Yayınlarım...

Popüler Yazılarım-12                                                                    Prof. Dr. Fahri UNAN

Sayfa Sonuna Git

İSLÂM VE GERGİNLİK*

Türkiye’nin son yıllarda şuurlu bir şekilde tehlikeli bir kargaşa, gerginlik ve çekişme içerisine sürüklendiği görülüyor. Bu durumun son umûmî seçimlerden sonra daha da körüklendiği, başka bir ifâdeyle, sun’î ve gereksiz olarak yakılan yangının üzerine çeşitli çevrelerce bir bakıma benzin döküldüğü, artık inkâr edilemez bir hakîkat hâlini almıştır. İçinde yaşadığımız şu üç-beş aylık zaman zarfında cereyân eden hâdiseler ve bunların akabinde kopartılan gürültü ise, şimdiye kadar olup bitenlerin üzerine tüy dikmiştir.

Dikkatli bir şekilde bakıldığında, Türkiye’nin, bilhassa iki konuda, yâni İslâmî ve millî değerlerin cemiyet hayâtına yansıtılması husûsunda -mühim bir kısmı sun’î olarak abartılıp kamuoyunun önüne konulan- büyük sıkıntıları olduğu görülecektir. Bu düşüncenin en basit delîli, bir kaç aydır kamuoyunu meşgul eden Susurluk hâdisesini tâkîben, bilhassa an’anevî sol çevrelerin ve bir kısım basın ve yayın organlarının milliyetçilik ve milliyetçiler aleyhine pompaladıkları peşin hükümlü menfî hisler, karalamalar, tahkir ve tezyiflerle, bir avuç Aczmendî ve bâzı tarîkatlar etrâfında yine aynı çevrelerce sürdürülen ve daha ziyâde İslâm’ı tahkir, tezyif ve istiskāle yönelen kampanyalardır. Bu kampanyaları yürüten çevrelerin siyâsî veya ideolojik kimlikleri, meselenin ileri sürülenlerin aksine, yine ideolojik görüş ayrılığından kaynaklandığını açıkça ortaya koyuyor. Bu sebeple demokrasi, temiz toplum, dürüst siyâset ve hukûkun hâkimiyeti... gibi kimsenin îtiraz edemeyeceği bir takım talepleri siper edinmek, işin esâsını gizlemeğe yetmiyor. Açıkça görülmektedir ki, söz konusu karalama kampanyalarının hedefi, bir takım mevzî hâdiseleri şuurlu bir şekilde ele almak, abartmak, umûmîleştirmek ve böylece cemiyet içerisinde millî ve mânevî değerlerin etkisini yok etmek, bu değerleri samîmiyetle benimsemiş bulunan kimseleri yıldırıp sindirmektir.

Aslında mesele, yüz yılı aşkın bir süredir devam eden ve yetmiş-seksen yıldır ise alabildiğine yaygınlaştırılan bir dramın bir kez daha sahnelenmesinden ibârettir. Maalesef ve maalesef, Türkiye’de Türk insanının neye, nasıl ve niçin inanacağı, neyi benimseyeceği konusu, hiç üzerlerine vazîfe olmayanlar tarafından büyük bir mesele hâline getirilmiştir; aynı şey millî değerler için de söz konusudur. Bu durumun içinden çıkılmaz bir mesele hâline getirilmesinin en büyük sorumlularından birisi, ülkeyi daha başlangıçta tepeden inmeci bir batılılaşma çıkmazına sokanlar ise, bir diğeri de, ne yazık ki, memleketi idâre etmeğe soyunan siyâsîlerdir.

Memleketi fiilen yönetenlerle birlikte, yıllardan beri meydanlarda, radyo ve televizyonlarda ve hattâ sokak aralarında halka hitap eden siyâsî parti liderleri veya milletvekilleri, her fırsatta milleti kendi hayal-hânelerinin ürünü olan muhayyel bir tehlike ile korkuttular; her vesîle ile vicdanları baskı altında tutmağa çalıştılar. Netîcede barışı, hoşgörüyü, adâleti, insâfı, kardeşliği, birlik ve bütünlüğü ve samîmiyeti öngören cihanşümûl İslâm dîni, geri kalmışlığın, cehâletin, karanlığın, kargaşanın ve gerginliğin müsebbibi olarak görülür hâle geldi; böylece bin yıldır Müslüman olan bir ülkede, iflâh olmaz bir İslâm sendromu oluşturuldu.

