. Çünkü dil konusu, ele alınması gereken bir mesele olarak vaz’edildiği târihten başlamak üzere, bugüne kadar, bizce ideolojik bakış açılarının tasallutundan kurtulamamış; kültürel tercîhlere göre yaklaşılan bir konu olmuştur. Dil meselesine, bugüne kadar kıyısından köşesinden müdâhil olan tarafları harekete geçiren en ehemmiyetli sâik, öyle görünüyor ki, ilmî endîşeler değil, bilakis müdâfaa olunan ideolojiler veya dünyâ görüşleridir. Türkiye’de, dil meselesinin bir medeniyet değiştirme (Batılılaşma da diyebiliriz) arzûsu ile aynı zamanda ortaya çıkmış olması, bunun en bâriz delilidir. Bir medeniyet dâiresinden çıkıp başka bir medeniyet dâiresine girmek isteyenlerin, bu arzûnun önünde en büyük engel olarak mevcut kültürü gördükleri ve dolayısıyla bu kültürü bertaraf edebilmek için, onun fiilen taşıyıcısı durumundaki dile -üstelik keyfî bir şekilde- müdâhaleye kalkıştıkları rahatça ileri sürülebilir. Yakın târihimizin dille ilgili tartışmaları ve bu hususta ileri sürülen görüşler ana-hatlarıyla gözden geçirildiğinde, bu fikrin basit bir iddiâ olmadığı kolayca görülebilir. Hakîkaten, bu mâcerâ, Tanzimat döneminde milleti Batılılaştırma düşüncesinin bir parçası olarak başlamış ve bugüne kadar da öylece devâm etmiştir. Dile keyfî ve ekseriyetle hiç bir ilmî düstura dayanmadan müdâhaleye kalkışanların mühim ve etkili bir kısmının hedefi, milleti, târihî bağlarından kopartarak o sırada dünyâda revaçta bulunan Batı değerlerine göre terbiye edip yeni bir kalıba sokmak idi. Aynı hedef bugün de değişmiş olmadığı gibi, meseleyi bu şekilde vaz’etmek de bir “komplo teorisi” değildir.”

Değişen bir şey olmadığına göre, bugün de aynı düşüncedeyiz. Diğer bir deyişle, Türkiye’de dilin içinden çıkılmaz bir mesele hâline getirilmesi ile, bu yüzyılın ilk çeyreğinde tahakkuk ettirilen kültür ve medeniyet değiştirme mâcerâmız arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu mâcerânın baş oyuncusu da bizzat devletin kendisidir. Dolayısıyla, Türkçe’nin içinde bulunduğu çıkmazdan, birinci derecede bizzat devletin kendisi sorumludur. Fakat, meselenin bu yönünü bir tarafa bırakarak, burada yukarıda sözü edilen kânun teklîfi üzerinde durmak istiyoruz.

Anlaşıldığına göre, bu kânun teklîfi esâs olarak, Türkçe’nin doğru kullanımı ve bilhassa işyerlerine verilen isimlerle ilgilidir. Hazırlanan kânunla söz konusu arzûnun nasıl gerçekleşti-rilebileceği ayrı bir mesele olmakla birlikte, her iki husûsta da Türkiye’de tam manâsıyla bir karmaşa yaşandığı ortadadır. Bugün, bilhassa yazılı ve sözlü/görüntülü basın vâsıtasıyla, deyim yerinde ise, argo ve kırma bir dil meydâna getirilmektedir. Batı teknolojisinin ürünleriyle birlikte gelen ve hiç bir seçmeye tâbi tutulmadan -yazılışları dâhil- olduğu gibi aktarılan sayısız yabancı kelimenin, Türkçe’nin aslî unsurlarını kapı dışarı etmeğe başladığını da unutmamak gerekir. Öte yandan, bugün Türkiye’nin sokaklarını, caddelerini gezenler, kendilerini Türkçe’nin hâkim olduğu bir ülkede değil, yabancı bir diyârda hissetmektedirler. Akıl almaz bir çılgınlığın ve kültür yozlaşmasının eseri olarak sokaklarımızı, caddelerimizi dolduran işyerlerinin baştan başa yabancı kelimelerle donatıldığı görülmektedir. Üstüne üstlük, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) gibi ülkenin ilim, fikir ve kültür müesseselerinin yönlendiricisi durumundaki bir kuruluşun başının “Türkçe ilim dili değildir” şeklindeki tâlihsiz beyânları da ayrı bir fecâat örneğidir.