Hakîkat şu ki, Türkiye’de İslâm uzun yıllar sâdece vitrinlik bir malzeme olarak görüldü. Pek çok kişi, bilhassa siyâsî mekanizmanın mühim noktalarını yıllarca işgâl etmiş olanlar, ona uzaktan bakmakla yetindiler; İslâm’ı ancak vitrine lâyık gördüler. O, sâdece orada teşhir edilmeli idi. Ona, ancak bu şekilde hayat hakkı tanınabilirdi. Diğer bir deyişle, İslâm’ın, müntesiplerinin günlük yaşayışlarını düzenlemek, onlara yön vermek ve yol göstermek gibi bir iddiâsı olamazdı...

Kanaatimizce, bugün Türkiye’de yaşanan sıkıntıların ekseriyetinin kaynağı, sıkıntı kaynağı olarak gösterilen millî ve mânevî değerler değil, bunların yukarıda çerçevesi çizilen anlayışa göre görülüp değerlendirilmesidir! Türkiye’nin siyâsî, sosyal, kültürel, ilmî, entellektüel ve hattâ iktisâdî ufkunu karartan, XXI. asra girerken insanlarımızın emeğini ve enerjisini incir çekirdeğini doldurmaz meseleleri tartışmakla hebâ eden de yine yukarıda çerçevesi çizilen anlayıştır.

Binâenaleyh, bu anlayış terk edilmedikçe, Türkiye’nin, kendisine hedef olarak tâyin ettiği çağdaşlaşma, demokratikleşme, ilerleme, gelişme ve hukuk devleti olma yolunda ciddî mânâda başarı sağlaması mümkün olmayacaktır. Bu hedeflere varılabilmesi için, öncelikle zihinlerin, vicdanların, kalplerin ve gönüllerin üzerindeki sis perdesi, kirlilik, katılık, huşûnet ve peşin hükümlülük kalkmalı ve bütün bunların yerini îtidal ve akl-ı selim almalıdır. Bunun için ise, evvel-emirde, Türkiye’de kendilerini etkili çevreler olarak görenlerin, bu milletin uzak ve yakın târihi ile, bu târih içinde oluşturup geliştirdiği kültürel değerlerle, benimseyip îman ettiği inanç sistemi ile barışmaları, en azından anlamağa ve onlara hoşgörü ile bakmağa çalışmaları lâzımdır.

Hâlbuki Türkiye’yi yönetmeğe tâlip olanların sesi gür çıkanları, kendileri ile iş ve menfaat birliği içerisinde bulunan bir kısım okur-yazar takımını da yanlarına alarak, şimdiye kadar Türk insanını, biri diğeriyle mukāyese edilemeyecek ve tamâmen birbirinden farklı tercîhlerde bulunmağa zorlamışlardır: Laiklik mi? İslâm mı? Millîlik mi? Batılılık mı? Dindarlık mı? Muhtevâsı, nitelikleri ve sayısı kişiden kişiye değişen bir takım ilke ve inkılâplar mı?...

Türkiye’de insanların böyle mânâsız bir tercîhle karşı karşıya bırakılmaması gerekir. Diğer bir deyişle, laiklik, batılılık, çağdaşlaşma, bir takım ilke ve inkılâplar Türkiye’de İslâm’ın alternatifi gibi sunulmamalıdır. İslâm, bir dindir; dolayısıyla, onun alternatifi olsa olsa yine ancak din olabilir. Oysa, ne laiklikte, ne batılılaşma ve çağdaşlaşmada ve ne de birer mukaddes nass gibi dayatılmak istenen çeşitli ilke ve inkılâplarda böyle bir husûsiyet vardır. Kezâ, İslâm bir dindir; yüzyıllarca -târihen de sâbit olduğu üzere- uğrunda ölünebilen bir îman sistemi, bir değerler bütünüdür; binâenaleyh, böyle bir değeri, bu niteliği olmayan şeylerle karşı karşıya getirmek, mukāyeseye girişmek ve çatıştırmağa çalışmak, huzûra muhtâç olan bir cemiyete zarardan başka bir şey kazandıramaz.

Durum bu olunca, yâni İslâm -târih boyunca sâbit olduğu üzere-, uğrunda ölünebilen bir değer olduğuna göre, bu değerin, bu îman sisteminin tahkir ve tezyif edilmesi, istiskāle uğraması, bu değeri samîmiyetle benimseyen insanları -ne kadar hoşgörülü ve sabırlı olurlarsa olsunlar-, bir noktadan sonra incitmeğe, bunun ilânihâye sürmesi ise zaman içerisinde kızdırmağa ve nihâyet tepki göstermeğe yöneltecektir. Binâenaleyh, Türkiye’de son zamanlarda cereyan eden bir takım hâdiseleri, biraz da bu açıdan değerlendirmek yerinde olacaktır.

Türkiye’de, kelime olarak dahi olsa İslâm söz konusu edildiğinde, çeşitli çevrelerce Orta-çağa, karanlık devirlere, kör cehâlete, gericiliğe, yobazlığa, çağ-dışılığa atıfta bulunulmasının ve bunun yetmiş-seksen yıldır hızından fazla bir şey kaybetmeden sürdürülmesinin, İslâm’ın ulviyetine inanan insanlarda hiç bir tepkiye sebep olmayacağını düşünmek; bu tür tavsifleri fikir hürriyeti çerçevesinde değerlendirmek, hakîkaten insaflı bir davranış mıdır? Meseleye peşin bir hükümle yaklaşılmadığı takdirde, bu sorunun cevâbının evet olamayacağını, söz konusu tavsiflerin sâhipleri de teslim edeceklerdir.

Şu hâlde, ortada anlaşmazlığa sebep olan şey nedir? Yukarıda sıralanan ve İslâmî bir husus söz konusu edildiğinde ileri sürülen iddiâların sâhipleri de, sorulduğunda kendilerini Müslüman olarak vasıflandırdıklarına göre, bugün cemiyetin yoğun bir şekilde meşgul edildiği tartışmalar nereden kaynaklanıyor?

Bu soruların cevâbı, bizce, başka bir sorunun ardında yatmaktadır: Nasıl bir İslâm?

Bu kısa soru, artarda sıralanmaması mümkün olmayan yeni soruları da dâvet etmektedir: Türkiye’de bugün din veya İslâm denince ne anlaşılıyor? Üzerinde ittifak edilmiş ve tartışma dışı bırakılmış müştereklerimizin yekûnu nedir? Yine son yıllarda, yaygın bir şekilde, farklı İslâmî anlayışlardan ve yorumlardan söz ediliyor; bu farklı anlayışların ve yorumların kitâbî İslâm karşısındaki durumu nedir? Yine bir kısım yazar ve çizerin, bütün sıkıntılara cevap oluşturacak bir ilâç veya çözüm gibi gösterdikleri, mûtedil Türk İslâmı nasıl bir şeydir; bunun kitâbî İslâm karşısındaki durumu nedir? Ve hepsinden ehemmiyetlisi, bir zümrenin veya topluluğun bu tür yorumları her zaman mutlak doğruları mı ifâde etmektedir? Bu yorumlar, birer içtihat eseri olarak mı ortaya çıkmaktadırlar; yaşanan târihin tabiî netîcesi midirler; yoksa bir kısım siyâsî, idârî veya şahsî menfaat ve mülâhazalar netîcesi olarak mı bugün zihnimizi meşgul etmektedirler?

Konu bu kadar tartışmaya açık olunca, peşpeşe yüzlerce soru sormak kaçınılmazdır: Vahyin belirlediği, Türk halkının inandığı ve muhayyilesinde şekillendirdiği İslâm ile, siyâsî otoritenin veya bugüne kadar bu otorite ile sürekli dirsek temâsında bulunanların çerçevesini çizdiği İslâm ne ölçüde birbirine uyuyor? Din ve İslâm denince, Türk insanı ile onu idâre edenler aynı dili mi konuşuyorlar? En basit bir soru: Müslüman Türk insanının zihnindeki şerîat imajı ile, yakın târihimizde Türk siyâsetine, kültürüne, eğitimine ve gelece-ğine yön vermeğe çalışanların zihnindeki şerîat imajı aynı şey midir? Eğer aynı ise, Türkiye’nin siyâsetine yetmiş-seksen yıldır yön verenlerin ve onlarla menfaat birliği içerisinde hareket edenlerin bütün çabalarına; kelimenin şümûlünde düşünülen pek çok şeyin tezyif ve tahkîri için her fırsatın değerlendirilip kullanılmasına ve kesif bir propaganda yürütülmesine rağmen, milletin tamâmı hâlâ niçin iknâ edilememiştir? Şâyet bu hususta bir anlaşmazlık söz konusu değilse, bin yıldır bu ülkede yaşayan insanların ve onların idârecilerinin dillerinden düşürmedikleri şer’-i şerîf ve şerîat-i garrâ ifâdelerini, bugünün kahrolsun şerîat çığlıkları ile nasıl telif edeceğiz?