Türkçe’yi bütün bu sıkıntıların ve çıkmazların içerisinde kendi hâline mi bırakmak yerinde bir harekettir, yoksa yukarıda kısaca manzarası çizilen kötü gidişi bir noktada durdurmak için çâreler ve tedbîrler aramak mı daha doğrudur? Dil konusunda her ne kadar sâbıkası bozuk ise de, devletin bu sâbıkayı birazcık olsun düzeltmeğe yarayacak bir takım müsbet adımlar atmasını, Türkçe’nin karşı karşıya kaldığı vahim geleceğin idrâk edilmesi olarak değerlendirmek çok mu zordur?

Bugün Türkiye’de büyük şehirlerin caddelerine ve sokaklarına çıkıldığında görülen manzara, dil açısından hakîkaten Türkçe’nin sevdâlısı samîmî vicdânları incitecek hâle gelmiştir. Şu işyeri isimlerine bir bakınız; gezdiğiniz caddelerde, sokaklarda gözünüze çarpan tabelalardaki kelimeleri gözden geçiriniz; bunların anadili Türkçe bir ülkeye âit olduğunu rahatça ve huzur içinde söyleyebiliyor musunuz? İşte size bunlardan rastgele seçilmiş bir demet: Class Kuaför, Baby Center, Greens Cafe Billardo, Akademi Cafe & Bar, Cafe Yıldırım, Frigidaire, Showroom, Travel Market, Ultra Computer, Rent a Car, Mom’s, Pet Garden, Byblos, Sunny, Vaillant, Shop Alpino, Inter Mash, Mega Mash, Free Style, Het’s Burger, Best, Pemme, Tiffany Tomato, Steak House, T î T Club, Grace, Alfagas, Sementa, Candy, Ramona Kuaför, Palme Bar Restaurant, Happy Hamile Club, Night Club, Full Kıraathanesi, Hotel Melodi, Cafe Nazar, Star, Asgül Color, L’ispère, T-Shirt Baskı,... Ve daha binlercesi... Bir de, kelimeleri nisbeten Türkçeleşmiş olmakla birlikte, teşkîl îtibâriyle Türkçe olmayan binlerce dükkan ve mağaza isimleri vardır ki, evlere şenlik. Şunlara Türkçe demek mümkün müdür: Annem Market, Galeri Paşabahçe, Salon ... (bilmem ne), Butik ... (bilmem ne) ve benzerleri... Bu tür örnekleri binlere çıkarmak mümkündür.

Aynı konunun bir de basın ve yayın kuruluşlarını ilgilendiren yönü vardır ki, burada karşılaşılan manzara, sokakların dilinden daha az fecî’ değildir.

Günümüzün dünyâsında insanları etkilemek bakımından en tesirli silâh durumuna gelmiş olan yazılı ve sözlü/görüntülü basının, bu mevkiini istismâr etmek sûretiyle Türkçe’yi içinden çıkılmaz bir hâle getirmesine seyirci kalınmamalıdır. Bilhassa sözlü ve görüntülü basının -radyo ve televizyonların- daha isimlerinden başlamak üzere, Türkçe yerine bir başka dilin ve münhasıran İngilizce’nin kelimelerini tercîh etmesini hangi sağduyu ile, hangi akıl ve insâf ile, hangi millî şuur ve ülke sevgisi ile bağdaştırabiliriz? Show, Flash, Interstar, NTV (En-Ti-Vi) adlarının anadili Türkçe olan bir ülkenin gûyâ millî (!) televizyonlarına isim olarak verilmesini hangi ilim, hangi mantık îzâh edebilir? Kezâ, bir kısım televizyonlara isim olan Kanal 6, Kanal 7, HBB (=Eyç Bi-Bi diye okuyorlar), kelime ve kısaltmalarının, en azından teşkîl ve terkip bakımından Türkçe’nin malı olduğunu söyleyebilir miyiz? Türkçe, şu bir elin parmaklarının sayısını geçmeyen isimleri karşılamağa muktedir değil midir?

Mesele, radyo ve televizyonların isimleri ile de sınırlı kalmamaktadır. Yayımlanan program isimleri daha da rezîlânedir. Türkçe o kadar zayıf ve iktidârsız bir dil midir ki, hazırlanan programlara Magazine Forever, Top Secret, Talk Show, Reality Show, Medyatör, ... vs. gibi ipe-sapa gelmez isimler verilir?