Bize öyle geliyor ki, yetmiş-seksen yıldır bizi idâre edenlerle Müslüman Türk insanı, İslâm ve mukaddes değerler konusunda aynı dili konuşmamaktadır. Diğer bir deyişle, siyâsî otoritenin çerçevesini çizip halkın önüne koyduğu İslâm ile, bin yılı aşkın yaşanmış bir târihin ürünü olarak halkın zihninde tecessüm etmiş bulunan İslâm birbirine uymamakta; bu iki İslâm üst üste konduğunda siyâsî otoritenin çerçevesini çizdiği İslâm, çerçevesini vahyin çizdiği ve târihin bize ulaştırdığı İslâm karşısında çok cılız ve yetersiz kalmaktadır.

İşte, bugün yaşanan huzursuzlukların mühim bir kısmı buradan kaynaklanmaktadır. Şu hâlde, birbirine oldukça yabancı ve hattâ zaman zaman çatışan bu ikili durum nasıl ortaya çıkmıştır?

Bu sorunun cevâbını, târih boyunca İslâm devletlerinde cereyân eden din-devlet ilişkilerinde ve yöneticilerin dîni nasıl bir müessese olarak gördüklerinde aramak lâzımdır. Ancak bu konu çok daha şümûllü ve geniş soluklu çalışmalar gerektirir. Burada meseleyi kısaca ele alacak olursak, şunları söyleyebiliriz:

Müslüman devletlerin târihinde İslâm, daha Emevîlerden başlamak üzere, bilhassa Orta-Doğu’da gerek Abbâsîler ve Selçuklular zamânında ve gerekse Osmanlılar döneminde, doğrularının çerçevesi çoğunlukla siyâsî otoriteler tarafından çizilen bir din olmaktan, ne yazık ki, bütünüyle kurtulama-mıştır. Bütün siyâsî otoriteler, kendi iktidarlarını sıkıntısız bir şekilde sürdürmek ve hükümranlıklarını yönettikleri halka daha kolay benimsetebilmek için, onun samîmiyetle benimsediği dîni ve dînî değerleri kendi menfaatlerine uygun olarak yorumlamaktan ve kendi yorumlarının en doğru olanı temsîl ettiğini ileri sürmekten geri durmamışlardır. Cemiyeti yönetme yetkisinin kime veya kimlere âit olduğu konusunda kitâbî İslâm, hükümdarlara her hangi bir mutlak, devredilmez ve vazgeçilmez hak tanımadığı hâlde, onlar, hükümdarlıklarının kendilerine Allah tarafından verildiğini, bu sebeple, insanların kendilerine tâbi’ olmaları, emirlerine itaat etmeleri ve onlara biçilen mevkiin ve hizmet rolünün dışına çıkmamaları gerektiğini, her devrin kendine has en geçerli ve en güçlü propaganda vâsıtaları ile Müslüman cemiyetine kabûl ettirmek için her imkânı, her fırsatı kullanmışlardır.

Bu durum, her devirde, farklı derecelerde de olsa, kitâbî(=vahyî) İslâm’ın bir kısmının göz-ardı edilmesine sebep olmuştur.

Kaynağını fiilen yaşanmış olan böyle bir târihten alan bu anlayış, bizde İmparatorluktan Cumhûriyete geçtikten sonra, değişmek ve ortadan kalmak yerine, şiddetini büsbütün arttırmıştır. Bugün, Türkiye’de TV ekranlarında bile zaman zaman açıkça ifâde edildiği üzere, İslâm’ın îmâna, îtikāda ve bir takım ibâdetlere dâir hükümlerine ve tekliflerine ses çıkarılmazken, onun sosyal hayatla, diğer bir deyişle muâmelât ve ukûbâtla ilgili teklif ve tavsiyelerinin bugün çağın ihtiyaçlarına cevap vermediğinin veya çağın gerisinde kaldığının ileri sürülmesi, işte bu yaklaşımın bir netîcesidir.

Her şeye rağmen Cumhûriyet öncesinde hâkim olan nisbî dînî hoşgörü, yeni dönemde jakoben bir laiklik ve Batılılaşma hummâsı ile hareket eden siyâsî mekanizma tarafından bütünüyle yok edilmiştir. Cumhûriyetin kurucuları, mânevî değerleri aforoz ederek cemiyet hayâtından kovmağa çalışan XIX. yüzyılın kaba ve hayrat pozitivizmini kendilerine rehber edindikleri ve elle tutulup gözle görülen şeylerden başkasına inanmamak gerektiğini düşündükleri için, daha ilk yıllardan îtibâren dîne ve dînî değerlere, bilhassa İslâmî ahkâma karşı cephe almışlardır. Bu çevrelerde zaman zaman ifâde edilen ‘dînimiz, akıl ve mantık dînidir’ türü sözler, İslâm konusundaki hakîkî düşünceleri aksettirmemekte, maslahat gereği ve zevâhiri kurtarmaktan öte hiç bir mânâ ifâde etmemektedir. Bunun en iyi delîli, Cumhûriyetin kuruluşundan bir sür sonra benimsenen politikalar gereği, 1950’lere gelinceye kadar, İslâm dîninin eğitim müesseselerinden tamâmiyle dışlanması ve bizzat yönetici mevkiinde bulunanların ifâde ettikleri gibi, meselâ milletin, cenâzesini yıkayacak bir imam bile bulamaz hâle düşürülmüş olmasıdır.

Milletin böyle bir durumda bırakılmasının vebâli, tabiatiyle buna sebep olanların omuzlarındadır. Çünkü onlar, Türk milletinin son asırda mâruz kaldığı sıkıntının kaynağını ararken, aklın yolunda yürümek yerine, hislerinin ve komplekslerinin tesirinde kalmışlar, suçlu olarak kendi kültürlerini, kültürel değerlerini ve inançlarını görmüşler, mayasını bu değerlerin yoğurduğu milleti adam etmek için onların tasfiye edilmesi gerektiğine inanmışlardır. Bu anlayışla harekete geçilmesi, ortaya bir alay toplum mühendisi çıkarmış; milleti adam etmek için onun nelere, ne kadar inanması gerektiği belirlenmeğe çalışılmış; cemiyete, deyim yerindeyse, paket program nitelikli bir din hazırlanıp dayatılmıştır. Bu paket program nitelikli dinde, insanlar için çizilen hareket alanı ev, mâbet ve vicdan ile sınırlandırılmıştır. Buna göre, insanlar neye inanırlarsa inansınlar, bunu içlerinde gizli tutmalı, çevrelerine yansıtmağa kalkışmamalı veya inandıkları ile çevrelerinde geçerli olan değerler arasında bir uyum aramağa tevessül etmemelidirler.

Herkes, düşünce ve inanç hürriyetine sâhiptir; fakat bunu sâdece düşüncesinde ve zihninde yapmalıdır! İnanılan değerleri hayâta aksettirmeğe kalkışmak, büyük bir suçtur! Dünyâyı ve çevreyi, inanılan bu değerlere göre yeniden şekillendirip yorumlamağa girişmek veya böyle bir şeyi düşünmek ise affedilmez bir davranıştır!

Nitekim, bu mantık kendisini o kadar güçlü, her şeye kādir ve hâkim görmüştü ki, bir kısım gençliğin sokaklara dökülüşüne celâllendiğinde, ‘Bu gençlere de ne oluyor? Türkiye’ye komünizm gelecekse, onu da biz getiririz!’ diye haykırma garâbetini bile göstermişti.

Bu mantığın İslâm karşısındaki durumu da böyledir. Bu mantığa göre, âkıl ve bâliğ olmadığı ve rüştünü ispat edemediği için,Türk insanının vesâyete ihtiyâcı vardır. Onun zarûrî ihtiyaçlarını tâyin ve tesbit etmek, kendisini vasî olarak görenlerin yed-i inhisârındadır. Dolayısıyla, Türkiye’de birilerinin ortaya çıkıp bir takım dînî kaynaklı taleplerde bulunması, haddi tecâvüzdür. Bu mantık, Türk insanına inanması gereken değer olarak, muhtevâsını kendisinin belirlediği, çerçevesini kendisinin çizdiği ve dünyânın hiç bir yerinde benzeri görülmeyen jakoben bir laikliği uygun görmüştür. Bu mantık, laikliğin fertlerle, ferdî vicdanla ilgisinin bulunmadığını; onun, devlet yönetimi sırasında tatbik edilecek bir metoddan öte bir mânâ ifâde etmediğini, edemeyeceğini, etmemesi gerektiğini; insanları dinden ve dînî duygulardan tecrit etmenin mümkün olamayacağını anlamak istememekte; bilâkis çerçevesini kendisinin çizdiği laikliği insanlarına bir din olarak takdîme kalkışmaktadır. Bu mantığın bir nebze müsaade ettiği dînin muhtevâsı ise, birazcık din ve çokça laiklik ile, bir o kadar da sayısı kişiden kişiye ve çevreden çevreye değişen muhtelif ilkelerden ibârettir. Bu mantığın sık sık kullandığı laiklik düşmanı veya daha hafif bir deyişle laiklik karşıtı ibâresi, kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir mânâsı ifâde etmektedir. Ne var ki, bu mantık tekfir hakkını, yetkisini, bütün gücünü ve meşrûiyetini, insanın insan olmaktan kaynaklanan en tabiî haklarından ve cihan-şümûl hukuk verilerinden değil, siyâsî mekanizmaya hâkim olmaktan almaktadır.