Burada ya bir irâde zaafı vardır veya kültürsüzlük, şuursuzluk, vurdumduymazlık söz konusudur; yâhut kasıt ve sahtekârlık...

Sebep ne olursa olsun, bu davranışların hepsini tek bir şekilde, Türkçe’ye ihânet olarak vasıflandırmak mümkündür. Binâenaleyh, birilerinin bu kötü gidişe dur! demesi gerekir. Bunun yolu, usûlü, üslûbu ne olursa olsun, bizi ilgilendirmiyor. İhânet içinde olanların, “ihânet etme hürriyetleri” bulunduğu ileri sürülemez. Mesele Türkçe’nin, Yahyâ Kemâl’in ifâdesiyle, “ağzımda anamın ak sütü” olan dilimin hissiz, şuursuz, ufuksuz, kültürsüz ve ihânet kokan saldırılardan korunmasıdır; bu “ak süt”ü birilerinin ilâ-nihâye zehirlemesine imkân ve fırsat verilmemelidir.

 Yukarıda kısaca gözden geçirilen manzara, büyük ekseriyetin anadili, ülkenin ise resmî dili olan Türkçe’nin, Türkiye’de ne kadar sâhipsiz olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Eğer ülkeye ve bu ülkenin insanlarına hizmet etmek, kültür değerlerine gerçekten sâhip çıkmak isteniyorsa, ülkeyi yönetenlerin, nasıl ki bir takım kânunlar çıkarmak sûretiyle kamu düzenini sağlamaları vazîfeleri ise, aynı şekilde kamu düzeni ile, kültür varlığı ile, kısaca hâfızamız ve geleceğimiz ile yakından ilgisi bulunan çarşı ve sokağın diline olduğu kadar, yazılı ve sözlü/görüntülü basının da Türkçe olmayan diline müdâhale etmeleri vazîfeleridir. Hem de Anayasa’nın verdiği bir vazîfedir. Değilse, Anayasa’mızda “Türkiye Cumhûriyeti’nin resmî dili Türkçe’dir.” hükmünün yer almasına ne gerek vardır?

Yukarıda belirtildiği üzere, meseleyi götürüp “iktisâdî zarûretlere” bağlamak doğru değildir. Doğru olsa bile, bir takım insanların iktisâdî çıkarları, bir milletin varlığının teminâtı olan dilin istikbâlinden daha ehemmiyetli değildir. Kişilerin üzerinde yabancı isimler bulunan malları tercîh etmeleri, tek başına “kalite” ile alâkalı olmayıp daha ziyâde özentiden ve şuursuzluktan ileri gelmektedir. Bu arada, şunu da unutmamak gerekir: Yabancı bir mal mutlakâ kaliteli olmadığı gibi, “kalite”yi mutlakâ yabancılara hasretmek de sakat bir zihniyetin ürünüdür. Binâenaleyh, ferdî teşebbüs diye, şahsî işyeri diye, çalışma, mülk edinme ve bu mülkü istediği şekilde kullanma hürriyeti ... diye mesele geçiştirilemez. Mâdem ki cemiyet ve millet hâlinde yaşamak mecbûriyetindeyiz; mâdem ki şahsî teşebbüsleriyle işyeri açanlar, kazançlarını bu cemiyetin, bu milletin fertlerinden elde ediyorlar; öyleyse, kendilerinin bütünüyle başıboş bırakılacaklarını, bırakılmaları gerektiğini düşünmemelidirler. Herkes bu milletin diline saygılı olmak mecbûriyetindedir. Ne demek Dürüm’s? Ne demek Mom’s?..

İşin tabiati gereğidir; her nimetin bir külfeti olmalıdır. Her hareketleri bizim için sünnet (!) hükmünde olan Batı ülkelerinde, o ülkenin gerçek vatandaşları işyerlerine hiç Türkçe isim koyuyorlar mı? Almanya’da bir Alman’ın, İngiltere’de bir İngiliz’in, Fransa’da bir Fransız’ın yapmadığını, Türkiye’de bir Türk veya Türk vatandaşı yapma hakkını kendisinde nasıl bulabilir? Gösteriş ve taklîd meraklısı bir takım kendini bilmezlerin aşağılık duygularını ve para hırslarını tatmîn edebilmek için, bir malı yabancı marka ve isimler altında takdîme kalkışmak, Türkçe’nin dibine kibrit suyu dökmekten başka hangi mânâya gelir? Bu hâl, Türkçe’ye ve dolayısıyla Türkiye’ye ihânet değilse nedir?