Bu mantığın Cumhûriyetle birlikte Türk insanına takdîme kalkıştığı yeni dînin umdelerinin neler olduğunu ve bu mücâdelenin veya dayatmanın yakın târihimizdeki mâcerâsını anlayabilmek için, sâdece bir eseri, Batılı bir ilim adamının, Gotthard Jäschke’nin Türkiye’de İslâm’ın durumunu ele alan bir eserini[1] gözden geçirmek bile yeterlidir. Bu eser, 1950’ye kadar, Türkiye’de siyâsî mekanizmaların İslâm’a nasıl baktıklarını, dinle ilgili nasıl bir takım reformlara kalkıştıklarını; dindar insanların ne türlü sıkıntılara mâruz bırakıldığını açık seçik ortaya koyması bakımından son derece ilgi çekicidir.

Şu cümle ise, bizim gibi İslâm ülkelerinde Batılılaşma adına girişilen kültür tahrîbâtını inceledikten sonra, Batı’ya benzemeğe çalışan bu ülkelerin, taklitçi olmaktan öteye geçemediklerini ve geçemeyeceklerini vurgulayıp sözü Türkiye’ye getirerek, “Bu sarf edilen emek boşuna olmasa ve bu çok dikkatli Türk ‘Herodian’ları amaçlarına tam olarak ulaşsalar bile, bu, medeniyet hazinemize ne ekleyebilir?[2] demek sûretiyle, girişilen mâcerâyı “ti”ye alan meşhur A. Toynbee’ye âittir: “1922’den beri Türkler İslâmî inceliklerle alay etmek için ellerinden geleni yaptılar.[3]” Toynbee de eserini Jäschke ile aynı dönemde (1947) yazmış ve Türkiye’de olup bitenleri çok yakından gözlemişti. 1950’de kavuşulan nisbî hürriyet havasına rağmen, İslâmî inançlarını ve kimliklerini sosyal hayatlarına yansıtmak isteyenlerin, şu içinde bulunduğumuz yıllara kadar, siyâsî, idârî ve hukûkî mekanizmalara hâkim olan zihniyetler tarafından nasıl istiskāle uğradıklarını ve hâlen uğramakta olduklarını, fazla uzağa gitmeden, çevremize şöyle bir göz atmakla bile çok kolay bir şekilde görebiliriz. Nitekim, şu içinde yaşadığımız günlerde, sokaklara kadar taşan ve bir bakıma İslâm’ı protesto mânâsına gelen “Kahrolsun....!” histerileri, aynı zihniyetin devâmından menfaat umulmasıdır.

Türkiye’de yakın gelecekte huzurlu ve istikrarlı bir ortamın oluşması samîmiyetle arzû ediliyorsa, yukarıda kısaca hulâsa olunan din anlayışının, İslâm’a yönelik bu mânâsız sataşmaların, katı tavırların, gayz ve kînin terk edilmesi gerekir. Aksi takdirde, bugün içerisinde bocalamakta olduğumuz huzursuzluk ve kör-döğüş ilânihâye sürüp gidecektir.

Türkiye’de İslâm’ın şu veya bu partinin, şu veya bu cemiyetin, şu veya bu tarîkatin ve hizbin inhisârında olmadığı; mûtat veçhile sık sık ifâde edildiği gibi, ülke nüfûsunun % 90 küsûru Müslüman olduğuna göre, İslam’ın herkesin dîni olduğu görülmeli ve daha da ehemmiyetlisi, zihinlerdeki bir takım varsayımların İslâm olarak takdîme kalkışılmasının yanlışlığı görülmelidir.

Yukarıda ana hatlarıyla hulâsa olunan din anlayışının cemiyetin muhtelif tabakaları arasında bir takım taraftarlar bulmasının mühim bir sebebi, kanaatimizce, cemiyetin uzun bir süre, siyâsî etkilerden kurtulmuş bir din eğitiminden mahrûm bırakılmış olması, başka bir ifâdeyle, İslâm hakkındaki koyu cehâlettir. Böylesi bir cehâlet ortamında, insanların, hayal dünyâsında İslâm’a nisbet ettikleri bir takım fikirlerin, İslâm’da hakîkaten bulunup bulunmadığı, düşünülmeğe bile değer görülmemektedir. Acabâ târihî zaaflarımızın canavarlaştırdığı bir gulyabânînin hayâletinden mi korkuyoruz, yoksa vehimlerimizin zihnimizde devleştirdiği bir yedi başlı ejderhâdan mı dehşete kapılıyoruz?