Binâenaleyh, hürriyetlerin beşiği sayılan Avrupa ülkelerinde -meselâ Fransa’da- bu konuda nasıl kânunlar çıkarılıyor, o ülkelerin dilleri nasıl koruma altına alınabiliyor ve bunu nasıl herkes mantıksız bulmuyorsa, Türkçe’nin istikbâline sâhip çıkmak da aynı şekilde görülüp kabûl edilmeli; dilimiz kıskançlıkla korunmalıdır.

Dili niçin kıskançlıkla korumak gerekiyor?

Şunu hemen belirtmemiz lâzımdır ki, biz bizâtihî kelimelerin kendileriyle, şekilleriyle uğraşmıyoruz. Bu şekiller, nihâyet bir takım harflerin yan yana dizilmesinden ibâret yapılardır. Halbuki, bu yapıların bir de gerileri, ifâde ettikleri mânâlar vardır. Kelimeler ve dolayısıyla dil, milletlerin hâfızalarıdır; her kelime, dünümüzle bu günümüz arasındaki irtibâtı sağlar; bize dünümüzde meydâna getirdiğimiz kültürel değerlerimizi aktarır. Biz, onlarla düşünür, onlarla plânlar yapar, onlarla hâdiseleri, dünyâyı ve çevremizi mânâlandırmağa çalışırız. İnsanı, diğer mahlûklardan ayıran en mühim vasıf, düşünebilme ve konuşabilme vasfıdır, dolayısıyla dildir. Kelimeler, rûh ve düşünce dünyâmızın dışa açılan pencereleridir. İnsan ne kadar fazla kelime biliyorsa, o kadar fazla düşünce penceresine sâhip, o kadar çok şey biliyor demektir. Kelimeler, üzerlerinde duygularımızı, düşüncelerimizi, sevgilerimizi, nefretlerimizi, hayallerimizi, heyecanlarımızı, inançlarımızı, güzellik anlayışlarımızı, değerlerimizi taşırlar. Kelime hazînemizden atılacak olan her kelime ile, bunlardan birini veya bir kaçını kaybederiz.

Biz, insan olarak, çevremizle, bizim gibi insanlarla ancak kelimeler ve dolayısıyla dil vâsıtasıyla ilişki kurar, anlaşır ve birlikte yaşama ve çalışma imkânı elde ederiz. Her ferdi ayrı bir kelime dağarcığına sâhip topluluklardan ne cemiyet meydâna gelir, ne böyle bir insan kalabalığına millet demek mümkündür. İnsan malzemesi, bu şekilde bir manzara arz eden milletlerin sosyal ve kültürel hayâtına hâkim olan ancak ve ancak sağırlar diyalogudur.

Dil, bizim için sâdece Türkiye sınırları içerisinde düşünülmesi gereken bir anlaşma, târihî mîras ve kültür meselesi değildir. O, aynı zamanda, kökleri müşterek târihte bulunan, millî ve mânevî değerleri ortak büyük bir Türk dünyâsının geleceği açısından da ehemmiyet taşımaktadır. Türkiye dışındaki Türk dünyâsı ile kültürel irtibâtımız, Türkiye’de uydurulan kelimelerle değil, Türkiye’de hor görülen ve dilden kovulmak istenen kelimelerle sağlanabilmektedir. Bu dünyâ ile ortaklaşa kullandığımız kelimeler, onlarla aramızda birer şifre gibi hizmet görmekte; bizim aynı soyun, aynı kültür çevresinin, aynı inanç dünyasının insanları olduğumuzu göstermekte; birbirimize çok daha kolay bir şekilde yaklaşmamızı ve çok daha kolay bir şekilde işbirliği etmemizi mümkün kılmaktadırlar. Nitekim, son yıllarda diğer Türk ülkelerini ziyâret eden Türkiye Cumhûriyeti yetkilileri, bu durumu yaşayarak görmekte ve zaman zaman söz konusu müşterek kelimelerle anlaşabildiklerini ifâde veya îtiraf etmektedirler. Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da uydurmacılık ve Batı kaynaklı kelimelere gösterilen aşırı muhabbetin sürdürülmesi ve Türk dünyâsının diğer ülkeleriyle aramızda birer şifre gibi hizmet gören kelimelerin yok farz edilmesi, bu büyük dünyânın birbirini anlamasını güçleştirmeğe devam edecektir.