Binâenaleyh, bütün bunlar, kişi bilmediğinin düşmanıdır sözünü de doğrulamaktadır. Hakîkî din eğitiminin ehemmiyeti bu kadar büyük olduğuna göre, bugün laiklik veya çağdaşlık adına din eğitimine karşı çıkanları ciddîye almamak lâzımdır. Bilâkis, bu konudaki kör-döğüşün önünün alınması için tartışılan meselenin mâhiyetine vâkıf olunması, dolayısıyla kâmil mânâda bir din eğitimi gerekiyor.

Oysa Türkiye’de, insanların korktukları şeyin ne olduğunu, neyle mücâdele ettiklerini bilmemeleri, onları müşahhas hedefler belirlemeğe zorlamakta; bu insanlar, karanlığa yumruk savurmanın abesliğini gördüklerinden, önce korktukları değerlerle bâzı zümreler arasında paralellikler kurmak sûretiyle, deyim yerinde ise, hedefi müşahhaslaştırmakta ve ardından kılıçlarını kuşanıp saldırıya geçmektedirler. İslâm’ın, bir zümrenin veya bir partinin inhisârında olmadığını, hepimiz Müslümanız derken zâten îtiraf ve kabûl etmiş olduğumuz hâlde, onun münhasıran bir partinin fikirleri ve sermayesi imiş gibi görülmesini ve böyle bir düşünceyle hücûma geçilmesini başka türlü nasıl îzah edebiliriz?

Binâenaleyh, İslâm’ı Türkiye’de bir gerginlik unsuru olarak görmek ve göstermek, hem târihimize, hem kültürümüze ve hem de îmânımıza karşı saygısızlıktır. Dolayısıyla siyâsî mekanizmaların başında bulunanların, mevcûd adâlet ve hukuk sistemini kontrolleri altında tutanların, günümüzün son derece etkili iletişim vâsıtalarının başında gelen basın ve yayın kuruluşlarını yönlendirenlerin, eğitim sistemini işletmeğe çalışanların ve nihâyet millet adına onun siyâsî veya fiilî gücünü kullananların şimdiye kadar yapageldikleri gibi, milleti söyleneni ve yapılanı anlamaz saymaları doğru değildir. Zîrâ, XXI. asrın eşiğindeki Müslüman Türk insanı, hangi yollardan ve hangi kılıflar altında mukaddes değerlerinin tezyif edildiğini yaşaya yaşaya öğrenmiştir; sarf edilen kelimelerin ve takınılan tavırların gerçek mânâsını anlayacak firâset ve olgunluktadır. Değerlerinin tahkir ve tezyif edilmesini içine sindirememekte; dahası, böyle bir hakka kimsenin sâhip olmadığını iyi bilmektedir.

Artık bilinmeli ve kabûl edilmelidir ki, bugünün Müslüman Türk insanı, 1950 öncesinin kendisine çizilen rolü oynamakla yetinen insanı değildir. 1950 öncesinin insanı, İmparatorluk çoktan ortadan kaldırılmış olmasına rağmen onun doğrudan ürünü olduğu için, henüz İmparatorluğun sâdık tebea zihniyetinin hâkim olduğu bir atmosfer içinde yaşamakta; devletin kendisi için değil, kendisinin devlet için var olduğu düşüncesiyle hareket etmekte; dünyâyı tanımamakta; bugünün sık sık sözü edilen cihan-şümûl değerlerini, insanın insan olmaktan kaynaklanan en tabiî haklarını bilmemekte; yüzyılların tabiî cehâleti içinde, büyüklerimiz her şeyi bilir teslîmiyeti ile kendi köşesinde oturmakta; kendisinden beklenen vazîfeyi îfâ etmekte, fakat hizmet istemeyi hâtırına getirmemekte idi.

Hâlbuki artık vaziyet ve şartlar değişmiştir. Dünün uyuyan ve raiyyet olmakla iktifâ eden insanları gitmiş ve yerine her geçen gün dünyâyı çok daha iyi tanıyan; haklarının neler olduğunu, en mühimmi bu hakların sınırlarını, bir takım siyâsîlerin ve çeşitli güç odaklarının çizemeyeceğini, çizme hakları bulunmadığını bilen insanları gelmiştir. Bugünün insanı, kendi kaderi üzerinde söz söyleme hakkının, şimdiye kadar hep konuşan ve kaderini tâyin etmeği bir alışkanlık hâline getiren çevrelerinkinden çok daha fazla olduğunu görmektedir. İşte problem de, anlaşmazlık da, kargaşa da buradan kaynaklanmaktadır.

Kezâ, yine bilinmeli ve kabûl edilmelidir ki, zaman zaman iddiâ edilip ileri sürüldüğü gibi, İslâm, Türk milletinin kültürel değerlerinden bir değer değil, bilakis hâkim değerdir. O kadar hâkim değerdir ki, Türk kültürünün bin yıllık teşekkül mâzîsinin hemen her safhasına damgasını vurmuş ve bu kültürün rûhuna sinmiştir. Sosyal hayâtımızın dinle en az ilgisi bulunan yönlerinde bile, İslâm’ın boyasını görmemek mümkün değildir. İslâm, kültürümüz içinde, onun diğer unsurlarından çok daha farklı ve yüksek bir mevki işgal etmektedir; onu diğer alışkanlıklarımızla, örf ve âdetlerimizle ve benzeri değerlerimizle aynı görmek; ona folklorik bir değer biçmek ve bu folkloriklik nisbetinde sosyal hayâtımızda yaşama alanı tâyin etmek; “dinler vicdanlarda ve mâbetlerde kalmalı” ilkesini her hâlükârda doğru sanmak, insan tabiatinin rağmına kürek çekmektir. Hele hele, G. Jäschke gibi Batılı bir ilim adamının bile yukarıda zikredilen eserinde vurguladığı üzere[4], İslâm gibi sosyal bir dinden böyle bir tavır beklenmemelidir; çünkü, o, bir din olduğu kadar aynı zamanda bir yaşama biçimidir; dolayısıyla müntesiplerinden, vaaz ve tebliğ ettiği prensipler çerçevesinde yaşamalarını ister. Bunun için, devletin yönetim şeklinin dîne dayandırılması mecbûriyeti de yoktur; beklenen, devletin, insanların inançları doğrultusunda yaşama arzûlarını anlayışla karşılaması ve hoşgörülü olmasıdır.

Binâenaleyh, Türkiye’de kendilerini hâkim güç olarak görenlerin şu husûsu da artık anlamaları gerekiyor: Bu ülkede inanç ve dünyâyı idrâk bakımından tek tip insan yaşamıyor; dolayısıyla sosyal hayâta sâdece kendi doğrularının hâkim olmasını istemeye kimsenin hakkı yoktur! Kendi doğrularının yok olacağı düşüncesi ve vehmi bir kısım insanları nasıl huzursuz ediyorsa, çevrelerinde kendi doğrularının tahkir edildiğini görenler de aynı şekilde huzursuz oluyorlar. Bu ülkede tek tip insan ve tek tip ideoloji öngörülüyorsa, bunca demokrasi vâveylâsına ne gerek vardır? Bir müstebit idâre kurulduğu îtiraf olunur ve mesele kapanıp gider! Çoğulculuk iddiâsında bulunulmasının mânâsı nedir? Çoğulculuk, herkesin aynı şekilde düşünmesi, aynı şeylere inanması ve aynı şeyleri sevip beğenmesi olmasa gerektir.

Bütün bu mülâhazalardan sonra, son söz olarak şunları söylemek durumundayız: Bir insan olarak meselâ benden kimsenin düşüncesini, inancını ve değerlerini hor görmemem bekleniyorsa, benim düşüncemin, inançlarımın ve değerlerimin de kimsenin tahkîrine mâruz kalmaması gerekir. Kezâ, ben sevmediğim veya fikirlerini paylaşmadığım insanlara ne kadar tahammül etmek, onlarla bir arada yaşamanın yollarını aramak mecbûriyetinde isem, beni sevmeyen ve fikirlerimi paylaşmayan insanların da bana tahammül etmeleri, benimle bir arada yaşamanın yollarını aramaları lâzımdır.

Böyle bir anlayışın hâkim olması, bugünkü sıkıntılarımızın büyük bir ekseriyetini ortadan kaldıracaktır. Esâsen gerçek demokrasi de bunu gerektirir.

_________

* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVII/116-117 (Nisan-Mayıs 1997), s. 74-79.

[1] Bkz. Yeni Türkiye’de İslâmlık,Ankara, 1972.

[2] Bkz. Medeniyet Yargılanıyor, İstanbul, 1980, s. 190.

[3] Aynı eser, s. 200.

[4] A.g.e., s. 97.