Şu hâlde, mesele kelimelerin şekilleri değil, bütünüyle bir kültür meselesidir. Dolayısıyla, Türkiye’de, bu milletin imkânlarını kullanmak sûretiyle hayatlarını ve varlıklarını sürdürenlerin, başta dil olmak üzere, bu milletin değerlerine saygılı olmalarını beklemek herkesin hakkıdır. Türkiye, sömürge yönetiminden yeni kurtulmuş bir Afrika ülkesi değildir; bin yıllara uzanan köklü ve başka milletlerin gıpta ile baktıkları bir târihî geçmişi vardır. Aynı şekilde, Türkçe’nin de şerefli bir geçmişi bulunmaktadır. Dilimizi bu geçmişten, Türkçe’nin ifâde gücünden, kâbiliyetinden ve sâhip olduğu imkânlardan habersiz olanların cehâletlerine kurbân etmemek gerekir.

Burada esâs mesele, Türkçe’nin kapılarının bütün yabancı dillere ve kelimelere kapatılması değildir. Böyle bir şey, ancak kabîle hayâtı yaşayan toplulukların dilleri için söz konusu olabilir. Türkçe ise, yüzyıllardan beri çok çeşitli dillerle, kültürlerle ve medeniyetlerle ilişki kurmuş, onlardan ihtiyâcı olan kelimeleri almış, onlara kelimeler vermiştir. Kültür ve medeniyet dili olma iddiâsındaki bir lisan için bundan daha tabiî bir şey düşünülemez. Türkçe’nin ihtiyaç duyduğu, ifâde etmekte zorlandığı durumlarda başka bir dilden kelime almasına kimse karşı çıkmamaktadır. Aynı şey, teknoloji ürünlerinin isimleri için de geçerlidir. Ancak, hiç ihtiyaç yokken ve Türkçe’de en hâlisinden karşılıkları bulunurken, yabancı kelimelerin tercîh edilmesi, en hafif deyimle hafifliktir.

Bilinmelidir ki Türkçe meselesi, rûhsuz, hissiz, kültür emperyalizminin kuklası ve ne yaptığını bilmez bir duruma gelmiş insanların insâfına, keyfî ve ciddî olmayan varsayımlarına ve menfaat hırslarının tatmînine bırakılacak kadar basit değildir. Dolayısıyla, böyle tehlikeli bir durum karşısında sessiz kalmak veya bir takım kimselerin ileri sürdükleri gibi, kamuoyunun uyarılmasını, şuurlandırılmasını, yaptıklarının doğru olmadığının kendilerine öğretilmesini beklemek, Türkçe’nin istikbâlini geleceğin karanlıklarına havâle etmekten başka bir mânâya gelmemektedir. Atı alan Üsküdar’ı geçtikten veya Basra harâb olduktan sonra girişilecek teşebbüslerin, uğranılan zararları nasıl telâfî edeceği meçhûldür.

Binâenaleyh, Türkçe’nin istikbâlini teminat altına almaya; kendi tabiî imkânları çerçevesinde gelişmesini, her konuda bütün mefhûmları ve fikirleri ifâde edebilecek vasıflara sâhip, medenî ve ileri bir kültür, sanat ve ilim dili hâline gelmesini sağlamağa yönelik her gayreti samîmiyetle desteklediğimiz gibi, bugün hükûmet tarafından hazırlanan ve şimdiye kadar çoktan gerçekleştirilmiş olması gereken kânun teklîfini de harâretle destekliyor ve bir an önce çıkarılmasını beklediğimizi bir kere daha tekrârlamak istiyoruz. Böyle bir hizmeti gerçekleştirecek olanları, kadir-şinâs milletimizin aslâ unutmayıp minnet ve şükrânla anacağını da belirtmek isteriz. Ayrıca, kendisini bu milletin evlâdı olarak gören herkesin söz konusu kânun teklîfini desteklemesi gerektiğine ve bunun millî bir vazîfe olduğuna inanıyoruz.

________

 * Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVII/114 (Şubat 1997), s. 4-7.